Erdal Sağlam

Enflasyon yükseldi ama olumlu yorumlandı

5 Nisan 2007
ENFLASYONUN yükselmeye devam ettiğini gösteren mart ayı fiyat indeksleri, piyasalarda çok olumlu yorumlandı. Bunun nedeni, piyasaların enflasyonun çok daha yüksek çıkacağını beklemesiydi ama sanki enflasyon düşüyormuş gibi algılanması bizce abartılı bir tavır oldu.

Enflasyon TÜFE’de mart ayında yüzde 0.92 artış göstererek, yüzde 1.02 olan beklentilerin bir miktar altında gerçekleşti. Yıllık enflasyon mart sonunda TÜFE’de yüzde 10.16’dan 10.86’ya, ÜFE’de ise yüzde 10.13’ten 10.92’ye yükseldi.

Özetle, enflasyon yeniden çıktığı çift haneli rakamlardan aşağı gelmiyor, aksine yükseliyor. Bununla birlikte bu yıl için belirlenen enflasyon hedefinin yüzde 4 olduğunu da unutmayalım. Yani, ne kadar "gerçekleşmeyeceği belli" dense de, bu hedef Türkiye’nin, uygulanan ekonomik programın bir hedefi. Yani, ulaşılması gereken asıl nokta hálá yüzde 4...

Bu arada, rakamın olumlu algılanmasının bir nedeni de enflasyon için belirlenen belirsizlik aralığının aşılmamış olması. Daha doğrusu belirsizlik aralığının üst sınırının altında kalındığı için Merkez Bankası’nın Hükümete mektup yazmak zorunda kalmayacak olması...

Bu belirsizlik aralığı konusunda ise yanlış tanımlamalar yaygın biçimde kullanılıyor. Bir "patika" edebiyatıdır gidiyor. Halbuki sadece belirsizlik aralığının üzerine çıkan, yani belirlenen "patika"nın dışına çıkan enflasyon, yeniden belirsizlik aralığı içine, "patika" içine girdi.

"Patika" dediğimiz şey ise, normal asfalt yolun iki yanındaki tali, toprak yol. Birara bu yolun da dışına yani uçuruma doğru giderken, yeniden bu toprak yola girildi.

Ama gitmemiz gereken asfalt yol, yani asıl yola daha girilebilmiş değil...

Buna karşılık piyasalar belli ki henüz asfalt yola girilmesini beklemiyor. Hatta tali yoldan da çıkıp uçuruma doğru gideceğimizi beklediği için, bu rakamları abartılı biçimde sevdi.

Aslında piyasaların korktuğunun olmadığını söylemek bizce daha doğru. Çünkü piyasalar ancak önlerindeki adımı düşünüyor, adımın uçuruma gitmediğini görünce seviniyor. Piyasaların tek derdi, kısa zaman içinde işlerin tersine dönmemesi. İleride döneceğini hemen herkes görüyor ama patika da olsa bu yolda ne kadar giderse kendini o kadar şanslı sayıyor. Bu durumu aslında olumlu mu değerlendirmek lazım, yoksa piyasalardaki bu havayı, ileriye dönük olarak bir tehdit olarak mı görmek lazım, orası yoruma bağlı...

FAİZ İNDİRİM BASKISI ARTACAK

Piyasalarda, yükselmesine rağmen Mart ayı enflasyon verileri o kadar olumlu yorumlandı ki; şimdiden "Merkez Bankası’nın faiz indirimi için daha sonraki ayları beklemeyeceği" tahminleri bile yapılmaya başladı.

Bizce faiz indirimi baskısı önümüzdeki dönemde giderek artacak. Bu baskılar Hükümetin de seçim öncesinde Merkez Bankası üzerinde daha fazla baskı yapmasını beraberinde getirecek.

Merkez Bankası Para Politikası Kurulu 18 Nisan’da toplanıp, faiz kararı verecek. Bu tarihin, Cumhurbaşkanlığı açıklamasına denk gelmesi de ayrı bir tartışma konusu olabilir.

Ama bundan bağımsız olarak Merkez Bankası’nın karar vermesi gerekecek. Elbette, önümüzdeki günlerde gelecek beklenti anketi sonuçları önemli olacak ama ne olursa olsun faiz indirimi için henüz somut belirtilerin ortada olmadığını düşünüyoruz.

Merkez Bankası yaptığı açıklamada hálá özellikle hizmet fiyatlarındaki katılığın devam ettiğinin altını çizdi. Yanısıra, başta tekstil olmak üzere mart ayında düşüş görülen bazı temel kalemlerde nisan ayında fiyat artışlarının kaçınılmaz olduğu da unutulmamalı.

H endeksinde yüzde 0.48 ile genel TÜFE’nin altında bir artış olmasına karşılık, yıllık enflasyonun mart sonunda yüzde 9.3’ten 10.0’a yükseldiği de gözden uzak tutulmamalı.

Yani, önümüzdeki üç ayda baz etkisi yıllık enflasyon verilerini olumlu etkileyecek olmasına rağmen, faiz indirimini gerektirecek bir enflasyon düşüşü için daha beklemek gerekecek.

Bu arada IMF gözden geçirmesinin tamamlanması için henüz bir hareketin gözükmediği unutulmamalı. Bu da sapan mali disiplin için bir olumluluk görülmediği anlamına geliyor.

