Dünyada benzer beldelerde bu fiyatların üçte biri söz konusu. Medyada okuyorsunuz, popüler turistik yerlerin tamamında çok kötü bir sezon geçiriliyor. Ancak hala bir “akıllanma” belirtisi yok. Geçenlerde Çeşme Ilıca'da tek kişi bir porsiyon sade kıymalı pide ve ayran siparişi verdim. Gelen hesap 430 TL. Hani, sıradan pideciden söz ediyorum, beach mekânı falan değil. Yerin sahibi vergi rekortmeni olarak haberlere konu olmuştu. Abartılı maliyet hesabı yapıldığında, ki dükkânın kirası da yok, maliyet 50 TL'yi zor bulur. Bu arada çalışanların da bahşişler nedeniyle asgari ücrete razı olduklarını tahmin ediyorum. Bereket, hiç olmazsa fişini tam kesiyor ki, rekortmen olmuş.
Yine bilinen bir pastanesinde bir top dondurma için 90 TL isteniyor. Sahilde gezinirken tur tekneleri gözüme çarptı. Bazıları takribi 100 kişilikti. Günlük gezi bedeli tabelada kişi başı 1500 TL yazıyor. Kısa metraj bir iki koy ve Eşek Adası’na gidiş ve son derece vasat bir menü ile her halde maliyetin on- on beş katı para isteniyor. Lüks restoranlar bahsine hiç girmiyorum. Ancak orada da ne kadar temkinli sipariş verirseniz verin, 3-5 bin liradan aşağıya kurtulmanız zor duruyor. Beach’lerden söz bile edilemiyor. Giriş ücreti yetmediği gibi, asgari harcama limitleri şart koşuluyor, minimum rakamlar birkaç binler mertebesinde.
Tüm bu masrafa kalkışanlar, üst gelir seviyesinde olanlar. Orta ve alt gelirliler zaten evlerinden dışarı çıkamıyor, pek çoğu adeta “ölü taklidi” yapıyor. Türk lirasının endazesinin kaçması, şüphesiz bu konularla sınırlı değil. Elektrik, su, ulaşım, ev ve dükkân kiraları, temel gıda, okul ücretleri, kreş, servis, kozmetik… Aklınıza ne gelirse, rakamlar tutturabildiğine şekillendiriliyor. Bahse konu ekonomik program, sanki asgari ücretlilerden fedakârlık üzerine inşa edilmiş. Mevsimsel şartlar daha da zorlaşınca tepkiler, feryada dönüşecektir. Umarız ahlaki erozyon ve hemen arkasından sosyal barış kontrol dışına taşmaz. Ücretlerin, talebin ve döviz kurunun bu denli baskılanması ekonomiyi giderek sıkıntıya sokmaya başladı. Yakında kapanan iş yerleri, bağlı olarak işsizlik kendini kaçınılmaz olarak daha bir gösterecektir. Tünelin sonunda vaat edilen ışığa kavuşulamaz ise, bu yaşananlar tüm siyasi partilere (merkezi ya da yerel) çok büyük fatura çıkartır.
Sanatçımız ve 21 kişilik müzisyen ekibi aynı gün İzmir'e gelmişlerdi. Konser gecesi saat 20.30'dan itibaren açıkhava tiyatrosu dolmaya başlamıştı. Sahnenin arkasına yerleştirilmişti. TEV bu amblemleri her etkinliğinde kullanılır. Derken, konser mahalline önceden gelen Yunanlı menajer ve orkestra elemanları bahse konu posterlere itiraz ettiler. Haklı olarak, sahnede dengeleyici bir figür olarak Yunan bayrağının da yer alması gerektiğini ifade ettiler. Bu mümkün değilse Atatürk posterinin kaldırılmasını, aksi halde konsere çıkamayacaklarını belirttiler. Despina Vandi kaldığı otelden, kendisinin Pontus Rumları kökeninden geldiğini, böyle bir dekor altında sahne almasının kariyerini dahi bitirebileceğini, bekleyen konser sözleşmelerinin anında iptale uğrayacağını, bu şartlarda konser veremeyeceğini, net bir şekilde ortaya koyarak iletti.
TEV yetkilileri birkaç küçük ebatlı Yunan bayrağı bulmalarına rağmen, bunların sahneye yerleştirilmesi sağlanamadı. Neticede kriz aşılamadı ve TEV İzmir Şube Başkanı Gülnur Soybayraktar gayet soğukkanlı ve kelimeleri iyi seçilmiş bir söylemle konserin iptal kararını anons etti. Hemen arkasından konserin sunuculuğunu üstlenen Berna Laçin, benzer bir yaklaşımla, “siyaseti ilgilendiren bir pürüzün aşılamadığını” belirttikten sonra, aynı konsere aylardır hazırlanan TEV Eğitime Destek Korosu ile geceye devam edileceğini belirtti. Tabii ki bu arada satılan biletlerin parasının iade edileceği de söylendi.
