6 Şubat 2007
YABANCILARIN risk almakta daha iştahlı olduğunu, yerlilerin ise özellikle muhtemel siyasi riskler nedeniyle çok daha temkinli davrandıklarını, bir süredir yazıyoruz. Bunun en büyük sebeplerinden birinin, "Yabancıların Türkiye’deki siyasi ortamı da rasyonel, kuralları belli bir ortam olarak görmek" olduğunu söylemiştik. Yani içerdeki yatırımcı, Cumhurbaşkanı seçiminin ne kadar riskli olabileceğini, rejim tartışmaları bile yaşatacağını iyi bilirken, yabancılar normal bir seçim olarak görme eğilimindeler, doğal olarak...
Biz önümüzdeki risklere farklı bakışın çok büyük ölçüde bu yaklaşım farkından kaynaklandığını düşünüyorduk. Ancak son günlerde görüyoruz ki; AKP’li yöneticiler dışarıda başka, içeride başka bir söylem içindeler. Yani içerde "Erdoğan Cumhurbaşkanı olmayacak" diyemiyorlar ama dışarı çıkıp, rahatça "Erdoğan çok büyük ihtimalle Cumhurbaşkanlığına adaylığını koymayacak, makul, tartışma yaratmayacak birini seçecek" diyorlar.
Sadece yabancı ya da yerli yatırımcı ayrımı yok aslında. Dış kaynaklı bilgi alanlar ile iç kaynaklı bilgi alanlar arasında fark olduğunu söylemek, daha doğru olur.
Çünkü ABD’deki, Londra’daki Türk piyasa oyuncularının da aynen yabancılar gibi konuştuğunu görüyoruz. Yani, yabancı Türkiye’deki siyasi sistemi formel bir sistem görürken, Türkiye’den giden bu Türk oyuncuların formel bir sistem olmadığını bilmeleri gerekir diye düşünüyoruz. Bu noktadan hareket edip, dışarda yaşayan, Türkiye ile iş yapan Türk bankacı ve finansçılardan birkaçı ile konuştuğumuzda, bu farklılığı artık açık açık görüyoruz.
Dışarıdakiler, yerli ya da yabancı olsun, çok rahatlıkla "Başbakan Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığına adaylığını koymayacak" diyebiliyorlar.
İçerde bundan kimsenin emin olmadığını, hatta ibrenin Cumhurbaşkanlığına çıkmasından yana olduğunu hatırlatıp, "Nasıl bu kadar kesin olarak konuşuyorsunuz" diye sorduğumuzda aldığımız yanıt "Açık açık söylüyorlar" oluyor.
Bunun kimin söylediğine bakarsanız, aslında isim vermeye bile gerek yok; AKP’nin dil bilen parti yöneticileri, bakanları ve Başbakanlık danışmanlarının hepsinin aynı dilden konuştuğunu öğreniyoruz. Yani dışarı çıkınca ya da dışardan telefonla aranınca, bu sayıları ancak 7-8 olan parti yetkilisi, "Erdoğan çok büyük ihtimalle Cumhurbaşkanı olmayacak zaten biz de öyle söylüyoruz, şimdi muhalefete koz vermemek için isim vermiyor" diyorlarmış...
ERKEN SEÇİM KESİN OLMAZMIŞ
"Peki aynı AKP’liler olası bir erken seçim için ne diyorlar?" diye sorduğumuzda aldığımız yanıt ise, "Cumhurbaşkanlığı için yine de açık kapı bırakıp, büyük ihtimal olmayacak diyorlar ama erken seçim konusunda çok kesin olarak böyle bir şey olmayacak diyorlar" oluyor.
Kendilerine "Ciddi ciddi erken seçim hazırlıkları başladı, Başbakan Cumhurbaşkanlığına çıktıktan sonra, mümkün olduğunca erken, baskın bir erken seçim planlanmaya başladı" dediğimizde "Ama çok kesin konuşuyorlar" yanıtı alıyoruz.
Ekonomi yönetimi ve AKP’li yöneticiler iktidara geldikleri seçim öncesinde olduğu gibi, anladığımız kadarıyla yine, "yabancıların duymak istedikleri şeyleri söylemek" konusunda bir hayli marifetli davranıyorlar. Herhalde Başbakan Tayyip Erdoğan, nisanda Cumhurbaşkanlığına aday olduğunda da, çıkıp, "Niyeti yoktu ama şartlar bunu getirdi. Başbakan da bu kararı vermek zorunda kaldı" diyecekler, öyle ya...
Çünkü biliyoruz ki; dışarıda başka konuşan AKP’liler, içeride hiç de böyle kesin şeyler söylemiyorlar. Hiçbiri dışarıdaki kadar kesin, "olmayacak" diyemiyor...
Yabancılar da, yabancılarla iş yapan yerli yatırımcılar da para akışının hızlanması dolayısıyla karlarını maksimize edebilmek için "Başbakan Cumhurbaşkanlığına aday olmayacak" diyorlar. Ancak içeride "kesin olmaz" diyemedikleri için gerekçe olarak, "Başbakan hep aynı şeyi yaptı son anda gereken kararı aldı, o nedenle zamanı geldiğinde makul olanı seçip aday olmayacak. Eşinin başı açık bir kişiyi oraya çıkaracak" diyorlar.
