19 Ocak 2009
FARKINDA mısınız; AKP Hükümeti göreve geldiğinden buyana sağlıkla ilgili sürekli yeni bir şeyler ortaya atıyor, bir şeyleri uygulamaya koyuyor, kaldırıyor, sonra eskisine dönüyor... Sağlık Bakanı baştan beri aynı bakan olduğuna göre, demek ki en azından Başbakan tarafından başarılı görülüyor. Belki de "başka bağlantılar" var onu bilmiyoruz, tabi ki...
Sağlık Bakanının başarılı görünmesinde Başbakan tek kriteri, halkın düşüncesi olabilir. Buna bakarak da halkın sağlık politikasındaki değişikliklerden memnun olduğunu söylemek lazım.
Bu bir ölçüde doğru.. Çünkü sağlıkla ilgili olarak "tüm vatandaşların her türlü hastaneye gidip muayene olabildikleri bir sistem kuruldu" havasının genel olarak yaygın olduğu gözüküyor.
Siyasetçiler, öncelikleri doğrultusunda, kamu kaynaklarını seçtikleri yere yoğunlaştırabilirler. Başka bir deyişle kıt kaynakları yönetmek siyasetçi tercihine bağlıdır ve siyasetçiler dar olduğu için kaynakların kullanımını iyi seçmek zorundalar.
Sağlıkta da belirli tercihler yapıldı ve buna göre davranıldı. Daha sonra kaynakların yetmediği görülüp tekrar çark edildi, o da olmadı. Benim gördüğüm; AKP hükümeti döneminde sağlıkta iyi şeyler yapılmakla birlikte, belirli bir sistem ve plan bulunmuyor. Sürekli olarak uygulama değişiyor, yani "deneme yanılma" ile bir gidiş söz konusu. Çağdaş ülke sistemlerine yakın bir sistem geliyor diyorsunuz, ertesi gün tam tersi, ilgisi olmayan bir uygulama yapılabiliyor.
Yani sağlık politikası tam bir keşmekeş içinde, plansızlık hakim, özetle kötü yönetiliyor..
Örneğin; genel sağlık sigortası, sosyal güvenlik sistemiyle birlikte hayata geçirilmeye çalışılan çağdaş bir sistem. Bu sistemde tüm vatandaşlar sağlık hizmeti alabilecekler ama paranın da bir kurum tarafından ödenmesi gerek. Böyle sistemleri sadece popülist yanıyla ortaya koyarsanız, kaynakları bu sistemi çeviremez. Yani ayağı yorgana göre uzatmak gerek.
Bu arada, yapılanların AKP’ye yakın, hatta "birinci derecede yakın" kişilerin, bu alandaki yatırımlarına uygun ve onların karını maksimize etmek için yapıldığını, sistemin bilerek kargaşaya çevrildiğini düşünenler de var. Bir kaç yeni özel hastane dışında, doktoru, hastası, eczacısı, hepsi mutsuz. Onbinlerce eczacı ilk kez bir Hükümeti protesto için sokağa çıktı, "yakınların sistemi"ni kurmak için, eczanelerin bilerek bitirildiğini iddia ediyorlar.
SEÇİMDEN SONRA TUFAN
Bu arada geçen hafta alınan bir kararla sağlık sisteminin özünü oluşturan unsurlardan biri olan sevk zinciri sisteminden, yeniden vazgeçildi. Hem de aile hekimliği devam edecekken...
Bununla birlikte özel hastanelerin aldığı fark ücretinin yüzde 30’la sınırlandırılmasından yine vazgeçiliyor. Sınıflandırma yoluyla A sınıfı özel hastanelerin yüzde 100’e kadar fark ücreti almasının önü açıl acak, diğer hastanelerde ise fark ücreti yüzde 70’e kadar çıkabilecek.
Bu, sağlıkta pilot uygulaması bile başlatılan sistemin "sil baştan edildiği" anlamına geliyor.
Aslında belki de daha önemli yanı, bu kararın yaklaşan seçimler nedeniyle alınmış olması. yani seçimler adına pilot uygulaması başlatılan sistem sil baştan ediliyor.
Çünkü aile hekimliği buna bağlı sevk zinciri sistemi, yine daha önce uygulamaya sokulan özel hastanelerde kaldırılan fark ücretinin kaldırılması, eczane aşamasında ücret alınması geniş kesimlerde tepki çekti. Tepki çekti o zaman seçime kadar bunu durduralım dediler...
Peki, bu sistem seçimden sonra yeniden uygulamaya girer mi? Hiç şüpheniz olmasın...
Niyet açık; yanlış ve sürekli değişen sağlık politikası ve uygulamaları nedeniyle, hiç kimseyi memnun edemediler; şimdi yeniden başa dönüyorlar. Kaynaklar yetmiyor ama olsun...
Şüpheniz olmasın; seçim sorası başka bir uygulama gelir, sonra belki yine kaldırırlar..
Türkiye, "her şeyi yeniden öğrenen ve yakınlarına çıkar sağlayan politikacalar" nedeniyle o kadar büyük maliyetler ödedi ki...