Özetle; fazla iyimserlik, faiz indimi gibi ileride sıkıntıları artıracak baskıları getirmemeli.
Yazının Devamını Oku

Tüketim gelecekten yediğimiz için azalıyor

3 Nisan 2007
ZORLU Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Zorlu, beyaz eşya, tekstil gibi sektörlerde tüketiminin düştüğünü belirterek, bunun nedenini "daha önce gelecekten yememize" bağladı. Türkiye’de yılda 6-7 milyon adet cep telefonu satıldığını, bunun aşırı olduğunu kaydeden Zorlu, 2004 ve 2005’te ihtiyacın üzerinde tüketim çılgınlığı yaşandığını, tüketici kredileri ve kredi kartlarıyla bunun körüklendiğini belirterek, şimdi tüketimin gerilediğini, çünkü artık talebin normal düzeylere geldiğini kaydetti. Zorlu, "ayağımızı yorgana göre artık uzatmamız lazım, sonra üşütünce üzülürüz" dedi.

Dün CNN Türk’teki Referans Noktası programında Eyüp Can ile birlikte konuk ettiğimiz Ahmet Zorlu ile son dönemde kendilerini öne çıkaran İstanbul’daki Karayolları arazisi için yaptığı planları konuştuk. Bina görmeye Dubai’ye gidildiğini, bir binayı gezmek için adam başına 60 dolar verildiğini hatırlatan Ahmet Zorlu, "Neden böyle bir bina yapmayalım" dedi. Şu anda proje için çalışıldığını, yapılacak binanın pahalı olmasına rağmen, Türkiye’de çelik konstrüksiyonun başladığı bina olacağını kaydeden Zorlu, sıradan bir bana yapmayacaklarını, Türk mimarisinin ve mimarlarının da hesaba katılacağını belirterek, "Eser yaratmaya çalışıyoruz" dedi.

Karayolları arazisini aldıktan sonra "Zorlu sanayiden çıkacak mı?" sorularının kendisine de sık sık sorulduğunu kaydeden Ahmet Zorlu, "Bizim sanayiden çıkmamız mümkün değil. Reel sektörde çalışan 28 bin kişimiz var. Avrupa’nın tüm ülkelerinde satış noktalarımız var. Bundan iki ay önce 5 fabrika açtık, kapasite yetmediği için ikinci çamaşır makinesi fabrikası için karar aldık" dedi.

Arazi alımıyla yeni bir sektöre girdiklerini, buna karşılık finans sektöründen çıktıklarını kaydeden Zorlu, ileride bu sektöre yeniden girip girmeyeceğini sorduğumuzda, "Şimdilik öyle bir planımız yok ama belli olmaz tabii ki" yanıtını verdi.

Zorlu Holding’in enerji sektöründe de olduğunu hatırlatan Zorlu, "Enerjide de büyümek istiyoruz. Yurtdışında da yatırımlarımız var, Rusya’da özel sektör olarak 1 milyar dolarlık yatırım yapıyoruz. Niye ülkenizde yapmıyorsunuz sorusu olur. Biz yurtdışından bulduk krediyi o nedenle orada yapıyoruz. İsrail’de hem elektrik hem ısı vereceğimiz 1.150 megavatlık projemiz sürüyor" şeklinde konuştu.

SANAYİDE TREN KAÇTI MI?

Televizyon üretiminde ithal girdi oranının yüksek olduğunu, bu ara malların Türkiye’de üretilip üretilemeyeceğini sorduğumuzda ise Zorlu, birinci adımı kaçırdıklarını ama ikinci aşama için hala şans olduğunu kaydederek, şunları söyledi:

"3-4 sene önce LCD’nin kristal camını üretmek için harekete geçtik. Kore, Japonya’da üreticiler yüzde 30 devletçe desteklendi. Yalnız 10 milyonluk bir tesis 3.5-4 milyar dolar ediyor. Karşımızdaki rakipler devlet tarafından destekleniyor. Bizim ise kendi cebimizden ya da kredi bulup yapmamız halinde onlarla rekabet etme şansımız yok. İlgili mercilerle o dönemde konuştuk. O güç yoktu devlette de o zaman ve o tren kaçtı. Ama şimdi ikinci bir aşama var. Japonlar, Koreliler Orta Avrupa’da kurmaya başladılar. Biz de Vestel olarak kurmaya başladık. İlgili yerlerle görüşüyoruz, onlar da olumlu bakıyor. İnşallah olursa, o zaman ekspresle yola devam ederiz. Elektronik ve TV üretimi, sanayide olmazsa olmazlardandır. 20 milyon TV’yi bundan 5 sene önce üreteceğiz deseydik kimse inanmazdı ama bunu gerçekleştirdik. Şimdi sanayiciyle devletin işbirliği yapması gerekiyor."

Polonya’da iki şirketin 430 milyon Euro’luk LCD yatırımı için birleştiğini, yazılım, elektronik yan sanayisini oluşturduklarını kaydeden Zorlu, böylece güçlü hale geldiklerini hatırlatarak, "İkinci ayakta LCD yatırımı bu. Biz birinci treni kaçırdık, ikinciyi kaçırmamamız lazım" dedi.

