31 Ocak 2009
HER zaman öyle olmuştur; ekonomiler küçülürken gidilen seçimlerin öncesinde, politikacılar popülizm dozunu iyice artırırlar. Bu hem ekonomik kararlar için geçerlidir, hem de siyasi kararlar için. Maalesef popülizm, yaşadığımız gibi, dış politika konularını da kapsar. Maalesef diyorum çünkü dış politikada takınılan popülist hareketler, kısa dönemde bu kararı alan, bu tavrı gösteren politikacılara belki oy kazandırırlar ama sonuç olarak o ülkenin, özellikle de orta ve uzun dönemli menfaatlerine büyük zarar verirler.
Bu eğilim belki her ülke için geçerlidir ama bizim gibi, henüz kurumsallaşmamış, keyfiliğe yakın olan ülkeler için çok daha fazla geçerlidir.
Şimdi ekonomik olarak nasıl bir tablo ile karşı karşıyayız, bir bakalım....
IMF’nin son tahminine göre dünya ekonomisindeki genel büyüme 2009 yılında yüzde yarımda kalacak. Aynı değerlendirmede gelişmiş ülkelerin 2’inci Dünya Savaşı’ndan beri en derin resesyonu yaşadıkları belirtilirken, toparlanmanın ancak 2009 sonunda başlayabileceği kaydediliyor.
Gelişmekte olan ülkelerin 2009 büyüme hızı tahmini yüzde 5.1’den, yüzde 3.3’e indirilirken, finansman koşullarının özellikle yüksek borcu olan reel sektör için kötü olacağı belirtiliyor. Yani gelişmiş ülkelerin büyük bütçe açıkları vereceği, dünyadaki yatırıma gidecek paraların, bu açıklar için çıkartılacak kağıtlarla çekileceği, dolayısıyla gelişmekte olan ülkelere fon akışının çok büyük ölçüde kısılacağı tahmin ediliyor.
Yani gelişmekte olan ülkelerin, en çok da cari açık veren gelişmekte olan ülkelerin büyümeleri için fon bulmakta çok zorlanacakları söylenmeye çalışılıyor.
Türkiye tam da bu kapsamda değerlendirilecek yani hem cari açığını kapatmak, hem de
büyümesini yükseltmek için dış kaynağa ihtiyaç olan ülkelerin başında geliyor.
PASTA KÜÇÜLÜNCE KAVGA BÜYÜR
Bu kapsamda bazı uluslararası kurumlar Türkiye ekonomisinin 2009 yılında yüzde 1.5 oranında daralmasını öngörüyorlar. Bazı iktisatçılar henüz açıklanmayan 2008 son çeyrek ve yıllık büyüme oranları konusunda tahminler yapıyorlar. Tahminlere göre dördüncü çeyrekte ekonominin daralma oranı yüzde 3-5 arasında tahmin ediliyor. Bununla birlikte 2008 yılı büyümesinin ise yüzde 1-1.5 arasında kalacağı varsayılıyor.
Buradan yola çıkarak, ocak ayındaki ihracat rakamlarının yüzde 30 civarında gerilemeyi gösterdiğine ilişkin veriyi de baz alan bazı iktisatçılar, 2009 yılında çok daha kötü bir yıl yaşanacağı görüşündeler. Tüm bu veriler ve tahminler, gün geçtikçe kötüye doğru gidiyor.
Tüm bu veriler ve tahminler, bu hafta yapılan Davos toplantılarında ele alındı. Bunun yanısıra dünya ekonomisindeki kötüleşme de duyduğumuz kadarıyla hemen her panelde konuşuldu.
İşte bu toplantılar sırasında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın olaylı Gazze toplantıları yaşandı.
Bence Gazze olayına başından beri ideolojik olarak yaklaşan bir Başbakanımız, hatta Başbakan ailemiz var. Kimse ondan "monşer diplomat"lar gibi davranmasını zaten beklemiyordu ama bu kadarını da bekleyen yoktu.
Dışişleri bürokratları, toplantı günü kendi aralarında, "Acaba akşam Başbakan ne yapacak da, biz temizlemeye çalışacağız" diye konuşuyorlardı ama kimse bu kadarını da beklemiyordu.
Davos toplantılarından Ermeni açılımı, IMF ile anlaşma konusunda da piyasaları rahatlatacak kararlar bekleyenler bu dış politika skandalıyla karşılaştılar.
Ekonominin daraldığı dönemler aynı zamanda herkesin pay almak için başına üşüştüğü pastanın da küçüldüğü dönemlerdir. Böyle dönemlerde popülizm arttığı gibi, pastadan pay kapma yarışı da hızlanır.
