19 Nisan 2007
TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın önceki gün NTV’de Servet Yıldırım’ın sorularını yanıtlarken söyledikleri, bizce üzerinde çok daha önemle durulması gereken sözler. Her şeyden önce söylediklerinin "kurumsal görüş" olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Yani hükümet üyelerinin daha önce Genelkurmay Başkanı’nın bazı sözleri için yaptıkları "şahsi düşüncesidir" savunmasını, bu demeç için yapacaklarını tahmin etmiyoruz.
Peki, Başbakan Tayyip Erdoğan, TÜSİAD’ın bu sözlerini nasıl algılamıştır derseniz, şu anda bilmiyoruz. Adaylık kararıyla bu sorunun yanıtını da almış olacağız.
Peki, TÜSİAD niye böyle bir çıkış yaptı?
Bizce bu çıkışın ardında yatan, aynen Ankara mitingindeki gibi, sonuçta "rejim" kaygısı...
Arzuhan Doğan Yalçındağ, bu mitingin dikkate alınması gerektiğini belirterek, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmamasını istedi. Hatta bir adım ileri gidip, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına adaylığını koymayacağını düşündüğünü de ifade etti.
Dediğimiz gibi; aday olup olmayacağını, birkaç gün içinde anlayacağız ama bu sözlerin hangi kaygılarla söylendiği bizce çok daha önemli.
Bizce TÜSİAD’ı korkutan şey toplumsal gerginliğin, Erdoğan’ın aday olması halinde iyice artması. Tabii ki Erdoğan’ın liderliğinde AKP hükümeti döneminde sağlanan ekonomik ve siyasi istikrar, sermaye kesiminin devam etmesini istediği bir süreç.
Ama görüştüğümüz sermaye kesimi temsilcileri bir süredir, asıl olarak "toplumsal gerginliğin artmaması için denge kurulması gerektiği" üzerinde duruyorlar. Yani Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına çıkması ardından yine AKP’nin tek parti iktidarı, artık sermaye kesimini de korkutur bir senaryo haline geldi.
Bu korkunun içinde, AKP’nin kendi zenginlerini yaratma çabası ve bu nedenle pastadan mevcut sermayenin aldığı payın azalması var mıdır? Elbette böyle bir kaygı da vardır ve sermaye kesimi, mevcut konumlarını sürdürmek isteyeceklerdir.
Ama bizce asıl kaygı pastadan alınan payın azalması değil, toplumsal gerginliğin artması ve bunun siyasi ve ekonomik istikrarı bozması. Sonuç olarak da rejimi tehdit etmesi....
Unutmayalım ki; istikrarın bozulmasından en fazla zarar görecek olan kesim, doğal olarak sermaye kesimidir. Bu nedenle de TÜSİAD’ın kaygısına, bu çıkışına hak vermek gerekir.
KOALİSYON HERKESİN DİLİNDE
Arzuhan Doğan Yalçındağ, koalisyondan da artık korkulmaması gerektiğini kaydetmiş. Birkaç aydır bu seçeneğin artık ciddi ciddi düşünülmesi gerektiğini söylüyor, özellikle sermaye kesiminden bu konuda tepkiler alıyorduk. Bizce bu noktaya gelinmiş olması, yani işadamlarının bile daha önce "işler yürümez" diye karşı çıktıkları koalisyon ihtimalini ciddi ciddi düşünmeye başlamaları, önemli bir aşamadır.
Çünkü artık siyasi iktidar dağılımında denge kurulması lazım. Ülkenin geleneksel dengeleri cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte bozulmuş oluyor. Hem de, bırakın kalabalığın kaç kişi olduğunu, ilk kez bir Cumhurbaşkanı adayı için "istemiyoruz" mitingi yapılıyor.
Bu korkunun gerçek olduğu, mitinge Erdoğan’ın adaylığına karşı olan herkesin gelmediği, bunun ciddi bir tepki olduğu gözden ırak tutulmamalı. "Rejim tehdidi"ni hastalıklı bir korku olarak gören bazı aydınlarımız da, çifte standart uygulamaktan, mitingi düzenleyen kuruluşun ideolojisine takılmadan, bu tepkiyi daha sağlıklı ve rasyonel değerlendirmeye çalışmalılar.
Bu korkuyu oluşturanın AKP ve Başbakan’ın kendisi olduğu gerçeğini gözardı etmemeliler.
Eğer bu 4 yılı aşkın sürede, AKP ve Erdoğan herkesi kavrayıcı bir tavır izleselerdi, rejim tehditi oluşturan sözler söylemeye devam etmeselerdi, bürokraside bu kadar kadrolaşmaya gitmeseler dolayısıyla "devlet ele geçiriliyor" dedirtmeselerdi, bu korku oluşmazdı.
İşte TÜSİAD da bütün bu sebeplerle siyasi iktidar dağılımında yeniden denge istiyor...
Bu dengenin bozulması, yeniden kurulamaması başlı başına istikrarsızlık demektir. Oluşacak istikrarsızlık da sermaye kesimi dahil, herkesi mağdur edecektir, unutmayalım...