Seçimlerden sonra tüketimde de yine dengenin kurulacağını kaydeden Zorlu, "Durgunluk var filan diye ağlamaktan biraz kaçınmamız lazım" şeklinde konuştu. Zorlu sorumuz üzerine, Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinde fazla durulmaması gerektiğini de söyledi.
Yazının Devamını Oku

Özel sektörün diplomasisi başarılı

2 Nisan 2007
İKİ günlüğüne gittiğimiz Washington’da karşılaştığımız kişilerle öncelikli konumuz, ister istemez Cumhurbaşkanlığı seçimi ve ardından gelecek genel seçimler oldu. Herkesin üzerinde mutabık olduğu konu, daha doğrusu temennileri "Ne olursa olsun biran önce bu iş netlik kazansın ve gerginlik daha fazla uzatılmasın" oluyor.

ABD’li ya Türk, kim olursa olsun, hemen herkes gerginliği önlemek için Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı adayı olmaması gerektiğini, eşinin başörtösü ya da başka kaygılarla tepki çekecek birinin seçilmemesi ve uzlaşmayla yapılacak bir seçimin Türkiye’nin önünü açacağını söylüyor. Ama ardından da, "Ne olacaksa olsun biran önce netlik kazansın" da diyorlar.

Bu ziyarette, bir kez daha, özel sektörün yaptığı diplomasinin, her açıdan olamasa da, çoğu noktada resmi diplomasiden çok daha etkin olduğunu, bir kez daha gördük.

Ermeni tasarısı için daha önceki TÜSİAD heyetinin ziyaretlerinin faydalı olduğu kesin. Yaklaşık bir hafta boyunca Washington ve New York’ta temaslarda bulunan TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun bu alandaki temaslarının da yararlı olduğu ortada.

Bu arada özel sektör Ermeni Tasarısı için bu kadar çaba gösterirken, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Arap Zirvesi’nde Hamas’lı Filistin Başbakanı İsmail Haniye’yi Türkiye’ye davet etmesi herkeste soğuk duş etkisi yapmış.

Çünkü ABD’de Ermeni tasarısının geçmemesi için yapılan bu kulis çalışmalarının ana noktalarından birini ABD’deki Musevi lobisi oluşturuyor. Tam da bu kuvvetli lobinin desteğini alma aşamasında, gelen bu habere herkes şok olmuş.

Konuştuğumuz Dışişleri yetkilileri, bir gün sonra Başbakanlık sözcüsünün bu daveti yalanladığını belirtirken, "24 Nisan’a kadar hata yapılmaması önemli olduğu gibi, ondan sonrası için de bu tür hataların yapılmaması hayati önemde" diyorlar.

Yani açıkca söyleyemedikleri şu ki; Ermeni tasarısı her an gelebilir ve Musevi lobisinin desteği kaybolursa tasarının geçmesi çok kolaylaşır. Bu nedenle bu tür resmi diplomasi hatalarının sadece kısa zaman içinde değil, hiç yapılmaması gerekiyor.

Özel sektörün bu konudaki diplomasi atağı ise bir yandan Ermeni tasarısını önlemeye dönük olurken, örneğin TOBB’un İsrail ve Filistinli işadamlarını biraya getiren "Ankara Forumu" projesi gibi girişimler Türkiye’nin bölgede çok daha etkin olmasını, etkinliğin uzun vadeye yayılması ve Türk özel sektörünün bölgede iş yapmasını sağlamaya dönük bir amaç taşıyor.

ANKARA FORUMANA DESTEK ARTIYOR

Ankara Forumu’nu başından beri bilen, "Erez sanayi bölgesi"ni görmüş ve yapılanları izleyen biri olarak, TOBB’un Filistinli ve İsrailli işadamlarını Washington’ da senato binasında bir araya getirmesinin önemini görüyorum. Tel-Aviv’e giremeyen Filistinli işadamlarını Tel Aviv’deki havaalanından Washington’a getirmek, dengeleri bilen herkesi şaşırtıyor.

Washington’da yapılan Ankara Forumu toplantısına Cumhuriyetçi ve Demokrat temsilcilerden gelen tebrikler ve Türkiye’ye bu iş için teşekkür edilmesi de anlamlıydı.

TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu ve beraberindeki 3 ülke işadamlarından oluşan heyet Dünya Bankası Başkanı Wolfowitz ile de görüştü ve artık desteğin somutlaşması için Dünya Bankası’ndan bir "ilgili personel" saptanması kararlaştırıldı.

Bizce Dünya Bankası için de Erez projesi bulunmaz bir fırsat ve Banka’nın "yeni bir destek modeli" rahatlıkla olabilir.

DERVİŞ İLE GÖRÜŞME

Bu arada Hisarcıklıoğlu, BM Kalkınma Programı Başkanı eski Devlet Bakan Kemal Derviş ile de görüşmüş. Hisarcıklıoğlu, Derviş’e projeyi anlattıklarını, kendisinin bundan sonra zaten özel sektörün bu işlerin içinde daha fazla olacağını, bu tür atakların Türkiye’nin dünyadaki imajını da çok olumlu etkileyeceğini söylemiş. Yani Derviş’in desteği de tamamÖ

Özetle demek istediğimiz o ki; daha önce örneklerini gördük ama TOBB’un Erez Projesi uluslar arası alanda Türk özel sektörünün gücünü ve girişimciliğini uluslar arası alanda da gösterebileceğini kanıtlayan iyi bir örnek.