Popülizmin dozu Davos’ta da gördüğümüz gibi giderek artıyor, pasta kavgasını da bu yılın sonlarına doğru yaşamaya başlarız...
Yazının Devamını Oku 
29 Ocak 2009
In my view, the developments in regard to relations with the International Monetary Fund (IMF) since the beginning of the week clearly indicate that Turkish Prime Minister Tayyip Erdogan doesn't want an agreement with the Fund.
It is my evaluation that the prime minister doesn't want to cut any deal with the IMF. However, on the other hand, he sees that such a deal is crucial and approaches the issue thinking, "I can postpone this for as long as possible". In other words, he is aiming to drag out the deal process for as long as possible until just ahead of or after the upcoming March bi-elections.
He probably would choose not to sign any deal, if he thinks that he is no longer obliged to following the elections.
He can't see the fact that an IMF deal is not a simple bargaining process, but a progress that includes certain principles. He is also unable to see that such a deal is not assured, especially when talks are suspended or a challenging atmosphere is created during the bargaining.
In fact, Erdogan is unaware of the relations with the IMF since during his term he has never been faced with these difficulties. He has not seen just how much international institutions such as the IMF can increase tension, particularly when he doesn't keep promises he gave to IMF, and when it is becomes understood that his policy aims at "distracting markets".
Yazının Devamını Oku 
29 Ocak 2009
HAFTA başından bu yana IMF’yle ilişkiler konusunda yaşananlar, bence Başbakan Tayyip Erdoğan’ın IMF’yle anlaşmayı istemediğini açıkca ortaya koydu. Tahminim o ki; Başbakan IMF ile anlaşma yapmayı, aslında hiç istemiyor. Ancak bu anlaşmayı yapmaya zorunlu olduğunu da görüyor ve bu nedenle "Erteleyebildiğim kadar ertelerim" anlayışıyla olaya yaklaşıyor. Yani şu andaki hedefi seçimden hemen önce ya da seçim sonrasında anlaşmayı yapmak için süreci mümkün olduğunca uzatmak.
Eğer seçimden hemen sonra da zorunlu olmadığını hissederse, o zaman anlaşmayı hiç yapmamayı tercih edecektir.
IMF’yle görüşmelerin öyle, "kasabada, birbirlerine ellerini verip sallayarak yapılan koyun pazarlığı" olmadığını, belirli ilkeler doğrultusunda gitmesi gereken, ara verildiği zaman ya da rest çekme havası atıldığı zaman, sonuçta anlaşmanın garanti olmayacağını görmüyor.
Aslında Erdoğan, kendi başbakanlığı döneminde hiç zorluk yaşamadığı için, IMF ile ilişkiler konusunda çok bilinçli değil. IMF’ye söz verip tutmayınca, onlarla anlaşma yapıyormuş gibi görünüp aslında "piyasayı oyalama" taktiği güttüğü ortaya çıktığında, bu tür uluslararası kuruluşların ortalığı ne kadar gerebildiğini görmedi. Küresel anlamda oluşan siyasi hava, 11 Eylül olayları sonrası ABD’nin Türkiye’ye kendini mecbur hissetmesi, kendiliğinden IMF’nin de Türkiye’ye çok toleranslı davrandığı bir dönemi beraberinde getirdi ve Başbakan aslında bu tür ince diploması gerektiren oyunların ne kadar hassas olduğunu öğrenemedi.
Tansu Çiller sözünü tutmadı diye, 3 yıl IMF’nin Türkiye’yi ne kadar zorladığını bilmiyor.
Bildiği bir olay var, o da kendi henüz başbakan olmamışken, Abdullah Gül’ün başbakanlığı döneminde yaşandı. O dönem yeni iktidar olmuşlardı ve IMF ile anlaşmaya yanaşmadılar. Bu niyetleri ortaya çıkınca, ekonominin çok kötü olacağını gören sermaye sahipleri birikimlerini yurtdışına taşımaya başladılar. Piyasada çok ani, sert hareketler yaşandı. Bunun üzerine Gül işadamlarını topladı ve ertesi gün IMF ile anlaşmayı imzalayacaklarını açıkladı, Bununla birlikte piyasalar duruldu, daha sonra da asıl nemasını Başbakan Erdoğan’ın yediği, ekonomik istikrar dönemi yaşandı. Başbakan Erdoğan, Gül’ün bu sıkıntıyı çözmesinin ardından komutayı ele aldı ve böyle bir zorluğu daha sonra hiç yaşamadı.
