19 Mayıs 2009
Ankara'dan gelen haberler, AK Parti hükümetinin "yılan hikâyesi"ne dönen IMF ile yeni stand-by anlaşmasından iyice uzaklaştığı yönünde.
Gerçi ben hâlâ koordinatör ekonomi bakanı olarak Ali Babacan'ın "fırça yemek pahasına Başbakan Tayyip Erdoğan'ı ikna ederek" bu krizi çözebileceğine inanıyorum ama şimdilik gelen haberler pek olumlu değil.
Tayyip Bey'in siyaseten IMF'ye sempati ile bakmadığı hepimizin malumu.
Fakat benim ekonomi gazetesi yöneticisi olarak bildiğim bir şey daha var: Geçmişte bu negatif bakış açısına rağmen Babacan her defasında teknokrat yanıyla Erdoğan'ı ikna etmesini bildi.
Başbakanın serzenişlerine rağmen.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2009
12 Aralık 2008 tarihinden bu yana kafamı kurcalayan bir sorunun cevabını nihayet buldum. Soru şu: Nasıl oldu da finans tarihinin en büyük dolandırıcısı suçlamasıyla 12 Aralık’ta gözaltına alınan Bernard Madoff, bir yalan üzerine kurulu ’Ponzi Oyunu’nu 20 yıl boyunca sürdürebildi?
Hele de ’borcu borçla ödemek’ üzerine kurulu oyunun mucidi Charles Ponzi bile bu sistemi 6 ay sürdürebilmişken!
Aslında bu soruyu uzun bir süredir Amerika’da herkes bir birine soruyor.
Düşünsenize Amerika’nın ’en hayırsever-en sofistike-en saygın’ yatırım danışmanı bunca yıl herkesin gözünün içine baka baka tam 70 milyar doları iç etti.
Hem de finans cahillerinin paralarını değil, toplam 5 bini bulan aralarında HSBC, BNP Paribas, Unicredit gibi dünya devi bankaların da.
* * *
Fortune dergisi geçen hafta Madoff’un yakınlarının izini sürerek sis perdesini aralamaya çalıştı. Fakat ben kendi cevabımı Fortune’un son sayısında değil, yaklaşık 90 yıl önce konuyu The Boston Post’un manşetine taşıyan William McMasters’in anılarında buldum. Nasıl mı?
Gelin isterseniz filmi en başa saralım.
Tarih 24 Temmuz 1920. Kuzey Amerika bölgesinin önde gelen gazetelerinden The Boston Post’un manşeti: ’Üç ayda paranızı ikiye katlayın.’
45 günde yüzde 50 faiz vaat eden Charles Ponzi’nin ofisinin bulunduğu Okul Caddesi bir anda yatırımcı akınına uğrar. Fakat aradan henüz bir hafta geçmişken The Boston Post bir manşet daha atar: ’Ponzi şu anda umutsuz bir müflis.’
* * *
Peki ama nasıl olur da saygın bir gazete bir birine taban tabana zıt iki manşet atar?
Boston’un en büyük yayın ajansının sahibi McMasters ’Ponzi Hikayesi’ başlıklı bugüne kadar yayınlanmamış anılarında bu çok önemli sorunun cevabını veriyor. Çünkü Ponzi’nin PR’cısı olarak iki manşetin arkasındaki isim de kendisidir.
1920 yazının başında Ponzi, McMaswters’ın ofisine gelip şirketinin tanıtımını yapmasını ister. McMaster o günü şöyle anlatıyor: ’Eğer bu adam iddia ettiği gibi yatırımcılara 45 günde yüzde 50 faiz verebiliyorsa yayın dünyasında hiç kimsenin sahip olmayacağı bir müşterim var demektir, yok eğer bir sahtekársa hemen kararımı verip vatandaştan para toplamasını engellemeliyim.’
