En dikkat çeken fark da Genel Başkan Özgür Özel’in performansında gözleniyor.
Özgür Bey kendini söylem bazında ikinci planda tutuyor.
Bu tutum ona ‘kadirbilir’ bir kişilik izlenimi sağlıyor.
Bağlı olarak ‘fedakâr siyasetçi’ sempatisini hanesine ekliyor.
Ancak siyasi hayatın bin bir kere denenmiş gerçeklikleri vardır.
Sahici ve samimi olsanız dahi, siyasetin doğası ‘iktidar mücadelesi’dir.
Özgür Özel de bunu iyi bilir.
Politikanın bir ‘zamanlama sanatı’ olduğu hep ifade edilir.
Cumhuriyet’i kuran irade bahse konu ideolojik tutumunu 1924 Anayasası’nda belli etmiş ve bu tarihten itibaren hayata geçirmiştir.
Oysa, Bağımsızlık Savaşı esnasında toplanan kongrelerde katılımcıların terkibi, bilindiği üzere geniş paydalıdır ve çoklu denge politikaları yürütülmüştür.
Özellikle de 1921 Anayasası’nın 11’inci maddesinde, vilayet halkınca seçilecek vilayet şuralarının yetkisi dahilinde, eğitim, sağlık, ekonomi, bayındırlık işlerinin devredileceği açıkça belirtilmiştir.
Lozan Antlaşması sürecinde ise sadece gayrimüslimler ‘azınlık’ olarak belirtilmiş, Kürtler ‘Millet-i Hâkime’ mensubu olduklarından azınlık hakları doğal olarak söz konusu olmamıştır.
Ancak Lozan Antlaşması’nda Türkçeden başka bir dil konuşan Türk yurttaşlara hiçbir şekilde geri alınamayacak haklar çerçevesinde belirlemeler yer almaktadır.
Anlaşmanın 37, 38 ve 39’uncu maddelerinde yer alan bu hükümler Prof. Dr. Baskın Oran tarafından yazılmış bilimsel makalelerde detaylandırılmaktadır.
Ancak pratikte ne gayrimüslimlerin ne de diğer Müslüman kesimlerin varlıklarına ve kültürlerine dair sonrasında sahiplenici bir tutum alınmamıştır.
İhtimal, toplumu homojenleştirici politika tercihleri 20’nci Yüzyıl’ın mikro milliyetçilik akımlarından da etkilenerek, ülke bütünlüğünün korunmasının gereği olarak görülmüştür.
Eski Yunan’dan Roma’ya demokrasi serüveni her bir asırda ilave tuğlalar konularak olgunlaşıyor.
Yakın tarihin en önemli kırılması 1789 Fransız Devrimi’ydi.
Feodalitenin tasfiyesi, ulus-devletlerin ortaya çıkışı genelde olumlu bir etki yaparken, 1850’li yıllarda beliren mikro milliyetçilik akımları insan haklarında zedelenmeler yaşatsa da 1930’lu yıllara kadar demokratik kültür ivmelenmeye devam etmişti.
Ancak sözü edilen tarihte demokrasi bir ‘ters dalga’ya girdi.
1945’lere kadar Hitler, Mussolini, Franco, soykırım, asimilasyon, velhasıl insanlık adına rezilce dramlar yaşandı.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle Batı medeniyeti o kötü süreçten dersler çıkarmıştı.
Yani hala çok büyük…
Ama Çin de dünya ekonomisinin beşte birine gelerek dev adımlarla mesafeyi azaltıyor.
Çin, bahse konu başarısını ‘otokratik kapitalizm’ denilen siyasi ve ekonomik modeli ile elde ediyor.
Trump, öteden beri ABD ekonomisinin Çin tehdidinden rahatsızlığını ifade eden bir başkandı.
İkinci kez göreve gelir gelmez, Çin başta olmak üzere, dış ticaret açığı verdiği ülkelere karşı gümrük vergilerini yükseltme kararı aldı.
Korumacı politikaların başlaması işaret fişeği gibidir.
“Hayat her şeye rağmen devam ediyor.”
Bir gamsızlık perdelenmesinin ifadesidir bu.
Çeşme’de ot, Urla'da ise enginar festivalleri düzenleniyor.
Turizme yönelik bir vesile oluşturma çabaları bunlar.
Mamafih, Çeşme ve Alaçatı'da pek “ot” da kalmadı.
Bu etkinlikleri ilçe belediyeleri düzenliyor.
Her iki belediye de bilindiği üzere CHP'den.
Çeşme'de tesadüfen etkinliğin açılışına denk geldik.
Ve bu kişi dünyanın en kudretli ülkesinin, daha 3,5 yıl geniş yetkileri olan başkanı.
İkinci defa seçildiğinde tüm ülkeler gezegende farklı bir dönemin başladığının ayırdındaydı.
Ama bu denli bir “deli bozuk”la karşı karşıya kalacaklarını tahmin edemiyorlardı.
Adam dünya ticaret hacminin dibine “kibrit suyu ekecek”, kendi ülkesini resesyona sokabilecek çılgın kararlara imza atıyor, tırmandırıyor, aniden geri adım atıyor, diplomatik nezaketen eser kaygı taşımıyor, üstelik ekibi de kendisinden aşağıya kalmıyor.
Hani kötü ev sahibi kiracıyı mülk sahibi yapar denir.
Trump yüzünden, başta Çin olmak üzere, AB ülkeleri ve dünyanın geri kalanı, ABD’siz ve onun dolarına muhtaç olmadan farklı bir düzenin arayışına girişiyorlar.
Yakın zamana kadar bu tatiller denizden de istifade edilebilecek mevsimlere denk geliyordu.
Buna rağmen insanlarımız sahil beldelerine akın ettiler.
Ancak, “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” deyiminde olduğu gibi soğuk ve yağışlı bir hava hiç yakamızı bırakmadı.
Esasında tatilin kötüsü yoktur, hepimize iyi gelir.
Toplumun büyük çoğunluğunun tatil harcaması yapabilecek gücü olmadığı aşikâr.
Ama evde de kalınsa, İzmir ve Ege, yakın çevremiz dahilinde pek çok hafifletici hoşluklara imkân sağlıyor.
Dikili, Çandarlı, Ayvalık, Selçuk, Kuşadası, Gümüldür, Ürkmez, Urla, Çeşme, Alaçatı, Balıklıova, Mordoğan, Karaburun, Kemalpaşa, Bergama, Ödemiş, Tire ve daha pek çok yer 1,5 saatlik dairenin içinde, ulaşılabilir uzaklıkta.
İnsanlarımızın kahir çoğunluğu huzurlu güvenli sakin ve mutlu bir hayat sürmek istiyorlar.
Siyasetten de beklentileri bu.
Ancak bizim memleketimizde nedense bu makul ortam bir türlü gerçekleşemiyor.
Siyasetçiler bambaşka saiklerle politika yapıyorlar.
An itibarıyla hepimiz yüksek gerilim hattının üzerinde yaşar hale geldik.
Siyasi partilerimiz bitmeyen bir enerji ile karşılıklı el yükseltiyor.
Üstelik giderek tırmandırdıkları süreç memleketi bir Orta Doğu ülkesi haline getirmek üzere.