IMF HÁLÁ TOLERANSLI
Peki piyasalar Başbakanın bu niyetini görmüyor mu, görüyorlarsa neden şimdi o sert tepkiyi vermiyorlar?
Bence AKP Hükümeti’nin şimdiye kadar gösterdiği "karşı olsak da zorunlu olunca gerekeni yaparız" havası, hálá piyasada hakim. Yani nasıl olsa Başbakanın bu anlaşmayı kabul edeceğini düşünüyorlar. Üstüne üstlük zaten küresel kriz nedeniyle zor durumdalar, mümkün olabildiğince kötü haberi algılamama eğilimindeler. Yani IMF ile ilişkilerde oluşan bu riski görüyorlar ama bilinçli olarak algılamıyorlar.
Ancak bu risk iyice belirginleştiğinde piyasaların tavrının sert olacağını da biliyoruz.
Yani iki gündür piyasa IMF ile ilişkiler konusunda oluşan tedirginliğe yanıt vermediyse, hiç vermeyecek anlamına gelmiyor. Piyasalar dışarıdaki olumlu havaya kapıldılar gidiyorlar. Ancak dışarısı bozulunca, dışarıdaki 1 birim bozulma bize 2-3 kat fazla yansıyabilir. İşte o zaman IMF konusunda oluşturulan tedirginliğin faturasını fazlasıyla ödemiş oluruz.
Başbakan Erdoğan dün Davos’a giderken, IMF’nin her gün yeni bir istekle geldiğini, bunu kabul edemeyeceklerini söyledi. Halbuki bizim öğrendiğimiz kadarıyla IMF hálá esnek davranıyor, örneğin FDF hedefi daha da düşmüş durumda. Buna rağmen bütçe o kadar kötü ki, revizyon ihtiyacı o kadar fazla ki, eski oranlara varmak için bile ek tedbirler, kısıntılar gerekiyor. Başbakan bu gerçek baza oturan rakamlara değil, kısıntı isteğine bakıyor.
İşte bu nedenle, yani "bu kadarı da olmaz" diye düşündüğüm için, Başbakan’ın bu anlaşmayı istemediğine, bilerek savsakladığına artık inanıyorum...
Yazının Devamını Oku 
27 Ocak 2009
MERKEZ Bankası’nın son iki günde yaptığı açıklamalardan çıkardığımız sonuçlardan biri; bundan sonra artık yüksek oranlı faiz indirimlerinin olmayacağı yönünde. Piyasalar bundan sonra yarımşar puanlık iki indirim, yani toplam 1 puanlık daha indirim yapılacağı, daha sonra Merkez Bankası’nın indirimler açısından durması gerektiği görüşünde. Merkez Bankası’nın dün yayınlanan Enflasyon Raporu’nda, gıda ve enerji fiyat tahminlerinin düşürüldüğünü, bu nedenle enflasyon tahminlerinin aşağı doğru revize edildiğini ve büyüme tahminlerinin önemli ölçüde düşürüldüğünü gördük.
Merkez Bankası dünkü raporunda 2009 yıl sonu enflasyon tahminini yüzde 7.6’den 6.8’e çekerken, 2010 hedefini de yüzde 6.1’den 5.8’e indirdi. Halbuki Merkez Bankası’nın enflasyon hedefi 2009 için yüzde 7.5, 2010 için yüzde 6.5 idi...
İşte Merkez Bankası bu tahminlerine bakarak, son dönemde parasal genişlemenin beklenenin üzerinde gerçekleştiğini belirtiyor. Dolayasıyla artık yüzde 2 gibi yüksek oranlı indirimlerin görülmesinin çok zor olacağının da işaretini veriyor.
Buna karşılık bence Merkez Bankası yıl içinde üretimdeki gerileme devam ettiği takdirde, toplam 1 puanlık iki indirimle yetinmeyebilir. Durgunluk devam ettiği takdirde, artık yüksek indirimler olmasa bile, Merkez Bankası ileride de faiz indirimlerine devam edebilir.
Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz bir soru üzerine, "Enflasyonun hedefin altında bir yerde tutturmanın maliyeti işsizlik ve toplam üretimden yaptığımız fedakarlıktır. Bunu istemiyoruz" şeklinde konuştu.