Ortam nispeten sakinleşmişti. Yardımsever Kadınlar Korosu şarkılarını icra ediyordu ki, olayı duyan Çeşme Belediye Başkanı Lal Denizli konser mahalline hışımla geldi. Muhtemelen eksik malumatla, mikrofonu eline alarak, hamaset dozu oldukça yüksek bir konuşma yaptı. Ve ne acıdır ki Despina Vandi’ye derhal Çeşme’yi terk etme çağrısı yaptı.
Onun bu tutumu, aklı selim izleyiciler tarafından olumlu karşılanmadı.
Hiç şüphesiz, genç siyasetçilerin önü açılırken, beklenti, onların “barıştan” yana, “önce insan” mottosunu esas alan, “evrensel demokratik ilkeleri” sindirmiş kişiler olacağı hayal ediliyordu. Lal Denizli, maalesef eski tip politikacıları aratmadı. Onun Yunan sanatçı konuklarımızı itibarsızlaştıran konuşması, beraberinde bir “marş serisini” tetikledi. Amacı hasıl olmuştu. Seyircilerle birlikte Onuncu yıl, İzmir, Parla marşları söylendi. Lal Hanım görevini yapmış insanların iç huzuru ile tiyatroyu terk etti. Akabinde insanlar sakin hallerine döndüler. Belediye başkanının “derhal terk et” açıklaması üzerine, sanatçının kaldığı otele 5 dakika sonra emniyet koruma amaçlı memurlar gönderdi. Despina gece yarısı polis korumasında önce İstanbul’a, oradan Atina’ya ulaştırıldı. Diğer müzisyenler, her ne kadar tedirgin olmuş olsalar da bir sorun yaşanmadı. Onlar da sabah ilk feribotla Sakız adasına geçtiler. Ne diyelim, genç Başkan büyük bir sıkıntıya sebep oldu.
Konsere dönersek...
Bu olaya dair bir “öz eleştiri” yapmak icap ederse; bu etkinliği düzenleyenlerin daha duyarlı davranması gerektiğini söyleyebiliriz. Hiç şüphesiz bir kasıtları yoktu. Sanatçı tercihinin amacı, aynı zamanda iki yaka insanlarının kardeşliğini köpürtmek, yanı sıra uluslararası dev bir sanatçı İzmirlilere tanıtmaktı. Yönetim, Yürütme Kurulu ve bizler gibi harici destek verenlerin niyetleri her daim halisdi, ancak acemisi olduğumuz bir konuda empati notumuz biraz düşük kaldı. Son söz olarak, iyi niyetli bir organizasyon maalesef umulduğu gibi neticelenemedi.
Ülkemizin gelir dağılımı giderek bozuluyor.
Nüfusumuzun ilk yüzde 1’lik diliminin aldığı pay yüzde 14'lere kadar yükseldi.
Emeklilerin durumu içler acısı.
Bugün 10 bin lira (olursa 12 bin lira) ile nasıl geçinilir, herhalde sadece yaşayan bilir.
Ücretlilerde de durum, nispi anlamda devlet memurları hariç, pek farklı değil.
Yayınlanan bir araştırmada ortalama ücretlerin beyaz yakalılar dahil, 27 bin lira civarında olduğu belirtiliyor.
Asgari ücretlerin toplam içindeki payı DİSK-AR verilerine göre yüzde 50'ler mertebesinde.
Bu tünelden disiplinli bir program uygulayarak çıkılabilir. Tabii ki asgari ücretle geçinenlerden fedakârlık beklenmesi izahı ve izanı zor bir konudur ama işler bu noktaya gelmişse böylesi bir tedbirler manzumesi bir mecburiyete dönüşmüştür. Bu hale düşülmesinin sebebi hiç kuşkusuz emekçiler ve dar gelirliler değil. Ancak şu aşamada suçlu arama tartışmalarından öte bir durum söz konusu. Sebep olanlar zaten siyasi bedel ödediler. Konumuza dönersek; asgari ücret artırıldığı zaman enflasyonist tetiklemeye yol açıyor. Zira bu gelir seviyesinde harcamaların tamamı tüketime yöneliyor, haliyle tasarruf söz konusu olamıyor. Diğer faktör ise, asgari ücret artışı, her seviyedeki ücretlerin yanı sıra, mal ve hizmetlerde de yeniden fiyat ayarlamalarına vesile kılınıyor ve enflasyon sarmalı besleniyor. Bunun yanında; imkânı olan özel sektör kuruluşları yaşanan enflasyona çalışanları ezdirmemek veya kritik önemdeki personellerini muhafaza etmek adına ara zammı tercih ediyorlar. Mamafih böyle işletme sayısı ne kadardır, bilemiyoruz.
