23 Ocak 2007
MERKEZ Bankası yönetimi, IMF’ye gönderilen "enflasyondan sapma " mektubuyla, Hükümetten gelen "faiz indirme" baskısına rağmen, enflasyonla mücadele konusunda sıkı duracağını ve kararlı olduğunu gösterdi. Umarız seçimler yaklaştıkça, Merkez Bankası yönetiminin bu kararlı tutumunda, önemli bir gevşeme olmaz... Merkez Bankası’nın bu tutumunu ay sonunda yayımlanacak olan "Enflasyon Raporu"nda da sürdürmesi ve gördüğü riskleri bu raporda daha detaylandırması bekleniyor.
Mektuptaki genel hava, piyasaların da algıladığı, enflasyon hedefine yakınsama sürecinin, dolayısıyla faiz indirimlerinin başlama tarihinin, Merkez Bankası tarafından daha da ötelenmesi oldu. Yani hükümetin faiz indirimi baskısının tersine Merkez Bankası yönetiminde, indirimi daha ileri bir tarihe erteleme eğilimi gözlendi.
Mektupta "Orta vadeli enflasyon görünümüne ilişkin temel risk, enflasyonun aşağı inme konusunda beklenenden daha güçlü bir direnç gösterme olasılığı" olarak belirtilirken, bu direncin, enflasyon beklentilerinde de kendini gösterdiği kaydedildi. Hizmet sektöründeki fiyat artışlarının önemli bir risk unsuru olduğu ifade edilen mektupta "Son dönemdeki ücret ayarlamaları bu riski daha da belirginleştirmiştir. Böylesi bir riskin gerçekleşmesi, para politikasının sıkı duruşunun uzun bir süre korunmasını gerektirebilecektir" deniyor.
Enflasyon görünümüne dair bir diğer risk ise "para politikasının toplam talep üzerindeki gecikmeli etkilerine ilişkin belirsizlikler" olarak belirtiliyor. Mektupta, parasal politikaların enflasyon üzerindeki etkisinin değişebildiğine dikkat çekilerek, "Ekonomik faaliyette 2006 yılının üçüncü çeyreğinde görülen yavaşlamanın, para politikasındaki sıkılaşmadan ziyade finansal piyasalardaki dalgalanmalar sonrasında tüketici ve üretici güvenindeki azalmadan kaynaklandığı düşünülmektedir" yönünde bir tespitte bulunuluyor.
2006 yılı Haziran ayından bu yana gerçekleştirilen parasal sıkılaştırmanın özel kesim talebi üzerindeki etkisinin son dönemde görülmeye başlamış olsa da ekonomideki yavaşlamanın ne kadar süreceği ve hangi boyutta gerçekleşeceğinin netlik kazanmadığı kaydedilerek, ayrıca kamu harcamalarına ilişkin belirsizliklerin devam etmesinin, toplam talep ve enflasyon üzerinde yukarı yönlü bir risk unsuru oluşturduğu kaydediliyor. Bu bağlamda, Merkez Bankası’nin, gerek gelirler politikasındaki gelişmelerin gerekse faiz dışı kamu harcamalarındaki artışların makroekonomik etkilerini yakından takip ettiğinin altı çiziliyor.
RİSKLER ARTIYOR
Enflasyonun hedefe yakınsamasını geciktirme potansiyeli taşıyan bir diğer riskin "küresel piyasalarda ortaya çıkabilecek ani dalgalanmalar" olarak özetlendiği mektupta, ABD’de enflasyon riskinin ve dolayısıyla faiz artırım olasılığının azalmış olduğu görülmesine rağmen dünya büyümesinde beklenenden hızlı bir yavaşlama olma olasılığı veya küresel dengesizliklere bağlı olarak ortaya çıkabilecek bir düzeltme hareketinin, gelişmekte olan ülke ekonomilerini olumsuz etkileyebilecek senaryolar arasında yerini koruduğu ifade ediliyor.
Bu noktada, Merkez Bankası’nın, 2006 yılı Haziran ayı içinde alınan tedbirler çerçevesinde mali piyasalarda oluşabilecek geçici ani dalgalanmalara karşı kullanılabilecek esnek bir politika aracı tasarlamış olduğunu vurgulanarak, geçici ve sert dalgalanmalar gözlenmesi halinde bu tarz bir politika sıkılaştırmasına gidilebileceği belirtiyor.
Merkez Bankası mektubunda "Dalgalanmaların enflasyon görünümünde kalıcı olumsuz etkiler oluşturması halinde ise Kurul, politika faizlerini gözden geçirecektir" denilerek, açıkca risklerin gerçekleşmesi halinde faiz indirimi yerine artırımına gidilebileceği de ima ediliyor.
Mektubunun sonuç bölümünde ise "Bu doğrultuda, önümüzdeki dönemde para politikasının olumsuz haberlere karşı daha duyarlı olacağı bir duruş sergilenecektir. Bu yaklaşım, orta vadeli enflasyon hedefimize ulaşma konusundaki kararlılığımızın bir göstergesi olarak algılanmalıdır" ibaresine yer veriliyor.
Yani Merkez Bankası Hükümete, "Benim itibarım önemli, gerekirse faiz artırırım" diyor.
Yazının Devamını Oku 
22 Ocak 2007
DAHA önce yaşadığımız bir senaryo yine yürürlükte. Yine bir genç katil, yine toplumda ses çıkaracak bir cinayet, yine toplumsal huzursuzluk ortamının meyvesi bir cinayet, yine güvenlik zaafları, politikacılardan yine aynı demeçler...
