22 Mart 2007
FARKINDA mısınız, IMF Heyeti hiçbir açıklama yapmadan, aceleyle, Washington’a geri döndü. Halbuki normal olan, Heyetin gitmeden önce Ali Babacan ile birlikte basın toplantısı yapıp, kamuoyuna açıklama yapıp geri dönmesiydi. Daha önce müzakerelerin uzayacağının anlaşıldığı gözden geçirmeler sonrasında bile ortak basın toplantısı yapılıp geri dönülürdü.
Halbuki şimdi olan şey; Heyetin normal görüşme süresini uzatması, bu sürenin neden uzadığı konusunda kamuoyuna hiçbir bilgi verilmediği gibi, görüşmelerin azami ölçüde saklanması ve sonucunda gece yarısı Hazine açıklaması yapılıp, "IMF heyeti geri döndü" denmesi...
Bütün bu gelişmelerin normal olmadığını, herhalde herkes kabul ediyordur. Ancak piyasalardan bu konuda herhangi bir ses duydunuz mu?
Bizce artık piyasalar IMF Heyetini, görüşmelerini de pek takmıyor...
Neden takmıyor derseniz, AKP Hükümeti döneminde gösterdiği performans artık IMF’in çok ciddiye alınmamasına yol açtı. Yani, eskiden "hükümet nasıl olsa anlaşır" derken artık "IMF nasıl olsa Hükümetle anlaşır" deniyor. Ne olursa olsun, IMF gözden geçirmeleri uzatsa bile, "Olmuyor Türkiye bu işi artık yapamıyor" demeyeceğine herkes o kadar inanıyor ki...
Bunu yapan, yani kendi kredibilitesini yiyen IMF’nin kendisi oldu. Oradaki bürokratların bir inisiyatifi olduğunu sanmıyoruz. Bütün bu gelişmeler ABD’nin IMF yönetimindeki etkisini ve ABD yönetiminin bölgedeki menfaatleri karşılığında, IMF’ye AKP hükümetiyle çatışmama konusunda tenbihte bulunduğu iddialarını da çok kuvvetlendiriyor.
Buna karşılık IMF bürokratları bizce, eskisi kadar çok olmasa da, bazı eksikleri ve yanlışları söylemekten geri durmuyorlar.Devlet Bakanı Ali Babacan ve ekibi de bu eleştirilere hak veriyor ve bunları düzeltmek için çaba harcıyorlar. Ama sonuçta iş gelip Başbakan Tayyip Erdoğan’a ve yakın çevresine dayanıyor. Yani sonuçta "Ali sen ikna et seçim öncesi bunları yapamayız, sen istersen halledersin" deyip, IMF’yi sallamasını istedikleri anlaşılıyor.
UZLAŞILAMAYAN KONULAR
Hazine’den bir gece yarısı yapılan açıklama bile, tek başına IMF’le üzerinde henüz mutabakata varılmamış, veya mutabakata varılsa bile Hükümetin henüz adım atmaya yanaşmadığı çok şey olduğunun da bir kanıtı.
Açıklamada yer alan "Program kapsamındaki bir çok konuda mutabakata varılmıştır" sözü pek geçerli değil. Yapılan görüşmelerde 2007 yılı kamu maliyesi hedeflerine ilişkin öngörüler, riskler ve yakın dönemde uygulamaya konulan bazı düzenlemelerin kamu maliyesi hedeflerine olası etkilerinin de değerlendirildiği belirtilen açıklamada , "Bugüne kadar kamu maliyesi alanında göstermiş olduğumuz başarılı performansın devam ettirilmesi ve 2007 yılı kamu maliyesi hedeflerine ulaşılmasını teminen alınabilecek harcama tedbirleri tespit edilmiştir. Sağlık harcamalarının 2007 yılı program öngörüleri dahilinde kalmasını ve bu harcamaların etkinliğinin kalite ve hizmete kolay erişim imkanından ödün vermeksizin artırılmasını sağlayacak adımlar belirlenmiştir." deniyor.
Aynı açıklamada "Yapısal reformlara ilişkin olarak ise; Anayasa Mahkemesi kararı çerçevesinde sosyal güvenlik reformunun ana hedeflerini koruyacak çözümler geliştirilmesi ve vergi idaresi ile vergi politikası reformlarında bugüne kadar sağlanan ilerlemeleri daha da güçlendirecek ve geliştirecek adımların takvime bağlanması konularında tam bir görüş birliği sağlanmıştır" deniyor ve KİT’lere ilişkin teknik çalışma yapılacağı söyleniyor.
Özetle, sosyal güvenlik reformu, KİT zamları, Halkbank, harcama kısıntısı gibi konular belli ki görüşülmeye devam ediyor. "Çoğu konuda anlaşma sağlandı" diyorlar ama bütün bunları arka arkaya saydığınız zaman, zaten geriye ne kalıyor ki...
Özetle; IMF’le işler iyi değil.Tüm toleransına rağmen bu gözden geçirmenin bizce hala tamamlanamama riski var. Ama piyasalar artık IMF’le anlaşamamaya bile tepki vermiyor.