TOBB’un başka ülkeler için de bu örnekleri çoğaltmak istediğini biliyoruz. Bizce hep yakındığımız "Uluslar arası alanda bir büyük Türk şirketi olmaması"nın verdiği sakıncaları da bu tür projelerle giderebiliriz.
Yazının Devamını Oku

Bir fatura çıkacak ama ne zaman bilinmiyor

31 Mart 2007
<b>WASHINGTON</b><br>WASHINGTON’a gelir gelmez yine Cumhurbaşkanlığı tartışmasının içine düştük. Çünkü havaalanından doğruca geldiğimiz mekan TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun, IMF ve Dünya Bankası’nda çalışan Türk uzmanlara yemek verdiği lokanta idi. Dolayısıyla sohbetin ağırlıklı bölümünü yine Cumhurbaşkanlığı seçimi oluşturuyordu.

Yalnız bu kez, bununla birlikte Türkiye ekonomisinin Washington’dan görünümü, ekonomik programda nereye gelindiği ve olası bir kriz çıkma ihtimalinin olup olmadığı da konuşuldu. Şu anda aktif olarak Türkiye ile ilgili uzmanlar pek yorum yapmazken, başka ülkelere bakan uzmanlar ise daha rahat biçimde, kendi görüşlerini aktardılar.

Bu konuşmalardan aldığımız genel izlenim kabaca; dünyadaki likidite bolluğu bu şekilde devam ettikçe Türkiye’de de Cumhurbaşkanlığı seçimi ve seçim ekonomisi uygulamaları tedirgin etse dahi, bu nedenle kriz çıkma ihtimalinin pek bulunmadığı idi.

Bunun yanında hemen herkes, uluslararası likiditede bir bozulma olduğu takdirde, geçen yıl Mayıs-Haziran aylarında olduğu gibi, en olumsuz etkilenecek ülkelerin başında yine Türkiye’nin geleceğini de söylüyor.

IMF ve Dünya Bankası’nda görev yapan Türklerin bir bölümünü, uzun yıllardır tanırım. Bunlar gerçekten çok değerli uzmanlardır ve sözleri Türkiye’de çok dinlenmese de Washington’da, ilgili kurumlarında çok dinlenir. Şu anda dünyanın gözbebeği olan Çin ve çevre ülkelerinde kurumları adına çok önemli yetki ve sorumlulukla görev yapanlar bile var.

Peki, bu söylediklerini zaten piyasa yorumcuları, özellikle yurt dışında uluslararası banka ve aracı kurumlarda çalışan dealarlar ve piyasa iktisatçıları da söylüyor diyebilirsiniz.

Bu çok doğaldır. Ancak buradaki fark, IMF ve Dünya Bankası’nda çalışan uzmanlar direkt olarak piyasadaki hareketlerden para kazanmadıkları için, daha sağlıklı ve gerçekçi yorum yaparlar. Türkiye’deki ekonomik gelişmelere günlük pencerenin dışında, daha makro da bakabilirler. Yurtdışındaki piyasa aktörlerini suçlamak için söylemiyorum; çünkü onların görevi, yoğunlaştıkları alan, doğal olarak günlük piyasa hareketleridir.

Özetle dışarıdaki Türk IMF ve Dünya Bankası uzmanlarının söylediği, uluslararası likiditedeki olumlu havanın Türkiye’yi rehavete ittiği, politikacıların her zaman olduğu gibi yine "nasıl olsa işler iyi gidiyor" havasına girdikleri ve bunun faturasının yakın zamanda olmasa da, uluslararası likiditeye bağlı, bir zaman Türkiye’ye ağır biçimde çıkacağı idi.

IMF’SİZ ÇOK ZOR

Özetle uluslararası likiditedeki bu olumlu havanın ilelebet böyle sürmeyeceği ve sonunda döneceği konusunda, işi bilen hemen herkes hemfikir gibi. Yine hemfikir olunan başka bir görüş; bu iş tersine döndüğünde, eğer yapısallar başta olmak üzere geciken tedbirler yapılmamış olursa, o zaman Türkiye’nin bundan, yine çok olumsuz etkileneceği.

Bu arada "Türkiye’nin, IMF’nin tek başarı örneği olduğu ve ne yaparsa yapsın IMF’nin destek vereceği tezi"nin pek geçerli olmayacağını da buradaki konuşmalardan anlıyoruz. Yani "IMF kendi itibarını korumak için, çok fazla sapma olduğu takdirde tavizkar tutumunu sürdüremez" deniyor. Bu arada doğal olarak Türkiye’nin IMF’le bağlantısını, kalan borcunu ödeyip kesmesi halinde ne olacağı da tartışıldı.

Bu noktada da "Türkiye’deki hükümetlerin, IMF olmadan, gerekeni yapacağı konusunda sicillerinin kötü olması" gündeme geliyor. Yani AKP Hükümeti seçime kadar borcunu ödeyip IMF’yle ilişkisini keserse, piyasalar buna, Hükümetin gerekenin yapılacağı konusunda giderek kötüleşen sicili nedeniyle, olumsuz tepki verecektir.