"Ama bu kez demokrasi gelişti, ekonomi büyüdü, piyasa ekonomisi oturdu ve daha duyarlı bir piyasa var değil mi" diye düşünmeye çalışıyorsunuz, ama bakıyorsunuz Cuma günkü, yani cinayet günü piyasada yaşananlar, daha önceki günlerden hiçbir farklılık göstermiyor...
Belli yerlerden bilindik tepkiler geliyor, belli senaryolar türetiliyor, bunları zaten bekliyoruz.
Ama sokaktaki, kahvedeki muhabbetlere geldiğiniz zaman, yoğun bir biçimde "Tabi ki o da bir insan, insana kıyılır mı, Allahın verdiği canı Allah alır, olacak iş değil" diye başlanıp, bir yanına "Ama O da çok tepki çekti, bu kadar aykırı olmayacaktı" gibi sözler ekleniveriyor...
İnsan olmak konusunda özümsenip, artık refleks haline gelmesi gereken evrensel değerler bu mu peki? "Çoğunluk hep böyledir" diye işin içinden sıyrılmak çözüm mü?
Sokaktaki vatandaş bunu söylüyor da, aydın kesim içine girmesi gereken piyasadaki oyuncular farklı mı düşünüyor? Böyle bir duyarlılık görüyor musunuz?
Herşeyden önce söylenmesi gereken şu ki; Hırant Dink bir "insan"dı. Hem de sürüden olmayan yani daha fazla korunup kollanması gereken, çünkü "O çoğunluğun da ilerideki maddi ve manevi refahını yükseltecek" olan devinimin, statükonun kırılmasının, reformların yapılmasının motor gücü olan, "aydın" bir insan...
İlerlemeyi sağlayan aykırı düşünceyi , değişik ve farklı açılardan bakışı becerebilmiş, üstüne üstlük bu aykırı düşüncelerini statükolara karşı savunmuş, tüm taraflarla kötü olmak pahasına kendi doğrularını korkmadan savunmaya devam etmiş, "cesur, mert" bir insan...
Ülkesini ne kadar sevdiğini her fırsatta dile getiren, bunu kanıtlamış, bu topraklarda "gömülmek için" gözü olan, eski bir solcu olarak en büyük ayıbın ırkçılık olduğunu, en başta bu nedenle Türklüğe hakaret edemeyeceğini açıkca söyleyen, bu lekeden arınmak için uluslar arası mahkemeye gittiğini, bu ülkede yaşamak için bu yola başvurmak zorunda kaldığını açık açık söyleyen bir insan. Sadece söylemeyip bunları korkmadan yazan, "resmi odalar"da aldığı tehditleri de yazıya geçirmiş bir insan, fikir özgürlüğü simgesi haline gelen bir gazeteci.
Ve böyle bir "insan"ı bir devlet düşünün ki; koruyamıyor, katledilmesine seyirci kalıyor
BASKI BİR BÜTÜN
Şimdi ekonomideki aktörlere, piyasadaki oyunculara, kendini ekonomiyle ilgili gören bürokrat, bakan, ilgili herkese şunu söylemek gerekiyor: sizin varlığınızın temelinde yatan bu piyasaların, bu insanların yaptığı mücadelelerle, aykırı fikirlerin cesaretle savunulmasıyla kurulduğunu unutmayın.Piyasa ekonomisi yani o para kazandığınız, size mevcut konumunuzu kazandıran sistem, doğrudan doğruya demokrasi ile evrensel değerlerle kurulu.
Bu sistemin herşeyden önce yıkılmaması, ilerlemesi, gelişmesi, herkesin refahının artması da demokrasinin korunmasına, demokrasinin vazgeçilmez unsuru fikirlerin özgürce savunulmasına, bunu sağlayan insanların yaşatılmasına bağlı.
Sadece Dink cinayetiyle değil, topyekün bir "baskı rejimi" içinde değil miyiz? Dink’i öldüren anlayış, çeşitli kisvelerle aykırı fikirlerin savunulmasına karşı çıkan radikal milliyetçi, dinci anlayıştan, sizi maddi ve manevi cezalandırılma baskısına sokup, teknik görüşlerinizi bile açıkca söylemekten alıkoyan iklimi yaratan anlayıştan, şirketlere özel cezalarla tüm ekonomik aktörleri eleştiri konusunda sindiren, bastıran anlayıştan, kayıtdışını kaldıracağız deyip kayıt dışılığı partizanca ayrıcalıklarla besleyip, sistem kurmaktan özellikle çekinen anlayıştan, rakamlarını şeffaf olarak açıklamaktan kaçınıp kalem oyunları yapan anlayıştan, yerel gazetede eleştirisi yayınlandı diye oda yöneticilerine sivil toplum temsilcilerine "hesaplarının inceleneceği" tehditinde bulunan anlayıştan, yandaşlarına ihale veren anlayıştan, gazetelere, gazetecilere her türlü baskıyı yapan anlayıştan çok mu farklı?
Dink cinayetine duyarsız kalanlar, adı ya da ideolojik kılıfı, partisi ne olursa olsun bu baskıcı anlayışı sürdürenlere karşı çıkmayanlar, hatta bunlara sessiz kalanlar da bir defa daha düşünmeli. Dink cinayeti, demokrasi, piyasa ekonomisi, insan olmak, hepsi bir bütün...