Dışardan para gelmeye devam ederken, bahar havası da sürdürülüyor ve gerisine bakılmıyor. İyi de, tüm çabalara rağmen dışardaki saadet zinciri bir bozulursa... (*) Geçici
Yazının Devamını Oku 
20 Mart 2007
İŞ áleminin koalisyon hükümetlerinden çekindiğini, ekonomik gidişat için her zaman güçlü bir tek parti iktidarından yana olduğunu biliyoruz. Ancak bu genel yargının aksine, son günlerde iş áleminin de, yavaş yavaş, koalisyon hükümetlerinin daha iyi olup olmadığını tartışmaya başladığını gözlüyoruz.
Bizce Türkiye artık "koalisyon hükümetleriyle yönetim"i ciddi ciddi düşünmek zorundadır. Her şeyden önce şunu bilmek gerekiyor ki; belki de yüzde 10 barajlı son seçimimizi bu yıl yapacağız. Yani bundan sonraki seçim, en geç iki seçim sonrası, mutlaka baraj indirilmiş olarak yapılacak. Bu da zaten koalisyon hükümetlerinin şimdi olmasa da, ileride çok daha büyük ihtimal haline geleceğinin bir kanıtı. Belki onlarca yıl sonra, baraj inse bile, siyasi partiler arasında keskin ayrımlar oluştuğu zaman, bazı Avrupa ülkelerindeki gibi iki bloklu saflar arasında seçim gidip gelir. Ama böyle bir demokrasi yapısına ulaşmamız epeyce süre alacak. Dolayısıyla daha çok İtalya benzeri, çok yapılı bir Meclis kaçınılmaz hale gelecektir.
Bizce artık, barajı indirmekte daha uzun yıllar direnmek yerine, koalisyon hükümetlerinde devletin nasıl işlemesi gerektiğine, istikrarın nasıl sağlanacağına kafa yormak gerekiyor.
Unutulmasın ki; küresel ekonomi ve işbölümü etkisini arttırdıkça, kaçınılmaz olarak ulusal hükümetlerin, siyasi partilerin etki alanı da giderek daralmaktadır. İşte bu nedenle, ekonomik istikrar için bağımsız kurumlar giderek daha fazla etkin hale gelmektedir.
Bizce bu kaçınılmaz bir süreçtir ve bir açıdan bakıldığında koalisyon hükümetlerinin ülke yönetimlerinde ağırlık kazanmasından korkmamayı da beraberinde getirmelidir. Bağımsız kurumlar ve devletin diğer organları koalisyon dönemlerinde de rahat karar alabilecek bir yapıya kavuşturulup, özellikle ekonomik istikrar için tehdit unsuru olmaktan çıkarılabilir.
Unutulmasın ki; AB ile en radikal uyum adımları, AKP hükümetlerinden önceki üçlü koalisyon hükümeti döneminde atılmıştır. Yine bu sistemin, bu küresel gidişatın MHP’li koalisyon hükümetine Apo’yu affettirdiği gerçeği de ortadadır.
EKONOMİ İÇİN TEHDİT OLMAKTAN ÇIKARILABİLİR
Özetle; Türkiye bir yola girmiştir, bu yolda ilerlemektedir ve yapılacaklar bellidir. Bu yapılması gerekenler konusunda tek parti çoğunluk iktidarı ne yapacaksa, kaçlı olursa olsun, gelecek koalisyon hükümetleri de aynı şeyi yapmak zorundadır. Belki karar alma mekanizması, her taraf ikna edileceği için biraz zaman alabilir, ama işte devletin organizasyonu buna göre kurgulanırsa, o zaman bu zaman kaybı da önlenecektir.
Bizce koalisyon hükümetleri demokrasi açısından da çok daha uygun bir yapı arz ediyor.
Bir düşünsenize... Hiç bir çağdaş batı ülkesinde, yetkileri, gücü bu kadar fazla bir Başbakan var mıdır? Bir Başbakan her istediğini yaptırabilecek güce sahip midir? Bırakın Başbakanı örneğin bir Maliye Bakanının, her istediği işi yapma veya yaptırabilme gücü var mıdır?
Bir çağdaş, demokratik bildiğimiz ülkeleri, bir de Türkiye’ye gözüne getirip kıyaslayın... Benim diyen Başkanlık sistemlerinde, bir Başkanın bile bu kadar güç ve yetkisi olabilir mi?
Bu güç ve yetki iyi kullanıldığında iyidir de, aynı zamanda baskıcı bir rejim için de rahatlıkla kullanılabilir. Son dönemde, AKP iktidarının Demokrat Parti iktidarının baskıcı son dönemlerine benzetilmesi de belki bu nedenledir, kimbilir.
Tamam, geçtiğimiz 4 yılı aşkın sürede, çoğunluk iktidarı nedeniyle işler hızlı yürüdü, iş álemi büyük paralar kazandı. Ancak bu hükümetin ilk başta IMF’ye rest çektiğini çabuk unuttuk.
Her kesim gibi iş álemi de, şu an her istediğini yaptıran hükümetin, hem Cumhurbaşkanlığı hem aynı çoğunluk iktidarına sahip olup, gücünü artırmasını ister mi sanıyorsunuz?
İşte bu nedenle, eğer mekanizmalar kurulursa, koalisyon hükümeti istikrara tehdit oluşturmaz. Aksine daha demokratik bir ortamda, daha dengeli yönetim sağlanabilir.
İş álemi de, diğer kesimler de, bütün bu nedenlerle, koalisyon hükümetlerini kategorik olarak reddetmekten vazgeçmeli. Zaten şimdi vazgeçmezlerse, ilerde vazgeçmek zorunda kalacaklar.