Yazının Devamını Oku 
17 Nisan 2007
ULUSLARARASI Para Fonu (IMF) heyetinin gözden geçirme için şart koştuğu tedbirlere son şekli verildi. IMF, hükümetin elektrik zammına yanaşmaması üzerine çark edip, KİT’ler için de tasarruf istedi ve tedbir paketinin büyüklüğü böylece 5.1 milyar YTL’ye çıkarıldı. Peki, seçim öncesi bir bütçede bu kadar yüksek miktarda tasarruf yapma imkanı var mı?
Bizce kesinlikle yok. Bunu IMF de biliyor ama, "elindeki tek örnek" olarak kalan Türkiye’nin bütün isteklerini kabul edip, mevcut anlaşmayı sürdürmeye çalışıyor.
Bu tedbir paketinin en önemli kısmını "ödeneklerde yapılacak blokaj" ve sağlık harcamalarında kısıntı oluşturuyor.
Maliye Bakanlığı yetkililerinin hatta Bakanın bile "blokaj işte.." dediklerini duyuyoruz. Yani "IMF istedi diye öyle göstereceğiz ama biz bildiğimizi okuyacağız" demeye getiriyorlar.
Öyle ya, Maliye Bakanlığı kağıt üstünde başarı konusunda epeyce uzmanlaştı, "Ali’nin külahını Veli’ye, Veli’ninki Ali’ye" deyip, işleri götürmeye devam ediyor.
Bundan sonra olacakları söyleyelim.
6’ncı gözden geçirme tamamlanana kadar, işi biraz sıkı tutmuş gibi gözükecekler. Yani resmi olarak ödeneklerde blokaj yazısı yazdılar, bir süre fazla harcama yapmayacaklar. Bu arada Telekom’un peşin ödemesi gibi kalemleri bütçeye gelir yazıp, ocak ve şubatta kötü sonuçlar veren bütçeyi de iyi göstermiş olacaklar.
IMF’nin bu tek defalık gelirleri, kendi hesaplarında dikkate almadığını biliyoruz ama olsun. Dün açıklanan mart ayı bütçesi Telekom geliri nedeniyle, fazla vermedi mi?
6’ncı gözden geçirme bittikten sonra ise Maliye bildiğini okumaya devam edecek. Seçimlerin ne zaman yapılacağı belli değil. Eğer normal tarihinde, yani kasım ayında yapılacak olursa, bu bütçenin tutması mümkün değil. Çünkü mayıstan sonra ödenekler ister istemez açılacak ve eğer seçimler normal zamanında yapılırsa, yani kasıma kadar 6 ay boyunca epeyce yüklü harcamalar yapılmaya devam edecek. Bırakın blokajın çözülmesini normal ödenekler bile, bu kadar uzun süre devam edecek bir seçim ekonomisine yetmeyecektir.
Ama hesap belli; 6’ncı gözden geçirme tamamlandıktan sonra zaten hükümetin 7’nci gözden geçirmeyi zamanında tamamlama gibi bir niyeti yok ki...
EK BÜTÇE ŞART OLUR
Peki IMF bunu bilmiyor mu? Bizce bilmemesine imkan yok.
İşte o nedenle bir süredir IMF’ye, "Temmuzda erken seçim yapacağız" denilip, bu yolla sözde kalacağı belli olan blokaj kabul ettirilmiş gibi geliyor bize.
Devlet bakanı Ali Babacan da ekonomik gidişatın temmuzda erken seçimi zorunlu kıldığını söyledi. Babacan, "ek bütçeye gitmemek için" böyle bir yola gidilmesine gerek olduğunu da söyledi. Yani, Devlet Bakanı Babacan da kabul ediyor ki; Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra sıra "baskın seçim"e geliyor. Temmuz sonu ya da ağustos başında erken genel seçim yapıldığı takdirde, birkaç aylık bir seçim ekonomisi, daha sonrasında ödenekleri tümüyle kısarsanız, bütçe içinde kalmanızı sağlayabilir.
Yani ek bütçe yapılmayacaksa, temmuzda erken seçim yapılması gerekecek.
IMF’nin, bile bile bu oyunun içinde olmasını çok yadırgadığımızı söylemeye gerek yok. Ama belli ki IMF de politika yapıyor, bile bile bu oyuna göz yumuyor...
Peki temmuzda erken seçim siyasi olarak mümkün mü? Bizce kağıt üzerinde mümkün, yani teknik olarak bu yapılabilir. Ama unutmayalım ki; örneğin Başbakan Baş Danışmanı Ömer Çelik’in bile, daha önce söylediği gibi, "Bunun adı baskın seçim" olur ve şık olmaz.
Onun da ötesinde, cumhurbaşkanı seçiminden sonra halka, kullanacağı oyla "siyasi dengeleri kurma imkanı" verilmemiş, yangından mal kaçırma havası verilmiş olur.
Bu da, siyasi atmosferin iyice sertleşmesine, çatışma havasının yaygınlaşmasına yol açacaktır. Böylesine bir hava, "yaz tatili"nin de etkisiyle oylarını artırmak isteyen AKP’nin lehine mi olur bilemiyoruz. Ama özellikle Abdullah Gül’ün işi çok zor görünüyor.