Yazının Devamını Oku 
18 Ocak 2007
DAĞITIM ihalelerinin iptalinin ardından, sosyal güvenlik reformunun da seçim sonrasına kalabileceği yolundaki endişelerin haklı olduğunu anlıyoruz. Devlet Bakanı Ali Babacan’ın dün konuyla ilgili NTV’de söyledikleri, bu tedirginliğimizin büyük ihtimal gerçek olacağını bize gösteriyor. Yani sosyal güvenlik reformu büyük ihtimalle seçim sonrasına kalıyor. Aslında seçim sonrasına kalması demek, "Reformun en iyi ihtimalle 2008 yılında uygulamaya girebileceği" anlamına da geliyor.
Devlet Bakanı Ali Babacan, bu ertelemenin piyasalarda yaratacağı olumsuz etkiyi azaltmak için, "kısmi erteleme" gibi tanımlar getirmiş. Daha önce yürürlüğe girmesi 1 Temmuz 2007 tarihi olarak açıklanan sosyal güvenlik reformunun ikinci kez erteleneceğini ama ikinci ertelemenin kısmi olacağını söylemiş. 1 Temmuz’a kadar reformun hayata geçirilebilecek olan bölümlerini saptayacaklarını belirten Babacan, "Bazı konularda bir miktar daha erteleme olabilir. Zaten Meclis’in haziran ayından sonra çalışması mümkün değil. Mecburen seçim sonrasına kalacak, yeni Meclis yapacak" şeklinde konuşmuş.
Her şeyden önce şunu söylemem gerekiyor ki; hazırlanan sosyal güvenlik reformu öyle "kısmi" uygulamalarla hayata geçirilebilecek bir reform değil. Adı üzerinde bir reform yasası ve bütün unsurlar birbirleriyle ilişkili. Yani bu unsurlardan bir kısmını içinden çekip, gerisini uygulamaya koyarsanız bunun adına artık reform denemez.
Aktüeryal denge de öyle. Yani şimdi olmasa bile ileride sosyal güvenlik sistemini ekonomi üzerine yük olmaktan mümkün olduğunca çıkaracak olan reform bir bütün ve aktüeryal denge de bu bütün üzerine kuruluyor, bu denge üzerinde iyileşmesi öngörülüyor.
O nedenle kısmi olarak erteleme demek, belki yasanın bir bölümüyle çıkması anlamına gelir ama reformun tümüyle ertelenmesi anlamına gelir.
Örneğin; Anayasa Mahkemesi’nden dönen ve tek çatıyı engelleyen Emekli Sandığı’nın ayrıcalıklarının sürmesi, doğrudan aktüeryal dengeyi de etkileyen, belki ondan da önemlisi, bütünlüklü bir sistem kurulmasını önleyen bir düzenleme olur.O nedenle Emekli Sandığı’nı dışarda tutan maddeler şimdi çıkacak yasa içine girmezse, zaten reform denemez.
ANCAK GÖZ BOYAMAK OLUR
Bildiğimiz kadarıyla hükümetin tepkiler üzerine vazgeçtiği, "SSK emeklilerinin çalışmaya devam etmeleri halinde yapılacak kesinti" de bu bütün ve aktüeryal dengenin bir parçası. Özetle; kısmi bir uygulama olursa, hükümetten bu maddeyi dışarda tutacağı kesin gibi. Halbuki bu maddenin de bütünlüğün korunmasında hayati önemi var.
Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi’nden dönmese bile, zaten hükümet reformu sulandırma niyetine girmişti. Şimdi Anayasa Mahkemesi’nden dönmesi, AKP’deki reforma muhalif kesimlerin elini güçlendirdi ve "seçim öncesi çıkarmayalım" talepleri hayata geçmiş oldu.
O nedenle Babacan’ın "yetiştirebildiğimiz kadarını yetiştiririz" sözü, yerinde bir söz değil.
"Kısmi" uygulama, olsa olsa göz boyamaya ilişkin bir düzenleme olur.
Kimin gözünü boyayacaklar derseniz; seçim öncesi piyasalarda bir sıkıntı olmaması için yani "reform ertelendi" denmemesi için, yerli ve yabancı yatırımcıların gözünü boyamak olur.
Aynı şekilde verdiğimiz sözler nedeniyle, IMF’nin gözünü boyamak olur.
Böylece "seçim ekonomisi uygulamıyoruz" ve "yapısal tedbirler gecikmiyor" sözlerine, sözde uygun davranmış gözükmeye çalışırlar. Ama kesimlerin tümü de göz boyama olduğunu bilir...
İşlerine gelirlerse boyayı kabul ederler, ama işlerine gelmezse kısmi ertelemenin aslında ne olduğunu tüm gerçeğiyle algılar hatta duruma göre abartabilirler bile...
Babacan ayrıca dağıtım ihalelerinin ertelenmesini IMF’e "teknik gerekçeler" ile anlattıklarını söylemiş. Babacan da biliyor ki; bu erteleme siyasidir ve IMF’nin asıl nedeni bilmediğini söylemek, IMF’nin teknik yeterliliğine de büyük hakaret anlamına gelir.
Kısacası hükümet seçim öncesi ekonomide tehlikeli bir oyuna girişti. Belki atlatır ama küresel likidite dengesi değişirse, bu oyunun ne kadar tehlikeli olduğunu yaşayıp görürüz.