Nitekim içindeki şüpheyi gidermek için ilk önce Ponzi’nin yatırımcı akınına uğrayacağı o ilk manşeti organize eder. Kendisinin de dahil olduğu sorular ve Ponzi’nin verdiği cevaplar, iyice şüphelenmesine yol açar. Uzmanlara danışır ve sonunda Ponzi’nin elinde yatırımcılardan topladığı 10 milyon dolar dışında bir para olmadığı kanaatine ulaşır.
***
Hemen The Boston Post’un yayın yönetmeniyle anlaşır ve kendi adıyla ’Ponzi, şu anda umutsuz bir müflis’ manşetini hazırlar.
Kariyeri açısından ciddi riskler taşıyan o manşet, Ponzi’nin ve oyununun sonu olur.
Ve o gün McMasters anılarına şu notu düşer: ’İnancım o ki finans dünyası, Charles Ponzi gibi bir dolandırıcıyı bir daha asla görmez.’
İyi ki McMasters’ın kendisi değil, anıları şu günlerde hayatta, yoksa kahrından ikinci kez ölürdü. Çünkü Madoff, bu oyunun mucidi Ponzi’nin bile kemiklerini sızlatacak bir sahtekárlığa 20 yıl boyunca imza attı.
Hem de ’araştırmacı gazeteciliği’ ile övünen Amerikan basını ve ’şeffaflığın Kabe’si’ sayılan Wall Street otoritelerinin gözlerinin içine baka baka!
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2009
YAŞAMIN çok ince bir dengesi var, hele de söz konusu olan sağlıksa. Şu sıralar Amerika’da elden ele dolaşan bir kitap var: The Swine Flu Affair (Domuz Gribi Sorunu).
Aslında kitap yeni değil, basım tarihi 1978.
Fakat Obama ve ekibi satır satır bu kitabı okuyor çünkü önlerinde verilmesi gereken çok hayati bir karar var.
Tüm dünyayı etkisi altına alan H1N1 Gribi, daha yaygın adıyla Domuz Gribi ile nasıl mücadele edilecek?
Çok hızlı harekete geçmek de felaket olabilir, yavaş davranıp zamanında müdahale etmemek de.
Kitabın sırrı alt başlığında gizli: Kaygan bir hastalık hakkında zor karar!
* * *
Gerçekten de zor karar.
Neden mi?
Gelin kitaptan örnek vererek anlatayım.
Yıl 1976, ocak ayı. Amerikan Halk Sağlığı Departmanı Fort Dix askeri tesislerinde eğitim gören bir grup, askerde Domuz Gribi virüsü tespit eder.
O tarihte hastalığın insandan insana geçtiğinde dair bir bulgu yoktur.
Yine de Mart 1976’da, Salgın Hastalıklar Kontrol Merkezi Başkanı David Sencer Amerika’da görülen vakaları 1918 İspanya Gribi ile kıyaslayan alabildiğine ürkütücü bir rapor yazar.
1918 İspanya Gribi deyince orda durmak gerekiyor.
Çünkü 20 milyondan fazla insanın ölümüne yol açtı.
Nitekim dönemin Amerika Başkanı Ford hemen harekete geçmek ister.
Fakat David Sencer salgına karşı bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi için henüz üzerinde çalışılan bir aşıyı tüm Amerikalılar’a uygulamayı önerir.
Zaten asıl felaket de o noktada başlar.
* * *
Bazı bilim adamları yan etkileri olabileceğini söyleyerek kitlesel aşı fikrine karşı çıkar.
Fakat bir defa 1976 gribi 1918 İspanya Gribi ile karşılaştırıldığı için akan sular durur.
Amerika Başkanı Ford, David Sencer’in ürkütücü raporunun etkisinde siyasi yaşamının en zor kararını verir.
Milyonlarca Amerikalı aşı olur. Ancak bir felaketi önlemek için başlatılan aşı kampanyasının uygulandığı eyaletlerden çok kötü haberler gelmeye başlar.