Bu sözler de Merkez Bankası’nın büyümedeki keskin düşüşlere tepki vereceğini, faiz indiriminin bu takdirde devam edeceğini gösteriyor. Ancak enflasyon raporunda da belirtildiği gibi; sadece parasal önlemler buna yetmez, mali disiplinin devam etmesi, yapısal tedbirlerin yerine getirilmesi ve AB ile yakınlaşma süreci gibi, genel çıpaların sağlamlaştırılması şart.
Ancak IMF ile anlaşma olmaz ya da daha fazla gecikilirse, zaten Türkiye’nin bundan sonra faiz indirimi yapması, büyüme ne kadar daralırsa daralsın, çok zorlaşacağını da unutmayalım.
Kriz 2008’de bile bütçeyi teğet geçmedi
TÜRKİYE Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) dün yayımladığı raporda, 2008’de bütçe hedeflerinin gerçekleştiği iddialarının doğru olmadığını, 2008’de son 9 yılın en kötü bütçe perfomansının yaşandığını belirtti.
Dolayısıyla "teğet geçti" denen küresel kriz, daha kriz etkilerinin çok küçük bir kısmının yaşandığı 2008 yılı bütçesini bile teğet geçmedi, ciddi biçimde vurdu. Bu da 2009 yılı bütçesi için hazırlanan rakamların güvenilmez rakamlar olduğunu gösterirken, krizin asıl etkisinin 2009 bütçesinde, hatta 2010 bütçesinde yaşanacağını da unutmamak gerek.
TEPAV, gerçek mali performansı gösteren program tanımlı/düzeltilmiş faiz dışı fazlanın başlangıç hedefinin neredeyse 14 milyar TL, gerçekleşme tahminin de 7 milyar TL altında kalarak 18 milyar TL olarak gerçekleştiğini açıklayarak, "Bu ise istikrar programları uygulamasına geçtiğimiz 2000 yılından bu yana sergilenen en kötü mali performansı işaret etmektedir" değerlendirmesini yaptı. Raporda, bütçede yıl içi yapılan saydam olmayan müdahaleler, bir defalık tedbirler ve benzeri işlemlerin dışarıda bırakılması sureti ile hesaplanan faiz dışı denge tutarının (program tanımlı/düzeltilmiş) GSYH’ye oranı yüzde 4’lerin üzerine çıkarken, bu oranın geçen yıl son dokuz yılın en kötü mali performansı ile yüzde 1.8’e indiği, KEY ödemeleri dahil edildiğinde yüzde 1.6’ya kadar düştüğü belirtildi.
TEPAV, "2008 mali yılı bütçesinde rastlanılan bu durum 2009 yılında bütçe tahminlerinin kredibilitesini de şimdiden risk altına sokmuş görünmektedir" derken, Maliye Bakanımız ne kadar inkar etse de, ciddi bütçe revizyonu kapıda...
Bence IMF anlaşması geciktikçe, yapılacak revizyonun boyutları da büyüyor...
Yazının Devamını Oku 
26 Ocak 2009
BANKALARDAN ciddi "batık kredi" haberleri gelmeye başladı. Özellikle son iki haftadır kredilerinden kötü haber almaya başlayan banka yönetimleri, zor durumdaki şirketleri çok daha yakından izlemeye aldılar. Banka şubelerindeki yöneticiler, daha önce genel müdürlükten kendilerine "kredi hacminin artırılması"nın sorulduğunu, son günlerde ise "kredilerin geri ödenmesi" konusunda erken uyarı alınması için ciddi baskılar geldiğini söylüyorlar. Bankaların şube yöneticileri özetle; bu yıla kadar kredi artırmanın öncelikli hedef olduğunu ama şimdi ise bu hedefin tümüyle unutulup, çalışmalarında büyük ölçüde geri dönüş riskine odaklandıklarını söylüyorlar.
Banka yönetimleri bir yandan şubelerini alarma geçirirken, öte yandan ise genel müdürler ve genel müdür yardımcıları, kendileri dolaşıp, riskleri birinci elden görmeye çalıyorlar.
Kredilerdeki denetimler yoğunlaşırken banka yöneticilerinin ilk gözlemleri, "batık kredilerin önümüzdeki dönem önemli ölçüde artacağı" yönünde.
Şu anda bile batık kredi oranlarının artmaya başladığını ancak henüz önemli boyutlara ulaşmadığını kaydeden bankacılar, "Buna karşılık önümüzdeki 1 yıl içerisinde ciddi batık kredilere zorunlu olarak sahip olabileceklerini" söylüyorlar.