Yazının Devamını Oku 
16 Ocak 2007
DEVLET Bakanı Ali Babacan ile Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu Başkanı Tevfik Bilgin arasındaki görüş ayrılıkları ve keskin tartışmalar, zaten biliniyordu. Ancak Babacan’ın sadece Başkana değil, Kuruma da güvenmediği ortaya çıktı. Bakan Babacan, BDDK’nın geçen yılın sonunda çıkardığı uygulama yönetmeliklerine güvenmediği için, bu yönetmeliklerin uluslararası mevzuata uyumlu olup olmadığını, teknik olarak yeterliliğini soruşturmaları için IMF’den uzman bir heyet istemiş.
Bakan Babacan’ın isteği üzerine, en geç önümüzdeki ay IMF’nin finans ve banka uzmanları Ankara’ya gelip, yönetmeliklerin denetimini yapacaklarmış. Büyük ihtimalle zaten yönetmeliklerin çevirisi ya yapıldı, ya da şu anda hızla yapılıyordur.
IMF Heyeti Ankara’ya gelip bu yönetmeliklerin uluslararası standartlara uyumunu denetledikten sonra, gerekirse, geçen yılın sonunda yayımlanan yönetmeliklerde değişiklik yapılmasını isteyecek, bu hususları, Devlet Bakanı Babacan’a bir rapor halinde verecekmiş.
Elbette bu güvensizlikte BDDK yönetiminin rolü var. Çünkü niyet mektuplarında çok önceden, bu uygulama yönetmelikleri şartı yer almıştı. Daha sonra BDDK bu süreyi uzattı. Süreyi uzatmasına rağmen, önemli yönetmelikleri yoğun biçimde yılın sonuna kadar bekletti, yetiştiremedi. Yıl sonunda fazla vakit kalmayınca da, sektörle yeterince tartışılmadan, yeterli görüşler alınmadan bu yönetmelikler, biraz aceleyle yayımlanmak zorunda kaldı.
Bu nedenle, büyük ihtimalle sektörden, özellikle yabancı bankalardan bu yönetmelikler hakkında Babacan’a şikayetler gelmiş olabilir.
BDDK Başkanı Bilgin’in sektöre yabancı sermaye girişine hoş bakmadığını belirten açıklamaları da zaten Babacan’ın epeyce tepkisini çekmişti.
Demek ki, gelen şikayetler işin tuzu biberi oldu ve teknik olarak yeterli kendi uzmanları bulunmadığı için, Babacan da IMF’yi, yönetmelikleri denetlemek için çağırmak zorunda kaldı.
Peki, BDDK’nın suçu olmasına rağmen, Babacan’ın, kendi isteğiyle, kendi bürokratlarının yaptığını denetlemesi için IMF’yi çağırması uygun mu?
Bizce kesinlikle uygun değil. Her şeyden önce de, "kendi uzmanlarımızın yetersiz olduğunu, IMF kanalıyla bütün dünya aleme ilan ettiğimiz için" uygun değil.
SERMAYE PİYASASI SAHİPSİZ BIRAKILDI
Bu bürokratları getiren kim? Bu hükümet eski başarılı bilinen bürokratları istifa ettirtip, o zaman neden bu ekibi getirdi? Bu kişilerin atanmasında Bakan Babacan’ın imzası yok mu?
Bütün bu soruların yanıtını pekálá biliyorlar. O zaman kendi bürokratınızı niye IMF’ye, yani uluslararası kurumlara "yetersiz" diye şikayet eder duruma düşüyorsunuz?
IMF’ye ilk geldiğinde kafa tutan bu hükümet değil miydi? O IMF’yle ilişkiler konusunda şikayet ettikleri hükümetlerin hiç biri, işi buraya kadar getirmediler, biliyor musunuz?
Bu tavır aynı zamanda hükümetin bağımsız düzenleyici kurumlara gösterdiği saygının da bir göstergesi. Hükümetin, küresel ekonominin tartışmasız gereği olan bağımsız kurumlara tahammül edemediğini biliyoruz. Bizce Hükümet bunların önemini, bağımsız olmalarının getirdiği itibarı, bu kurumlara siyasi atama yapmamanın gereğini de, hálá anlayamadı.
Son Merkez Bankası Başkan atamasında anlayışın ne olduğunu gördük. Şimdi ise kendi seçtikleri başkandan bile yakınıp, kamuoyuna "başka ses" olduğu için, şikayet edebiliyorlar.
Son olarak Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) Başkan atamasında aynı tavır geçerli. En eski bağımsız kurumlardan olan SPK’ya, 2 aydır atama yapılamıyor. Sermaye piyasasının sahibi olan SPK, 25 yıllık tarihinde böylesine kötü bir ortam içinde çalışmak zorunda kalmamıştı.
Bu arada tek parti çoğunluk iktidarı ama, koalisyon hükümetlerinde olduğu kadar, bakanların ve grupların kendi aralarında, özellikle atamalar konusunda sık sık çatışmalar yaşanıyor.
SPK Başkanı’nın atanamamasında bu görüş ayrılığının oynadığı rol, kesin.
Şimdiye kadar ki deneyimimiz, sizce, Cumhurbaşkanlığı’nın da AKP’ye geçmesi halinde, atamaların hangi vasıflara göre yapılacağı konusunda, gerekli fikri veriyor mu?