Zaman daralıyor bu arada sıcak para girişi artıyor. Hep birlikte göreceğiz, ne diyelim...
Yazının Devamını Oku 
5 Şubat 2007
GEÇTİĞİMİZ hafta uluslar arası likidite adeta çıldırdı. Sadece Türkiye’ye değil, tüm gelişmekte olan ülkelere, çılgın bir fon akımı yaşandı. Hala, nasıl olup da FED açıklamasının bu kadar çılgın bir sonuç yarattığı ise anlaşılabilmiş değil. Türkiye’deki bankacılar da bu yüklü fon akımının, bu açıklama üzerine nasıl geldiğini pek anlayabilmiş değiller. Söyledikleri tek şey; "atıl fon o kadar fazla ki, zaten kafalarına koymuşlardı, demek ki kötü haber gelmeyince bu akım tetiklendi" oluyor.
Geçtiğimiz hafta bu çılgın akım sonucunda Haziran’dan bu yana düşmeyen faizler, ilk kez yüzde 20’nin altına indi, borsa coştukça coştu. Belki de bu hareketi bir tek Başbakan biliyordu, kimbilir. Çünkü daha 2-3 hafta önce Başbakan Tayyip Erdoğan, hem de bağımsız Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) kuruluş yıldönümünde, "Borsa endeksi 48 bin olur" demişti, hatırladınız mı? Demek ki, bir bildiği vardı diye düşünüyor insan...
Neyse, öyle ya da böyle, bu yüklü fon akımı tüm haftayı etkiledi, fiyatları değiştirdi.
Geçtiğimiz Cuma günü, akşam saatlerinde ise Ocak ayı enflasyon rakamları geldi. Rakamlar hiç de içaçıcı değil çünkü yıllık yüzde 4’luk hedefin dörtte biri, yani yüzde 1’lik tüketici fiyat artışları, sadece bir ayda, şimdiden tamamlandı. Bu rakamlar piyasa tahminlerinin epey üzerinde. Ancak şimdilik banka iktisatçıları, yüzde 7 civarındaki daha önceki tahminlerini değiştirme gereği duymadıklarını belirtiyorlar.
Bugün haftaya başlayacak piyasaları, tahminin üzerinde gelen enflasyon rakamları nasıl etkileyecek, henüz bilinmiyor. Bizce, dışardaki akım devam ederse, yani sıcak para girişi devam ederse, bu kötü enflasyon rakamlarının çok fazla etkisi olmaz. Çünkü piyasalar pek öyle kötü haber filan dinlemiyor, girecekleri varsa giriyorlar, bunu daha önce gördük.
Bunu şunun için söylüyoruz ki; geçtiğimiz hafta bu fon akımı biraz daha sürseydi, Merkez Bankası bizce, dövize alım yönünde müdahale etmek zorunda kalacaktı. Şimdi eğer kötü enflasyon rakamlarına rağmen geçen haftaki akım devam ederse, Merkez Bankası’nın bu hafta dövize müdahalesi de kaçınılmaz olacaktır. Müdahalenin gerekçesi olarak, daha öncekiler gibi, elbette yine "dalgalanma" denecektir ama bizce Merkez Bankası dolar kurunun 1.400’ün altına inmesine izin vermeyecektir. Bu da doğal sayılmalıdır...
Şimdi önemli olan bu hafta da geçen haftaki yabancı fon akımının sürüp sürmeyeceği. Eğer coşkusu durulduysa ve fon girişi makul bir seviyede kalırsa, dolar kuru zaten 1.400’ün üstünde seyreder, zaten o zaman müdahaleye gerek de kalmaz.
GİRİŞ ARTINCA ÇIKACAK MİKTAR DA ARTIYOR
Bizce artık ekonomi yöneticilerinin de, bu kadar sıcak para girişinden tedirgin olmasının zamanı geldi de geçiyor. Elbette piyasa dışı bir önlem alıp sıcak parayı durdurmaktan söz etmiyoruz. Ancak fiyatlara bağlı olarak "artık burada o kadar fazla kar kalmadı,gitmeyelim" demeleri lazım ki, giriş eskisi kadar fazla olmasın.
Çünkü ne kadar fazla sıcak para girişi olursa, piyasa bozulduğu zaman çıkış da o kadar fazla olacaktır, bunu unutmayalım. Daha önce "artık borsaya giriyor, çıkışı zor olur" söylemini çok duyduk. Ama artık biliyoruz ki; zor ya da kolay, sıcak para tedirgin olduğu zaman, maliyetine bakmayıp, satıp elindeki her şeyi, dövize dönüp kaçıyor.
Hükümetin bu yıl sıcak para konusunda her zamankinden daha hassas olması lazım. Hiç olmazsa politik geleceği için bunu yapmalı. Bir düşünsenize, şimdi hızla giren sıcak para tam seçim öncesi aynı hızla çıkıp, bir büyük dalga yaratırsa, iktidar için daha kötü olmaz mı?
Hırant Dink cinayeti sonrası yaşananlar, "milliyetçi-kafatasçı" kavgası, Irak ve Kıbrıs’taki olaylar, hiç de o kadar azımsanacak, normal karşılanacak olaylar değil. Bütün bunlar riskleri biriktiriyor ve sıcak paranın hızlı çıkışı için de zemin hazırlıyor...