Bunun da ötesinde önümüzdeki yılın başında IMF’yle ilişki bittiğinde yeni bir anlaşmanın da şart olduğu, aksi takdirde AB çapası zaten hemen hemen yok olmuşken, IMF çapasının da olmaması halinde piyasaların buna olumsuz tepki vereceği görüşümüzü de teyit ettik.

Özetle; Washington’da hava, Türkiye ekonomisi açısından şimdilik olumlu, ama her şey uluslararası likiditeye bağlı. Gelecek iktidarın işi, bizce bu açıdan epeyce zor olacak.
Yazının Devamını Oku

Cari açığa yüksek bütçe açıkları da eklenirse

29 Mart 2007
PİYASALAR, şimdiye kadar ekonomik istikrarın en önemli nedenleri arasında hep "mali disiplin"i sayarlardı. Başbakan Tayyip Erdoğan’a açıklattırılan geçen yılın bütçesinin, aslında epeyce makyajlanmış bir bütçe olduğu, Ocak ayı rakamlarıyla birlikte ortaya çıkmaya başladı. Şubat ayı bütçe rakamları da, aynı Ocak ayındaki gibi, şimdiye kadar ki olumlu trendin tam tersine, mali disiplinin kaybolduğu bir görünüm arz etti.

Bunun üzerine piyasa oyuncularının son dönemde, "bütçe açıklarındaki artışa dikkat" demeye başladıklarını gözlüyoruz. Aslında, IMF’in de bu konunun üzerinde durup, toplamı 4 katrilyonu bulan yeni bir önlemler paketi istemesi üzerine, piyasa oyuncularının gözlerinin bu noktaya çevrildiğini de söyleyebiliriz.

Piyasa oyuncuları, bir yandan İran gerilimi ve ABD’deki konut verileri başta olmak üzere, gözlerini dışarıya çevirmişken, artık öte yandan içeriye de bakma gereği duyuyorlar. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili siyasi gelişmeler yakından izlenirken, bunlara IMF’le yapılan görüşmeler ve yükselen bütçe açıkları da eklendi.

Piyasa oyuncularından bazılarının şimdiye kadar hiç hatırlamadıkları "yüksek cari açık"ı da hatırlatıp, "Üzerine bir de yüksek bütçe açıkları gelirse.." demeye başladıklarını görüyoruz.

Bundan "ikiz açık" diye söz edip, bunun tehlikesine dikkat çekenlerin ortaya çıkması, piyasa oyuncularının artık göstergelere daha yakından bakmaya başladıklarını da gösteriyor.

Aslında iki aylık bütçe açıklarına bakarak, yılın tümünde bütçe açıklarının yükseleceğini söylemek, normal bir yılda olsak, garip gelebilirdi. Ancak bu yıl iki seçim birden yaşanacak olması ve seçim ekonomisi sayılan uygulamaların giderek artması, ister istemez piyasa oyuncularının yılın tümü için bütçe açıklarından korkmasına neden oluyor.

Bazı piyasa oyuncuları, Mart bütçe açığının de belli olmasının, Cumhurbaşkanlığı tartışmalarının pik noktasına ulaşacağı Nisan ayı ortalarına geleceğini hatırlatıp, bu nedenle piyasayı ürküten bir tablonun ortaya çıkabileceğini söylüyorlar.

TÜSİAD VE MERKEZ BANKASI UYARILARI

Aslında piyasa oyuncuları bu kaygılarında yalnız değiller. Önceki akşam bir basın toplantısı yapan TÜSİAD Başkanı Arzuhan Yalçındağ Doğan’ın da "seçim ekonomisi uygulamaları"na vurgu yapması dikkat çekici. Yalçındağ, seçim ekonomisiyle ilgili algılaması sorulduğunda "kısmen var" yanıtı verirken, Halkbank’ta, enerjide özelleştirmelerin ertelendiğini, geçici 200 bin işçinin bordrolu hale getirildiğini, sosyal güvenlik yasa tasarısının "rafa kalkmış" gibi göründüğünü hatırlatıp, "Seçim ekonomisi Türkiye’ye çok zarar verecektir. Gelişmeyi baltalayacaktır. Bu konuda da sürekli sesimizi çıkartıyoruz" şeklinde konuşmuş.

Yalçındağ’ın "2008’den sonra da IMF’yle devam edilmesi gerektiğini" belirtmesi, Başbakan ve Devlet Bakanı Ali Babacan’a bu görüşlerini ilettiklerinde kendileriyle benzer bir görüşte oldukları intibaını aldıklarını söylemesi, bizce göründüğünden çok daha önemli sözler.

Sadece piyasa oyuncuları ve TÜSİAD’ın değil, bunlarla birlikte Merkez Bankası’nın "mali disiplin bozuluyor" uyarısı yapması, bizce işin önemini iyice artırıyor.

Merkez Bankası yayımladığı Para Kurulu toplantı özetinde "son zamanlarda artan kamu harcamalarının enflasyon üzerinde bir risk olarak görülmeye başlandığını" söyledi. Merkez Bankası unutmayın ki; yıllardır mali disipline övgü yaparken, uzun yıllardan sonra ilk kez tam tersi mali disiplinin bozulduğu uyarısını yapıyor.