Bankacılar hala, "batık krediler artsa bile tümüyle bankacılık kesimini zorda bırakacak boyutlara ulaşmayacağını" tahmin ediyorlar. 2001 krizi nedeniyle hem sermaye yeterlilik oranlarının yüksekliğine dikkat edildiğini hem de batık krediler konusunda da ciddi deneyim kazanıldığını kaydeden banka yöneticileri, bu nedenle temkinli davrandıklarını belirtiyorlar.
Bu temkinli tavrın, son dönemde olduğu gibi "bankaların kredi açmıyorlar diye suçlanması" sonucu doğurabildiğini ama bu tavrın kendilerini koruduğu gibi ülke ekonomisine de katkı yaptığını hatırlatan bankacılar "Şimdi kızıp bağıranlar daha sonra temkinli davrandığımız için bize teşekkür edecekler" şeklinde konuştu.
IMF ile erken anlaşılsa maliyet büyümezdi
FONKSİYONLARI gereği bankalar ekonomideki yaşanan değişimleri en önce hisseden kurumlardır. Bu nedenle bankaların batık kredilerin artmaya başladığı ve bundan sonra da ciddi batıklar olabileceği yönündeki uyarılarına, çok dikkat etmek lazım.
"Bu uyarılara karşılık ne yapılabilir" dediğimizde ise yapılabileceklerin çok sınırlı olduğu da açık. IMF ile anlaşma konusunda, 1 yıllık müzakereden sonra artık sonlara geldiğimiz anlaşılıyor. Ancak IMF’den gelecek paranın miktarı ve nerelerde kullanılacağı önemli. 25 milyar dolar civarında bir kaynak gelebilir ama örneğin; bunun içinde mevcut 8.5 milyar dolarlık borcun geri ödemesinin uzatılması var mı, bunları daha sonra öğreneceğiz.
Ayrıca mali disiplinde fazla taviz verilmeyeceği de anlaşılıyor.
IMF anlaşması olsa da, artık batık kredi sorunu bir kez yaşanmaya başladı. Yani şirketler kimi finansman sıkıntısı, kimi talep yetersizliği nedeniyle, zarar yazmaya başladılar ve bu zararlar giderek büyüyor. O nedenle kimi şirket piyasaya ve bankalara olan borcunun altından kalkamayacağını anlayıp iflas istiyor, kimi patronlar borçlarını ödemeyip dükkanları kapatıp kaçıyorlar. Bu kaçma olayları başladı ve önümüzdeki dönemde daha çok göreceğiz...
Halbuki IMF anlaşması çok daha önceden yapılmış olsaydı, şimdi o programın üzerine reel sektörü kurtarmak için atılacak adımlar atılmaya başlamış olurdu. Ayrıca IMF anlaşmasının getireceği güven de, ekonominin bu kadar olumsuz etkilenmesi engelleyebilir, talebi bu kadar düşmesini ve finansman sıkıntısının bu kadar ağırlaşmasını engelleyebilirdi.
Şimdi şubatta anlaşma imzalanacak, ilk kredi dilimi gelecek ama ardından seçim havası iyice kızışıp, AKP’nin artık gelenekselleştirdiği çatışma havası büyütülecek, yani halkın geleceğe ilişkin güven duyması, dolayısıyla yeniden harcamaya başlaması gerçekleşemeyecek. IMF anlaşmasında geçe kalınması tümüyle AKP’nin suçu ama faturayı halk ödeyecek...
Yazının Devamını Oku 
24 Ocak 2009
TÜSİAD’ın önceki günkü Genel Kurulu’nda yapılan konuşmalar, işaleminin mevcut krize ve kriz karşısındaki hükümetin tavrına ilişkin ne düşündüğünü çok açık ortaya koydu. Özetle; işalemi ABD başkanlığındaki değişim de dahil, küresel ekonomi ve küresel siyasi sistemde köklü değişikliklerini arefesinde olduğumuzu, Türkiye’nin bu yeni sistemde nasıl rol alacağının belirlenmesi gerekirken, hükümetin bırakın böyle bir vizyonu, küresel krizi bile anlayamadığını ve iyi yönetemediğini söylemeye çalışıyor. Tabi ki bu açıklıkla söylemiyorlar ama işalemi Türkiye’nin geleceğinin çizilmesi herkesin mutabakat içinde hareket etmesi gereken bir ortamda, hükümetin sadece önündeki yerel seçimi düşünerek hareket edip, gergin bir genel seçim havası yarattığı görüşünde.