Yazının Devamını Oku 
15 Ocak 2007
2007 yılına girdiğimizde sorunlu bir yıl olacağını biliyorduk ama bu kadar da üstüste yığılıp birikeceğini ve giderek büyüyeceğini, çoğu kimse göremiyordu. Hem iç, hem dış, hem ekonomik, hem siyasi sorunlar arttıkça artıyor.
Örneğin 2006’nın sonlarında ABD’deki seçimlerin bu şekilde sonuçlanacağını tahmin edenler belki vardı ama onlar bile Irak’ta bu kadar karmaşa ve kaosa yol açacağını pek tahmin etmiyorlardı. Şimdi Bush Planı açıklandı ve bütün taraflar tedirgin. Bush’un herkesin kabul ettiği başarısızlığa karşılık yumuşama yerine sertliği seçmesi, herkese sürpriz oldu.
Belki bu kaosun, örneğin Brezilya’da bu kadar dikkatle izlenmesi gerekmeyebilir ama Türkiye açısından risk çok büyüdü. Başbakan ve Dışişleri Bakanı bile açık açık "Irak AB’nin önüne geçti" diye açıklama yapmaya başladılar. Şunun kesin bilinmesi gerekiyor ki; Irak’ta yaşanacak gelişmelere, buradaki keskin çatışma ve ayrışmalara Türkiye kesinlikle seyirci kalamayacak. Kerkük’te bir referanduma asla izin vermeyeceği de anlaşılıyor.
Yani Irak’taki gelişmelerin, "çifte seçim" yılında iç siyaseti etkilemesi kaçınılmaz.
Ekonomi açısından ise, hem tek başına Irak’ta keskinleşecek çatışmalar, hem de çatışmanın içeriye yansıması ve belki ABD ile ilişkilere sıçraması, ister istemez önemli sonuçlar doğuracak. Bir de ABD’nin kesin etkisindeki IMF’nin takınacağı tutumu düşünün.
ABD seçim sonuçları Türkiye açısından başka önemli bir sorun daha ortaya çıkardı ve bu da 2007 yılına denk geldi. Ermeni Soykırım Yasası ABD’de büyük ihtimalle kabul edilecek ve AKP hükümetinin şimdilik bunu önlemek için fazla bir çabası görülmüyor. Bu yasanın kabulünün seçim atmosferinde içeride yaratacağı siyasi gerginlikler ve Türkiye-ABD ilişkilerine olumsuz yansıması kaçınılmaz gözüküyor.
Türkiye bir yandan AB ile ilişkilerin gelişmesi, bir yandan ABD ile sonradan düzeltilen ilişkiler sayesinde son dönem istikrarlı bir seyir çizdi. Bunun yanı sıra uzun zamandır devam eden "gelişmekte olan ülkelere yüklü fon akışı"ndan da nasibini aldı ve son yıllarda üst üste önemli büyüme rakamlarına ulaştı. Bu olumlu gidişat nedeniyle büyümeden kaynaklanan yüksek cari açıklarını, kısa vadeli ve doğrudan yabancı sermaye girişleriyle, finanse edebildi. Bunun yanı sıra özelleştirmenin de bu döneme denk gelmesi, bu işi kolaylaştırdı.
EV ÖDEVLERİ DE YAPILMIYOR
Şimdi AB ile ilişkilerin donma noktasına geldiği açık ve 2008 sonrasına kadar böyle gidecek gibi gözüküyor. Yani ekonomik istikrardaki AB çapasının gevşediği kesin.
Bunun yansıra küresel sermaye akışında da artık 2007 yılında bir şeylerin değişmesi beklenmeye başladı. ABD’nin, hiç hesapta olmadığı halde, yeni faiz artırımları gündeme geldi, petrol fiyatlarındaki gerileme bazı gelişmekte olan ülkeleri olumsuz etkilemeye başladı. Kısaca; küresel sermaye akımının artık eskisi gibi olmayabileceği, 2007 yılında bu saadet zincirinin bir tarafından kopabileceği, giderek daha yoğun konuşulmaya başladı.
Buna karşılık bu küresel sermayeyi çekmek için yaptığımız gerekenler ev ödevlerimizi de aksatmaya başladık. Dağıtım ihalelerinin iptali bu konuda büyük işaret. Bizce bu ortamda sosyal güvenlik reformunun bu yıl yapılması da tehlikeye girmiş gözüküyor.
Yani; özelleştirmelerin savsaklandığı, zaten az sayıda kalan KİT satışlarının ertelendiği, enerji başta olmak üzere KİT açıklarının büyüyüp, zamların biriktirildiği, özellikle belediyeler kanalıyla mali disiplinin bozulmaya başladığı bir yıl yaşamaya başladık.
Ki; bu yılda gergin geçeceği bilinen bir Cumhurbaşkanlığı seçimi, ardından belki öne alınarak oldu-bittiye getirilecek genel seçimler ve bunların yaratacağı toplumsal gerginlikler var.
Özetle; 2007 yılı önceden beklediğimiz risklerin yanı sıra, yeni önemli riskleri de getiren bir yıl olmaya başladı. Siyasi iktidar eğer bu biriken sorunları 2008’e atmaya kalkışır, zaten başladığı "halının altına süpürme" işlemini yoğunlaştırırsa, o zaman gelecek yıl felaket olur.
Ama ne kadar 2008’e atmaya kalkışsa da, 2007’de yüzleşmesi gereken sorunlar bile yeter.