Uzun lafın kısası; sağlık politikası kötü yönetiliyor, bu nedenle kaynaklar çarçur ediliyor, birileri kıt kaynaklar aktarılıp zengin ediliyor, sonunda fatura da halka çıkacak... Oyun belli...
Yazının Devamını Oku 
17 Ocak 2009
MERKEZ Bankası’nın yaşadığımız kriz sürecinde, özellikle de, hükümetle kıyaslandığında, çok daha itibarlı bir yönetim tarzı benimsediği açık. Piyasalar da bu nedenle Hükümet üyelerinin açıklamalarından daha çok Merkez Bankası Başkanının söylediklerini dikkate alıyorlar. Güven sağlamak zor ama güveni kaybetmek kolaydır, bunun örneklerini çok yaşadık...
İşte önceki gün Merkez Bankası’nın yaptığı 2 puanlık faiz indirimi, bence Merkez Bankası’nın sağladığı itibarı zedeleyen, yanlış bir karardır.
Yanlış olmasının en büyük nedeni de "ihtiyatı elden bırakma" tavrıdır. Elbette Merkez Bankası enflasyon açısından artık sorun görmüyor olabilir ancak uluslararası arenada yaşananlar, Başkan Durmuş Yılmaz’ın da dediği gibi, bundan sonra başımıza büyük işler açma potansiyeline sahip. Böyle bir dönemde ihtiyatı elden bırakmamak gerekiyor.
Merkez Bankası’nın bu kadar yüksek oranlı indirime gitmesinde birkaç neden olabilir. Piyasa uzmanları zaten piyasadaki fark nedeniyle 1.25 gibi bir teknik düzeltme bekliyorlardı. Ancak yapılan 2 puanlık indirimi kimse beklemiyordu. Elbette Merkez Bankası ille de piyasanın beklediği faiz kararını almak zorunda değil. Aslında "beklenmeyeni yapıp şok etkisi yaratmak" da Merkez Bankası’nın gerektiğinde uygulaması gereken bir yöntemdir. Ancak neyin niçin yapıldığını piyasaya da iyi anlatmak gerekir. "Ben yaptım oldu" diyemezsiniz.
Merkez Bankası Başkanı’nın son söylemlerinden piyasa, böylesine bir küresel kriz ortamında temkinli olmayı tercih edeceğini anlıyordu ancak çıkan karar bunun tam tersi oldu.
O zaman da insanlar ister istemez, "Acaba Başkan kurula mı sahip olamıyor" diye soruyor.
Merkez Bankası elbette kurumsal bir yapıdır ama başkanının ağırlığı büyüktür. Başkanın söylediklerinin tersine bir karar çıkarsa, bu aynı zamanda kurumsal itibarı da zedeler. Umarım durum böyle değildir. Böyle değilse de, bence başkanın daha dikkatli konuşması gerekir.
Bu kararın bankaların işine geldiği kesin. Merkez Bankası bu kararla, "ucuz para verip tahvil satışını garantile, bankaların kárını artır" yöntemini uygulamakta kararlı olduğunu gösterdi. Ancak bunun sakıncalarını çok çarpıcı yaşadığımızı, bu uygulamanın uzun sürüp bilançoları tahvillerin kaplaması sonucu Demirbank örneğini yaşadığımızı da unutmayalım...
Faiz artırmak indirim kadar kolay değil
ŞOK faiz indirimi şimdilik piyasayı etkilememiş gözükebilir. Ancak birkaç ay içinde özellikle kurlarda bunun etkisini hiç kimsenin şüphesi olmasın, göreceğiz. Merkez Bankası "nasıl olsa kurlar artık enflasyona etki etmiyor" diye rahat hareket ediyor olabilir. Ancak şimdiden yabancı kurumlar Merkez Bankası kararının analizini yaparken, orta dönemde kurları artıracağını kesin bir dille söylemeye başladılar.
Merkez Bankası da, bunu herhalde biliyordur. Belki de "nasıl olsa yükseldikten sonra tekrar bir noktaya geri döner" diye düşünüyor olabilirler. Yani tüm dünyada faizler zorunlu artış sürecine girdiğinde biz de artırırız deyip, şimdilik işi kurtarmak için bu karar alınmış olabilir.
Çünkü biliyoruz ki, Merkez Bankası’nın bu kadar yüksek faiz indirimi kararı vermesi sonucunda "reel sektöre artık kaynak akmaya başlayacak" diye bir şey söz konusu olmayacak. Böyle göz boyamak isteyenler olabilir ama işten anlayanlar biliyor ki; şu anda indireceğiniz faizin reel sektöre hiçbir olumlu etkisi yok, alamayan zaten kredi alamayacak.
Yanı sıra Türkiye’de hiçbir zaman faiz artırma kararlarının, faiz indirme kararları kadar kolay olmadığını unutmayalım. Üstüne üstlük yaşadığımız siyasi süreçte indirim kararı çok daha zor olduğu içindir ki, şimdi faiz indirimlerinde temkinli olmak gereği çok daha fazladır.