Yazının Devamını Oku 
16 Nisan 2007
GENELKURMAY Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın "sözde değil özde cumhuriyet ilkelerine bağlı Cumhurbaşkanı istiyoruz" sözleri, ardından Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in "ılımlı islama" dönük yorumları ve Türkiye’de her zamankinden daha ciddi rejim sorunu olduğunu kaydeden sözleri, piyasalar ciddiye almasa da, bizce yakın tarihin en ciddi sıkıntısına işaret eden sözlerdi. Ardından Ankara’da "tarihin en kalabalık" mitingi yapıldı ve Başbakan Tayyip Erdoğan ve aynı görüşlere sahip bir kişinin Cumhurbaşkanlığı makamına oturmaması gerektiği belirtildi. Bu miting bizce ne kadar büyük bir siyasi sıkıntı içinde olduğumuzu teyit etti. Bütün bu demeç ve olaylara yerli medyanın yeterince ilgi göstermediğini söyleyenlerin, bundan rahatsız olanların sayısı bir hayli fazla. Buna karşılık yabancı basında, hem Genelkurmay Başkanının sözlerinin "uyarı" diye nitelendirildiği, hem de mitingin kesin olarak halkın Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına çıkmasını istemediği biçiminde yorumlandığına şahit olduk.
Piyasa uzmanlarıyla konuştuğumuzda, daha önce iç siyasi gelişmelerin piyasa tarafından çok daha yakından izlenip, bu tür olaylara sert tepkiler gösterilmesine rağmen, şimdi konjonktürün hiç de eskisi gibi yaşanmadığını söylediler.
Bir bankacı, kamu bankaları çıkıldığında, yerli bankaların elinde bulundurduğundan çok daha fazla Hazine kağıdı stokunun yabancıların elinde olduğunun görüldüğünü kaydederken, Borsada zaten yüzde 70’in yabancıların elinde bulunduğuna dikkat çekti.
Dolayasıyla, yerlilerin iç piyasadaki inisiyatifinin giderek azaldığına, hatta kalmadığına dikkat çeken bankacılar, siyasi olaylara yabancıların bizim gibi bakmadıklarını, bu nedenle de bütün bu tartışmalara tepkisiz kaldıklarını söylediler.
Piyasanın önümüzdeki hafta Cumhurbaşkanı adayının da belli olacağı bir süreçte ne tür bir tepki vereceğini sorduğumuzda ise aldığımız yanıt "hiç" oluyor..
Yabancıların elindeki piyasalar için artık eski piyasa sopasından söz edilemeyeceğini belirten bankacılar, bu nedenle piyasa sopasının siyasetçinin üzerinde olmayacağını ifade ediyorlar.
YABANCI PARASINI ALIP ALAMAYACAĞINA BAKIYOR
Yabancı portföylere aracılık eden bir kurumun üst düzey yöneticisi ile konuştuğumuzda, yabancıların siyasette çok keskin hareketlere baktıklarını öğreniyoruz. Örneğin "darbe olur mu?" diye sorup, hayır yanıtını aldıklarında "O zaman sorun yok" dediklerini kaydeden aracı kurum yetkilisi, dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı için yapılan mitingin, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı adayı olup olmamasının, şu aşamada yabancılar tarafından, konjonktürü değiştirecek bir siyasi sorun olarak görülmediğini söyledi.
"Yabancı yatırdığı parayı geri alıp alamayacağına bakıyor" diyen aynı yetkili, dolayısıyla laiklik gibi kavramların yabancıların baktığı, ilgilendiği bir kavram olmadığını, bunun da kar etmek için yatırım yapan bir kuruluş için doğal olduğunu kaydetti.
Siyasi sıkıntının artık radikal bir düzeye oluşması halinde Türkiye’de yatırım yapan yabancıyı da ilgilendireceğini kaydeden yetkili, "Yani parasını geri alamayacak bir ortam görürse parasını geri çekip, piyasayı bozar" şeklinde konuştu.
Bunun yabancıların AKP’ye destek vermesi olarak yorumlanmasının da yanlış olduğunu kaydeden aynı yetkili, "AKP veya başka bir iktidar, kim istikrarı korumuş ve yabancının yatırdığı paranın geri dönüşünü sağlamışsa, o iktidar yabancı için iyidir, AKP ya da başka parti değişmez" dedi.
Özetle, içerdeki siyasi olayların büyümesi şimdilik yabancı için bir siyasi risk oluşturmuyor. Ama örneğin "Mitingin rövanşı" gibi bir eylem hazırlanır, cüppeliler, takkeliler boy gösterisine kalkışırsa, işte o zaman yabancılar için bile tehlike çanları çalıyor demektir.
Başbakan Erdoğan’ın miting için "demokratik haklarını kullanmışlardır" yorumu, bizce, işin keskinleştirilmeyeceğinin kanıtı. Umarız tepkiler çatışmasız biçimde devam eder.
Yazının Devamını Oku 
14 Nisan 2007
YURTİÇİ piyasalar, bir yandan küresel likidite hareketlerini izlerken, artık içeriye, siyasi gelişmelere de yakından bakmaya başladılar. İçerdeki piyasa oyuncuları, Cumhurbaşkanlığı tartışmalarını yakından izleyip, bu seçimlere ilişkin neler olabileceğini tartışırken, yurtdışı piyasalarda cumhurbaşkanlığı seçiminin daha rutin bir olay olarak görüldüğü açık.