Bizce, seçim öncesi aksini söyleseler de, mevcut partilerin hepsi, gidişatı sürdürmek zorunda.
Yazının Devamını Oku 
19 Mart 2007
GEÇTİĞİMİZ hafta Tayyip Erdoğan istirahatte olmasına rağmen, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin gündemin ilk sırasına oturmaya başladığını, herhalde hissetmişsinizdir. Hem de Cumhurbaşkanlığı’na en yakın aday hala Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kendisi iken... Aslında Cumhurbaşkanlığı seçimi için AKP’nin yaptığı anketler ya da CHP lideri Deniz Baykal’ın Erdoğan’a ilişkin iddiaları, gündemin ilk sıralarında gibi gözükse de, bizce içten içe, asıl olarak genel seçimler daha fazla tartışma konusu oluyor. Şu anda halka bu tartışmaların yoğunluğu, tam anlamıyla yansımış değil ama karar alıcılarda, iş aleminde genel seçimler çok yoğun olarak tartışılmaya başladı. Bu da önümüzdeki günlerde halka yansıyacağının bir işareti sayılmalı.
Biliyor musunuz; banka yönetimleri, banka iktisatçıları bir süredir bir yandan ABD’deki Japonya’daki gelişmeleri takip ederken, öte yandan da çok yoğun biçimde yapılan anketleri, Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler için ortaya çıkan ihtimaller ve bu ihtimallerin yaratacağı etkiler üzerinde yoğun biçimde çalışmaya başladılar.
Şu anda inanın banka iktisatçılarının çoğu, Kürtlerin bağımsız girmesi halinde AKP’nin milletvekili sayısının ne kadar düşeceğini, indirilen seçim yaşının hangi partiye ne kadar oy getireceğini, geçen seçimlerde sandığa gitmeyen 2 milyonu aşkın kişinin bu kez sandığa hangi koşullarda gideceğini, bunlar oy kullanırsa tablonun ne kadar değişeceğini, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması halinde bunun genel seçimlere nasıl yansıyacağını, Erdoğan’ın örneğin anketle sorulan AKP’li kişilerden birini aday göstermesi halinde bunun genel seçimlere nasıl yansıyacağını, yani siyasi ihtimalleri yoğun biçimde tartışıyor.
Hatta şimdiden, bırakın kaç partinin genel seçimde meclise gireceğini, bütün bu detay ihtimaller üzerinde bile, kendi aralarında bahis oynamaya başladılar.
Bir süredir devam eden "Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığı’na aday olacak mı?" bahsi ise hálá moda ve bahis bedelleri epeyce birikti. Yani Nisan 15’den sonra, çoğu döviz bazında, oldukça yoğun paralar bu bahis sonuçlarına göre el değiştirmiş olacak...
İŞ ALEMİNİN SENARYOLARI
Bilindiği gibi; iş alemi genel olarak koalisyon hükümetlerine karşıdır. Koalisyon hükümetlerinde kolay karar alınamadığını, ekonominin bundan olumsuz etkilendiğini düşünürler. Bu korkularının altında ise özellikle milliyetçi cephe döneminden kalma koalisyon korkuları vardır. Yine son üçlü koalisyon hükümetini de hep kötü yönleriyle, çıkardığı krizle anarlar. Halbuki artık koalisyon hükümetlerinin zamanın birer gerçeği olduğunu, çabalar artık, "koalisyon hükümetlerinin sağlıklı çalışacakları bir yapıyı nasıl kurmak gerektiğine" verilmiş olsa, bizce çok daha gerçekçi bir yola girilmiş olur.
"Koalisyon hükümetlerinin böylesine bir dönemde çok daha yararlı olabileceğine" inanan, AKP Hükümeti döneminden yola çıkarak çok daha demokratik bir ortam sağlanacağına emin olan kişilerden biriyim. Ancak bu konuya daha sonra gelmek istiyorum.
Son günlerde yavaş yavaş, o koalisyon hükümetlerinden korkan iş aleminin kendi arasında "acaba daha iyi olabilir mi?" diye tartışmaya başladığını gözlüyorum. Bunun en büyük nedeni elbette TBMM’ye bu kez 3, belki 4 partinin girecek olması, anketlerin bu yönde çıkması. Bir de tabii, iş aleminin, özellikle de büyüklerin "kesinlikle cumhurbaşkanlığı ve hükümetin ikisinde birden AKP ağırlığının bulunması doğru değil" yargısının oluşması belirleyici. Eğer olabilirse, en tercih ettikleri tablo, Cumhurbaşkanlığına üzerinde uzlaşılan TBMM dışından bir kişinin çıkması, genel seçimlerde de güçlü bir ikili koalisyonun oluşması. AKP içinden eşinin başı açık bir kişinin Cumhurbaşkanlığı, AKP’nin de içinde bulunduğu bir koalisyon Hükümeti de yine tercih edilen ikinci senaryo. Dolayısıyla en korktukları senaryo ise Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olup, AKP’nin şu andakine benzer bir çoğunlukla iktidar olması.
Sonuç olarak; iş alemi özellikle bu dönemde iyi kárlar elde ettikleri için AKP iktidarına bağlı görünüme girdiler ama bu kadar baskın ve muhafazakar iktidar da istemiyorlar, doğal olarak...