IMF’in neden böyle bir karara razı olduğunu sorguladığımızda ise "Büyüme olmayacağı için faiz inmezse borç stoku çok artacaktı IMF bu rakama önem verdiği içindir" yanıtını alıyoruz.
Merkez Bankası bu kararıyla Hazine’nin rahat borçlanıp, bankaların kar etmesini sağlayacak. Hazine’ye garanti karla borç veren bankalar reel sektöre, faiz inse bile, kredi verir mi?
Yazının Devamını Oku 
15 Ocak 2009
HÜKÜMET açık açık IMF ile yeni stand-by anlaşması imzalanacağını söyledi, IMF Heyeti geldi görüşmeler yapıyor ama hálá anlaşmanın tarihi konusunda somut bir açıklama gelmiyor. Ekonomi bürokratlarıyla IMF Heyeti gelmeden önce konuştuğumuzda "Ocak ayı sonunda toplanacak IMF yönetim toplantısına yetiştirmek istiyoruz" demişlerdi.
Ancak bürokrasinin beklentisi bu yöndeyken, Devlet Bakanı Mehmet Şimşek heyet gelmeden hemen önce bir açıklama yapıp çalışmaların tamamlanmasının şubat ayını bulacağını söyledi.
Yaklaşık bir haftadır IMF Heyeti Ankara’da temaslarda bulunuyor ama izlediğimiz kadarıyla çalışmalarda çok fazla bir yol alınmış değil.
Varılan uzlaşma gereği, zaten Heyet gelmeden önce TBMM’de bütçe revizyonları yapıldı. Buna ek olarak, miktarı çok yüksek olmamakla birlikte, birkaç ince harcama revizyonuna daha ihtiyaç duyulduğunu, bunların da yakın zamanda yapılacağını duyuyoruz.
Karşılıklı görüşmelerde, Türkiye’nin bütçede yer alan yüzde 4 büyüme rakamı yerine yüzde yarımlık büyümeyi kabul edip, buna göre rakamları revize ettiğini biliyoruz. Yani teknik görüşmelerde belirli bir aşama sağlanmış durumda.
Ancak ekonomi bürokratları, "Şu anda aslında çok daha ileri bir aşamada olmamız gerektiğini" düşünüyorlar. Ocak ayı sonunda anlaşmanın kesinleşmesini bekleyen bürokratlar, hálá sonuca ulaşma konusunda yavaş kalındığını belirtiyorlar.
Bu ağırdan almanın Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’ten kaynaklandığı düşünülüyor. Bu izlenim sadece bürokratlarda değil, Şimşek ile görüşme imkanı bulan işadamlarında da, bankacılarda da görülüyor. "Artık önlem alınması gerektiğini" söyleyenler, Devlet Bakanı Şimşek’ten sürekli olarak, "Telaşlanacak bir şey yok, marttan sonra uluslar arası piyasalar düzelecek bizde de düzelme olacak" yanıtını alıyorlar.
İşte bu tavır Şimşek’le görüşenlerin yansıtmasıyla, artık piyasalarda konuşuluyor. Piyasalarda "Acaba başka bir plan mı var, IMF ile anlaşma seçim sonrasına mı itilmek isteniyor?" sorusu oluşmaya başladı. Piyasa oyuncuları Ankara’da bu işi bilmesi muhtemel kişileri arayıp, "Gerçekten Hükümetin IMF anlaşmasını savsaklama niyeti olabilir mi?" diye soruyorlar.
HEYET GİDERKEN AÇIKLANSIN
Piyasalarda bu tedirginliğin oluşmasında, bir yandan Şimşek’in söylemlerinin etkisi olurken, öte yandan işlerin ağır gittiği izleniminin yayılması da etkili oluyor.
Özetle; "anlaşma yapılacak" açıklamasına rağmen, piyasalarda "Hükümetin piyasanın gidişatına bakıp, eğer mümkün olursa IMF anlaşmasını seçim sonrasına erteleme hatta hiç yapmama niyeti olup olmadığı?" sorgulanmaya başladı.
Piyasa oyuncuları IMF Heyetinin Ankara’dan ayrılırken yapacağı açıklamaya, bu nedenle büyük önem veriyor. Heyetin bu hafta sonunda ya da önümüzdeki hafta başında ABD’ye geri döneceğini hatırlatan bir bankacı, "Heyetin dönerken yapacağı açıklamada söylenecekler çok önemli. Eğer ’niyet mektubu taslağı üzerinde anlaşmaya vardık’ türü somut bir söz söylenmezse, IMF ile anlaşma konusunda başlayan tedirginlik önlenemez" şeklinde konuştu.
Yani piyasalar Heyet dönerken artık somut bir açıklama yapılmasını, olabilirse anlaşmanın ne zaman imzalanacağı konusunda kesin bir tarih verilmesini bekliyor.
Önümüzdeki şubat ve mart aylarının çok zor geçeceğini hatırlatan aynı bankacı, "Eğer anlaşma imzalanmaz ya da seçim sonrasına erteleneceği izlenimi doğarsa, piyasaları bu kritik dönemde kimse tutamaz, dolar martta 2’yi aşarsa sürpriz olmaz" yorumunu yaptı.