İçerdeki oyuncular, önce cumhurbaşkanlığı seçimini, buna bağlı genel seçimlerin erkene çekilip çekilmeyeceğini ve seçimlerden çıkacak sonuçları tartışıyor. Dışarıdaki oyuncular ise şimdiden genel seçimler sonrası ortaya çıkacak tabloyu tartışmaya başladılar.
Yurtdışındaki piyasalardan aldığımız izlenim o ki; yurtdışı piyasalar şimdiden seçimler sonrası oluşabilecek koalisyon senaryolarını da tartışıyorlar. Nasıl Cumhurbaşkanlığı seçiminin Türkiye’ye özgü koşulları olduğunu göz ardı ediyor, normal bir seçim gibi görüyorlarsa, aynı şekilde, seçimlerden "ille de tek parti iktidarı çıkması" da yabancılar için bizim işadamlarımızın verdiği öneme sahip değil.
Batılı, çağdaş bir ülkede nasıl Cumhurbaşkanlığı seçimleri, normal siyasi tartışmalar sonrası yapılır, bu bir rejim sorunu haline getirilmezse, yabancılar, "Genel seçimler de erken ya da zamanında yapılır ve çıkacak sonuca bağlı olarak, nasıl olsa bir hükümet kurulur, bu da bir rejim sorunu, ya da istikrarsızlık sorunu haline gelmez" diye bakıyorlar...
Halbuki içerdeki oyuncular Türkiye gerçeğini çok daha iyi bildikleri için, önce Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bir sorun olmadan atlatılıp atlatılamayacağına bakıyorlar. İşte bu nedenle, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın "sözde değil özde cumhuriyet ilkelerini benimsemiş bir cumhurbaşkanı" tanımının içine doldurmaya çalışıyorlar. AKP’liler doğal olarak "Genelkurmay Başkanı çok iyi konuştu, Başbakan dahil zaten tüm AKP’liler sözde değil özde cumhuriyet ilkelerine bağlıdır" deseler de, Büyükanıt’ın bunu kastetmediğini çok iyi biliyorlar. İşte bu nedenle piyasaların gözü sürekli gelecek yeni açıklamalarda oluyor.
Piyasalardaki oyuncular bir yandan, elbette, temmuzda seçim olup olmayacağını, özellikle merkez sağda ittifak veya birleşmelerin gündeme gelip gelmeyeceğini, yapılacak seçimler sonucunda kaç partili bir Meclis’in oluşabileceğini, hangi partinin kiminle koalisyon kurabileceğini de tartışıyorlar ama önce baktıkları Cumhurbaşkanlığı seçimleri...
GÜVEN VERMELERİ GEREKİYOR
Bu arada Ankara’da, özellikle DYP-ANAP ittifakı, bunların arasında DSP’nin girip giremeyeceği konuşuluyor, çeşitli temaslar yapılıyor. Bununla birlikte Saadet Partisi, BBP’nin de içinde olacağı, başka ittifaklar da kulislerde yoğun olarak konuşuluyor.
Dışarıdaki oyunculara sorduğunuzda ise koalisyondan korkmadıklarını ama özellikle CHP’nin ekonomi politikaları konusunda endişeleri olduğu izlenimini ediniyorsunuz. Bir ölçüde MHP için de aynı kaygı söz konusu olabiliyor.
Yani seçim sonrası AKP’nin tek başına gücü yetmezse, DYP ile bir koalisyona girebileceği belirtilirken, bu uygun bir formül olarak, yurtdışı piyasalarda da öne çıkıyor.
Bizce iç ve dış piyasalara güven vermek için, CHP ile MHP’nin de bir an önce girişimlerde bulunması gerekiyor. Yani dış piyasalara, uygulanan ekonomik politikalarda radikal değişiklikler yapmayacaklarını, piyasa ekonomisine devam edeceklerini, AB konusunda muhalefetteki kadar sert olmayacaklarını, bir şekilde anlatmaları gerekecek.
Bizce hangi parti gelirse gelsin, uygulanan politikalarda değişiklik olmayacaktır. Başta öyle görünüm verenler de, AKP gibi, daha sonra piyasanın getirdiği noktada buluşacaklardır.
Ancak işalemindeki, piyasalardaki koalisyon korkusunu silebilmek için, kamuoyunun önüne daha çağdaş bilinen ekonomi kurmayları ve programlarla çıkmaları gerekiyor. Bu da yetmez; gerekirse yurtiçinde ve dışında dolaşıp, piyasalara güven verecek toplantılar yapmaları gerek.
Vatandaşın "yeni bir kriz" kaygısı duymadan, gönül rahatlığıyla oy vermesi sağlanmak isteniyorsa, tüm partilerin, özellikle de endişe duyulan bu 2 partinin, ekonomik istikrarın bozulmayacağı, küreselleşme uyumunun süreceği konularında güven vermeleri gerekir.