Yazının Devamını Oku 
17 Mart 2007
IMF’nin 4’üncü madde değerlendirmesinde, harcamalara sınır konulmasının istendiğini, bu konunun özellikle seçimlerden sonra, 2008 yılından itibaren mali disiplinin korunması açısından, yoğun olarak tartışmaya açılacağını, daha önce söylemiştik. Türkiye Ekonomi Araştırmaları Vakfı (TEPAV), dün 2006 yılı bütçesine ilişkin kapsamlı değerlendirmesini yayımladı. Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından açıklanan 2006 yılı bütçe açığının 3.9 milyar YTL değil, aslında 5.2 milyar YTL olduğu belirtilen TEPAV raporunda; bir defalık gelirlerin dışarda tutulması halinde, AB normlarındaki açık 18.5 milyar YTL’ye çıkıyor.
TEPAV değerlendirmesinde, 2006 yılı başında tahmin edilenden oldukça düşük gerçekleşen bütçe açığında bütçe gelirlerinin başlangıç hedefinden 11 milyar YTL fazla vermesinin etkili olduğu ifade edildi. Buna karşılık 2006 yılı bütçe sonuçlarının tartışmalı olduğunu kaydedilen raporda, bir defalık tedbirlerle bütçe dengesinin iyileştirilmesinin yanında, mali raporlama standartlarına uygun olmayan bir şekilde bütçe gelirlerinin gösterimi ve bir sonraki yıla ertelenen harcamaların varlığının bu tartışmaların odak noktasını oluşturduğu kaydedildi. Yerel yönetimlere yapılan 1.2 milyar YTL ödemenin gider kaydedilmemesi, 1.4 milyar YTL’lik emeklilere vergi iadesi avans ödemelerinin bütçeye gider yazılmak yerine bütçe dışında mahsup edilmesi, 1.7 milyar YTL’lik ilaç, akaryakıt gibi mal ve hizmet alımlarından devlet adına doğan yükümlülüklerin gider yazılması gerektiği halde, bir sonraki yıla devredilen yükümlülüklere eklenmesinin, tartışmalı konular olduğunun altı çizildi. İşte bu düzeltmelerden sonra 2006 yılı bütçesinin asıl açığı 18.5 milyar YTL’ye çıkıyor. Bu açığın milli gelire oranı ise yüzde 3.3 ediyor.
Kısacası; Başbakan Tayyip Erdoğan’a açıklattırılan bütçe, aslında o kadar parlak değil. Ama şunu da kabul etmek lazım ki; hangi hükümet olsa böyle bir şov yapmayı denerdi, çünkü öyle ya da böyle, kılıfına uydurulmuş olsa da, uzun zamandır böyle bir bütçe dengesi yaşanmamıştı.
HARCAMALARDA YÜZDE 18 ARTIŞ
Ancak bundan sonrası için artık böyle parlak bir tablo beklenmemeli. Çünkü TEPAV raporunda da belirtildiği gibi, harcamalar vergi gelirlerinin çok üzerinde artıyor. Örneğin 2006 yılında faiz dışı harcamalar aynı baza getirilmiş 2005 rakamlarına kıyasla yüzde 15.3 oranında artmış. Ertelenmiş harcamalar da dikkate alındığında, bu harcamalardaki artış yüzde 18’i buluyor.
TEPAV raporunda dikkat çekilen bir başka unsur da "yapısal reformlara rağmen esnekliğin olmadığı harcamaların payının düşmediği" gerçeği. TEPAV, 2006’da bütçe harcamaları içinde esnekliği olmayan harcamaların payının yüzde 74.8’e çıktığını saptamış. Bu oranın istikrar programı öncesi döneme göre, az da olsa, yükselmiş olmasının, "yapısal düzenlemelerin ve tedbirlerin etkisinin bütçe üzerinde sınırlı kaldığını gösterdiği" belirtiliyor.
Bu arada raporda harcamalar AB ülkelerindeki harcamalarla karşılaştırılıyor ve sağlık harcamalarında AB ülkeleriyle nitelik farkı bulunduğu, savunma ve güvenlik harcamalarının ise AB ortalamalarının biraz üzerinde seyrettiği, dinlenme eğitim ve kültür ve din hizmetlerinde de AB ortalamalarının altında kalındığı ve bu fonksiyonun yarısından fazlasının diyanet hizmetlerine ayrıldığının altı çiziliyor.
Özetle; yapısal reformlardan beklenen harcama tasarrufunun sağlanamamasının, bütçe dışındaki kurumların mali dengelerindeki olumsuzlukların ortaya çıkmasının, bütçe üzerindeki mali baskının artmaya başladığını gösterdiği bir gerçek.
AKP Hükümeti, şimdilik bu eksikleri halı altına süpürerek gözlerden uzak tutmaya çalıyor. Ancak bu açıklar var ve giderek saklanamayacak boyutlara ulaşıyor. Bunun da ötesinde mali disiplin için gereken harcama tasarrufu bir türlü sağlanamıyor.
İşte bu nedenle de IMF "harcama artışına sınır konulmasını" istiyor.