Merkez Bankası bunun yanısıra Mart ayında yıllık enflasyonun yükselebileceğini belirtiyor ve bu artışın yönetilen ve yönlendirilen Telekom, sigara gibi zamlardan kaynaklandığını söylüyor. Bunun yanında küresel likiditedeki tehlikelere yine dikkat çekerken, hizmet fiyatlarındaki katılıktan daha çok sözediliyor ve belirsizliklere dikkat çekiliyor.

Özetle; dışardan kaynaklı bir tehdit ve içerideki siyasi gelişmelerin yaratacağı risklerden sözederken, bunlara içeride ekonomik göstergelerdeki bozulmayı da eklemeye başladık. Bütün riskler üstüste birikirken zaman da daralıyor.
Yazının Devamını Oku

Bankacılık atak için seçim sonunu bekleyecek

27 Mart 2007
HER ne kadar şimdiye kadar fazla etkisi olmadı gibi gözükse de, ekonomide yeni bir atak için seçimler bitene kadar bekleneceği anlaşılıyor. Yapısal tedbirler başta olmak üzere ekonomide yapılması gerekenlerin artık seçim havası nedeniyle yapılamayacağı ortada. Bunun yanı sıra özel sektördeki karar alıcıların da önemli kararları hayata geçirmek için yine seçim sonunu beklemeyi tercih edecekleri anlaşılıyor.

Bizce ekonomide gelinen noktadan bir sonraki aşamaya geçebilmek için, ortamın yeni baştan ele alınıp, öncelikler belirlenip, yeni bir atağın altyapısının hazırlanması gerekecek.

Dün CNN Türk’te "Referans Noktası" programında Eyüp Can ile birlikte konuk aldığımız Finansbank Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Ömer Aras’ın da, bankacılık sektörü açısından benzer görüşlere sahip olduğunu gördük. Aras, sektörün yılın ilk aylarında beklenen büyümeyi sağlayamadığını, bunun özellikle bireysel krediler için geçerli olduğunu kaydederken, yeni bir atak için seçim bitiminin bekleneceğini söyledi.

Finansbank’ın eski yöneticileri olarak, yabancı sermayenin bankayı satın almasından sonra yönetimdeki ağırlıklarının devam ettiğini hatırlatan Aras, olaya artık uluslararası sermaye olarak bakılması gerektiğini, Türkiye’de de, "o ya da bu şekilde yabancı sermaye ile ilişkisi bulunmayan banka kalmadığını" söyledi. 2006’nın hisse satışları konusunda yoğun geçtiğini hatırlatan Aras, bu yılın ise rekabetin başlayacağı dönem olduğunu kaydetti.

Ömer Aras, buna rağmen özellikle konut kredilerinde kısa dönem içinde yeni faiz indirimleri beklenmemesi gerektiğini belirtirken, rekabetin kızışmasının daha çok seçimden sonraya kalacağı görüşünde.

Yabancı ya da yerli bir bankanın, sahibi kim olursa olsun, sermayesi karşılığı elde edeceği kára bakacağını, bunun normal olduğunu hatırlatan Aras, bu nedenle KOBİ kredileri başta olmak üzere kredilere tüm bankaların gireceğini, bankacılığın geleceğinin burada olduğunu söyledi. Aras, Finansbank olarak KOBİ kredilerine eskisinden bile fazla girdiklerini kaydederken, gelen yabancı bankaların, daha sonra başka bankalar tarafından satın alınmayacağını, isimlerin değişmeyeceğini kimsenin söyleyemeyeceğini de kaydetti.

BANKACILIK ANLAYIŞI DEĞİŞİYOR

Bankacılığın daha entegre hizmete yöneldiğini kaydeden Ömer Aras, "Türkiye geliştikçe ve kişi başına düşen milli gelir arttıkça bankacılık faaliyetleri gelişecek. Bu nedenle bankaların neredeyse tamamı tüketicilere daha yakın olmak ve daha iyi hizmet vermek için şube sayılarını artırma gayreti içindeler" dedi.

Aras, açılan her yeni şubenin maliyetinin ve kárlılığının ilgili banka tarafından kontrol edildiğine dikkat çekerek, "bankacılık sektörünün artık bilinçli büyüdüğü"nün altını çizdi.

Bankaların kendilerini farklılaştırma gayreti içinde bulunduklarını da kaydeden Aras, "Bu tüketicilerin ve şirketlerin lehine bir durum. Bu sayede daha ucuz kaynak, daha kaliteli servis ve daha kaliteli ürün ortaya çıkıyor" diye konuştu.

Finansbank şubelerinde tüketicileri daha bilinçli yatırıma yönelten birimler kurduklarını belirten Aras, tüketicilere portföy getirisi kavramını anlatmaya çalıştıklarını söyledi.

Aracılık maliyetlerinin hálá çok yüksek olduğuna da değinen Aras, "Maliye Bankalığı’nın devreye girmesi gerekiyor. Faizlerin düştüğü, marjların daraldığı bir ortamda vergi yükü tüketiciye daha düşük faizle kredi verme imkanını ortadan kaldırıyor" dedi.

Sorumuz üzerine, "Kuvvetli bir ekonominin kuvvetli para birimi olur" şeklinde konuşan Aras, ihracatla ilgili her tür sıkıntıyı döviz kurlarına bağlamanın doğru bir yaklaşım olmadığını belirterek, serbest piyasa kurallarına inanılıyorsa şimdiki döviz kurları ile faaliyetlerin sürdürülmesinin artık öğrenilmesi gerektiğini vurguladı.