Yazının Devamını Oku 
12 Nisan 2007
SON dönemde resmi veriler, piyasa tahminlerinden epeyce sapma göstermeye başladı. Daha önce mart ayı enflasyon verileri piyasayı şaşırtıp beklentilerden daha olumlu çıkarken, önceki gün açıklanan cari işlemler açığı rakamı ise piyasa beklentilerinden daha kötü çıktı. Enflasyon verileri piyasayı şaşırtırken, hemen ardından telekomünikasyon zamlarının endekslere yansıma biçimi ve yapılan değişiklikler tartışmaya açıldı. Bizce yanlış bir yola girildi ve veriler üzerinde şüphe uyandırıldı. Burada başlıca sorumluluğun TÜİK’de olduğu açık ama belki Merkez Bankası da önceden tahmin açıklarken daha dikkatli olabilirdi.
Cari işlemler açığı şubat ayında 2.9 milyar dolar olan ortalama piyasa beklentisinin epeyce üzerine çıkarak, 3 milyar 256 milyon dolar olarak gerçekleşti. Şubat sonu itibariyle geriye dönük, 12 aylık kümüle cari işlemler açığı rakamı ise ocak ayına göre değişmeyerek, 32.4 milyar dolar seviyesini korudu.
Bu rakamlar, geçtiğimiz yılsonu dış ticaret rakamlarına bakarak, "cari işlemler açığında düzelme başladı" şeklinde yapılan yorumların, bir hayli erken yapılmış yorumlar olduğunu da ortaya koymuş oldu. Bizce, açığın yapısında değişiklikler olsa dahi, geçen yıla kıyasla gerek kurlarda, gerek yatırım malı ithalatında fazla değişiklik olmayacağı için, açığın da fazla değişmesi zaten biraz garip olurdu.
Şubat ayında ihracat artışının devam etmesi ve ithalat artışının ise daha sınırlı kalması sonucu dış ticaret açığının cari işlemler içindeki payı azalmaya devam etti. Ama buna karşılık gelir dengesindeki bozulma nedeniyle, şubat ayı cari işlemler açığı piyasa tahminlerinin epeyce üzerine çıkmış oldu.
Yapılan yorumlara baktığınızda, uzun vadeli borçlanmaların artmasının cari işlemler tarafındaki gelir dengesi içindeki faiz giderlerinin artmasına neden olduğu belirtiliyor. Verilere baktığınızda da ocak-şubat döneminde, yani iki ayda, 6 milyar dolar orta ve uzun vadeli, 9.4 milyar dolar ise kısa vadeli borçlanma görülüyor. Nette ise 4.1 milyar dolarlık kısa vadeli borç ödemesi gerçekleştirilmiş, 355 milyon dolarlık ise orta ve uzun vadeli borçlanma yapılmış. Bu dönemde kamu sektörü 2 milyar dolarlık net borç ödemesi gerçekleştirirken, banka ve banka dışı sektörün ise net orta ve uzun vadeli borçlanması 2.4 milyar dolar olmuş.
FİNANSMANDA SIKINTI YOK
Cari açığın bu yıl da yüksek boyutlarda devam edeceği artık anlaşılırken, cari açığın finansmanında da yine geçen yılki gibi bir seyir göze çarpıyor. Yani cari açık yüksek ama yabancı sermaye girişi yüksek olduğu için, yani rahat finanse edilip döviz arzı fazla olduğu için, cari açık yine sorun olarak öne çıkmayacak diyebiliriz.
Ödemeler dengesi bilançosuna baktığınızda, yılın ilk iki ayında net doğrudan yabancı sermaye yatırımları 6.1 milyar dolar olarak göze çarpıyor. Şubat ayından geriye doğru 12 aylık kümüle yabancı sermaye giriş rakamı ise 24.4 milyar dolar olarak gözüküyor.
Şubat ayından sonra, başta Telekom’un 4.3 milyar dolarlık ödemesi olmak üzere, yabancı sermaye girişlerinin devam ettiğini düşünürseniz, mart sonu itibariyle giriş rakamı daha da yükselmiş olacak.
İşte bu nedenle piyasa oyuncuları, yine yıllık 30 milyar doların üzerinde bir cari açık rakamı beklemelerine karşılık, bu yıl içinde yabancı sermaye girişinin en azından 15 milyar doları bulacağını, dolayısıyla finansmanda sıkıntı olmayacağını, haklı olarak düşünüyorlar.
Banka iktisatçıları, 2007 yılında cari işlemler açığının dış ticaret açığındaki azalmayla birlikte, 2006 yılına göre biraz azalarak 30-31 milyar seviyelerine ineceğini tahmin ediyorlar.
Bununla beraber bu yıl geçen yıla kıyasla çok daha iyi bir turizm geliri, dolayısıyla buradan da cari açığı azaltan bir etki gelmesi bekleniyor.
Buna karşılık, yatırım gelir dengesindeki bozulma cari işlemler açığı açısından bir risk faktörü olarak, şubat ayından itibaren daha fazla ön plana çıkacağı da anlaşılıyor.
Yazının Devamını Oku 
10 Nisan 2007
BAZI iktisatçılar, dünya ekonomisindeki olumlu gidişatın neredeyse ilelebet böyle süreceği görüşünde. Bu derece olumlu görüş verenlerin çoğunun piyasaya yakın iktisatçılar oldukları gözlenirken, bazıları ise mutlaka bu olumlu gidişatın bir dönüşü olacağını tahmin ediyor. Bunların arasında da ne zaman geri döneceği konusunda görüş, daha doğrusu tahmin ayrılıkları gözleniyor.