Yani piyasalar IMF ile anlaşmayı, en geç şubat ayında anlaşmanın kesinleşip paranın geleceğini satın almış durumda. Eğer Hükümetin gizli bir niyeti var da anlaşmayı seçim sonrasına atmak istiyorsa, bu mutlaka açığa çıkar. Bu takdirde piyasalar büyük tepki verir.
İşte bu nedenle, IMF Heyetinin dönerken yapacağı açıklama çok büyük önem taşıyor.
Yazının Devamını Oku 
13 Ocak 2009
SON haftada, birkaç kişiden birden, "Ankara’nın krize bakışı" konusunda yakınmalar dinledim. Dışarıda yaşayan, küresel krizi en derinden yaşayan ve küresel etkilerle birlikte Türkiye’ye bakan, dolayısıyla tabloyu daha makro açıdan gören bir iktisatçı, geçen yıl kriz yaklaşırken olduğu gibi, bugün de "Ankara’nın tabloyu göremediğini" belirtiyor. Bir büyük işadamının Avrupa ve ABD’de üst düzey temaslar yaptıktan sonra Ankara’ya gelip duyumlarını, bilgilerini aktardığını, ekonomi yönetimiyle yaptığı temasların sonunda yaşadığı hayal kırıklığını çevresine açıkca söylediğini duydum. Hayal kırıklığının nedeni, "küresel gelişmeler hakkında Ankara’daki rahatlığı anlayamamış" olması.
İşadamı dışarıdaki gelişmeleri, tartışmaları anlattığını buna karşılık Ankara’daki ekonomi yetkililerinden "moralinizi bozmayın, marttan sonra işler düzelir,o zaman herşey yoluna girer" yanıtı aldığını söylüyor.
İşte uluslararası deneyime ve bilgiye sahip kişilere Ankara’da verilen yanıtlar böyle.
Bunlar olurken, küresel krize ilişkin yeniden büyük bir kötümserlik dalgasının yeniden yayılmaya başladığı gözleniyor. Obama’nın geldiği zaman uygulamaya koyacağı önlem paketinin bile şimdiden satın alındığı, buna rağmen kötüleşmenin sürdüğü söyleniyor.
Son günlerde en çok korkulan unsurların başında, mali kesimdeki krizin giderek ağırlaşması ve mevduat bankalarına sıçrama tehlikesi geliyor. Yani yaşanan durgunluğun sonunda mevduat toplayıp kredi veren büyük uluslararası bankaları vurmasından endişe ediliyor.
Bu olduğu takdirde, küresel krizde çok daha büyük dalgaların gelmesi kaçınılmaz olacak. Lehman Brothers’ın batışıyla ortaya çıkan dalgalara baktığınızda, bu tehlike açıkca görülür.
İşte dışarıyı bilenler, gelip Ankara’da durumun kötü olduğunu, kötüleşmenin daha uzun süre devam edeceğinin konuşulduğunu, kayıpların daha da büyümesinin beklendiğini söylüyorlar.
Buna karşılık Ankara’dan bekledikleri, "Şu olursa bunu yaparız, bu planı devreye sokarız" gibi somut önlemler. Ama onlar sadece "Üzülmeyin, moralinizi bozmayın, düzelir" oluyor.
Sonra da Başbakan çıkıp dışarıdaki bu olumsuzlukları gösteren, bizde de mutlak önlem alınmasını isteyenleri, "moral bozmakla" suçluyor...
Geç kalmanın bedeli ağır olacak
HÜKÜMETİN bir şey yapmadan beklediği, KOBİ’lere tahsis edilen kredi miktarlarını artırmakla yetindiği görülürken, çok toplantı yapıldığını ama birşey çıkmadığını da söylemeliyiz.
Bir şey yapılmadığı için ortaya çıkan görüntü; "ekonomi yönetiminin birşey yapmadan bekleyip, kadercilik içinde küresel krizin bitmesini umuyor" şeklinde. Piyasaların bu görüntü karşısında ister istemez moralleri bozuluyor. Daha doğrusu ekonomi yönetiminin bu işi kıvıracağı konusunda azalan güvenleri daha da azalıyor.
Merkez Bankası ve Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) bu süreçte yine de "Gerekenin yapıldığı konusunda piyasalara güven verdiler" sayılır. Ancak bu iş o kadar büyük ki; mutlaka Hükümetin devreye girmesi, siyasi kararların alınması gerekiyor.
Hükümet bunları yapmak yerine, "Tamam kötü gidiş var ama bu küresel kriz ve yapacağımız fazla bir şey yok, mecburen bekleyeceğiz" havası veriyor.
Mart ayı sonunda yerel seçimler sırasında işsizlik daha artmış, dalgalar ekonomiyi daha da vurmuş olacak ama AKP’liler meydanlarda "Ne yapalım, krizi biz çıkarmadık ki." diyecekler. Bundan hiç şüpheniz olmasın...
Ancak ikinci yarıda işler iyice kötüleşince ne yapacaklar?
O zaman erken davranıp önlem alan ülkelerin, krizden bizim kadar etkilenmedikleri ortaya çıktığında, Hükümet halka çıkıp ne söyleyecek?