Bilinmezlik ve gelecekten duyulan endişenin ekonomiyi durma noktasına getirdiğini hatırlatan TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, çarkların yeniden döndürülmesi gerektiğini belirtti. Bunun için yurtiçi talebin uyarılması ve reel sektörün krediye erişiminin sağlanmasını isteyen Yalçındağ, "Ancak bir konu var ki, ikisinden de daha önemli ve sonuçları itibariyle belirleyici: Beklenti yönetiminin doğru yapılması ve güvenin sağlanması. Beklentiler iyi yönetilemediğinde, iç tüketim daha da hızla daralacak, firmalar kontrolsüz bir küçülme sürecine girecek ve işsizlik artmaya devam edecektir. Bu fasit dairenin kırılması için, öncelikle ekonomik durumun mümkün olduğunca gerçekçi bir analizinin yapılması gerektiği kanısındayız" şeklinde konuştu.
Türkiye’nin 21. yüzyılın dünyasında yeni siyasi yapılanmanın mimarları arasına gireceğini, bu yükümlülüğün bizi her konuda hazırlıklı olmaya, sorunlarımızı çözmek üzere güçlü bir siyasi irade üretmeye, sosyal mutabakat sağlamada daha fazla beceriye zorladığını belirten Yalçındağ, "Toplum olarak kendimize hedefler belirlemeli, ülkeyi tüketen kutuplaşmaları, çatışmaları sona erdirecek ortak vizyonun şekillenmesi için çabalarımızı artırmalıyız" dedi.
Türkiye’nin dünyanın gittiği daha özgürlükçü, daha eşitlikçi, bireysel haklara saygılı yönde gitmek zorunda olduğunu belirten TÜSİAD Başkanı, "Bunu da sosyal adalet yönü giderek önplana çıkarılmış bir piyasa ekonomisi bağlamında gerçekleştirecektir" şeklinde konuştu.
İYİ LİDERLİK YAPILMALI
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç, yeni ABD başkanının gündemindeki konuların, ülke olarak bizim de, en azından ana başlıklar olarak, karşı karşıya olduğumuz konular olduğunu belirterek, "Bizim de, krizin etkilerini bertaraf ederken, ekonominin geleceğini inşa etmeye, kronikleşmiş ve bizi hem içeriden, hem dışarıdan sıkıştıran sorunlarla baş etmeye, kendi gündemimizle küresel gündem arasında bir uyum oluşmasını sağlamaya, geleceğe ilişkin önümüze belirgin hedefler koyup birlik ve beraberlik içinde bu hedeflere yürümeye, bütün bunların üstesinden gelip küresel planda başarılarımızla anılmaya ihtiyacımız var" diye konuştu.
Mustafa Koç, karmaşık sorunların aşılması için basit ama çok temel bazı gereklerin yerine getirilmesinin zorunlu olduğunu belirtti ve bu gereklerin bazılarını, "toplumun önüne kısa ve uzun vadeli hedefler koymak, iyi bir liderlikle toplumu birlik içinde bu hedeflere sevk etmek, sorunları çözmek için uzmanlığa önem vermek, çözümleri ilgili kesimlerle birlikte oluşturmak" şeklinde sıraladı.
"Kasım ayında sanayi üretimi çift haneli eksiyi gördüğü halde bir türlü krize odaklanam adığımızı, çünkü gündemimizde yerel seçimler olduğunu" kaydeden Koç, demokrasinin bu temel gereklerinden birini, kendi önemi çerçevesinde yerine getirmek yerine, "ülke nin en gergin biçimde, bir genel seçim havasına sokulduğu"nun altını çizdi.
Evet, dünya değişiyor, Türkiye’nin bu değişime ayak uydurması için hep birlikte kafa yorulması gerekiyor ama kutuplaşma artırılıp, seçimden başka bir şey düşünülmüyor.
Yazının Devamını Oku 
22 Ocak 2009
BAŞBAKAN’ın yaklaşık 3 ay önce "dibini gördük" dediği kriz, yeni boyutlar kazanarak derinleşmeye devam ediyor. ABD’den, İngiltere başta olmak üzere Avrupa’dan gelen haberler şimdi de, bazı ülke ekonomilerinden bile daha büyük bankaların durumunun ağırlaştığını, devletleştirmelerin giderek yayıldığını gösteriyor. Bu da yetmiyor, derinleşen durgunluk nedeniyle, mevduat toplayan dev bankaların bile bu yıl sonlarına doğru zor duruma düşebilecekleri konuşuluyor.
ABD’nin yeni Başkanı Barack Obama, görevi devralırken yaptığı konuşmada işlerin daha da kötüleşeceğinin işaretlerini verirken, ayağının tozuyla ekonomiyi canlandırma paketleri üzerine çalışmaya başladı.