Bu sadece bizde değil yabancı ülkelerde de çok tartışılan bir konu. Özellikle de geçen ay yaşadığımız çalkantı ertesinde, ortalığın çok çabuk durulması bu tartışmaları körükledi.
Şahsen, her şeyin bu kadar uzun süre, bu kadar güzel biçimde gideceği konusunda ciddi endişelerimiz var. Şimdiye kadar süren bahar havasının ne zaman geri döneceği konusunda ciddi bir tahminimiz yok ama bir gün geri dönmesi de kaçınılmaz gibi geliyor, bize.
Bu tahminimiz asıl olarak tabi ki dünya ekonomisi için, küresel likidite için geçerli. Birileri bu kadar para kazanıyorsa, birilerinin de kaybettiği gerçeğini göz ardı edemeyiz. Refahın mümkün olduğunca geniş kesimlere dağıtılması gereği ortada ve bununla birlikte aynı zamanda demokrasi taleplerinin gelmesi de kaçınılmaz. Örneğin dünya ekonomisinde enflasyonu, neredeyse silecek kadar ucuz mal üretimine boğan Çin’de, demokrasi ve doğal olarak ücret artışı talepleri her tarafa dağılana kadar beklenecek mi, bilemiyoruz. O zamana kadar sürerse elbette önümüzdeki çok uzun yıllarda da bahar havası devam eder ama...
Dünya ekonomisindeki trend bir yerlerde kırılır, Türkiye’nin buna yapacak çok şeyi bulunamaz. Ancak bu kırılma anında Türkiye ekonomisine yumuşak iniş yaptırabilmek, bunu yönetmek bizim elimizde...
Bütün bunları, öyle kritik bir noktaya gelirken hazırlıklı olmamız gerektiği için söylüyoruz. Türkiye her şeyden önce, artık, "dünya ekonomisi ve küresel likiditedeki bozulmadan en fazla olumsuz etkilenen ülke" konumundan çıkmak zorunda. Ancak bunu yapmak için de bir şeyler yapması gerekiyor. Hem de yapılacak iki seçilme rağmen, bizce kaçınılmaz olarak karşımıza gelecek küresel likiditedeki bozulmadan daha az etkilenmek için, bunu yapması gerekiyor. Çünkü kırılmanın ne zaman geleceği belli değil. Kısa süre içerisinde gelmez ve biz biran önce bu dalgalara dayanıklı hale gelirsek, zaten daha sonraki atak için şimdiden öne geçmiş oluruz.
İTİBARINI YİTİRMİŞ OLSA DA IMF ŞART
Bizce son çıkan enflasyon verileri ve siyasetteki kavganın kızışması, zaten ne yapılacağı belli olan adımları, biran önce atmamız gerektiğini de bize gösteriyor. Yapılacaklar zaten belli; yapısal tedbirlerini alacaksınız, risk primini düşüreceksiniz ve bununla birlikte sıcak parayı dengeleyeceksiniz. Yani, çıktığında artık size fazla zararı olmayacak boyutlara indireceksiniz.
Bunun en sağlıklı yolu ekonomiyi düzeltmekten geçiyor. Bunun için de önce enflasyonunuzu çağdaş ülke enflasyonları seviyelerine, yani yüzde 3-4’e kadar çekmeniz gerekiyor.
İşte son dönemde en büyük tehlike bizce, enflasyonda düşüş trendinin bittiğine ilişkin ortaya çıkan bulgular. Siz, hem bu kadar düşük bir kurla, bu kadar yüksek cari açık pahasına, enflasyonu bir kademe daha aşağı bastıramazsanız, bu treni kaçırma tehlikeniz doğmuş demektir. Enflasyonun ana eğiliminde bozulmanın olduğu gerçeğini kabul etmeliyiz. İşin kötüsü; seçimlerin etkisiyle bu eğilimin daha da bozulması gündeme gelebilir.
İşte bu nedenle, seçimler bitene kadar mümkün olduğunca mali disiplinin korunması gerekiyor ki; seçim sonrasında çok daha acı tedbirlere gerek duyulmasın. Ama her şartta seçim sonrasında yeni bir programın hazırlanması gerektiği de ortada...
IMF’nin, özellikle Türkiye’de, eski itibarının kalmadığı, eskisi kadar mali disiplin sağlayıcı bir rol üstlenemediği açık. Ancak buna rağmen, itibarını kaybetmiş olsa da, bizce seçim sonrasında IMF’le yeni bir ekonomik program üzerine konuşmak, yeni bir stand-by ile Türkiye’nin gidişatının güvenceye alınması gerekiyor.
Bir Hükümet çıkar da, IMF dahil tüm uluslararası camiaya kabul ettireceği bir programı tek başına hazırlarsa, çok iyi. Ama böyle bir şey olabileceğine inanıyor musunuz?
Yazının Devamını Oku 
9 Nisan 2007
DAHA bir ay öncesinde Japonya kaynaklı küresel likiditenin daralacağını, ABD’de stagflasyon tehlikesini, başlayan bu dalganın ne kadar süreceğinin bilinemediğini konuşurken, piyasalar birdenbire döndü ve tam anlamıyla güllük gülistanlık oluverdi. Geçtiğimiz hafta sonunda İMKB yeni bir zaferle haftayı kapatırken, dolar son bir yılın en düşük düzeyinde idi, Hazine kağıdının faizi 19’lara gerilemişti.