Aşı birçok insanda sinir sisteminin çökmesine, kısmi ya da külli felçlere yol açar.
Hatta grip salgınından dolayı ölen yokken aşının yan etkisinden dolayı ölenler olur.
Başkan Ford hemen aşı kampanyasını durdurur.
Ama iş işten geçmiş, 40 milyondan fazla Amerikalı hali hazırda aşılanmıştır.
Labaratuvarlarda iyice geliştirilip raflarda hazır bekletilmesi gereken aşı, grip salgınını önlemek için acele bir kararla insan bedenine zerk edildiği için tam bir fiyasko yaşanır.
Kaş yapayım derken göz çıkarılır.
* * *
Geçen hafta Amerika’daydım. Her ne kadar Domuz Gribi gündemin ilk sıralarında yer alsa da bir panik havası görmedim. Meğer şu sıralar Amerika’da başkanından vatandaşına birçok kişi Richard Neustadt ve Harvey Fineberg’in 1978’de yazdığı Domuz Gribi Sorunu’nu tartışıyormuş.
Kitapçıya girip hemen bir tanede ben aldım.
Okudukça bu tip salgınlarda "panik" yapmanın, en az "kayıtsız" kalmak kadar tehlikeli olabileceğini tarihi tecrübelerle bir kez daha öğrendim.
Önümüz yaz. Fineberg yaz sıcağında Domuz Gribi’nin etkisini büyük ölçüde yitirdiğini fakat sonbaharda tekrar yaygınlaşabileceğini söylüyor.
İlgililere duyurulur.
"Yaşamın çok ince bir dengesi var, hele de söz konusu olan sağlıksa."
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2009
FİNANSIN şov merkezi olur mu?Eğer gün boyu New York Borsası’nın yüz küsur yıllık tarihi binasında dolaşıp, açılıştan-kapanışa kendi gözlerimle olan biteni görmesem ’hadi canım sen de!’ derdim... Ama gördüm, bal gibi oluyormuş.
Bir an için gözlerinizi kapatın...
Gotik bir bina düşünün, dünya ticaretinin yüzde 40’ı orada gerçekleşiyor olsun.
Dört bine yakın şirketin kayıtlı olduğu bu binada oluşan değer 10 trilyon doları bulsun.
Günlük alım-satım, borsacıların tabiriyle işlem hacmi, ortalama 85 milyar dolara ulaşsın.
Ve bu büyüklükte bir ticaret, hepi topu 1000 metrekareyi geçmeyen altın varaklı görkemli bir salonda, altı yüze yakın yeşil önlüklü aracının önlerinde duran bilgisayar ekranında gerçekleşsin.
Dahası her sabah saat tam 9.30’da, 100 milyon insan ekran başında güne bu binada gerçekleşen ’açılış seremonisini’ izleyerek başlasın.
Bundan daha büyük bir ’gösteri merkezi’ ya da ’illüzyon’ olabilir mi?
* * *
Sabah bizleri geniş güvenlik önlemlerinin ardında sıcak bir gülümsemeyle karşılayan New York Borsası yönetim direktörü Stefan Jekel hiç komplekse kapılmadan; ’Haklısınız bu bina yaklaşık yüz yıldır dünya ticaretinin en önemli gösteri merkezi’ diyor.
’Ama Turkcell dışında Türkiye’den bu sahneyi kullanmaya gelen bize kayıtlı bir başka şirket yok’ demeyi de ihmal etmiyor.
Çaresiz bir biçimde ellerimi açıyorum...
O sabah Türk bayrağı altında açılış gongunu, 9 yıldır New York Borsası’na kayıtlı Turkcell Genel Müdürü Süreyya Ciliv çalıyor.
Oysa 46 ülkeden 400 şirket kayıtlıymış New York Borsası’na ve 5.5 trilyon dolarlık piyasa değeriyle toplam işlem hacminin yarısını Amerikalı olmayan bu şirketler gerçekleştiriyormuş.