Bizce 2008 yılında harcamalara ağırlık veren yeni bir ekonomik program gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 
15 Mart 2007
MERKEZ Bankası, aylık rutin Para Politikası Kurulu toplantısını bugün gerçekleştiriyor. Bu toplantı tam da dünyadaki dalgalanma, küresel likiditedeki radikal değişiklik tartışmalarının ortasına denk gelmiş durumda. Dışarıya bakacak olursak, Japonya, ABD ve Avrupa merkez bankalarına kıyasla, bizim merkez bankamızın işi çok daha kolay görünüyor. En azından şimdilik daha kolay diyebiliriz.
Çünkü, TC Merkez Bankası son oylarda temkinli tutum takınmış, çizilen pembe tablolara, Hükümetten hatta piyasalardan gelen "artık faiz indirmesi lazım" seslerine rağmen, temkinli tutumunu sürdürüp, faizleri uzun süredir sabit tutma yolunu tercih etmişti.
İşte bu nedenle bugün TC Merkez Bankası karar verirken, diğer merkez bankalarına kıyasla çok daha rahat görünüyor. Çok büyük ihtimalle Kurul, faizleri değiştirmeme kararı verecek.
Şimdilik rahat, çünkü bu küresel likiditedeki dalganın ne kadar süreceği, boyutlarının nereye varacağı henüz bilinmiyor. Eğer bu dalga, süresi ve boyutları büyüyerek devam ederse, o zaman daha geçen ayki yoğun beklentilerin tersine, faiz artırmak zorunda bile kalabilir.
O zaman, yani bundan birkaç ay sonra, bu dalganın devamı halinde, TC Merkez Bankası’nın vereceği karar, diğer merkez bankalarına kıyasla, bu kez çok daha zor bir karar olur.
Çünkü, nisan ortası ile mayıs ortası arasında Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecek, daha sonra da genel seçim havasına girilecek. Yani TC Merkez Bankası teknik olarak faiz artırmak zorunda kalabilir ve bu aşamada Hükümetle yine ters düşebilir.
Ancak Merkez Bankası’nın bu takdirde kararını zorlaştıracak en önemli unsurun "kimin Cumhurbaşkanı adayı olacağı"na bağlı olduğunu unutmayalım. Başbakan Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığına çıkmaktan vazgeçer, herkesin üzerinde mutabık kalacağı bir kişiyi bu makama önerirse, o zaman piyasalar çok rahatlayacaktır. Yani dışardaki dalga devam etse, dalga boyu büyüse bile, Türk ekonomisinin ve piyasaların küresel dalgadan etkilenmesi, ancak dış dünyadaki kadar olur.
Buna karşılık korkulan olur bir cumhurbaşkanlığı tartışması başlarsa ve dalga boyutu büyür, süresi uzarsa, o zaman Türk ekonomisinin herkesten, tüm gelişmekte olan ülkelerden çok daha fazla olumsuz etkileneceğini söylemek için ise, kahin olmaya gerek yok.
SAKİNLEŞMESİ ZAMAN ALACAK GİBİ
Dalganın boyutlarının genişleyerek bir süre daha devam edeceği konusunda, hem iç hem de dış piyasalarda bir görüş birliği olduğunu görüyoruz Yani büyük ihtimalle, Cumhurbaşkanlığı süreci dışardaki küresel dalganın devam edeceği bir döneme denk gelebilir. İşte bu nedenle, bu fikir yürütmelerin şimdiden yapılması gerektiğine inanıyoruz.
Piyasa uzmanlarına baktığımızda, önceki gün dışarıda, dün de bizim piyasalarda başlayan harekete "ikinci dalga satış" denildiğini görüyoruz. Bu hareketin ABD’den kaynaklandığı, riskli konut kredilerindeki bozulmadan kaynaklandığını görüyoruz. İşte bu nedenle hareketin Türkiye’nin de içinde bulunduğu gelişmekte olan ülkelerde, özellikle de hisse senetleri piyasalarında ciddi bozulmalara neden olabileceği konuşuluyor.
Bizce bazı uzmanların, "bu hareket daha büyük bir hareketin başlangıcı" görüşüne katılmak için, henüz erken. Ancak bu, büyük bir hareketin başlamayacağı anlamına da gelmiyor. Ancak biraz daha beklenmesi gerektiğini, özellikle carry-trade’in hala cazip olduğunu söyleyenlere, yani piyasaların dengelenebileceğini söyleyenlere de kulak verilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
O nedenle dünyadaki dalgaya bağlı olarak birkaç hafta içerisinde Türkiye’de de piyasaların durulabileceğini söyleyenlerin sayısı, hálá bir hayli fazla. Ancak bu tahminler birer temenni olarak mı kalacak, bunu daha sonra görme imkanımız olacak.
İçeride, geçen dalganın da moraliyle, piyasaların daha sakin olduğunu, henüz bir panik ortamının oluşmadığını, rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bizce piyasaların gözü bir yandan ABD’den gelecek verilere çevrilmişken, bir yandan da Cumhurbaşkanlığı tartışmalarında olacak. Siyasetin piyasalara etkisi çok büyük olacak.
Yazının Devamını Oku 
13 Mart 2007
IMF Heyeti, bu hafta da Ankara’daki temaslarına devam edecek. Bu hafta sonunda ülkeden ayrılmasını bekliyoruz ama yapılması gerekenler konusunda hala netlik oluşmadığı için, bu gözden geçirme çalışmalarının bir-iki ay daha sürmesi bekleniyor. Yani IMF Türkiye Masası bu hafta sonu geri döner ama e-mail’lerle gözden geçirme devam eder, gibi geliyor bize...