Kimsenin şüphesi olmasın; geç kalındıkça, güven azaldıkça, halka yüklenecek fatura büyüyor.
Yazının Devamını Oku 
12 Ocak 2009
IMF Heyeti Ankara’da yeni stand-by anlaşması için temaslarda bulunurken, hafta sonunda Ankara Kızılcahamam’da yapılan toplantıda işalemi, bence "IMF anlaşması tek başına yetmez" anlamına gelen önemli mesajlar verdi. Tabi ki bununla birlikte Hükümetten önümüzdeki dönem beklenen tedbirler de sıralandı. Toplantıya Başkanlık eden Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, son dönemde kamuoyuna fazla yansıtılmadan, Ankara kulislerinde tartışılan, "Küresel krizin etkilerini azaltmak için nelerin yapılması gerektiği" konusunda bazı talepleri sıraladı. Bu sıralananlara bence, aynı zamanda "IMF anlaşmasıyla gelecek paranın nerelerde kullanılması gerektiği hakkındaki işalemi talepleri" de diyebiliriz.
"Bizim öncelikli ihtiyacımız yavaşlayan yurtiçi kredi mekanizmasını yeniden hızlandırmak ve iç piyasanın daralmasını önlemektir " şeklinde konuşan Hisarcıklıoğlu, bunun yolunun ise para dökmekten değil, güven hissini yeniden tesis etmekten geç tiğini kaydetti. Bence bu sözleriyle Hisarcıklıoğlu, aynı zamanda, işalemindeki güvensizliği de ortaya koymuş oldu.
Şimdi karamsarlığa kapılmadan ama geçmişte yapılan hataları da unutmadan at ılacak adımlarla, bu ortamdan olabildiğince az yara alarak kurtulma k gerektiğini kaydeden TOBB Başkanı, "Bunun yolu da bütünlüğü olan bir programın açıklanması ve böylece kamuoyundaki bekleyişlerin olumlu yönde değişmesiyle mümkün. Böyle bir program uzun vadede hem ekonomimizi hem de demokrasimizi güçlendirecektir " dedi.
Hisarcıklıoğlu, bu çerçevede yapılması gerekenleri ise şöyle sıraladı:
Yurtiçinde kredi garanti sisteminin kapsamının genişletilmesi,
Şirketlerin gerek mali sisteme gerekse de kamuya olan borçlarını kapsayan , bir yeniden yapılanma sürecinin tasarlanması,
Merkez Bankası reeskont sisteminin yeniden işletilmesi ,
İşsiz kalanlara yönelik işsizlik sigortası desteği kapsamının genişletilmesi .
2001 krizine kıyasla bu gün daha dirençli olsak da, kapanma tehlikesi altındaki fabrikalar, üretime ara veren tesisler, işten çıkarılan ya da her an işten çıkarılabilirim endişesiyle diken üstünde yaşayan çalışanları n halinin yürekleri acıttığının altını çizen Hisarcıklıoğlu, "işsizliğe çare üretmekte zorlanırken, yeni işsiz kalma dalgalarına tahammül olmadığını" söyledi.
MAKUL TALEPLER
Bu dönemde esnek çalışma yöntemlerini işler hále getirmek zorunda olduklarını, bunun için sendikaların destek vermesinin toplumsal görev olduğunu belirten TOBB Başkanı, krizi aşmada mali politikaların önemine değindi.
Maliye bakanlığı nın gelir vergisi politikaları üzerinde çalıştığını bil diklerini hatırlatan Hisarcıklıoğlu, "Gelir vergisi dilimlerinin en alt diliminin sınırlarını biraz daha yukarı çekerek, hem küçük işletmelere rahat nefes aldırmak mümkün olacaktır, hem de çalışanlardan daha az vergi alınmak suretiyle daralan talebin artmasına vesile olacaktır " şeklinde konuştu.
"Özel sektörün seslerine kulak tıkamak ve özel sektörü sanki hálá ’veresiye alan veresiye veren tüccar’ karikatürü içerisinde görmek, geçen yüzyılda terk edilmiş çağdışı bir takıntıdır " diyen TOBB Başkanı, değişmeyen ve değişmeyecek olan gerçeğin; "siyasetçinin, bürokratın, iş adamının, yani herkesin çocu ğunun iş için gideceği adres in özel sektör " ol duğunu söyledi.
Bence TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’nun söyledikleri önümüzdeki dönem çok tartışılacak. IMF’in de bu tartışmaları çok yakından izleyeceğini biliyoruz.
Hisarcıklıoğlu’nun saydıkları, kendisinden beklendiği gibi, daha önceki dönemlerde rastladığımız "yamyam işadamı talepleri"nin aksine, makro ekonomik denge içinde düşünülüp, ortaya atılan makul talepler olarak gözüküyor.
Ancak tüm bunların yine de çok iyi, detaylı tartışılması gerekiyor...