Peki ama daha fazla Türk şirketi neden dünyanın bu en büyük gösteri merkezine açılmıyor?
Jekel gayet açık sözlü. ’Birincisi’ diyor ’2002 yılında Amerikan hükümetinin getirdiği yeni kurallar bu işle ilgilenen bir çok şirketi ürküttü.’
İki, şeffaflık ve bürokrasi. Üç, maliyet.
* * *
Sondan başlayalım.
New York Borsası’na kote olmanın yıllık maliyeti 1.7 milyon dolarmış.
Piyasa değeri milyar doları aşan şirketler için bu maliyet çok önemli bir engel değil.
Şeffaflığa gelince şu anda Türkiye’de borsaya kayıtlı büyük şirketlerin birçoğu zaten uluslararası muhasebe standartlarıyla çalışıyor.
Dolayısıyla Koç, Sabancı, Doğan ve Doğuş gibi şirketlerin şeffaflık sorunu zaten yok.
Ekstra bürokrasi ve yeni kontrol mekanizmalarına gelince bu gerçekten de kısmi bir sorun. Çünkü New York Borsası’na kayıtlı bir şirketin eli kolu biraz daha bağlanmış oluyor.
Atacağınız her adım ciddi bir bürokrasi ve kontrolden geçiyor.
* * *
Aslına bakarsanız tüm bunlar şirketinizi daha fazla disipline eder.
Fakat burada kritik konu Türk şirktelerinin global vizyonu.
Eğer global bir şirket olmak istiyorsanız tıpkı bir oyuncunun Broadway ya da Hollywood’u hayal etmesi gibi New York Borsası’nda sahne almayı hedeflemeniz gerekiyor.
Elbette zorlukları var, ama sunabileceği fırsatlar sınırsız.
Önceki gün adeta bir arı kovanı gibi işleyen New York Borsası’ndaydım.
İnanın abartmıyorum, Broadway’de iyi bir şov izlemiş kadar oldum.
E ne de olsa New York Borsası dünya ticaretinin ’en büyük gösteri merkezi.’
Yazının Devamını Oku 6 Mayıs 2009
HANİ derler ya ’rüyamda görsem inanmam!’ <br><br>Dün Boston’da Harvard Üniversitesi’nde gördüklerim karşısında ben de aynen öyle dedim. Eğitim sistemindeki başarısından dolayı Harvard’ı bilmeyen yok.
Bir çok bölümüyle sadece Amerika’nın değil dünyanın en iyi okullarından biri.
Fakat benim için eğitim kalitesinin yanısıra Harvard’ı esas şaşırtıcı kılan finansal iş modeli.
Bu öyle bir iş modeli ki, yıllardır en parlak şirketleri bile imrendirir.
* * *
Yıl 1999.
Harvard’da mezuniyet töreni için tüm hazırlıklar tamam.
Fakat son hafta derslere yaşları 50 ile 80 arasında değişen ziyaretçiler geliyor. Sessizce sınıfın en arka sıralarına geçip bizimle birlikte hocaları dinliyorlar.
Sonradan öğreniyoruz, meğer gelenler Harvard’ın eski mezunlarıymış.
1950 mezunları da var aralarında 51-52-53 de.
Yıllar önce oturdukları sıraları aramalarından olsa gerek ’hoş bir nostalji’ deyip geçiyorum.
Fakat esas şoku (dolayısıyla bu ziyaretlerin sebebi ve Harvard’ın iş modelini) mezuniyet töreni sırasında açıklanan o yılın bağış rakamını duyunca yaşıyorum.
Tam 2 milyar dolar! Evet evet yanlış duymadınız.
Harvard Üniversitesi’nin mezunları aracılığıyla 1999 yılında topladığı bağışların miktarı tam tamına 2 milyar dolardı.
* * *
Harvard, zannedilenin aksine esas gelirini eğitimden değil bağışlardan elde eder.