Ancak Hükümetin ve ekonomi yönetiminin şu anda hayatından memnun olduğunu, bu riskleri görmediklerini söyleyebiliriz. Öyle ya, Başbakan ve bakanlar, faizi yeniden 20’nin altına indirdik, borsayı tavan yaptırdık demeyi çok seviyor. Bakalım çıkışta ne diyecekler?
Yazının Devamını Oku 
3 Şubat 2007
JP Morgan’ın Türkiye Raporu, ardından ABD Merkez Bankası’ndan gelen açıklamalar, piyasaları iyice coşturdu. Coşturmasının sebebi de, yurt dışından fon akımının tekrar çok hızlanması, bunun da hisse senetleri ve Hazine kağıtlarına olan talebi artırması... Son gelişmelere bakıldığında her şeyden önce şunu söylememiz gerekir ki; biz, iç piyasanın aktörlerine, "gaza gelme ve gaza getirme" konusunda fazla haksızlık ediyoruz. Belli ki gelişmiş ülke piyasalarında da gaza gelme ve gaza getirme katsayısı bir hayli yüksek.
Bizimkiler son dönemde çok daha temkinli durdular ancak dışarının etkisiyle olumlu hava içeriye de yansıdı. Gerçi iç bireysel yatırımcılar, temkinli tutumlarını devam ettirmekten yanalar. Ancak öyle bir iyimserlik dalgası ki; ister istemez her geçen yenilerini içine alıyor...
Bazı bankacılar, FED açıklamasına bakarak, gelişmiş ülke piyasalarının nasıl olup da bu kadar iyimser bir rüzgara kapıldığını pek anlayabilmiş değiller. Örneğin Fortisbank’ın haftalık değerlendirme raporunda yapılan yorumda, "yurtdışı ve yurtiçi piyasalar açısından önemli olanın enflasyona yönelik endişelerin daha ne kadar güç kazanacağı" olduğuna dikkat çekiliyor ve bu durumun yükselen tahvil faizleri üzerinden uluslararası likidite koşullarını daha olumsuz bir noktaya getirme tehlikesine dikkat çekiliyor.
FED açıklamasına bakarak gelişmiş piyasaların enflasyon görünümüne ilişkin verilere hassasiyetinin önümüzdeki dönemde belirgin biçimde artacağı kaydedilen raporda, şu değerlendirmede bulunuluyor: "Bugünkü bilgiler ışığında FED’in ağustostan beri sabit tuttuğu faizlerde ilk hareketinin aşağı yönlü olma ihtimali daha yüksek görünmeye devam ederken, daha belirsiz görünen enflasyonda düşüş eğiliminin gücüne bağlı olacak bekleme süresidir. Ancak her ne kadar FED, toplantı metinlerinde kullandığı ifadelerle artırım için açık kapı bırakmış olsa da, bu yönde vereceği ek bir sinyalin piyasalarda mevcut fiyatlamada olmaması nedeniyle, tahribatının fazla olabileceği unutulmamalıdır."
Kısacası; FED’in açıklamaları, daha sakin bakıldığında, gelişmekte olan ülkelere yeniden fon akımını bu kadar hızlandıracak bir içeriğe sahip değil. Ancak şu söylenebilir ki; kötü bir şey gelmemesi, zaten varolan gelişmekte olan ülkelere fon akımını daha da güçlendirdi. Dolayısıyla biz de bundan epeyce pay aldık...
ERDOĞAN CUMHURBAŞKANI OLURSA
Aslında sadece bu açıklamalar üzerine bir sıcak para girişi olmadı, zaten güçlü sıcak para girişi vardı, bu açıklamalar artırdı. Belki şu söylenebilir; fonlar olabildiğince yüksek kárlar elde edip, yıl ortalamasını şimdiden artırmak için acele ediyor, bu arada başkalarının elde edip kendilerinin geri durmakla kaybettiği Türkiye kárlarını da, ucundan yakalamak istiyorlar.
Dışardan gelen sermaye o kadar güçlü ki; son dönemde yerliler temkinli duruşunu devam ettirseler bile, içerdeki fiyatlar üzerinde çok etkili oldular.
Bu arada JP Morgan’ın raporunda da görüldüğü gibi, yabancılar Türkiye’ye yatırım çağrısı yaparken, içerdeki risklerin büyütüldüğünü, örneğin Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına çıkmayacağı ihtimalinin aslında daha güçlü olduğunu söylüyorlar. Sadece JP Morgan da değil, daha temkinli yabancı banka ve aracı kurumlar da, örneğin Dredsner Bank’ın raporunda bile bu ihtimale çok daha fazla ağırlık veriliyor.
Oysa, içerdeki oyuncuların temkinli duruşlarının arkasındaki en büyük neden ise, Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına çıkma ihtimalinin güçlü oluşu. Bizce Erdoğan her geçen gün adım adım bu açıklamaya piyasaları alıştırıyor. Belli ki mümkün olduğunca yumuşak bir geçiş yaparak, olası sert çatışmaları engellenmeye çalışılıyor.
Ancak içerdeki oyuncular biliyorlar ki; burası yabancıların baktığı kadar daha doğrusu batılı bir ülke gibi formel işleyen bir siyasi sisteme sahip değil ve Başbakanın Cumhurbaşkanlığına adaylığını koyması çok tepki çekip, siyasi gerginliği artırabilir....