Piyasaların giderek ısınması kaçınılmaz, "iyi yönetim"e ihtiyaç, çok daha fazla hissediliyor.
Yazının Devamını Oku 
13 Ocak 2007
AB ile ilişkilerin hız kesmesi, makro ekonomik dengeler açısından elbette iyi olmadı. Özellikle yapısal reformlar konusunda, her ne kadar politikacılar "bunları AB ile ilişkiler ne olursa olsun kendimiz için yapacağız" deseler de, aksama ve gecikme olması kaçınılmaz. Bürokraside, özellikle de bakanlıkların AB yöneticilerinde ise, AB ile ilişkilerin donma noktasına gelmesi, biraz sevinçle karşılanmış gibi. Başta Tarım bürokratları olmak üzere bürokrasinin bir bölümü, AB ile ilişkilerin donmasının daha iyi olduğunu söyleyebiliyorlar. Çünkü artık eskisi kadar ders çalışmaları, yoğun mesai yapmaları gerekmeyecek ya...
Bizce AB ile ilişkilerin gevşemesinden en memnun olacak bakanlık bürokrasisinin başında Enerji Bakanlığı bürokratları ve dolayısıyla Bakan da geliyor. Çünkü enerjide AB ve Dünya Bankası zorlamalarıyla yapılan düzenlemeler, son günlerde bir bir geri alınıyor. Adını böyle koymasalar da, enerjide alanında devletçiliğe geri dönüşün ciddi sinyallerini alıyoruz.
Başbakan Tayyip Erdoğan, uçakta, hiçbir bakanın bile haberi olmadan yaptığı "dağıtım ihalelerini seçim öncesi yapamayız" açıklamasını, sonradan resmi karara dönüştürdü. Şimdi de televizyonlarda "yanlış yönlendiriyorlar, dağıtım ihaleleri iptal olmadı, ertelendi" diyor. Bu kararın resmileşmesinden sonra, belki de Başbakanın sonradan böyle söyleyeceği bilindiği için, dikkat ettiyseniz, gazetelerde "iptal gibi erteleme" başlıkları yoğundu. Herkes biliyor ki; aslında bu bir iptal ama adına böyle denmiyor.
Önceki gün TÜSİAD yönetimi bu konuda bir açıklama yaparak, bu erteleme kararının seçim ekonomisi anlamına geldiğini söyledi. Gerçekten de kararın en önemli sakıncalarından biri seçim ekonomisi izlenimi vermesi. Diğer olumsuz iki unsuru, uluslar arası yükümlülüklere uyulmaması ve enerji KİT’lerinin açıklarının büyümesinin kamu dengesini zorlayacak olması biçiminde özetleyebiliriz. Daha bir sürü sakınca yarattığını, zaman geçtikçe göreceğiz.
Ayrıca bunun için IMF’e verilen sözler de yerine getirilmemiş oluyor. Yani Mart ayında yapılacak yeni gözden geçirme için, sosyal güvenlikle birlikte önemli bir engel daha demek.
Dağıtım ihalelerinde ihale tarihi belirlenmesine rağmen erteleme kararı verilip, bunu kılıfına uydurmak için üzerine bir de, yönetmelik değişikliği yapılınca, özellikle uluslar arası yatırımcılar açısından önemli bir güvensizlik kaynağı hazırlanmış oldu.
SIRA DOĞALGAZDA
Bunun da ötesinde ayar bozuldu ve yeni "çizgiden çıkış" beklentilerini de artırdı.
Daha önce de doğalgazda yapılan kontrat devri ihalelerini geçersiz kılacak, işlemez hale getirecek bir düzenlemeye gidileceğini yazmıştık. İşte şimdi, Başbakanlıkta bekleyen konuyla ilgili yasa taslağının, artık acil olarak devreye sokulacağı beklentisi de artmış oldu.
Halbuki uzun tartışmalardan sonra, 4 erteleme ve 1 iptal sonrasında, doğalgaz ithalatını özel sektöre açan kontrat devri ihalesine çıkılmış, 31 şirket ön yeterlilik için Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’na (EPDK) başvurmuş, ihaleyi sadece Rusya ile olan ve Trusgaz olarak bilinen anlaşma için ön onay alan 4 firma kazanmıştı. İhale Botaş tarafından, tanınan 1 yıllık sürenin son gününde onaylandı ama Bakanlık, bu uygulamayı işlemez hale getirecek bir ithalat yasa tasarısı da hazırladı. Kontrat devri ihalesini doğrudan etkileyecek olan ve doğalgaz ithalatını tamamiyle serbest bırakacak olan yasa değişikliği tasarısı ve şartnamenin bazı maddelerinin ise kontrat devrinin fiilen işlemesinin önünde engel olacağı, artık kesin gibi. Yani Enerji Bakanlığı daha önce kendi çıkardığı, mevzuatını düzenlediği bir uygulamayı daha, kendisi işlemez hale getiriyor. Üstüne üstlük, konuyla ilgili çoğu kişi biliyor ki; bu taslak ile aynı zamanda, fiilen yasal olmadığı halde izin verildiği iddia edilen, bir depolama uygulamasına da yasal kılıf hazırlanmış oluyor.
Peki o zaman, şimdiye kadar kontrat devri işine milyonlarca dolarlık yatırım yapan yerli ve yabancı yatırımcıların harcadıkları para ne olacak? Belki bunun da çok ötesinde maliyetlere sebep olacak, "kaybedilen güven"in yerine konulabileceğini mi zannediyorsunuz?