Öyle ki en son geçen yıl Harvard’ın bağışlardan oluşturduğu fonun miktarı 40 milyar dolara yaklaşmıştı. Bu fon, Türkiye dahil dünyanın dört bir yanında yatırım yapar.
Elde edilen kár olduğu gibi Harvard’ın 4 milyar doları bulan yıllık eğitim bütçesine ve yeni projelere gider. Böylece bir çok üniversite için hayal gibi görünen projeler Harvard’da kolaylıkla kaynak dolayısıyla hayat bulur.
İşte bu iş modeli sayesinde Harvard, sadece dünyanın en iyi üniversitelerinden biri değil aynı zamanda en kárlı ve zengin üniversitesidir.
Daha doğrusu ’üniversitesiydi’ demem gerekiyor.
Çünkü o beni şaşkına çeviren mezuniyet töreninden tam 10 yıl sonra Turkcell Genel Müdürü Süreyya Ciliv’le birlikte dün Harvard’da bir çok etkinliğe katıldım. Ve duyduklarım karşısında gözlerime inanamadım!
* * *
Turkcell, Harvard Üniversitesi ile birlikte gelişmekte olan ülkelerde inovasyonu geliştirmek için çok önemli bir proje başlatıyor. Kendisi de Harvard mezunu olan Ciliv, geleceğin teknolojisi olarak tanımladığı ’mobil iletişimi’, Harvardlı gençler üzerinden Türkiye ve bölge ülkelere taşımayı planlıyor.
Konuşması sırasında heyecanı gözlerinden okunuyordu.
Oysa onun bu tutkulu konuşması sırasında ben Harvard’la ilgili aldığım yeni bilgilerin şaşkınlığı içindeydim. Meğer global ekonomik kriz, Harvard’ı da çok kötü vurmuş.
Harvard tarihinde ilk defa ’maaş artışlarını dondurmaktan 3 bin 600 çalışanına erken emeklilik önermeye’ kadar, bir dizi sıkı önlem almış.
Geçen yıl 40 milyar doları bulan bağış fonu şu sıralar 30 milyar dolara düşmüş.
Gelirlerdeki yüzde 25’lik kayıp Harvard’ı kemer sıkmaya itmiş.
Yeni proje ve yatırımların bir çoğu askıya alınmış.
Anlayacağınız global ekonomik kriz, dünyanın en çok imrenilen eğitim kurumu Harvard’ı bile teğet geçmemiş!
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2009
İKİMİZ de verdiğimiz sözü yerine getiremedik. Geçen yıl başında yaptığımız sohbette o "Eyüp Bey size söz 29 Ekim 2008’de yeni binanın açılışını yapacağız" diyordu bense "Söz, ilk ziyaretçiniz ben olacağım." Ama olmadı!
Anayasa Mahkemesi’nin Ankara İncek’teki yeni binası Haşim Bey’in titizliğinden dolayı 29 Ekim’e yetişmedi.
Altı aylık gecikmeyle de olsa 23 Nisan’da görkemli bir törenle açılışı yapıldı.
Fakat ben Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’a söz vermiş olmama rağmen resmi açılışa katılamadım.
Bu yüzden olsa gerek çarşamba günü Erdal Sağlam’la birlikte yeni binada Haşim Bey’i ziyaret ettiğimizde ikimiz de verdiğimiz sözü yerine getirememiş olmanın mahcubiyeti içindeydik.
Bir de Anayasa Mahkemesi’nin yeni binası ile DİSK ve 1 Mayıs kutlamaları arasındaki Türkiye’nin geleceğine dair o "görünmez bağın peşinde...
***
Dün sembolik bir katılımla da olsa DİSK öncülüğünde 1 Mayıs kutlamaları Taksim’de yapıldı.
Oysa geçen yıl aynı meydanda coplar "orantısız bir güçle" taşlara eşlik ediyor, göz yaşartıcı bombalardan dolayı "göz gözü görmüyordu."