IMF Heyetiyle birlikte, bu kez Avrupa Bölümü Direktör Yardımcısı Susan Schadler’de Ankara’da idi. Schadler’ın görevi daha çok, IMF’ye üye her ülke için yılda bir yapılan 4. madde konsültasyonu idi. Hazine tarafından geçen hafta yazılı bir açıklama yapılarak, 4. madde konsültasyonu için IMF’nin hazırladığı Değerlendirme notu kamuoyuna duyuruldu.
Küresel dalga ve iç piyasaya etkileri nedeniyle, gazetelerde, bu konsültasyon notu bizce yeterince ilgi görmedi. Her şeyden önce bu notun neden yayımlandığını, neden yazılı bir açıklama yapıldığını pek anlamadık. IMF görüşleri konusunda Devlet Bakanlığı ve Hazine’nin pek şeffaf olmak istemediğini, yayınlatmadığı raporlar nedeniyle biliyoruz. O nedenle, tahminimiz o ki; IMF bu değerlendirme notunun kamuoyuna açıklanmasını şart koşmuştur ve bu nedenle Hazine bir akşam üzeri yazılı açıklama yapmıştır.
Peki, Devlet Bakanlığı istememiş de, IMF neden böyle bir şeyi istemiş olabilir?
Bu notta bizce ileriye dönük olarak alınması gereken ciddi önlemlerin ipuçları da veriliyor. Belki Bakan Ali Babacan, yine "IMF istedi de yapıyorlar" denmemesi için, ileride kendi fikirleriymiş gibi bazı tedbirleri açıklamak istemiştir. AB için hazırlanan "Yol Haritası" konusunda da Babacan’ın "kendi eylem planımız gibi açıklayalım" dediğini duyuyoruz.
IMF’nin değerlendirme notunda, milli gelirin yüzde 6.5’u oranında bir faiz dışı fazla hedefinin sürdürülmesinin 2007 kamu mali hedeflerinin gerçekleşmesi, enflasyonun düşürülmesi ve finansal piyasa güveninin muhafazası için önemli olduğu belirtilerek. "Bu amaca ulaşmak için harcamaların belli sınırlar dahilinde tutulması büyük önem arz edecek olup, bütçe kalitesini azaltan ve vergi tabanını daraltan bir defaya mahsus girişimlerden kaçınılmalıdır" denildi.
Bizce IMF’nin değerlendirme notundaki en önemli unsurlardan biri ise "orta dönem için IMF’nin harcama artışına sınır getirilmesini istemesi" oldu. Bu öneriyi önümüzdeki dönem, özellikle de seçimler sonrası üzerinde yoğun olarak tartışılacak bir husus olarak görüyoruz.
YENİ STAND-BY YERİNE
IMF’nin değerlendirme notunda, orta vadede, başarılması gereken husus, "Maliye politikalarının; kamu borcunun düşürülmesi ve bozucu etkileri olan vergilerin azaltılmasına yönelik temel hedeflere odaklanılması suretiyle oluşturulması" olarak belirtildi. Borcun daha güvenli bir seviyeye (net bazda milli gelirin yaklaşık yüzde 30’u) düşürülmesinin orta vadede kamu maliyesi önceliği olduğu konusunda ekonomi yönetimiyle mutabakat sağlandığı belirtilirken, yüzde 6.5’luk FDF hedefinin 2008 sonrasına kadar korunması istendi. Daha sonra, borç hedefinin ulaşılabilir olması kaydıyla, faiz dışı fazla hedefinin düşürülmesi imkanının oluşabileceği belirtilirken, "Bu aşamada maliye politikası için yeni bir çapaya ihtiyaç duyulacaktır. Bu kapsamda yetkililere, maliye politikasına ilişkin bir kuralın (harcama artışı veya toplam açığa bir sınır konulması gibi) dikkate alınması önerilmektedir. Harcama üzerine açık bir sınır getirilmesi, sadece borcun düşük seviyede kalmasına yardımcı olmakla kalmayacak, aynı zamanda istihdam ve banka aracılık işlemleri üzerindeki yüksek vergi yükünün azaltılması gibi, büyümeyi artırmaya yönelik vergi reformları için de kaynak yaratacaktır" değerlendirilmesine bulunuluyor.
Değerlendirme notunda kamu mali yönetiminde ve mali şeffaflıkta iyileştirmelerin devam etmesi, personel ve sosyal güvenlik reformları gibi tedbirlerin uygulanması de isteniyor.
Özetle; IMF "Benimle yeni stand-by yapmayacaksan, gelecek yıl bu tür çapalar koy, yoksa işler iyi gitmez" diyor. Stand-by olmadan Türkiye’nin ekonomik istikrarının sürmesi için yeni çapalara ihtiyaç var. Zaten AB çapası gevşedi, IMF çapası da gevşerse sonu kötü olabilir.
Sizce Türkiye’de bir Hükümet, kendiliğinden, harcamasına yasal sınır koyup, uygular mı?