Gerek insan kaynağı gerekse teknoloji açısından Türk bankacılık sektörünün oldukça kuvvetli olduğunu kaydeden Aras, sektörün geleceğinden ise genel olarak umutlu gözüküyor.
Yazının Devamını Oku

Piyasanın önündeki en büyük risk İran

26 Mart 2007
BANKACILARA, bu gün piyasaların nasıl açılacağı yönündeki tahminlerini sorduğumuzda aldığımız yanıt, genel olarak "iyi açılır" oluyor. ABD’den gelen veriler kötü değil. Cuma günü açıklanan ikinci el konut satışları rakamları da iyi geldi. Dolayısıyla dışarıdaki gelişmelere baktığınız zaman, Cuma akşamı, bugün piyasalarımızı açılışta etkileyecek kötü bir hareket olmadı.

İçeride de hafta sonunda siyasi açıdan, daha öncekilerden kötü bir şeye rastlamadık. Dolayısıyla bugün piyasaların iyi açılacağı konusunda hemen herkes hemfikir.

Ancak gün içinde, yani dış piyasalar açıldıktan sonra durumun değişebileceği söyleniyor. Bunun nedeni ise hafta sonunda İran’ın esir aldığı İngiliz askerleri konusunda dış basında çıkan haberler. Yani dış piyasalar özellikle ABD piyasası, bize göre akşamüzeri saatlerinde açıldığında, İran sorununun piyasaları nasıl etkilediği belirleyici olacak..

ABD’de, "İran’ın Mart sonunda vurulacağı" yönünde çok daha önceden çıkan haberler birden hatırlanabilir. Yani yarın akşamüzeri saatlerine kadar iyi bir gelişme olmadığı takdirde, İran ile ABD- İngiltere’nin çatışması oldukça yüksek noktalara ulaşmış olabilir.

İşte bu nedenle bizim piyasalar yarın sabah iyi açılır ama nasıl kapanır bilinmez...

Bankacılar, özellikle AB ekonomisine ilişkin tedirginlikler bulunduğunu ama şu anda piyasaları etkileyecek bir durum gözükmediği görüşünde. ABD’de ekonominin yavaşlamaya devam edeceğinin anlaşıldığını, ama sorunun "büyüme düşerken enflasyonun artması" olduğunu hatırlatan bankacılar, daha önce olmayan ama son açıklamadan alınan "Haziran’da faiz düşürülebilir" mesajının, zaten inmeyen enflasyonu iyice azdırmasından korkulduğunu söylüyorlar. Ancak buna rağmen, bu gelişmelerin somutlaşmasının zaman alacağı, bu nedenle şimdiden tehlikeyi satın almaya geçilmeyeceğini ifade ediyorlar.

Buna karşılık her hafta çok sayıda veri açıklanıyor ve herkes verilerin, bu tehlikeyi işaret edip etmediğine bakıyor. Dolayısıyla bir kez "büyünün bozulduğu" küresel likiditede ne olacağını, orta vade için söylemek, herkes için çok zor.

Bu arada FED’in eski Başkanı Greenspan’in, FED’in yeni yönetiminin söylemi dahil, tüm dünya ekonomisini hala en fazla etkileyen kişi olduğunu da söylemek gerekiyor.

CUMHURBAŞKANLIĞI HALA ETKİLEMİYOR

Görüldüğü gibi; piyasaları, yani bizim piyasaları etkileyecek en önemli unsur olarak yine dışarıdaki bir gelişmeyi sayıyoruz. Bırakın İran’a yapılacak bir fiili saldırının konumu nedeniyle Türkiye’yi çok yakından etkileyecek olmasını, İran değil de bizle ilgisi olmayan herhangi bir ülke için böyle bir tehlike algılansa bile, bizim iç piyasalar bundan çok derinden etkilenirdi. Bir de İran’ın bizim için özel önemini düşünün...

Aslında sadece bizim oyunculara kalsa, gelişmeler pek etkileyeceğe benzemiyor. Çünkü içerdeki oyuncular hala temkinli ve her türlü risk için hazırlıklı konumda.

Mühim olan dışarıdaki algı. Örneğin Türkiye’de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi ve bu konuda çıkan patırtının her gün yükselmesine rağmen, dış piyasadaki oyuncular bunu hala bir risk olarak görmeme eğilimindeler. Bu nedenle de içerdeki oyuncular ne kadar tedirgin olsalar da, bizim piyasamız öyle derinden etkilenmiş olmuyor.

Öyle görünüyor ki; dışarısı da Cumhurbaşkanlığı seçimimizi pek takmayacak.

Hala, dışarıdaki, Türkiye’ye yatırım yapmış piyasa oyuncuları, "her yerde Cumhurbaşkanlığı seçimi oluyor, ne olacak ki?" diye bakıyorlar.

Ne olabileceği konusunda yabancılara bir şey anlatmanın, Türkiye’nin kendine özgü siyasi ve idari dinamiklerini kavratmaya çalışmanın, laiklik ve milliyetçilik tanımlarının kendine özgü geliştiğini söylemenin, şimdilik bir anlamı olmuyor.