Yazının Devamını Oku 
10 Ocak 2009
PİYASALAR artık, "iyiyi satın almak" için büyük çaba içinde. Bu nedenle her bir veriden ya da haberden olumlu yön çıkarmaya çalışıyor ama bunu yapmakta da zorlanıyorlar. Piyasaların uzun süren kriz sürecinden sonra böyle bir çaba içinde olması doğal ama sanki çabalar, bir süre daha "beyhude çabalar" olarak kalacak gibi gözüküyor.
Örneğin bu hafta ortasında bazı yabancıların gelip Hazine kağıdı almaları yerli bankalarımızı biraz heyecanlandırdı ve artık iyiye doğru gidişin başlaması konusunda umutlandırdı. Ancak bu umutların kısa sürdüğünü söyleyebiliriz.
Tam da yabancıların Hazine kağıdı aldığı günlerde, yani birkaç gün önce, uluslararası bir kuruluşun yetkilisine bu alımları sorduğumda, "Doğaldır, alırlar satarlar bu tür kısa vadeli hereketler olabilir ama kimse 2009 yılında yabancı sermaye girişi beklemesin, bu alımlar kimseyi yanıltmasın" dedi.
Aynı yetkili, ABD başta olmak üzere kamu açıklarının finanse edilmesi için Batı’nın 2009 yılında 2 trilyon dolar talep edeceğini yani fonların neredeyse tümüyle bu ülkelerin kamu finansmanı için talep edileceğini belirterek, bizim gibi gelişmekte olan ülkelere 2009 yılında kullanacakları fon imkanı kalmayacağına inanıyor.
Elinde fon bulunan büyük yatırımcılarla konuştuklarında gelişmekte olan ülkelere yatırım yapma konusunda hiç de niyetli olmadıklarını gördüklerini kaydeden aynı yetkili, bu nedenle özellikle kurlar konusunda 2009’da istikrarsızlığın doğal karşılanması gerektiği görüşünde.
Aynı yetkili, küresel krizin henüz ortasında bulunulduğunu iddia ederken, Türkiye’nin ise şimdilik krizden etkilenmenin başında olduğunu, dolayısıyla 2009 yılının tümünün Batı’da olmasa da Türkiye’de kayıp bir yıl olacağına dikkat çekiyor.
YÜZDE 10 KÜÇÜLME TAHMİNİ
Bu nedenle Türkiye ekonomisinin 2009’da küçülmesinin kaçınılmaz olacağını kaydeden aynı yetkili, sorumuz üzerine "Eğer IMF ile anlaşma olmasaydı ekonomideki küçülmenin boyutları çok daha fazla olacaktı" dedi. Son sanayi üretimindeki gerileme de bence bunun kanıtı oldu.
Bu yetkili IMF anlaşması nedeniyle Türkiye’deki toplam küçülmenin yüzde 10 civarında kalacağını belirtirken, 2008-2009 Haziran sonu arasındaki 1 yıllık dönemde yaşanacak küçülmenin ise yüzde 6 civarında olacağını tahmin ediyor.
Bu uluslararası yabancı kurum yetkilisinin görüşleri, bana bile karamsar geldi. Ancak iyice düşünüp başka iktisatçılarla da tartıştığımda, tahminlerin hiç de abartılı olmadığını, genel havanın da buna yakın olduğunu gördüm.
Yani bankacılar her ne kadar, "artık dibini gördük sayılır" diye demeçler verseler de, her gelen veriyi bu anlamda değerlendirmeye çalışsalar da, aslında düşündüklerinde bu krizin daha süreceği görüşünü benimsediklerini de görüyorum.
SİHİRLİ FORMÜL SANILMASIN
IMF anlaşması ile gelecek kaynak tabi ki önemli. Bununla birlikte gelecek kaynağın ne kadarının baştan ödeneceği ve kaynağın ne şekilde kullandırılacağı konuları da ekonomi yönetimi ve piyasalar açısından büyük önem taşıyor.
IMF anlaşması ile alınacak kaynak ve nerelerde kullanılacağı, aslında 2009 yılında yaşanacak ekonomik aktivite açısından da büyük önem taşıyor. Ancak belli oluyor ki; IMF anlaşması sadece yaşanacak ekonomik küçülmenin sınırlanmasını sağlayacak.
Hem piyasalara getireceği moral, hem gelecek kaynak nedeniyle piyasaya yapacağı etki, elbet de olumlu olacak ama IMF anlaşmasını "küçülmeyi önleyecek sihirli bir formül" olarak da görmemek gerekiyor.
Bunu bilmek önemli, çünkü küresel kriz ve Türkiye’ye yansımalarının hala geniş çaplı ve kapsamlı değerlendirilmediğini, rasyonel karar alınmadığını izliyoruz. Bu yapılmadığı takdirde Türkiye daha fazla küçülecek, halk daha fazla yoksullaşacak.
Yazının Devamını Oku 
8 Ocak 2009
DEVLET Bakanı Mehmet Şimşek, bu ay bitmesi beklenen IMF anlaşmasına ilişkin görüşmelerin, ancak şubat ayında tamamlanabileceğini söylemiş. Artık AKP Hükümeti’nin IMF konusunda piyasalarla dalga geçtiğini düşünmeye başladım. Bence çok gereksiz, anlamsız ve tehlikeli bir uzatma...