Asgari ücret halen net 515 dolar mertebesinde. Giydirilmiş haliyle bu rakamın brüt tutarı, kıdem tazminat payı da dahil 1000 dolarlara yaklaşmaktadır. Bu seviye Mehmet Şimşek’in de ifade ettiği üzere gelişmekte olan ülkeler skalasında en üstlerdedir. Temel mesele, asgari ücretin yetersizliğinden ziyade fiyatlama davranışlarının tamamen bozulmuş olmasıdır. Yüksek faizle baskılanan döviz fiyatı esasında asgari ücreti de döviz bazında olduğundan daha yüksek göstermektedir.
Türk Lirası’nın endaze kaybı, asgari ücretin iki katını dahi makul bir semtte bir ev kirası bedeli için bile yeterli kılmıyor. Piyasa oyuncularının fırsatçı tutumlarla fiyatlarını arttırdığı bir ortamda, ekonomik istikrarın sağlanması ancak sıkılaştırıcı bir program uygulamasıyla mümkün olabilir. Bu çerçevede asgari ücrete ara zam bu geliri elde edenlerin refahına bir katkı olmayacaktır. Pek tabii enflasyonun günah keçisi sadece bu zam olgusu değildir. Kamunun elektrikten köprü ve otoyol ücretlerine yaptığı zamlar enflasyon programıyla ne ölçüde uyumludur, bu husus da ayrı bir tartışma konusudur.
Özetle; tüm yollar, beklentilerin düzeleceği bir ekonomik istikrar programının disiplinli uygulanması gereğine çıkmaktadır.
Parlamentoya sunulacak, hatta Meclis’ten geçecek kanun hükümleri haliyle daha pek çok revizyona uğrayacaktır. Taslak metinde, “atılan taş ürküttüğü kurbağaya değmeli” kabilinden lüzumsuz gürültü kopartan maddeler de söz konusuydu.
Sonradan bunların çıkartıldığı açıklandı. Vergi ile ilgili bunca verimli ve boş bırakılmış alanlar dururken, “garson bahşişi, kuryecinin geliri...” gibi unsurları vergilemeye çalışmak işi sulandırıyordu. Oysa taslakta, hani tam servet beyanı esası gibi bir düzenleme olmasa da, ona yakın “gelir-harcama mukayesesini” öngören ve kayıt dışını endirekt yolla kavramayı hedefleyen hükümler de vardı. Yine bu ülkenin vergisel anlamda en bakir alanı olan gayrimenkul rantları için gerçek değer esası gibi bir müessese ile birlikte istisna daraltıcı düzenlemeler öngörülüyordu. Medyaya yansıdığı kadarıyla bu iki düzenlemeden de vazgeçilmiş.
Esasında devlet, hele bu çağda her türlü otomasyon imkanına sahip. Belirli büyüklükteki işlemlerin finansal sistem içinde yürümesi mecbur kılınması halinde vergi kayıp ve kaçağı mevcut teknolojilerle bu mevzuat seviyesinde dahi minimum düzeye indirilebilir. Maalesef vergi toplama iradesi ne ölçüde samimi, onu göremiyoruz. Hal böyle olunca, “vergi ödeme namusu”, diğer deyişle “vergi ahlakı” aşırı derecede bozuluyor. Sürekli çıkartılan vergi afları da tuzu biberi oluyor.
Ülkemizde “doğrudan vergilerde” randıman alınamadığı için işin kolayına kaçılıp, adil olmayan dolaylı vergilere gidiliyor. Vergisini ödeyen hep “enayi” oldu. Yük; kurumsal firmalar, bordro mahkumları ve dolaysız (harcama) vergilerini çaresiz üstlenenlere yıkılmış durumda. Bu durum vergi adaletini yerle bir ediyor. Güncel çalışmalara dönersek; görünen o ki 104 sahifelik metin “tırpanlana tırpanlana” öngörülen amaçtan uzaklaştırılıyor. Dağ yine fare doğuracak.
Mehmet Şimşek kariyerini ortaya koydu. Bu çerçevede, gerekirse “rest” çekebilirse, bir şeylerin değişebileceğine dair bir umut ışığı belirmiş demektir.