Yani tüm dünyanın gündeminin ilk sırasında ekonomi var.
Buna karşılık Türkiye’nin gündemi ortada. Hálá bir davadan yola çıkılarak devlet kurumları arasındaki çatışmadan, bunu çatışmayı yumuşatmak için yapılan zirvelerden söz ediyoruz.
Ekonomiyle ilgili olarak Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren’in zor duruma düşen sektör yetkilileri ile yaptığı görüşmeler, bir de IMF heyeti ile yapılan müzakereleri biliyoruz. Bu arada Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan da, parça parça ucuz KOBİ kredileri açıklıyor.
Dünyada kriz derinleşiyor, tüm ülke liderlerinin gündeminin ilk sırasında ekonomi var ama bizim Başbakanımız tüm dünyada dolaşıp, Filistin Devlet Başkanı’yla bile ters düşme pahasına, Hamas’ın savunucuğunu yapmakla meşgul....
Artık hükümetin bilerek ekonomiyi konuşmaktan kaçındığını düşünmeye başladım. Elbette Ergenekon’la ilgili ortalığı karıştıran gelişmelerin bilerek ekonomik sıkıntıyı örtmek için ortaya atıldığını söylemek, abartılı bir yorum olacaktır. Ama gelişmeler de ortada.
İşsizlik hızla artıyor, batık krediler hızla çoğalıyor, kaynak sıkıntısı giderek büyüyor ama hükümet bu konuları konuşmak yerine başka şeylerle meşgul.
Hálá ekonomiyle ilgili bazı bakanlar, görüştükleri insanlara "Merak etmeyin marttan itibaren dünya düzelir biz de düzelir" diyebiliyorlar... Yani işin ciddiyetinin hálá farkında değiller.
1 DOLAR 2 TL OLUR MU
Hükümetin ekonomik sıkıntıların ne kadar büyük olduğunun farkında olmadığının en önemli göstergesi, bence IMF’yle hálá anlaşma sağlanamamış olması.
Bir hatırlayın; Türkiye eski anlaşmanın sona erdiği 2008 Nisan ayından, hatta daha öncesinden başlayan bir yeni anlaşma süreci yaşıyor. Yani biz 1 yıldır IMF ile yeni bir anlaşma yapmaya çalışıyoruz ama hálá anlaşma sağlamış değiliz.
Bu arada Merkez Bankası sanki IMF ile anlaşmayı imzalamışız gibi yüksek oranlı, şok faiz indirimleri yaptı ve kurlarda baskı ortamının zeminini hazırladı. Yılbaşından bu yana, dolar karşısında TL’nin değer kaybı yüzde 10’lara vardı. Kurlar hálá yükselmeye devam ediyor, dolar kuru için daha önce "1 dolar 1 TL olur mu?" tartışmaları yapılırken, son günlerde tartışma "1 dolar 2 TL olur mu?"ya dönmüş durumda...
Ve böyle bir dönemde, 1 yıldır yaptığınız IMF ile yeni anlaşma yapılması görüşmelerine hálá devam ediyoruz. Böyle bir ciddiyetsizlik olabilir mi?
Sürekli toplantılar yapılıyor ama ortada bir sonuç yok. Sonuç için Başbakan Tayyip Erdoğan’ın "Hadi artık gelin bir şeyler yapalım" demesi lazım ama demiyor.
Bu arada bütçe rakamları çıktı, kötüleşmenin iyice belirginleştiğini gören piyasaların morali daha da bozuldu. Özellikle büyümede yaşanan büyük gerileme nedeniyle önümüzdeki dönem gelirler açısından büyük sorunlar yaşanacağı ortada. Bununla birlikte yatırım harcamaları artıyor. Yani, "Daralma nedeniyle parasal bir gevşeme zaten yaşanıyor ama bunu mali gevşeme izlerse halimiz kötü olacak" diye endişe edilmeye başladı.
Hükümet, daha doğrusu Başbakan ise hálá gündemine ekonomiyi almış değil...
Yazının Devamını Oku 
20 Ocak 2009
HATIRLAR mısınız; Merkez Bankası 2009 yılı için yüzde 4 enflasyon hedefi koymuştu ama küresel şartları gerekçe göstererek, bu hedefi daha sonra yüzde 7.5’e çıkardı. Şimdi bir soru: Merkez Bankası eski enflasyon hedefini korumaya devam etse, acaba bu kadar faiz indirimi yapabilir miydi?