Bütün bunların nedeni elbette dış piyasalar. İran’daki rehine krizinin çözümü, petrol fiyatlarının gerilemeye başlaması ve asıl önemlisi piyasaların bir ay önce konuştuğu sorunları sanki çözümlenmiş gibi unutmuş olması, dışarıyı, dolayısıyla da bizim piyasayı tepeye taşıdı.
Bu hafta ne olacak, kimse bilmiyor ama IMF ile gözden geçirme konusunda mutabakata varılmış olması, yine olumlu bir etki yapabilir. Aslında, piyasanın IMF’yi de artık pek kaale almadığı açık ama yine de "olumlu bir haber" diye abartılı algılanabilir.
Bu arada piyasaların hiç dikkate almadığı, daha doğrusu almaz gözüktüğü bir başka önemli gelişme ise Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin iyice sıkışmış olması ve özellikle bu hafta içinde tartışmaların doruk noktasına ulaşma beklentisi.
İstanbul’lu gazeteciler, piyasa oyuncuları ve işadamlarının çoğu, bir ay öncesine kadar "Tayyip Erdoğan makul olanı yapar, cumhurbaşkanlığına aday olmaz" diyorlardı. Ama bu hava giderek dağılmaya başladı. Daha önce "Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olmaya çalışacak" dediğimizde, olmayacağını söyleyen Hasan Cemal, geçtiğimiz hafta Ankara’da çeşitli siyasi görüşmelerinden sonra Milliyet’te, "Ankara’da hava değişik, Erdoğan aday olacak herhalde" diye yazdı. Şahsen Erdoğan’ın adaylığı konusunda bizim şüphelerimiz ortaya çıkmaya başlamışken, bu gözlem dikkat çekici. Zaten Başbakanın çevresinden gelen duyumlar "olmayacak" havası verirken, Başbakanlığı daha yakından izleyenlerin gözlemi de "Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına mutlaka çıkacağı" yönünde hala devam ediyor.
Halbuki yaklaşık son bir ay içindeki gözlemimiz "Erdoğan aday olmayıp eşinin başı açık birini Cumhurbaşkanı yapacak, bu arada boş bulunan Merkez sağa, belirleyeceği çağdaş görünümlü adaylarla oturup, kendi dışındaki tüm parti güçlerini tasfiye edecek" yönündeydi.
Çevresinde, bu akılcı yolu önerenler olduğunu biliyoruz ama Başbakan Erdoğan’ın hangi yolu seçeceğini bizce henüz kimse de bilmiyor. Yaklaşık bir hafta sonra hep birlikte göreceğiz.
CUMHURBAŞKANLIĞI SORUN OLACAK
Piyasalar takmıyor ama dış basında bile Cumhurbaşkanlığı süreci çok yakından izlenmeye başladı. Fransız Le Figaro gazetesi, "Erdoğan, Çankaya’ya çıkacak mı, çıkmayacak mı?" sorusunun bir "saplantı" haline geldiğini belirterek, Erdoğan’ın seçilmesi halinde Cumhuriyet tarihinde ilk defa kökenleri "İslamcı" olan bir kişinin, "laiklik kalesi" olan cumhurbaşkanlığını fethetmiş olacağına dikkat çekiyor. Gazetedeki yazıda askerler için, "Erdoğan’a geri adım attırmak için son dakikaya kadar kulislerde aktif olacaklar" diye yazıyor.
AKP’nin kamuoyu araştırmalarında büyük bir farkla birinci parti olmayı sürdürürken, her beş kişiden sadece birinin Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasını arzuladığına dikkat çeken gazete, Başbakan olarak destek alan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı için destek alamadığını yazdı. Aslında Le Figaro’nun bu değerlendirmesi geçen hafta sonunda bir skandalın da konusu oldu. Anadolu Ajansı, milletvekillerinin çoğunlukla isteyip halkın Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’nı istemediğini ortaya çıkaran anket sonuçlarını önce yayına verip, daha sonra hemen geri çekti. Bunun sansür sayılması gerektiği kesin de, asıl anlamı ne, bunu da göreceğiz...
Bu arada Fransız gazetenin de dikkat çektiği bir başka gelişme "Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacağı oturumun kaç milletvekiliyle açılması gerektiği" tartışması. Anayasa profesörleri ikiye bölünmüş durumda ve üçte iki çoğunluktan aşağı bir sayıyla toplantı halinde, bunun anayasaya aykırı olacağını söyleyenlerin sayısı bir hayli fazla. CHP, bu takdirde "10 dakika içinde Anayasa Mahkemesine gideriz" diyor. Bu tartışmalar hafta içinde iyice kızışacak.
Piyasalar, dışarısı iyi olursa, bunları yine görmemezlikten gelebilir. Bekleyip göreceğiz...
Yazının Devamını Oku 
7 Nisan 2007
GEÇTİĞİMİZ hafta içerisinde sürekli olarak, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) istediği 3.8 milyar YTL’lik bütçe tedbiri konusunda ne yapıldığını soruşturmuş ama açıkcası somut bir hazırlığa rastlamamıştık. Bu nedenle dün Reuters’ın geçtiği "IMF ile stand-by düzenlemesinin altıncı gözden geçirmesi kapsamında eksik kalan önlemlere ilişkin çalışmalar tamamlandı" haberine çok şaşırdık. Nasıl oluyor da aradaki bu kadar farka rağmen mutabakat sağlanabiliyordu?