Yazının Devamını Oku 
12 Mart 2007
GEÇTİĞİMİZ hafta yayımlanan ekonomiye ilişkin bazı veriler, aslında ekonominin bildiğimiz gibi, belki geçen yılki gibi, devam ettiğini gösteriyor. Örneğin sanayi verilere baktığınızda, Ocak ayında sanayi üretiminin artmaya devam ettiğini görüyorsunuz. Geçen yılın aynı ayına göre yüzde 14..8’lik artış var ama geçen yıl çalışılan gün sayısı tatil nedeniyle fazla olduğu için bu artış oranı asıl trendi göstermiyor. Çalışılan gün sayısına göre düzelttiğinizde ise yüzde 0.4 gibi bir artış ortaya çıkıyor. Bu da yine ihracat destekli. Yani üretimde küçük artışlar devam ediyor ve bu artışlar dış talep kaynaklı.
Enflasyon beklentileri de geçen yılın aynısı gibi. Geçen hafta yayımlanan Mart ayının birinci beklenti anketi sonuçlarında, yıl sonu enflasyon beklentisi artış gösterdi. Bu kez sadece 1 yıl değil, 2 yıllık enflasyon beklentisinde de, daha küçük de olsa, bir artış söz konusu. Aynı beklenti anketinde yıl sonu cari açık beklentisi düşerken, faiz ve büyüme beklentileri de bir önceki aya kıyasla yine kötüleşme gösterdi. Yıl sonu büyüme beklentisi yüzde 4.7’ye düşerken, faiz beklentisi 5 yıllık devlet tahvilinde üç ay için yüzde 18.9’dan yüzde 19.2’ye, 12 ay için ise yüzde 16.6’dan yüzde 16.7’ye çıktı.
Bu beklenti anketinin küresel likidite kaynaklı dalgalanma dönemine denk geldiğini, bizce unutmamak gerekiyor.
Yani beklentilerde de fazla değişiklik yol, dalgalanmaya, döviz kuruna bağlı olarak enflasyon, büyüme ve faiz beklentileri de dalgalanmaya devam ediyor. Küçük küçük dalgalanmalar da olsa, beklentiler inişli çıkışlı bir trend izlemeye devam ediyor.
Geçen hafta yayımlanan son veri ödemeler dengesi tablosu idi. Ocak ayına ilişkin olarak cari açık beklentisi 2 milyar dolar iken, gerçekleşme 2.248 milyar dolar oldu. Son 12 aylık cari açık rakamı değişmezken, hala 31.5 milyar dolar gibi yüksek bir rakama denk geliyor.
Buna karşılık, yine cari işlemler açığının finansmanının, dışarıdan yüklü sermaye akışlarıyla finanse edildiği, yani bir sorun olarak ortaya çıkmadığı gözleniyor.Doğrudan yabancı sermaye girişleri; Akbank’ın yüzde 20’lik hissesinin Citibank’a satışı ve Finansbank hisselerine yapılan çağrı nedeniyle Ocak ayında toplam 6.1 milyar dolara ulaştı.
Bu arada Ocak ayında turizm gelirlerinde düşüş oldu ama bunun turist başına harcanan döviz miktarındaki azalma ve turizm giderlerindeki artıştan kaynaklandığı görülüyor.
2007’Yİ BÖYLE ATLATSAK ÇOK İYİ
Yani cari açık yüksek kalmaya devam ederken, dış kaynaklı finansman nedeniyle, bu sorun çok fazla ön plana çıkmıyor.
Özetle; Türkiye ekonomisinde yılın ilk verileri geçen yıla göre değişen bir şey bulunmadığını, olan sorunların da dış kaynakla örtülüp, performansın genelde olumlu sürdüğünü gösteriyor.
Ancak değişen şey uluslar arası ve ulusal konjonktür...
Cuma günü açıklanan ABD istihdam verileri bu haftaya piyasaların daha sakin bakmasını sağlasa da, hala önümüzdeki birkaç ay küresel likiditede dalgalanma yaşayacağını kabul eden piyasa oyuncularının sayısı ağırlıkta. Aslında bankacıların tek tek çıkıp, "Dalgalanma olur ama bunu daha yumuşak atlatacağımızı geçtiğimiz haftalarda ispat ettik" gibi sözler etmeleri bile, yeni bir dalga veya dalgalar beklediklerini açıkça gösteriyor.
Bunun da ötesinde, artık adayların açıklanacağı Nisan ayı ortası yaklaşıyor ve giderek cumhurbaşkanlığı krizi de ısınmaya başlıyor. Yanısıra, Kara Kuvvetleri Komutanı’nın sürpriz Diyarbakır açıklaması, bu bölgede de havaların ısınacağının işareti gibi geldi bize. Bununla birlikte Kuzey Irak sorunun ısınması ve Hükümet ile Silahlı Kuvvetler arasındaki görüş ayrılıklarının iyice su yüzüne çıkması da, sanki sürpriz olmayacak gibi...
Yani, yılın ilk aylarına ilişkin ekonomik veriler, çok iyi olmasa da, bir seçim yılı için hiç de yabana atılmayacak kadar iyi rakamlar. Mühim olan bunun böyle devam etmesi. Biz 2007’yi bu şekilde kapatırsak, epeyce ucuz atlatmış sayılırız. Ama gelen iç ve dış sıkıntılar, belli ki trend değişikliklerine yol açabilecek büyüklükte. Umarız çok kötü, kayıp bir yıl yaşamayız.