Bu yıl en azından Taksim’de işçi-işveren, öğretmen-öğrenci, sendikacı-vali, devlet-millet "göz göze gelebildi."
Şimdi anlatacaklarım size ilk anda "ne alaka?" dedirtebilir ama inanın geçen cuma Anayasa Mahkemesi’nin yeni binasının açılışı ile, bu cuma Taksim Meydanı’nın 31 yıllık aradan sonra, ilk kez 1 Mayıs kutlamaları için açılması arasında "görünmez bir bağ" var.
O bağı görünür kılmadan, Türkiye’nin dünü-bugünü ve yarınını anlayamayız.
***
Bina ya da meydan fetişisti değilim.
Fakat geçen yıl Anayasa Mahkemesi binasında Haşim Kılıç’ı ilk ziyarete gittiğimde aramızda şöyle bir konuşma geçmişti.
"Bu ülkede hukukun üstünlüğü neden lafta kalıyor, yargıya güven tam olarak oluşmuyor, bunun kanıtı sizin bu beton yığını çirkin binanız!"
Düşünün söz konusu olan Anayasa Mahkemesi, yani Meclis’ten sonra "cumhuriyet"in en önemli kurumu.
Tamam Amerika’nın Supreme Court’u ya da Fransa’nın Adalet Sarayı’nı beklemiyorum ama bu kadar mı köhne ve çirkin olabilir bir bina!
Haşim Bey güldü. Meğer yıllardır aynı dertten o da mustaripmiş. En çok da binanın geçmişinden özellikle yurtdışından gelen yargı mensuplarını ağırlarken mahcup oluyormuş.
İşte o gün bana hem 29 Ekim’de yeni binanın açılış sözünü verdi hem de utanarak kullandıkları mevcut binanın hikayesini anlattı.
***
Meğer Anayasa Mahkemesi’nin yıllardır kullandığı bina DİSK’e aitmiş.
12 Eylül ihtilalinde tüm sendikalar gibi DİSK’in de mallarına el konulmuş.
Daha vahimi darbeyle el konulan bu bina, "hukukun üstünlüğünü korumakla görevli en üst merci" olan Anayasa Mahkemesi’ne layık görülmüş.
Binanın çirkinliğini bir kenara bıraktım, hukukun üstünlüğüne yürekten inanan bir Anayasa Mahkemesi, başkanı ve üyeleri için bundan daha "utanç verici" bir durum olabilir mi?
Neyse ki 31 yıl aradan sonra Taksim Meydanı’nın DİSK’e açıldığı günlerde, Anayasa Mahkemesi alabildiğine modern yeni binasına taşındı.
Türkiye hukukun o "görünmez üstün eli" sayesinde yıllar sonra, "iki fiziki utançtan" da kurtuldu!
Şimdi sıra meydanların ve binaların içini hukukla doldurmakta.
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2009
ONU benim için önemli kılan, ne tek başına New York Times’ın en etkili ekonomi yazarı olması ne de 2008 Nobel Ekonomi Ödülü’nü alması. Finans piyasalarının en parlak günlerini yaşadığı dönemde ’Bir liberalin vicdanı’ başlıklı çok cesur ve bir o kadar da düşündürücü kitabı yazması.
Aslına bakarsanız Paul Krugman, 2007 yılında ’Bir liberalin vicdanı’ kitabını, 1960 yılında Cumhuriyetçi Senatör Barry Goldwater’ın hayalet bir yazara yazdırdığı ’Bir muhafazakárın vicdanı’ başlıklı kitabına, karşıt bir manifesto olarak yazdı.
Siyasi kutuplaşma ve ekonomik eşitsizliğin giderek derinleştiği bir zamanların orta sınıf Amerika’sına ’vicdanın’ varlığını yeniden hatırlattı.
Kitabın alt başlığı pek manidar: ’Amerika’yı sağdan kurtarmak.’
Tekrar ediyorum Krugman bu kitabı, o çok eleştirdiği yeni sağın yani Bush iktidarının ve finans piyasalarının zirvesinde yazdı.