2023 Mayıs seçimlerinden sonra arka arkaya gelen başarısızlıklar mevcut yönetime bu defa tüzük kalkanını yeterli kılmadı ve bilindiği üzere yönetim değişti. Partinin parlayan yıldızı Ekrem İmamoğlu Ankara bacağında tercih ettiği Özgür Özel ile öne çıkarak, “değişim” sloganıyla Kılıçdaroğlu ve ekibini tasfiye etti. Cumhuriyet Halk Partisi’nde Ekrem İmamoğlu’nun yanında öne çıkan diğer bir siyasi kişilik ise Mansur Yavaş oldu. O hala sessiz kalmayı sürdürüyor. Rengini belli etmiyor. Özgür Özel üçüncü kişi konumuyla cumhurbaşkanlığı seçimine kadar partide öne çıkan bu iki adayı peşinen destekleyeceğini ifade etmişti. Böylesi bir ikili tercih ifade etmesi Ekrem İmamoğlu nezdinde tabii ki hoş karşılanmadı. Süreç içerisinde Özgür Özel’in parti başkanlığı avantajını kullanarak kamuoyunda ön plana çıkma çabası gözle görülür hale geldi. Oysa kendisi bir emanetçi olarak algılanıyordu. Bu eğilim temposunu artırınca,Ekrem Bey’in karşı atağı beklenir oldu. Nitekim Kemal Kılıçdaroğlu ile bir takım temasların başladığı haberleri medyada yer almaya başladı. Bu durum sonbahardaki Tüzük Kurultayı’nı seçimli hale dönüştürebilir. Bahse konu yeni ittifak gerçek olursa bu defa Özgür Özel tasfiye edilebilir. Siyaset baş döndürücü bir hızla yaşanıyor. Bakalım gelişmeleri hep birlikte göreceğiz.
Bilinen ifadesiyle turizm “beyaz altın”dır. Bu sektör bahse konu İzmir ilçe ekonomileri için gelir yaratan, yabancı turistler söz konusu olursa döviz getiren ve “bacasız sanayi” niteliği ile ana iş kolu olmaya adaydır. Her biri mücevher niteliğinde olan bu beldeler kendi hallerine bırakılınca, maalesef Bodrum ve Kuşadası örneklerinde olduğu gibi doğaya ve şehircilik ilkelerine aykırı, çarpık kentleşme çukuruna yuvarlanıyor. Yanısıra, istisnasız tamamı, fiyat, lezzet ve kalite seviyesi genel olarak bir standart oluşturulmuyor, “müşteri kazıklama” marifet belleniyor.
Kent merkezine gelinirse; İzmir'in merkez ilçeleri, maalesef bilinen nedenlerle “tarihi dokusu”nu koruyamamıştır. Mevcut bina stoku büyük ölçüde kalitesizdir ve çok büyük oranda “estetik” değildir. Beri yandan, “körfezimizin” hali ortadadır. 1960'lı yıllardan beri hoyrat davrandığımız ve çözümleri konusunda yetersiz kaldığımız bir “mahzun kraliçe”den söz ediyoruz. Esasında, gerçekçi bir saptamayla; kent merkezinin dışarıdan gelenlerde tekrar ziyaret etme isteği uyandırdığı pek söylenemez. Esasında tozlu bir hazine olarak Kemeraltı gerçeğimiz vardır. Şu anda İzmir’de yaşayan üst ve orta gelir gruplarının bile ilgisini kaybetmiş bir yerdir tarihi çarşı… Oysa 240 hektara yayılmış, on binlerce esnafı ve tarihi kimliği ile ayağa kaldırınca kentin en keyifli yeri olacağı kesindir.
Listeyi uzatıp İzmirlileri üzmek istemiyoruz. Özetle; konu turizm olunca daha alınacak çok mesafemiz var. İzmir; Venedik, Barselona, Roma değildir, yeterli olmayan imkanlarıyla “aşırı ilgi” tehdidi oluşturma riskine (!) çok uzaktadır. Neticede; nitelikli turisti hedeflemeliyiz, bu amaçla tüm şehir bileşenleri, kapsamlı bir şehir politikası oluşturmalı, bunun yanında kamusal denetimi ve teşvikleri de ihmal etmemeliyiz.
Türk Eğitim Vakfı (TEV) İzmir Şubesinin geleneksel hale gelmiş yaz etkinliğinden söz ediyoruz.
TEV, bilindiği üzere 1967 yılında Vehbi Koç ve 205 yardımseverin bir araya gelmesiyle kurulmuş bir vakıf.
Halen, 250.000’i aşkın öğrenciye yurtiçi ve yurtdışı burs vermiştir.
TEV, Cumhuriyet değerleri ile yetişen evlatlarımızın eğitimine destek olma yolunda çabalarına devam ediyor.
Bu anlamlı koşuya İzmir Şubenin organizasyonunda TEV İzmir “Yürütme Kurulu” da uzun yıllardır katkıda bulunuyor.
Sözü edilen “Yürütme Kurulu” İzmirli kadınlarımızın yüreklerini koyarak oluşturduğu, bir “iyi kalpliler” topluluğu.
Bu insanlar yıl boyu muhtelif etkinliklerle, eğitim burs fonu oluşturma gayesiyle bağış temin ediyorlar.
Yılda bir kez de büyük bir organizasyon yapıyorlar.