Yani şu an piyasalarda hem ABD’deki şartların ötesinde hem de içerdeki muhtemel gelişmelerin çok ötesinde bir iyimserlik hakim. Fiyatların içinde de bu var.
Yazının Devamını Oku 
1 Şubat 2007
SICAK paranın hakimiyeti pekişerek devam ediyor. Yerlilerin bir süredir sıkı durmaya çalıştığı, temkinli tutum takındığı gözlenirken, yabancılar uluslar arası likiditedeki bolluk nedeniyle girişlerini artırmaya devam ettiler. Başbakanın bile artık çıkıp seviye vermeye başladığı Borsa’da yabancıların payı rekor seviyelere ulaşmaya başladı.
Ancak son günlerde yabancılardan da, yavaş yavaş, "temkinli tutum izlemek gerektiği" gibi sesler gelmeye başladı. Hırant Dink cinayeti, ardından gelen tepkiler ve futbol sahalarındaki siyasi eylemlerin, "yabancıların temkinli olma ihtiyacı"nı artırdığını düşünüyoruz.
Alman Dresdnerbank’ın bu hafta yayımlanan "Dresdner Kleinwort" adlı raporu, Türkiye’deki seçimlerin hem siyasi gerginlik, hem de ekonomik etkileri açısından detaylı bir değerlendirmesine yer veriyordu.
Raporda "Türkiye’de bu yıl yaşanacak seçimler nedeniyle mali politikanın gevşeyeceği ve reformların yavaşlayacağı" tahminine yer veriliyor. Buna karşılık Merkez Bankası’nın enflasyonu kontrol etmek için, ekonomi yavaşlasa bile "güçlü bir YTL"isteyeceği belirtiliyor.
"Sıkı politikalara ve yabancı sermayenin artmasına rağmen Türk ekonomisi bölgesel ve jeopolitik risklere karşı korunmasız olacak"denilen raporda, ülke içinde ekonomide varolan olumlu görünüm ile ilgili ana risk "seçimler"olarak kaydediliyor. Mali politika çatısı güçlü olduğu hatırlatılan raporda buna rağmen, fiyat istikrarının korunamayacağı ve cari açığın artmaya devam edeceği beklentisi de ifade ediliyor.
Türkiye’nin cari açığının 2006 yılında 29.9 milyar dolara ulaştığı, GSYİH’sının yüzde 8.5’i oranına yükselen bu açığın " bugüne kadarki en yüksek oranda açık" olduğu kaydedilen raporda, bu artışta petrol fiyatlarındaki artışın etkili olduğu, 2.9 milyar dolarlık yıllık petrol ürünleri gelirine karşılık, 16 milyar dolarlık ithalat faturasının ortaya çıktığı belirtiliyor. Ancak hemen ardından "Petrol fiyatlarının düşmesine rağmen, ticarete bağlı olarak cari açık artmaya devam edecek" saptamasına yer verilerek, bu cari açığın mutlaka finanse edilmesi gereğine de özellikle işaret ediliyor.
2007 RİSKLİ
"Türk iş dünyası için 2007 yılı riskli olacak ancak orta vadeli görünüm olumlu" denilen raporda, bu yılın Türkiye açısından "politik tansiyonun ve jeopolitik risklerin yükseldiği" bir yıl olacağı ve bu durumun makroekonomik istikrarı da etkileyeceği saptamasına yer veriliyor.
Politik durumun ancak bu yılın sonunda stabilize olabileceği kaydedilen Raporda, makro ekonomi çatısının hala güçlü olmasına rağmen özellikle fiyat istikrarının korunmasında zorlanılacak bir yıl olacağı kaydediliyor. Bu arada enflasyonla mücadelenin Merkez Bankası’nın istediği oranda gerçekleşemeyeceğinin de altı çiziliyor.
Raporda. "Seçimlere doğru mali hareketlerde ihtiyat gerekli olacak. Borç oranının düşüşü sevindirici ancak seçim yılı olması nedeniyle dikkatli olunması gerek" değerlendirmesine yer veriliyor. Türkiye’nin AB’ye uyum sürecinin 2007 yılı sonu veya 2008 başında uzlaşma tabanına gelebileceği, teknik başlıkların görüşmelerinin sürecin nasıl gelişeceği yönünde fikir verebileceği kaydedilerek, Türkiye’nin AB kulübüne katılım konusunda ’hücum’sergilemediğinin yani koşa koşa girme yönünde eğilimi olmadığının gözlendiği kaydediliyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili Başbakan Tayyip Erdoğan’ın aday olması, ya da Abdullah Gül dahil yeni ılımlı bir aday belirlenmesi yönündeki senaryoların ve bunun ardından erken seçim ihtimallerinin de incelendiği raporda, "Ilımlı AKP seçeneğinin daha tercih edilir bir senaryo olacağı görüşündeyiz" deniyor.
Yani bu rapora bakarak "Yabancıların da Erdoğan’ın Başbakanlıkta kalmasını istediğini" söylesek pek yanlış olmayacak. Biraz da belki, yerli işadamları gibi, bir umudu söylüyorlar... Raporu kendileri de "İki önemli seçimin yaşanacak olması nedeniyle bu yılın makroekonomik reformlar ve politikalar için kayıp yıl olmasından endişe ediliyor"sözleriyle özetlemişler.