Kendi kaynaklarımızdan da araştırdığımızda, çalışmaların son aşamaya geldiğini, önümüzdeki hafta niyet mektubunun son şeklinin verileceğini teyit ettik. Ancak çok önemli bir ayrım var ki; yine ilgili kuruluşların genel müdür düzeyinde bile dün bu bilgi bulunmuyor, henüz birşey yapmadıklarını söylüyorlardı. Demek istediğimiz o ki; uygulamacı birimlerin hala bu uzlaşmadan haberi yok ve örneğin yatırım harcamalarında herhangi bir tasarruf yapılamayacağını söylemeye devam ediyorlar. Ama bir anlaşma da söz konusu..
Reuters haberinde, yapılan çalışmalarda, 2007 yılı bütçesinde bazı ödeneklere blokaj konuldu; sorunun ana kaynağı olan enerji KİT ürünlerine zam yapılmaması ve harcamalarında tasarrufa gidilmesi’nin karara bağlandığı belirtiliyor.
Ajans’a bilgi veren yetkililer, gözden geçirmenin tamamlanması için Ankara ayağında gerekli çalışmaların tamamlandığını, bütçede 3.8 milyar YTL’lik bir tutar için cari, transfer ve yatırım harcamalarına 1 Nisan itibariyle blokaj konulduğunu belirtip, "Bu çerçevede kurumların aylık harcama dağılımı blokaj miktarları dikkate alınarak belirlendi ve ödenekler bu çerçevede serbest bırakılacak" demişler. Hükümetin Kasım 2002’den bu yana başta elektrik olmak üzere enerji KİT ürünlerinin fiyatlarına maliyet artışlarını yansıtmaması nedeniyle KİT’lerin mali yapısında zayıflama görüldüğünü kaydeden bir başka yetkili de, IMF’nin talebi kapsamında KİT’lerin mali yapılarında iyileştirmenin harcamalarda tasarrufa gidilerek sağlanacağını ve KİT ürünlerine zam yapılmayacağını söylemiş. Yetkili, IMF ile görüşmeler kapsamında sağlık alanında da gerekli adımların atıldığını, bütçe talimatı çıkarılmasına gerek kalmadan bazı önlemleri devreye koyduklarını ifade ederek, bu alanda da sadece kontrollerin hızlandırılacağını, fiyat ayarlaması ya da tarife değişikliği kararı alınmayacağını ve IMF’ye verilen söz çerçevesinde denetimin hızlandırılacağını kaydetmiş.
Ve anladığımız kadarıyla IMF de, teknisyen düzeyinde henüz kabul görmeyen bu tedbirleri üst yönetimden bir-iki kişiyle konuşup, onların verdiği "blokaj" sözüne güvenerek anlaşmaya yanaşıyor. Çünkü sayılan tedbirlerde blokaj dışında somut bir önlem bulunmadığı gibi, teknisyenler, "eskiden de olmuştu demek ki; blokaj sözü verilip, ileride yapacağız denecek ama yine el altından yatırımlara ve diğer kalemlere destek devam edecek" diyorlar.
ERKEN SEÇİM İHTİMALİ
IMF’in "blokaj yapacağız" denip, yıl sonuna kadar bu blokaja uyulacağına inandığını tahmin etmiyoruz. Çünkü IMF de biliyor ki; bütün bu kalemler zaten asgaride belirlenmiş harcama kalemleri ve bir seçim öncesi bu kalemlerde bu kadar yüksek blokaj, pek mümkün değil.
Yanısıra KİT zamları, özellikle de elektrik zammının yapılmamasını kabul etmek, bizce göz göre göre hükümete kolaylık tanımak demek. Bunun yerine KİT’lerde tasarruf ise hayal. Olsa olsa, kalem oyunlarıyla gelen özelleştirme ve arsa satış paralarının, bir yolunun bulunup bu KİT’lere akması sağlanabilir. Bu da IMF’in kural hatalarına göz yumması demek olur.
Eğer IMF, bunlara inanarak uzlaşmaya vardıysa, ciddi olarak kendi kredibilitesini tehlikeye atmış demektir. Ama, eğer IMF’in bilip de bizim bilmediğimiz bazı sözler verildiyse, o zaman durum başka. Örneğin "Bu gözden geçirme bitsin, seçimden sonra yeni stand-by yapacağız orada telafi ederiz" denmişse, IMF buna razı olmuş, göz yummuş olabilir.
Bir diğer ihtimal ise daha önce de söylediğimiz, "Temmuz veya Ağustos’ta erken seçim" için IMF’e söz verilmiş olabilir. Yani blokaj yapılsa da yılın yarısı için geçerli olacak, yılın kalan yarısında harcamalar tümüyle kesilecek ve yeni stand-by anlaşması yapılacak denmiş olabilir.
Özetle; "işlemeyecek bir uzlaşma" söz konusu. Ama bu takiyyeden artık IMF de sorumlu olur.
Yazının Devamını Oku 