Tıpkı teknoloji şirketleri balonunun şişirildiği dönemde Bunalım Ekonomisinin Geri Dönüşü ve Büyük Çözülme’yi yazması gibi.
* * *
Onu benzerlerinden ayıran çok önemli iki özellik var.
1-Ekonomi ile siyaset arasındaki karmaşık ilişkiyi derinlemesine el alması.
2-Orta sınıf Amerikalı Yahudi bir ailenin çocuğu olarak cebini değil, vicdanını varoluşunun merkezine koyması.
Krugman’ın üzerinde durduğu en çarpıcı soru şu:
’İçinde bulunduğumuz siyasi hava ekonomik eşitsizliklerin derinleşmesinde gerçekten de çok belirleyici mi?’
Bir çok ekonomist için ’küfür’ anlamına gelecek bu soruya Krugman’ın cevabı net.
’Evet, siyasi kutuplaşma ve partizan yaklaşımlar ekonomik eşitsizliği daha da derinleştiriyor.’
Yani ülke siyaseten kutuplaştıkça gelir dağılımı uçurumu hızla artıyor.
* * *
Krugman doğal olarak Amerika’dan örnekler veriyor.
Bense benzer bir yaklaşımla 2002-2007 ve 2007-2009 AK Parti iktidarına dikkatinizi çekmek istiyorum.
AK Parti iktidarının birinci döneminde Türk ekonomisi tüm zayıf yanlarına rağmen ’altın çağını’ yaşadı.
Büyüme-ihracat-yatırım-enflasyon-kamu borç dengesi vs. birçok açıdan rekor seviyesinde başarılı sonuçlar alındı.
Fakat tüm bu istikrarlı biçimde yukarı doğru giden veriler 2007 yılının ortasında dramatik bir biçimde aşağı inmeye başladı.
Bakın daha henüz Eylül 2008’de tüm dünyayı etkisi altına alan global ekonomik kriz başlamamış, ama Türk ekonomisi kendi iç dinamikleriyle aşağı doğru yuvarlanmaya başlamış.
Peki neden 2003-2004-2005 ya da 2006 Mayıs ayı değil de 2007 Mayıs’ında başlamış ekonomik iniş?
Krugman’a sormaya gerek yok!
Cevap cumhurbaşkanlığı seçim krizi ve e-muhtıranın verildiği tarihte gizli.
* * *
Türk ekonomisinin temel göstergeleri 2007 Mayıs’ından bu yana kötüye gidiyor.
Yani sadece Amerika’da değil Türkiye’de de siyasi kutuplaşma ekonomiyi bozuyor, eşitsizliği derinleştiriyor.
Türkiye Krugman gibi kutuplaşma karşıtı orta sınıfın vicdanı olabilecek liberallerini arıyor.
Türk siyasetinin Obama’sını bekleyenlere duyurulur!
Bir Liberalin Vicdanı
Literatür Yayınları
(Çeviren: Neşenur Domaniç)
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2009
SİZE global ekonomik krizle ilgili bir ’iyi’, bir ’kötü’ haberim bir de ’önerim’ var. IMF hafta içi Dünya Ekonomik Görünüm raporunu açıkladı.
Her yıl iki defa yayınlanan, ekleriyle birlikte 200 sayfayı aşan nisan raporunu dikkatlice okudum. Kabaca ne diyor IMF?
1- 2’nci Dünya Savaşı sonrası en derin durgunluğu yaşıyoruz.
2- Bu yıl dünya ekonomisi yüzde 1.3 küçülecek.
3- 2010 yılında yüzde 1,9 büyüyecek fakat bu defa toparlanma geçmiş krizlere göre çok daha uzun zaman alacak.
* * *
Bence raporun herkesi ilgilendiren en can alıcı yeri 3’üncü bölüm.
Başlığı: ’Resesyondan toparlanmaya: Ne kadar yakın / Ne kadar güçlü?’