Sıcak para bu kadar bollaşmışken, riskleri saymaya başlamaları, bize ilginç geldi...
Yazının Devamını Oku 
30 Ocak 2007
DÜNYA Bankası Başkanı Paul Wolfowitz ile çeşitli ziyaretlerde bulunduğu Edirne’de, Selimiye Camii’ni ziyaretinden sonra, kendisine tahsis edilen arabada özel bir röportaj yapma olanağı bulduk. Wolfowitz’le bu kısa görüşmemizde, teknik konulardan çok, Türkiye’yi nasıl bulduğu, nelere öncelik verip yeni dönemde Türkiye ile ilişkileri için neler düşündüğüne, özet olarak girebildik.
Wolfowitz, yine, malum "Müslüman dünya için örnek Türkiye" konusuna girdi. Türkiye’ye yaklaşık 30 yıldır ziyaretler yaptığını ama Dünya Bankası Başkanı olarak bunun ilk ziyaret olduğunu hatırlatıp, bu yeni penceresinden bakışın farklı olup olmadığını sorduk. Wolfowitz, Türkiye’ye tam 30 sene önce geldiğini hatırlatıp, "O zaman daha tipik bir Ortadoğu ülkesi beklerken Avrupai bir ülkeyle karşılaşmıştım" dedi. Ve ardından şunları ekledi: "Türkiye’nin gelişiminin hem ekonomik hem de sosyal anlamda sadece Türkiye’de yaşayan milyonlar için değil aynı zamanda Müslüman dünyadaki bütün insanlar için önemli olduğunu düşünüyorum. Bu bölgelerdeki insanlar için iyi bir model olacağını düşünüyorum zaten olmuş durumda. Bu pozisyonda Türkiye’ye gelişimde hoşuma giden şey de Türkiye ile alakalı önemli olan konulara odaklanmam ve bu süreçlere katılma fırsatı bulmam."
AFRİKA’YA YARDIM
Başbakan Tayyip Erdoğan’la pazar sabahı yaptıkları görüşmede sadece ekonomik konuların mı ele alındığını sorduğumuzda ise "Evet ama biraz da Türkiye’nin potansiyel rolü üzerinde durduk" dedi. Türkiye’nin kalkınmakta olan yoksul ülkelere, Afrika’daki ülkelere nasıl yardım edebileceği ve oralardaki rolü üzerinde durduklarını kaydeden Wolfowitz, daha fazla bilgi vermedi.
Wolfowitz’e Türkiye’ye gelişinde söylediği, "ekonomik istikrarı korumak için yapısal reformların devam etmesi gerektiği" yönündeki sözlerini hatırlatarak, acil olarak ihtiyaç duyulan reformları sorduğumuzda bu sözleri biraz düzeltme ihtiyacı duyduğunu hissettik. "Netleştirmek için söylüyorum; benim esas vurgulamak istediğim makro-ekonomik istikrardı" diyen Wolfowitz, şu ana kadar başarılanların ötesinde yapılması gerekenlerin başında özellikle önemli olanın enerji sektörü reformu olduğunu söyledi. "Çünkü bu sektörle ilgili kayıplar çok fazla ve bunların üstesinden gelinmesi için çaba gerekiyor" diyen Wolfowitz, "sosyal güvenlik" konusunun da aynı zamanda ülke ekonomisinin uzun vadede sürdürülebilir bir başarı yakalayabilmesi için üzerinde durulması gereken konuların başında geldiğini kaydetti.
EĞİTİM SİSTEMİNİZ ÇOK KATI
Wolfowitz’e hem enerji hem de sosyal güvenlik reformlarının seçimlere takıldığını hatırlatıp, Başbakan’la bu konuları görüşüp görmediğini sorduğumuzda ise, "Böyle bir detaya girmedik. Tabii bunlar önemli konular; siyasi olarak neyin mümkün kılınacağının kararını vermek zor" yanıtını aldık.
Eğitim konusunda Dünya Bankası’nın verdiği desteğin devam edip etmeyeceğini, yargı reformunu görüşüp görüşmediklerini sorduğumuzda aldığımız yanıt ise şöyle oldu:
"Eğitim konusunu konuştuk fakat yargı konusuna girmedik. Eğitim konusuyla alakalı olarak da bu sabah (pazar) Türkiye’nin gençleriyle bir toplantı yaptık; gençlerin görüşlerini dinledik ve eğitim çok önemli bir konu olarak ortaya çıktığını gördük. Eski bir profesör ve dekan olarak söyleyebilirim ki Türkiye’nin eğitim sistemi katı bir eğitim sistemi. Günümüzün değişen şartlarını düşünürsek, bu şartlara süratle adapte olabilen ve esnek, yeniliğe açık bir eğitim sistemi olması çok önemli. Sayın Başbakan da bu konuda çok şey yapılması gerektiğini söyledi zaten..."