Ama öyle ya; devletçilikte böyle kaygılara nasıl olsa yer yok, değil mi? O zaman adı konulsun.
Yazının Devamını Oku 
11 Ocak 2007
ÖZELLEŞTİRMELER, kavram ortaya atıldığı günden bu yana, her zaman çok tartışılmıştır. Özelleştirmelerin ne için yapılması gerektiği, buradan elde edilen paraların nerelerde kullanılmasının daha doğru olacağı konularında çok sayıda değişik fikir ortaya atıldı. Ancak şimdiye kadar, "özelleştirmeyi elektrik zammı yapmayıp, zararı karşılamak için yani sübvansiyon için kullanmak" gibi bir fikir hiç ortaya atılmamıştı. Biliyor musunuz; AKP Hükümeti şu anda özelleştirme gelirlerini bile, elektriğe zam yapmamak için kullanıyor.
Aldığımız son bilgilere göre, Özelleştirme İdaresi’nin yaptığı özelleştirmeler sonucu elde ettiği gelirleri topladığı Özelleştirme Fonu’ndan TEDAŞ’a aktarılan para, 1,5 katrilyon lirayı buldu. TEDAŞ’ın bu parayı Hazine’den istediğini, Hazine’nin vermemesi üzerine, özelleştirme fonundan para aktarıldığını biliyoruz.
Sadece TEDAŞ değil, kademeli olarak bütün Enerji KİT’lerinin birbirine borcu ve alacağı var. Sonuçta dengeye bakıldığında ise önemli bir açık oluştu ve bu açık giderek büyüyor.
Örneğin AKP Hükümeti göreve geldiği zaman karlı bir kuruluş olan, yani Hazine’ye temettü geliri aktaran BOTAŞ’n durumu iyice içler acısı. BOTAŞ’ın çoğu belediyeler ve yine bir enerji KİT’i olan TETAŞ’tan olmak üzere alacaklarının toplamı 9 katrilyon lirayı buluyor.
Yani BOTAŞ artık normal geri ödemelerini yaparken bile zorlanıyor.
Dediğimiz gibi; aşamalı olarak herkes birbirine borçlu ve sonuçta KİT dengesi içinde çok büyük payı bulunan enerji KİT’lerinin açığı devasa boyutlara ulaşıyor.
Kısacası, "Bir enerji kara deliği" oluştu ve sürekli büyümeye devam ediyor. Bununu kötü tablonun nedeni altında "maliyetlerin altında elektrik satış fiyatı uygulanması" yatıyor. Yani bu açığın büyümemesi için, kapatılması için elektriğe zam gerekiyor. Bunu Bakanın ara sıra dediği gibi basın istemiyor, teknik zorunluluk ve açık bunu söylüyor.
Sektörle ilgili yetkililer, açığın daha fazla büyümemesi için elektriğe yüzde 13 zam gerektiğini, tümüyle açığın kapatılması için gereken zam oranının ise yüzde 30’ların üstünde olduğunu söylüyorlar. Ancak yüzde 13 acil zam gereğine karşılık Bakanlıkta tartışılan zam oranının "tek rakamda" kalma amacı nedeniyle, yüzde 8-9 olduğunu öğreniyoruz.
Ancak gördüğümüz kadarıyla bu zam bile son Bakanlar Kurulu’ndan geçmedi. Bu da gösteriyor ki; seçime giden Türkiye enerjideki açığını, yani kamu açığını epeyce büyütecek.
"ENERJİ KARA DELİĞİ" VE IMF’NİN TAVRI
Gerekli zamların yapılmak istenmemesi nedeniyle, ihaleye çıkılmasına rağmen dağıtım ihalelerinin iptal edilmesi, tümüyle bir fiyasko. Madem teknik olarak sıkıntılar vardı, neden bu sistemle, bu teknik şartname ile ihaleye çıkıldı? Bunun sorumlusu aynı kişiler değil mi?
Farklı söylense de sebep herkesin kafasında açık; özelleştirme için biriken zamların yapılması gerekiyordu seçim öncesi zam yapmak istemeyen Hükümet ihaleleri erteledim deyip iptal etti. Buna rağmen tek rakamda kalacak zammı bekliyorduk, ama o da olmadı. Bu işe yani sübvansiyona karşı çıkan Devlet Bakanı Ali Babacan’ın sübvansiyonun devam etmesi, hatta giderek büyümesine nasıl razı olduğunu bilemiyoruz. Çünkü IMF, dağıtım ihalesi önşart değil ama, elektrik zammını şart olarak ileri sürmüştü. Daha doğrusu IMF enerji KİT’leri ve toplam KİT dengesinin bu açığı taşımayacağını bildirip, toplam faiz dışı fazla hedefi için de elektrik zammının artık şart olduğunu açıkca söylemişti.
Bizce IMF, son gözden geçirme için"gerekli zamları yapacağız" sözü verilerek ikna edildi.
Peki, Devlet Bakanı Ali Babacan, şimdi verilen sözlere rağmen, gerçekleştirilemeyen elektrik zamlarının yapılmasının doğuracağı açığı neyle dolduracak, nasıl açıklayacak?
IMF’den "şimdilik sessiz kalıp, bir şey söylememeyi tercih ettiği" izlenimini alıyoruz.
