40 dakikalık yol, 2 saate kadar uzuyor.
Ama birilerine hiç fark etmiyor.
Zira “emniyet şeridi” kendinden menkul sebeplerle bu kişilere tahsis edilmiş durumda.
Onlar “gaz kesmeden”, basıp gidiyorlar.
Bakın bu insan tipi bu ülkede hep vardı.
Mesela arabada sigara içilir, dolu kül tablası, doğal bir şekilde pencereden yola boşaltılırdı.
Yine trafik lambasına uyulmaz, mesela lambasız yaya geçidinde yayalara yol vermek akıllarından bile geçmezdi.
İki ana karası ve araya serpiştirilmiş adaları, eylülde ekimde soluklanan çılgın poyrazı, akılları baştan alan mavilikleri, bereketli toprakları, tarihsel zenginlikleri…
Buralarda yaşamak yeryüzünün tariflenmiş, ulaşılabilecek en büyük ayrıcalığıdır.
Elin Amerikalısı 100 milyar dolarlar kazanıp, “hele şimdi artık ne yapabilirim” dediğinde, devasa yatının vazgeçilmez rotası Ege oluyor, zenginliğinin kıvancına eriyor.
Oysa bizler hep buradayız, buralıyız. Yeryüzünün en şahane coğrafyasında, ona en hoyrat davranan hallerimizle, gezegenin en şanslı insanlarıyız.
Bu bahtiyarlığın duyarlılığında olmak vecibemizdir.
***
GEÇEN salı İzmir Ticaret Odası, Ege Bölgesi Sanayi Odası ve İzmir Ticaret Borsası işbirliğiyle Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, “Türkiye Buluşmaları Toplantıları” kapsamında kentimizde ağırlandı.
Cevdet Yılmaz güvenilir partili imajını hep korumuştur.
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ise daha bir teknisyen kimliğiyle nispeten apolitik bir izlenime sahip.
Bu gerçeklikler İZTO Meclis Salonu’ndaki toplantıya da aynen yansıdı.
Yılmaz “iyimser” bir Türkiye fotoğrafı çizdi.
Haliyle salondakiler geçmiş tecrübeler ışığında, temkinle dinlediler.
En başta da insanoğlunun sebep olduğu iklim değişiklikleri.
Dünya nüfusu giderek artarken, çok sayıda ulus devletlere bölünmüş durumda.
Bu kompozisyon birlikte makul önlemler alınmasını güçleştiriyor.
Uluslararası organizasyonlar yeterince etkili olamıyor, temenniler caydırıcı yaptırıma dönüşemiyor.
Yeryüzünde gelir ve refah dağılımı aynı seviyede değil.
Erken yola çıkanlar sömürünün ve gezegenin hoyrat kullanımının vahşi öncüleri oldular.
Bu sayede oluşturdukları birikimle, adına ‘batı’ dediğimiz medeniyeti oluşturarak dünya patronajını ellerine geçirdiler.
Geçenlerde CHP'de bir tüzük kurultayı yaşandı.
Öncesinde yeni Genel Başkan ilk seçildiği zamanlarda partinin her kademesinde örgütün ve parti üyelerinin belirleyici olacağı bir ön seçim modeli sözünü vermişti.
Ancak, tahmin edileceği üzere günün sonunda aynı Genel Başkan’ın; “Oturduk, konuştuk, tartıştık” diye özetlediği bir metin oylandı, kabul edildi.
Konunun özü; “dağ fare doğurmuş” oldu.
“Ön seçim, kadın ve gençlik kotası, dönem sınırı” gibi birtakım önemli düzenlemeler, istisna maddeleri ile kolaylıkla “çöp” edilebilecek hale getirildi.
Neticede samimiyet testinden geçilemedi.
Bu aralar medyada sürekli Yunan Adaları güzellemeleri yapılıyor.
Halkımız burnunun dibindeki bu yerleri yeni yeni keşfediyor.
Ancak bir kısmımız bambaşka duygularla o tarafa gidiyor.
İşte tam bu noktada o haklı soruyu sorma durumundayız.
Niye bu böyle oldu, bu zamana kaldı?
Bakınız; günümüzde en kapalı toplumlara örnek olarak Kuzey Kore gösterilir.
Güneyinden koparılmış Kuzey Kore’de nefes aldırmayan bir rejim var.
Şimdilerde anketlerde öne geçince Başkanlık sistemine yönelik eleştirileri çok azaldı.
Kazanacağını hesap edenler yönünden Başkanlık yetkileri doğal olarak cazip geliyor.
Bu noktada, prensip duruşların zafiyeti ortaya çıkıyor, savunulan ilkeler bir kenarda bekletiliyor.
Pek tabii aynı mantıktan hareketle AK Parti'nin de Parlamenter düzeni geri istemesi de şaşırtıcı olmaz.
Zira Türkiye'nin temel gerçekliği, sağ partilerin toplam oylarının her zaman üçte ikiye yakın ağırlık taşıması ve sağ partiler koalisyonuna imkân sağlamasıdır.
2028 yılına kadar çok zaman var.
AK Parti bu süreçte “Parlamenter sisteme dönelim.” önerisi ile gelir ve muhalefetten kabul görürse, hakikaten siyasi pragmatizmin şahane bir örneği yaşanır.
En son 28 Şubat sürecinde, artık üçüncü lig maçlarına bile İstiklal Marşı ile başlar hale getirildik. Bu ritüeller halen devam ediyor. Geçenlerde bir arkadaşım kimi briç turnuvalarının da saygı duruşu ve marşla açıldığını söyledi. Pek çok şirket genel kurullarında da bu tutum aynen geçerli. Görünüşte batı değerlerine en yakın, moderniteyi ve bireyselleşmeyi içselleştirdiğini zanneden kesimlerimiz dahi, bahse konu hassasiyetleri üzerinde bir sual açıldığını hissettikleri anda şaşırtıcı agresif tepkiler veriyorlar. Geçenlerde bir eğitim kurumunun düzenlediği konser etkinliğinde, işin aslını astarını bilmeden, sahneye henüz çıkmamış sanatçının Atatürk’e laf ettiği fısıltısıyla kendinden geçen ve anında linç psikolojisine giren insanları gözlediğimde kanım dondu. Ki bu insanlar; son derece iyi eğitimli, dünyayı bilen, iş sahibi, donanımlı kişilerdi. 6-7 Eylül olaylarında da Atatürk’ün Selanik ‘teki evi bombalandı yalanı üzerinden nasıl bir talan yaşandığı hatırlardadır.
Pek tabii milli duygular çok önemli. Ama öncelikle insan, hatta “makul insan” olma durumundayız. Hepimiz milli ve dini aidiyetlerimizle tabii ki gurur duyuyoruz. Ama işler öyle bir noktaya geldi ki, mesela Amedspor‘un batı illerimizde yapacağı spor müsabakalarında her an olay çıkacak diye tedirgin bekleşiyoruz. Her an patlamaya hazır gergin tavrımız, en son Göztepe maçında da yaşandı. Seyircisinden spor yöneticisine kadar patlamaya hazır garip insanlar olduk.
İşin acısı siyasetçilerimiz de bu hallerimizi sürekli körükleyip duruyor. Artık kendimize gelmemiz gerekmiyor mu?
Dünyada bu denli ölçüsü kaçmış bir özgüven arayışının örneği var mıdır, zannetmiyorum.