Wolfowitz’e Türkiye’nin Dünya Bankası’ndan en fazla finansman sağlayan ülkelerden biri olduğunu, yeni dönemde finansman imkanlarında daha esnek olup olamayacaklarını da sorduk. Wolfowitz, her 3 yılda bir ülke yardım stratejisi olarak adlandırdıkları bir belge hazırladıklarını, bu yıl da bu belgenin yenisini hazırladıklarını kaydederek, "Bizim açımızdan Türkiye son derece başarılı bir program. Türkiye açısından da öyle olduğunu düşünüyorum. Türkiye bizim üçüncü en büyük kredi kullanan üyemiz. Bu çerçevede Türkiye’nin çok kuvvetli bir pozisyonda olduğunu düşünüyoruz. Ve Türkiye’ye azami ölçüde destek vermeye hazırız" dedi.
Yazının Devamını Oku 
29 Ocak 2007
CUMARTESİ akşamı, Dünya Bankası Başkanı Paul Wolfowitz İstanbul’a gelmeden hemen önce, Banka kurmaylarının kamp kurduğu İstanbul Hilton Oteli’ndeydik. Başkandan önce gelip hazırlıkları yürüten Dünya Bankası Başkan yardımcısı Shigeo Katsu ve daha çiçeği burnunda sayılabilecek yeni Türkiye Temsilcisi Ulrich Zachau başta olmak üzere, Dünya Bankası’nın yöneticileri ile sohbet etme imkanımız oldu.
Geçen yılın sonunda görevini tamamlayan Dünya Bankası’nın Türkiye Temsilcisi Vorkink’in giderayak söylediği, "Özel sektöre daha fazla destek vermemiz lazım" sözlerini hatırlatıp, yeni dönem için böyle bir yoğunlaşma olup olmayacağını sorduk. Banka yöneticileri, kendilerinin daha çok "sürdürülebilir büyüme" üzerinde durduklarını hatırlatıp, özel sektörün de sürdürülebilir büyümeyi, yani büyümenin kalıcı olmasını sağlayacak temel unsur olduğuna dikkat çekiyorlar. Ancak kendilerinin "sürdürülebilir büyümeyi sağlayabilmek için oluşturulması gereken altyapı" konusuna ağırlık verdiklerini, dolayısıyla zaten bu desteklenen kamu projelerinin de, özel sektörün önünü açıp bu kanalla kalıcı büyümenin altyapısını sağlamaya dönük olduğunun altını çiziyorlar. Bu nedenle doğrudan özel sektöre yeni dönemde ağırlık vermenin sözkonusu olmayacağını kaydeden kurmaylar, ancak yan kuruluşları olan IFC’nin doğrudan özel sektöre kaynak aktarmaya, finansman sağlamaya devam edeceğini söylüyorlar. IFC’nin gerek ülke içinde gerekse Türk şirketlerinin üçüncü ülkelerdeki yatırımlarına verdiği desteği hatırlatıyorlar.
Bu kapsamda Hükümetin köprü, otoyol gibi temel altyapı tesislerini özel sektöre devretme konusundaki planını kendileriyle tartışıp tartışmadığını soruyoruz. Yetkililer, bütün dünyada bu tür temel altyapı yatırımlarının özel sektör-devlet işbirliği ile yapılmaya çalışıldığını hatırlatarak, çok hassas davranılması gerektiğini kaydediyorlar. Hangi kesimin ne tür yükümlülükler altına girip, ne tür menfaatler sağladığının çok iyi tespit edilmesi ve bunların dengeli olması gerektiğini kaydeden yetkililer, bu konuda Dünya Bankası olarak yapılacak açık operasyonlara destek vereceklerini, kendilerinden istendiği takdirde teknik destek de sağlayacaklarını kaydediyorlar.
YARGI REFORMU DÜNYA BANKASI İLE KONUŞULUYOR
Üzerinde durduğumuz bir başka konu da artık ekonomik ve sosyal ihtiyaçları karşılayamayacak duruma gelen yargı sistemi. Hükümetle bu konuda yani yeni bir yargı reformu konusunda işbirliği olup olmayacağını soruyoruz. Yetkililer, bu tür işbirliklerinin Türkiye’nin talebi çerçevesinde gelişebileceğini,bu konularda açık olduklarını kaydedip, "Yargı reformu konusunu da Türk yetkililerle yoğun olarak konuşmaya başladıklarını" ifade ettiler. Belli ki; henüz olgunlaşmadığı için şimdilik üzerinde fazla durmak istemiyorlar ama önümüzdeki dönemde gündeme geleceğini anlıyoruz.
Yine eğitim konusunda da çok yoğun işbirliği olduğunu biliyoruz ve bu konudaki işbirliğinin, reforma dönük çabaların desteklenmeye devam edeceğini öğreniyoruz.
Dünya Bankası yetkililerinin üzerinde durdukları konuların başında enerji de geliyor. Enerji alanındaki gelişmeleri, doğalgaz ve petrol piyasasındaki liberalleşme hareketini, bu arada dağıtım ihaleleri başta olmak üzere, aksayan yönleri konuştuğumuzda, "Her şeyin farkında oldukları ama Hükümete biraz tolerans gösterdikleri" izlenimini ediniyoruz. Yetkililer, enerji alanındaki gelişmelerin önemine dikkat çekip, "Ancak seçim nedeniyle bazı aksamalar olduğunu bu aksamaları bir ölçüde doğal karşıladıklarını" söylüyorlar. Ama ardından "Umarız seçim sonrası kaldığı yerden devam eder" demeyi de ihmal etmiyorlar.