Tabi daha önce sıkça olduğu gibi, Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in asıl planı bilmemesi gibi durum da olabilir. Bu tür demeçlerinin bazen tutmadığını gördük.
IMF heyeti bugün Ankara’da olacak ve 10 gün boyunca temaslarda bulunacak. Bildiğim kadarıyla IMF ile yeni stand-by anlaşması konusunda epey yol alındı. Hatta tamamlanma aşamasına çok yaklaşıldığını da biliyorum.
AÇIKLAMALAR ÇELİŞİYOR
Geçen hafta bürokratlarla konuştuğumda, aynen, "Ocak ayı sonunda yapılacak Board toplantısına yetiştirip, ocak sonunda anlaşmanın artık yürürlüğe girmesini planlıyoruz" demişlerdi. Önceki gün Şimşek’in şubat ayında anlaşma yapılacağı açıklaması, bürokratların bu beyanlarıyla açıkcası çelişiyor. Hangisi doğru, göreceğiz.
"Tabi ki bürokratın yerine Bakan’ın dediğinin doğru olması gerekir" diyeceksiniz ama açıkcası, Şimşek’in uygulamadaki ağırlığını düşündüğümde, o kadar emin olamıyorum.
Eğer gerçekten Bakan Şimşek’in dediği gibi anlaşma şubat ayına kalacaksa, bence bu artık siyasi nedenlerle olur. Yani AKP Hükümeti IMF ile anlaşma konusunda ayak sürümeye devam ediyor, iyice sıkışana kadar anlaşmayı imzalamayıp, mümkün olduğunca seçim harcamalarını artırmak istiyor denilebilir. Hatta bir adım daha ileri gidip, "piyasadaki hava olumlu giderse, seçim sonrasına kadar anlaşmayı ertelemek istiyor" bile diyebilirsiniz.
Ya da ayak sürüyen hükümet değil de IMF’dir, piyasaların bu kadar iyi olduğu bir ortamda yeni bir anlaşma yapmak istemiyor da diyebilirsiniz.
Saydığımız seçeneklerin hepsi, bence teknik olarak IMF anlaşmasında fazla pürüz kalmadığını, siyaseten bu işin sürüncemede bırakıldığını gösterir.
PİYASA BOZULUNCA NE OLACAK
IMF anlaşmasının neredeyse imza aşamasına gelmek üzere olduğunu, bütçe yasasında son anda yapılan değişiklikler açıkca gösteriyor. Şimşek’in son demecinde yer alan IMF’nin talep ettiği kesinti miktarının aslında yapılan kesintinin 3 katı olduğu ya da "ezber bozacak bir anlaşma" sözlerine ise hem diplomatik hem de içerik açıdan bir anlam veremedim. IMF son yaptığı anlaşmaların hiçbirinde eski reçetelerini uygulamadı, likidite açısından bizim gibi ülkelere destek vereceğini zaten beyan etti. Bakan’ın deyimiyle "ezber bozma" bize özgü değil. Ayrıca IMF taleplerinin iç politika malzemesi yapılması, şimdiye kadar Başbakanlar ya da ilgisiz bakanlar tarafından yapılır, Hazine’yle ilgili Bakan bu popülist politikalara ayak uydurmaz, teknisyen kimliği ile öne çıkardı. Şimşek’le birlikte bu gelenek de bozulmuş oldu.
Diyebilirsiniz ki; "Hükümet IMF ile anlaşma yapacağını açıkladı piyasaları rahatlattı, ha ocakta ha şubatta, fark etmez..."
MİLYONLARA MAL OLABİLİR
Bu argümanın haklılık payı yüksek. Yani piyasalar nasıl olsa hükümet anlaşma yapacak diye, çok önceden bu anlaşmayı satın aldılar. Hatta şu anda 20 milyar doların üzerinde bir kaynak bile satın alınmış durumda. Zaten morale ihtiyaç duyan piyasalar, IMF anlaşması bir ay uzadı diye ortalığı birbirine katmaz. Ama unutulan bir şey var; öyle kritik dönemler geliyor ki, bir aylık gecikme bile milyonlarca liralık maliyetlere neden olabilir.
Piyasalar son günlerde iyi diye, kimse bunun ilelebet süreceğini zannetmesin. Obama, ABD Başkanlığı’na geçtikten bir süre sonra piyasalar kaçınılmaz biçimde yeniden karışacak, durgunluk şirket batışlarını, o da kredi kullandıran bankaları etkileyecek. Yani şubat ayı başından itibaren dış piyasalara bağlı kargaşa beklentisi var.
Hazine’nin şubat ayı başında en yüklü borç geri ödemesi geliyor. Normalde sorun olmazdı ama dışarısı bu kadar karışır, Türkiye de IMF ile anlaşmayı şubat ayı sonuna ertelerse, o zaman borçlanma maliyetindeki artışı kim ödeyecek? IMF anlaşmasını bir ay geciktiren mi?