Tabi ki hayır... Şu anda yüzde 4 hedefine göre değil yüzde 7.5’lik hedefe göre davranıyor ve bunun için yüksek oranlı, şok faiz indirimlerine gidebiliyor.
Bu konuyu "enflasyon hedefi yeniden değiştirilmeli" amacıyla gündeme getirmiş değilim. Sık sık hedef değiştirmek gerçekten pek doğru değil gibi geliyor, bana da. Ancak bu enflasyon hedef değişikliğini de, hatırlamamız gerek...
Aslında hatırlatmamız gereken başka bir unsur da enflasyon hedefinin neden değiştirildiğine ilişkin. Hedef yüzde 4’ten 7.5’e çıkarılırken sayılan gerekçeler arasında; 2006 çalkantısından sonra bir türlü düzeltilemeyen bekleyişler, 2003’ten itibaren enflasyonu olumsuz etkileyen yüksek enerji fiyatları, benzer şekilde 2006’dan itibaren büyük artış gösteren gıda fiyatları ve tüm dünyada 2006’dan itibaren yükselme eğilimi gösteren enflasyon vardı.
Merkez Bankası bu gerekçelerle enflasyon hedefini yükseltti. Peki, şimdi durum nasıl?
Dünyada enerji fiyatları hızla aşağı gi tmeye devam ediyor ve bir yıl gibi bir sürede yeniden artış beklenmiyor. Dünyada gıda fiyatlarındaki artış artık durdu. Tüm dünya deflasyon sürecine girmiş gözüküyor, herkes "durgunluktan nasıl çıkarım"ın formülünü arıyor. Bu arada dünyada enflasyon derdi kalmamışken Türkiye’de de enflasyon bekleyişleri hızla aşağı iniyor.
Özetle; Merkez Bankası’nın enflasyon hedefini yükseltirken ortaya attığı gerekçelerin, neredeyse tümü şu anda ortadan kalkmış durumda.
Buradan çıkan sonuç eski hedef olan yüzde 4’e inmek gerektiği biçiminde algılanmasın. Ancak yüzde 7.5’luk hedefin zaten enflasyon üzerindeki tüm bu baskılar ortadan kalkmadan bile yüksek bir hedef olduğu zaten söyleniyordu, bunu da hatırlamak gerek.
Özetle; Merkez Bankası’nın enflasyon hedefini yükseltirken ortaya attığı gerekçelerin neredeyse tümü ortadan kalktı ama aşırı yükseltilmiş enflasyon hedefi olduğu gibi duruyor. Merkez Bankası bu yüksek hedef nedeniyle, yüksek oranlı indirimlere gidiyor...
FAİZ İNDİRİMİ IMF İÇİN BİR KOZ
IMF anlaşmasıyla ilgili Başbakan dün Brüksel’de bir soruyu yanıtlarken, birkaç konunun müzakere edildiğini artık sona gelindiğini söyledi. Ancak bu nasıl sona gelinmeymiş bir türlü anlamadık, bundan iki ay önce de sona gelmiştik ama.....
Hálá Ankara’da temaslar devam ediyor, bürokratlar bile bir ay öncesinde artık tamamlanma aşamasına gelen anlaşma konusunda görüşmelerin neden uzadığını anlamış değil.
Dün bir bankacı arkadaşım sordu; "Merkez Bankası’nın bu kadar yüksek oranlı faiz indirimlerinin sonucunda, IMF’nin mi eli güçlendi, hükümetin mi?"
Sonra yanıtı kendi verdi: "Bence IMF’nin eli güçlendi. Bir düşünsene, Merkez Bankası bu kadar faiz indirmişken bir de IMF ile anlaşma olmazsa, özellikle kurlar nereye kadar gider?"
Tabii ki haklı, bu aşamadan sonra IMF ile anlaşmaktan vazgeçmenin faturası çok ağır olur ve hükümet fırlayacak kurları, artık kimseye anlatamaz.
Yani bir yandan IMF ile pazarlık yapıyor öte yandan faizi indirerek pazarlık yaptığınız karşı tarafın elini güçlendiriyorsunuz...
AKP Hükümeti nasıl güzel pazarlık yapıyor, ekonomiyi nasıl yönetiyor, şimdi anladınız mı?
Bu tabloya bakarak piyasalar da, "Hükümetin mutlaka bu anlaşmayı imzalayacağı" görüşünü savunuyor. Bence zaten "anlaşma olmaması ihtimali"ni düşünmek bile istemiyorlar.
Yazının Devamını Oku 