Türkiye’nin Dünya Bankası’ndan en çok kaynak kullanan ülkeler arasında yer aldığını biliyoruz. Yeni dönem için hazırlıklar başlamış ve daha önce uygulanan finansman kotası kadar yeni finansman imkanları tahsis edilmesi bekleniyor. Tabi bu hacmi Türkiye isterse..
Görüşmemizde mevcut kredi koşullarında bazı esnemeler olabileceği izlenimini de alıyoruz. Bizce büyük olan reform ihtiyacının karşılanmasında Dünya Bankası hala önemli bir imkan.
Yazının Devamını Oku 
27 Ocak 2007
HATIRLAYALIM, devlet, tek tek bireylerin yerine getiremeyecekleri, birlikte yaşamak için gereken düzenin kurulup, yürütülmesinden sorumludur. Bu sorumluluk içinde kişilerin haklarını korumak, yükümlülüklerini belirlemek, mümkün olduğunca herkesin yararına olabilecek biçimde kurulan düzene ayrıcalıksız, herkesin uyumunu sağlamak da vardır. Güvenlik de devletin görevlerinden biridir, ortak yaşamın temel unsurlarındandır. Devletin görevlerinden biri de kişilere ait özel bilgilerin korunmasıdır. Bu bir anlamda kişilerin güvenliğini sağlamakla aynı anlama gelir. Devlet sırrı, ticari sır, banka sırrı gibi kavramlar bu nedenle vardır ve bu nedenle Anayasa güvencesine alınmıştır.
Bu nedenle sadece mahkemeler, o da konuyla ilgili gereklilik doğduğunda, bu bilgilere sahip olabilirler. Sırları açıklamanın da, bu nedenle yasalarda yazılı cezaları vardır.
Maliye’de yaşanan son skandal, zaten bir süredir şüphelenilen ticari sır ve banka sırlarının ortaya döküldüğünün somut bir göstergesi oldu. Bu sırların daha önce bazı gazetelerde yayımlandığına şahit olmuştuk, şimdi bunun sistemli bir iş olduğu ortaya çıktı.
Peki, bu sırlara kimler, ne için sahip olurlar, bu sırlar nerelerde kullanılır?
Eğer birilerinin asli işi bu değilse, bu sırra sahip olmaması lazım. Neden sahip olmak ister sorusuna masum biçimde "dedikodu gibi bir şey" diye yanıt verme imkanı yoktur.
Bu bilgi resmi makamlardan gelmedikten sonra, mahkemelerde yani yargıda kullanılamayacağına göre; insanlar bu bilgilere, sırlara neden sahip olmak isterler?
Bu sorunun yanıtı açık. Bu bilgilere sahip olanların amacı, bilgisini, sırlarını aldıkları şirketlere ve kişilere karşı bunu bir baskı unsuru olarak kullanmaktır.
Yani maddi ya da manevi menfaat sağlamak için bu sırlara sahip olmak isterler.
Bunun örneklerini çok gördük; aldıktan sonra bu sırlar kişi ya da şirketlere karşı bir tehdit unsuru olarak kullanılır, karşılığında da maddi menfaatler elde edilebilir.
Bu sırlar siyasi olarak da, kişisel husumet ve öc almak için de kullanılır. Siyasi hasımları altetmek, öc almak için bu sırların kamuoyuna açıklandığı da görülmüştür.
SAKLAMAK HÜKÜMETİN GÖREVİ
Sırları saklamak kimin görevi derseniz açık: İdarenin görevi. Yani Anayasa’da, yasalarda yazılı olan esaslar çerçevesinde, yürütmenin yani Hükümetin ve Yargının görevi.
Yaşadığımız son olayda birçok şüphe var. Bu sırlara kim, ne için sahip olmuştur, bu sırlar ne için kullanılmıştır, sonucu ne olmuştur, mutlaka ve mutlaka açığa çıkarılmalıdır.
Herşeyden önce de bu sırları görevi olmadığı halde alanların, ifşa edenlerin ve eğer sistem hatalıysa bu sistemi kuran ve yönetenlerin mutlak sorumlulukları olduğu unutulmamalı.
Eğer bu işin başındakiler bu sırları bilerek, kasıtlı ve bilinçli bir operasyon çerçevesinde alıp, baskı unsuru olarak kullanılmasını sağladılarsa, maddi manevi menfaat için kullanılmasına alet olmuşlarsa, zaten buralarda artık bir dakika bile durmamaları gerekir.
Herkes biliyor ki; bu operasyon Maliye tarafından yapılan zamanlama ile basına, kamuoyuna duyuruldu. Niye şimdi olduğunun da mutlaka irdelenmesi ve yanıtının bulunması gerekir.
Bu skandalda, operasyonda o kadar çok soru işareti var ki...
Sistemin çalışması konusunda bile sorular tam olarak yanıtlanamıyor. Neden, bu sistemi yürütenler, bu kadar soru işaretine rağmen basın toplantısı yapmıyor, anlaşılır gibi değil.
Örneğin "denge" için Hükümet üyeleri ve yakınlarının bilgilerine, sonradan, toplu girişler yapıldığı, aslında bu operasyonun muhalefet ve muhalifleri susturmak için planlandığı ve uygulandığı konusunda ciddi iddiaları gündeme getirenler var. Bu iddialar ne olacak?