O zaman hep birlikte seçim yaklaştıkça yaşanacak gelişmeleri bekleyip, göreceğiz.

İran’la ilgili korkulan sıcak çatışma olur da, Cumhurbaşkanlığı seçimi ile aynı tarihe denk gelirse, o zaman zaten herhalde kimsenin bir şey söyleyecek hali de kalmaz...
Yazının Devamını Oku

Temmuzda baskın seçim ihtimali ve IMF ilişkileri

24 Mart 2007
BİR süredir söyleniyordu ama son günlerde, "Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra AKP’nin Temmuz’da erken seçime gideceği" yolundaki söylentiler, bir hayli arttı. Şu kadarını söyleyelim ki; Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na aday olup olmayacağı tartışmaları kadar, son günlerde erken seçim spekülasyonları da yapılıyor.

Kimisi "Eğer Temmuz’da erken seçim varsa, bu mutlaka Tayyip Erdoğan’ın da Cumhurbaşkanlığına aday olacağını gösterir" yorumunu yaparken, kimileri ise "Erdoğan Cumhurbaşkanı olsa da olmasa da, Temmuz’da erken seçim olacağı" görüşünde. Bunun nedeni olarak da "Erdoğan Cumhurbaşkanlığı’na çıkmazsa, ’Ben ülkemi düşündüğüm için yukarı çıkmadım, gerginlik istemiyorum" deyip, arayı soğutmadan seçime gitmesi yerinde olur" gerekçesini belirtiyorlar. Zaten Cumhurbaşkanlığı’na çıkarsa, o zaman Temmuz’da seçim ihtimalinin yükseleceği de söyleniyor.

Bunlar tabi ki sadece söylentilerden ibaret değil. Tayyip Erdoğan’a yakın çevreden sızan duyumlar söz konusu. Yanısıra, örneğin, geçen gün görüştüğümüz bir bankacı, bir AKP’li yöneticinin bir-iki hafta önce ABD’de görüştüğü bankacılara durup dururken, "Zaten Temmuz’da erken seçim yapacağız" dediğini de söyledi.

Bizce bunun adı erken seçim olmaz, "baskın seçim olur" ve yanlıştır.

Her şeyden önce, şu anda piyasaların önem verdiği konulardan birinin seçimlerin Kasım ayında yani zamanında yapılması bunun için Başbakanın verdiği sözlere bakıldığı unutulmamalı. Yani baskın bir seçim olursa bizce bu piyasalarda karışıklığa neden olabilir.

Bunun da ötesinde demokrasi açısından da baskın seçim yerinde bir karar olmaz. Ne olursa olsun Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra halka, genel seçimlerle mevcut rejimi dengeleyecek unsurları oluşturma imkanı ve bunun için gerekli zaman verilmelidir.

Düşünsenize; Erdoğan Cumhurbaşkanı olup bir de Temmuz baskın seçimiyle AKP’nin çoğunluk iktidarı perçinlenirse, şekil olarak sorun gözükmese bile, rejim açısından sorun algılanmaz mı?

Bütün bu söylentiler Ankara’da yoğunlaşmaya başlarken, bunun üzerine IMF’le yapılan görüşmeler ve sonrasında yapılan açıklamalar geldi.

SEÇİME GİDERKEN 4 KATRİLYONLUK TEDBİR

Devlet Bakanı Ali Babacan, IMF heyetinin dönüşünden sonra yaptığı açıklamada, 6. gözden geçirmeye dönük çalışmalarda, elektrik zammı dahil, KİT dengesi dışında, genel hatlarıyla IMF heyetiyle mutabık kalındığını söyledi. Babacan, 2007 bütçesinde, geçen yılki 0,3’lük tavan aşımı ve bu yılki sapma toplanıp, milli gelirin 0,6’sı oranında tedbir alınacağını söyledi.

Babacan’ın söylediği tedbirlerin toplamı 3.8 milyar YTL, yani 3.8 katrilyon lira ediyor. Babacan bunun da tasarrufla elde edileceğini söylüyor.

Yani belli ki bu tasarruf tedbiri de, yatırım kaleminden yapılacak kısıntıyla yerine getirilecek.

İşte burada "seçime giden bir hükümetin yaklaşık 4 katrilyon gibi yüksek bir seviyede tasarruf edip edemeyeceği, hele hele bunu seçim öncesi piyasayı rahatlatmak için başvurulan yatırım ödeneklerinden yapılmasının mümkün olup olmadığı" sorusu geliyor.

Buradan yola çıkarak, Temmuz’da erken seçim yapmanın, IMF’le ilişkileri de rahatlatacak bir karar olarak görülebileceği sonucu çıkarılabilir.

Elbette, Babacan’ın yaptığı tasarruf açıklamalarına bakıp, Temmuz’da seçim yapılacak demek, çok fazla zorlama bir yorum olacaktır.

Ama insanın aklına, "Acaba Temmuz’da seçim yapılıp, daha sonrasında yapılacak tasarruflarla yılın tümünü kurtarmak gibi bir niyet olabilir mi?" sorusu da geliyor.

O veya bu nedenle, Temmuz’da baskın seçim yanlış bir karar olur. Bunun piyasayı gereceği, siyasi tansiyonu yükselteceği ve ekonomiyi olumsuz etkileyeceği aşikar...
Yazının Devamını Oku