Yazının Devamını Oku 
10 Mart 2007
DEVLET Bakanı Ali Babacan, dün Halkbank’ın performansıyla ilgili geniş bir toplantı yaptı. Babacan’ın genel olarak kamu bankaları yönetim felsefesi ve yaptıklarına da değindiği toplantıdan ilginç ipuçları edindik ve sizinle paylaşalım istedik. Toplantıda Halkbank Genel Müdürü Hüseyin Aydın, bir soru üzerine bankalarının Anadolu yaklaşımına sokacağı firma sayısının 19 bin, toplam alacak miktarının ise 400 milyon YTL olduğunu söylemiş. Çalışmaların bitmek üzere olduğunu kaydeden Aydın, bu ayın sonu, en geç Nisan başı itibariyle Anadolu yaklaşımının fiilen hayata geçirileceğini kaydetmiş. Bakan Babacan, Bankalar Birliği’nin Anadolu Yaklaşımı’na ilişkin standart bir sözleşme hazırladığını belirtip "Bankalar Birliği Başkanı Ersin Özince ile konuştuğunu, bu ay sonuna sözleşmeyi yetiştireceklerini söylediği" bilgisini de aktarmış.
Belki hatırlıyorsunuz; zamanında Anadolu Yaklaşımı’nın daha çok kamu bankalarına borçlu firmalar için çıkarıldığını, özel bankaların buna yanaşmayacaklarını, dolayısıyla bunun bir seçim yatırımı sayılması gerektiğini söylemiştik.
Her şeyden önce üsluba bir bakalım... Devlet Bakanı Ali Babacan aslında Anadolu yaklaşımı ile direk ilgilenmesi gereken bir kişi değil. Ama belli ki Bankalar Birliği Başkanını arayıp bu uygulamanın biran önce uygulamaya girmesi için, Birliğin tip sözleşmeyi biran önce hazırlamasını rica etmiş. Seçim yaklaşıyor, öyle ya...
Halk Bankası Genel Müdürü de çalışmaların zaten tamamlandığını bu sözleşme gelince hemen borç yapılandırmalarına başlayacağını söylüyor. Ne çabuk hazırlanmış değil mi?
Anlıyor musunuz şimdi, Anadolu yaklaşımının ne için çıktığını?
Sadece satır aralarındaki bu itiraflar değil, verilen sayılar da Anadolu yaklaşımının siyasi yönünün ağır bastığını, konunun daha çok kamu bankaları işi olduğunu açıkca ortaya koyuyor. Bakan Abdüllatif Şener Anadolu yaklaşımına girecek toplam firma sayısının 70 bin firma olduğunu açıklamıştı.
Yani Anadolu Yaklaşımı’na girecek toplam 70 bin firmanın sadece 20 bini Halk Bankası’na borçlu bulunuyor. Kabaca, Ziraat Bankası’nın da en azından bir o kadar yaklaşıma sokacak firması bulunduğunu var sayarsak, zaten 40 bin firma ediyor.
Biz teorik olarak hesaplanan 70 bin firmanın özel sektör bankalarına düşen kısmının çok azının Anadolu yaklaşımından faydalandırılacağını düşünüyoruz. Yani zaten 70 bin rakamı da bulunmaz.Bu nedenle rahatlıkla söyleyebiliyoruz ki; büyük ağırlık kamu bankalarında olacak.
KAMU BANKALARINA MÜDAHALE
Devlet Bakanı Ali Babacan, altını çize çize bu bankaların geçmişte siyasi müdahalelere maruz kaldığını ama şimdi bunun olmadığını, şimdiki kamu bankaları yöneticilerinin çok daha başarılı olduğunu söylemiş. Hatta kriz ve kamu bankaları ilişkisi için de çeşitli sözler etmiş.
Her şeyden önce şunu söyleyelim ki, kamu bankalarının geçmişte siyasi kararlardan olumsuz etkilendiği açık. Ancak bu şimdi olmuyorsa, tek nedeni IMF programıdır. Kaldı ki; şu anki başarının en büyük nedeni, Kemal Derviş’in, döneminin kamu bankaları Başkanı Vural Akışık’ın ısrarıyla verdiği bol kepçe devlet tahvilleridir. Hala onun neması yeniyor. Bu elbette kamu bankalarının mevcut yönetiminin başarısız olduğu anlamına gelmiyor ama insaf biraz...
Ayrıca Anadolu yaklaşımı yani daha çok kamu bankalarının etkileneceği bu yaklaşımın tümüyle siyasi bir karar olduğu da açık. Hani artık kamu bankalarına etki yoktu?
Babacan, Halkbank için blok satıştan vazgeçilmesi konusundaki sorulara yanıt verirken tam anlamıyla top çevirmiş. Efendim, blok satış düşündükleri zamanki fırsatlar şu an yokmuş, şimdi bu yöntem daha iyiymiş... Bizce söylediklerinin doğru olmadığını, şu anda blok satış yapılmış olsa kamunun en büyük faydayı elde edecek durumda olduğunu, bizce Babacan da çok iyi biliyor. Babacan bir soru üzerine de TESKOMB’un yüzde 15 hisseyi alma planı konusunda "Bunun çok yanlış olduğunu, kredi kullananın aynı zamanda banka ortağı olmasının çıkar çatışması doğuracağını" söylemiş. Bizce Babacan bu konuda son derece haklı.
Yazının Devamını Oku 