Teknik ayrıntıya girmeden özetle söylüyorum. IMF analistleri resesyonda ’en kötü noktanın arkada kaldığı’ görüşünde.
Piyasaların tabiriyle ’krizin dibi göründü!’
Bu’iyi’ haber. Fakat bir de ’kötü’ haber var.
Toparlanma en az resesyon döngüsü kadar sürecek!
Yani dünya ekonomisi 2010’da toparlanmaya başlayacak, fakat esas çıkış 2011’e sarkacak. Çünkü finansal krizin tetiklediği, birçok ülkenin eş zamanlı etkilendiği krizlerde iç-dış talep ve kredi kanalları aynı anda tıkandığı için toparlanma ciddi zaman alır.
Bu da ’nasılsa dip göründü işler hemen düzelir, herşey eskisi gibi olur’ diye bekleyenlere ’kötü’ haber.
* * *
Bir kötü haber de ’bu yıl yüzde 3.6 küçülürüz’ diyen AK Parti Hükümeti’ne.
IMF’ye göre Türkiye 2009’da yüzde 5.1 küçülür, 2010’da yüzde 1.5 büyür.
Tabii bunların hepsi tahmin.
Hem IMF’nin hem de hükümetin bu yıla dönük yaptığı tahminleri tekrar ve tekrar revize etmek zorunda kaldığını hatırlamakta yarar var.
Dolayısıyla bu noktada esas olan IMF’nin ’en kötü günler geride kaldı’ tespiti.
Fakat ben hala ’krizin dibi göründü’ diyemiyorum çünkü bu kuyu dipsiz bir kuyu.
Daha doğru tabirle, her kuyunun dibi farklı.
Dünya ekonomisini tek bir kuyu bile kabul etsek size, ’borsa-döviz-altın-bakır-petrol-navlun’ bir sürü farklı dip noktası gösterebilirim.
Birinde yüzde yüzlük düşüş dip gibi görünürken diğerinde yüzde bin!
Ayrıca eskiler boşuna ’mesele kuyunun dibi değil, elinizdeki ipin uzunluğu’ dememişler.
* * *
Şimdi gelelim dünya ekonomisinin gidişatını anlamanızı kolaylaştıracak önerime.
Adı, Baltık Kuru Yük Endeksi.
Daha çok denizcilerin yakından takip ettiği bu endeks, dünya ekonomisinin dünü-bugünü ve yarınına ilişkin spekülatif olmayan en ciddi indikatör.
Çünkü endeks, demir cevheri, çelik, hububat, çimento, kömür ve bakır gibi sanayi üretiminde kullanılan temel hammaddelerin taşıma maliyetini yansıtıyor.
Her gün bu malların 26 ayrı rotadaki nakliye fiyatları derlenip ortalama bir veri haline getiriliyor. Böylece dünya ticaretinin seyri en çıplak biçimde ortaya çıkıyor.
* * *
2003 - 2007 arasında "Baltık Endeksi" sürekli olarak yükseldi. 2008 yılı Mayıs ayında tarihinin en yüksek noktasına yani 11.793 puana çıktı.
Fakat Aralık 2008’de küresel ticaret adına, ’krizin dip noktası’ olarak tanımlanabilecek 663 puana düştü. Şu günlerde ise 1800’lerde seyrediyor.
Dedim ya IMF tespitinde haklı ’en kötü günler geride kaldı.’
İlla dip arıyorsak, küresel ticaret aralıkta felaket bir dip yapmış.
200 bin dolara kiralan yük gemileri 5000 bin dolara müşteri bulamamış!
Daha ne olsun!
2010-11 toparlanma yılları.
Peki ama Baltık Endeksi bir daha ne zaman 12 bin seviyesine gelir?
Bu krizden sonra sormamız gereken doğru soru; bir daha o seviyelere gelir mi, dahası gelmesine gerek var mı?
Yazının Devamını Oku