Dağıtım ihalesinin iptali, sanıldığından daha büyük tepki çektiği gibi, bundan sonra kademeli olarak kamu dengesine gelecek etkisi de, gün geçtikçe daha fazla hissedilecek.
Yani; Hükümet, ülkenin onyıllardır biriktirmiş olduğu varlıkları satıp, seçim öncesi elektrik zammı yapmamaya çalışan bir konuma düştü. Bu kara deliğin faturası çok ağır olacak.
Yazının Devamını Oku 
9 Ocak 2007
İŞALEMİ, özellikle de piyasa aktörleri hala, "Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına aday olmaktan, son anda da olsa, vazgeçeceği" görüşünde. Gerçi bundan bir ay öncesine kıyasla, şu anda bu görüşlerini o kadar güçlü savunamıyorlar ama yine de hala ağırlıkla bu görüşte olduklarını gözlüyoruz. Biz ise başından beri Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na mutlaka aday olacağı görüşündeyiz ve bu görüşümüzü hala koruyoruz.
Bu arada piyasada son günlerde izlediğimiz başka bir eğilimden de söz etmek istiyoruz. Bazı piyasa oyuncuları, şimdiden "Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına çıkması halinde bile, durumun o kadar tehlikeli olmadığını" söylemeye başladılar. Dolayısıyla piyasaların da bu karardan zarar görmeyeceğini söylemeye çalışıyorlar. Yani iş dünyası kaynaklı olarak, bir yandan da Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına çıkışına insanlar hazırlanmaya çalışılıyor.
Bu ihtimal için de çeşitli senaryo taslakları var. Şimdiden ipuçlarını aldığımız senaryolardan birine göre, "Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına çıkması daha iyi bile olacak. O zaman AKP’nin tek başına iktidarı kalmaz, böylece yürütme ile denge kurulur ve Cumhurbaşkanlığına Erdoğan’ın çıkışı sistem sorunu yaratmamış olur" denecek.
Özetle bir yandan da Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına çıkması halinde piyasalar zarar görmesin diye, şimdiden insanlar alıştırılmaya çalışılıyor.
Bütün bu çabalardan yola çıkılarak, işaleminin ve piyasaların AKP iktidarını yeniden istediği sonucu çıkarılabilir. Ancak piyasaların asıl istediği, AB hedefine sadık, IMF’le ilişkileri sıcak götüren, ekonomik istikrarı korumaya özen gösteren, dolayısıyla da kendi varlıklarının değerini yükseltecek bir iktidarın varlığı...
Aksi takdirde, bu kesimlerin, aydınlarla birlikte, "yaşam tarzlarının değişmesinden en fazla zarar görecek, en büyük tedirginliği duyacak kesim" olduğunu unutmamak gerekir.
Dolayısıyla, AKP’ye şu anda alternatif olup, istikrarı sürdürmeye aday görülen bir siyasi parti ortada olmadığı için,hala AKP’yi istiyor gibi gözüküyorlar.
Ancak piyasaların son dönemde diğer siyasi partilerin, özellikle de CHP, DYP ve MHP’nin ekonomi kurmaylarını, ekonomik anlayışlarını bilmek istediklerine bizzat şahit oluyoruz. Bu merakın, usul usul diğer partilerin TBMM’ye gireceği, hatta koalisyon ortağı olabileceği ihtimallerinden kaynaklandığını da söyleyebiliriz. Yani bir hareket başladı gibi.
POLİTİKACIDIR DURAMAZ
Bu arada hala, "Erdoğan Cumhurbaşkanı olmaz" diyen piyasa oyuncuları için, bir Cumhurbaşkanlığı anısı anlatmak istiyorum. 1993 yılı Nisan ayı ortalarındaydık. Dönemin DPT Müsteşarı İlhan Kesici ile, o sayısını unuttuğumuz "Doğu ve Güneydoğu Paketleri"nden birinin hazırlığı için, bölgedeki illeri tek tek geziyorduk. 17 Nisan’da, sanıyorum Siirt’ten Batman’a helikopterle geçerken, Cumhurbaşkanı Turut Özal’ın vefat haberini aldık.
Batman’da akşam yemeği yerken, Kesici’nin kaşgöz işaretleriyle TPAO tesislerinin bahçesinde, ikimiz yürümeye başladık. Kesici, önce "Ne olacak?" diye sordu, neyin ne olacağını sorduğumda kafasını Cumhurbaşkanlığı meselesinin fazlasıyla işgal ettiğini gördüm. "Ne olacak, Demirel Cumhurbaşkanlığı’nı çıkacak" dedim. Kesici şiddetle itiraz etti ve "Siz Baba’yı tanımıyorsunuz. Parti ne olacak, ülke ne olacak düşünür, istese de bağrına taş basar, Cumhurbaşkanlığına aday olmaz" dedi.
Ben yine itiraz edip, bir siyasetçinin eline gelmiş böyle bir fırsatı tepmeyeceğini, bunun aynı zamanda insani bir istek olduğunu söyleyip, görüşümde diretmiştim.
Bu anımı epeydir anlatmak istiyordum. Siyasetin nasıl işlediği, işin insani ve politikacıyı besleyen "inat" unsuru göz ardı edildiği için, anlatmayı istedim.
Bu arada "eş faktörü"nün göz ardı edildiği de ortada. Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne en çok çıkmak isteyen kişi eş ise, buna karşı durulabilir mi, sizce?
Bizce piyasaların artık daha alternatifli düşünüp gelişmelere daha hazırlıklı olması gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 