Yazının Devamını Oku 
6 Ocak 2009
ÖZELLEŞTİRME İdaresi Başkanı Metin Kilci, küresel krizin özelleştirme kapsamına yeni alınacak kuruluşlarla ilgili çalışmaların ertelenmesine neden olduğunu, ancak ortalık sakinleşince yeni kuruluşların özelleştirme portföyüne alınacağını söylemiş. Ardından da "BOTAŞ, Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK), Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) gibi kuruluşlar önümüzdeki dönemde özelleştirilebilir. Bunlar, kamu varlıklarının listesi esasında. Önümüzdeki süreçte bunların özelleştirmeleri, gerek Özelleştirme İdaresi, gerekse ilgili bakanlıklar tarafından gündeme gelecek" demiş.
Metin Kilci, AKP döneminin en yeterli, en çalışkan bürokratlarından biri ve geçtiğimiz dönemde özelleştirmede sağlanan başarıyı herkes kabul ediyor.
Kilci’nin "özelleştirilecek" dediği bu kamu kuruluşlarının, bildiğimiz klasik bir özelleştirmeye tabi tutulacağını, açıkcası zannetmiyorum.
Olsa olsa bu kuruluşlar nitelikleri ve fonksiyonlarının da gereği olarak, ancak halka açılabilirler. Ayrıca bence halka açılmaları da çok yararlı olacaktır.
ÖZEL SEKTÖR MANTIĞI İLE ÇALIŞIR
En azından bu sayede daha rasyonel, profesyonel yönetimlere sahip olurlar, Borsaya açık olmanın gereği işlemleri çok daha şeffaf hale getirilir, yani özel sektör mantığı ile çalışmaya başlarlar. Çünkü bu konuda ciddi ve acil bir ihtiyaç var.
Kilci’nin "özelleştireceğiz" sözünü eğer Milli Piyango’nun özelleştirilmesi yani tümüyle şirket satışı gibi algılarsak, işte o zaman çok büyük bir tehlike bizi bekliyor demektir.
Artık herkes Gazprom’un adını biliyor. Gazprom sıradan bir şirket gibi duruyor ama Rusya Federasyonu’nun tümüyle söz sahibi olduğu bir şirket. Rusya ile Gazprom’un politikalarını birbirinden ayıramaz, ikisinin adımlarının birbirini tamamladığını görürsünüz. Gazprom örneği Avrupa’da da yaygınlaşıyor ve bu tür stratejik üretimlerde devletin hakimiyeti, giderek tüm dünyada artıyor. Çünkü bunların birbirinden ayrılamayacağı görülmüş durumda. Ayırmak isteseniz bile karşınızdaki oyuncunun kuralı farklı ve sizi bu kurala uymak zorunda bırakıyor.
İşte BOTAŞ, MKEK bu özelliklere sahip. Belki TKİ’yi düzeltip satabilirsiniz ama silah üretimi yapan MKEK’yı, tüm doğalgaz ihtiyacını karşılayan BOTAŞ’ı, Milli Piyango gibi özelleştiremezsiniz. Bence Metin Kilci de tümüyle şirket satışını kastetmemiştir.
KİT’LERDE İYİ YÖNETİM İHTİYACI
Ama bu kamu şirketleri halka açılırsa, hem sermayenin güçlendirilmesi hem de rasyonel yönetim açısından çok büyük yararı olacaktır.
Her şeyden önce, stratejik çıkarlar dışında, günlük yönetimlerinde siyasi kararların etkisi ortadan kalkacaktır. BOTAŞ’ın AKP Hükümeti döneminde ne kadar kötü yönetildiğini, bunun sorumlusunun da bizzat Başbakanın kendisi olduğunu biliyoruz.
Aslında daha önceki hükümetler döneminde de BOTAŞ’ın zaman zaman kötü yönetildiğini, yolsuzluklar, usulsüzlüklerin, siyasi kararlar nedeniyle had safhaya ulaştığını gördük.
Şimdi bu BOTAŞ, Rusya’nın devasa Gazprom şirketiyle oyun oynamaya kalkıyor ama bu oyunu oynayacak gücü hükümet tarafından elinden alındı. Dış piyasalara çıkıp kredi bile alamayan, borçları had safhaya ulaşmış, Ankara Belediyesi başta olmak üzere, önüne gelen borç takmış bir BOTAŞ aldığı gazın parasını ödemeye kalkışınca, her seferinde bir kriz yaşanıyor. Bu BOTAŞ küresel oyunu nasıl oynasın?
Bu BOTAŞ’ı tümüyle satmak, Türkiye’nin tüm enerji politikasını da Rusya’ya bağlamak olur.
Bu durumun sorumlusu kamu şirketlerini çiftlikleri gibi kullanan siyasi anlayıştır. "Aman oyumuzu etkiler doğalgaza zam yapma, aman elektrik fiyatlarını artırma" derseniz, hem BOTAŞ’ı hem de diğer enerji KİT’lerini, işte bu kadar batık duruma getirirsiniz.
İşte bu tabloda BOTAŞ, MKEK gibi kurumlar tümüyle özelleştirilemezler. Ancak halka açık hale getirilmesi, bunun için yapılarının düzeltilmesi ve rasyonel yönetim şart görünüyor.
Yazının Devamını Oku 