Özetle; devlet sırlarını olduğu kadar, ticari sırları da banka sırlarını da saklamak devletin, devleti yönetmekle görevli olanların sorumluluğundadır. Bu sorular mutlak yanıt bulmalı.
Yazının Devamını Oku 
25 Ocak 2007
DÜN Anadolu Ajansı’ndan geçilen bir haber, Ankara’ya bomba gibi düştü. Haberde Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanlığı’nın Bilgi İşlem Merkezi’ne giren kişilerin, ’kanun dışı’ şekilde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Sabah Gazetesi Genel Yayın Müdürü Fatih Altaylı, gazeteci Emin Çölaşan’ın da aralarında bulunduğu, bazı devlet görevlileri, gazeteciler ile siyasilerin mal varlığı ve vergi bilgilerinin sorgulandığı bilgisi veriliyordu. Habere göre usulsüz sorgulama yapılan kişiler arasında Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu, DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer, işadamı Remzi Gür ve çeşitli şirketler de var. İncelemede, Teftiş Kurulu’nun yanı sıra 70 ildeki çeşitli vergi dairelerinden söz konusu kişilerin bilgilerine defalarca girildiği ve haklarında mal varlığı ve vergi sorgulaması yapıldığı saptanmış
Konuyla Komisyon’un, incelemelerinin ardından ’ilk aşamada’ Maliye Teftiş Kurulu Başmüfettişlerinden Hamza Kaçar ile Ankara-Cumhuriyet Vergi Dairesi Müdürü Cemal Kartal, Etimesgut Vergi Dairesi Müdürü Saim Demirel, Keçiören Vergi Dairesi Müdür Yardımcısı Ali Adanır ile Teftiş Kurulu’ndaki bir bilgisayar programcısının görevden uzaklaştığı belirtiliyordu.
Sadece Cumhurbaşkanı Sezer için sisteme giriş yapılan yerler arasında Kocaeli Körfez Vergi Dairesi (4 kez), Iğdır Vergi Dairesi (7 kez), Amasya-Merzifon Vergi Dairesi (2 kez), İstanbul-Üsküdar Vergi Dairesi (3 kez), Sivas-Kale Vergi Dairesi (4 kez), İstanbul-Kartal Vergi Dairesi (9 kez), Bursa-Yıldırım Vergi Dairesi (4 kez), Ankara-Ostim Vergi Dairesinin de (2 kez) olduğu ortaya çıkmış. Cumhurbaşkanı’na yönelik mükellefin işe başlama ve terk tarihleri, sicil detay bilgileri, her türlü mal edinimleri, ödediği motorlu taşıtlar vergisine kadar her türlü vergisel işlemleri ve vergi borcu olup olmadığı, herhangi bir cezai işlemi bulunup bulunmadığı gibi bilgiler sorgulanmış. Bu kişilerin mal varlıkları ile ilgili basında yeralan haberler de incelenmiş.
Nereden bakarsanız bakın; bu haber Maliye Bakanlığı’nda, bilerek bağımsız hale getirilmeyen Gelir İdaresi’nde, yaşanan skandalı açıkca ortaya koyan bir haber
SORU O KADAR
ÇOK Kİ...
Yaşanan skandalın en önemli boyutu, Gelir İdaresi’nde denetim yetkisinin kimlerde olduğu, bir vergi dairesi başkanının nasıl olup da bu bilgilere girebildiği konusu. Bilgi veren yetkililer bu bilgilere ancak Maliye üst yönetiminden 18 kişinin girebileceğini belirtirken, Maliye yetkilileri, vergi daire başkanları dahil, tüm müfettişlerin hesap uzmanlarının bu bilgilere girebileceğini söylüyorlar. Böyle bir sistem olabilir mi? Bu bilginin hangisi doğru?
Eğer dedikleri gibi yüzlerce, binlerce kişi bu sisteme girebiliyorsa, devlete güven sağlanır mı? İki aşamalı denilen, özel şifreli banka hesaplarının da görüldüğü üst sisteme giriş için sınırlı sayıda kişinin yetkisi varsa, nasıl oluyor da bu kişilerin özel hesaplarına girilebiliyor?
Görevden alınan başmüfettiş Hamza Kaçar’ı, kamuoyu "El Kadı raporunu hazırlayan kişi" olarak tanıyor. El Kadı olayında, bu rapordan kimin zarar gördüğü, BM kararlarına rağmen kimlerin af sağlamaya çalıştığı bilinmiyor mu? Bu görevden almalara gölge düşürmüyor mu?
Cumhurbaşkanı Sezer’in eviyle ilgili haberin hangi gazetelerde yayımlandığını, bu gazetelerin hangi partilere yakın olduğu biliniyor. Aynı şekilde hükümete muhalif kimliği ile bilinen Emin Çölaşan’la ilgili haberlerin nerelerde çıktığı da belli. O zaman bu hesaplara girilmesinde hangi amacın, dolayısıyla hangi ellerin olabileceği ortaya çıkmıyor mu?
Çölaşan’ın dediği gibi, daha önce hükümete yakın kişiler listede yoktu da sonra mı kondu?
2006 yılında bu bilgilere erişim saptanmadı mı, saptandıysa niye şimdiye kadar birşey yapılmadı?
Bu olay da başka bir terör biçimidir. Nereye kadar gidiyorsa, terörün sorumluları açığa çıkmalı.
Yazının Devamını Oku 