Eyüp Can

Bebecan’dan Babacan’a!

17 Haziran 2009
HENÜZ ’şapkadan tavşan çıkaramadı’ ama ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı sıfatıyla arka arkaya açıkladığı paketlerle piyasaların güvenini yeniden kazanmayı başardı. Kapsamlı bir yeni teşvik yasası, kredi kartlarıyla ilgili hem ’şefkatli’ hem de ’piyasa dostu’ düzenleme, kademeli ÖTV-KDV indirimi...

AK Parti Hükümeti, global ekonomik krizle birlikte kapıldığı rehavetten nihayet uyandı. Ama ben Ali Babacan’dan bahsediyorum. 

Bu uyanışta Başbakan Tayip Erdoğan’ın güven ve desteğiyle çok önemli bir rol oynayan Babacan’dan.

Hani şu 2002 yılında henüz 35 yaşındayken Hazine’den sorumlu Devlet Bakanı olarak atandığında gençliğinden dolayı ’Bebecan’ diye eleştirilen, ama 1. AK Parti iktidarı döneminde gösterdiği performansla o eleştiriyi yapanları utandıran Babacan’dan.

* * *

Babacan’ın siyasi kariyeri üç aşamalı.

2002-2007 1. Babacan Dönemi, yani ’Bebecan’dan Babacan’a’ evrilme süreci.

Bu dönemin özellikle ilk üç yılı çok önemli çünkü tek parti iktidarı, AB ve IMF çıpasını arkasına alan Babacan bu dönemde çok iyi bir ’teknokrat bakanlık’ yaptı.

Öne çıkmak yerine geri planda kalarak Türk ekonomisinin hızlı ve istikrarlı büyümesine ciddi katkı sağladı.

En kritik konularda Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan arasında mekik dokuyarak ekonomi politikalarının rayından çıkmasını engelledi.

Bu döneme ilişkin bence en önemli eksikliği arka arkaya yakalanan yüzde 8-9’luk büyümenin rehavetine kapılması. Kemal Derviş döneminde temelleri atılan ’Güçlü Ekonomiye Geçiş’ programının miadını doldurduğunu anlayamaması.

Yani teknik kapasitesi hayli yüksek başarılı bir teknokrat bakandan, ekonomi politikası üretebilen vizyoner bir bakana dönüşememesi!

* * *

Gelelim 2. Babacan Dönemi’ne.

Çok az insana nasip olabilecek bir yaşta tam kırkında Dışişleri Bakan’ı oldu.

’Kırk kemal yaşıdır’ derler, fakat Babacan ’kırk fırın ekmek de yemiş’ olsa yeni görevinde ’Bebecan’ eleştirilerine tekrar maruz kaldı.

Meclis kürsüsünde ısrarla soy ismi Bebecan diye telaffuz edildi.

Fakat o aldırış etmedi. Aynı teknokrat tavrıyla mekik diplomasisine devam etti.

Fakat Dışişlerinde işi Hazine’den daha zordu. Her ne kadar öğrenmeye açık da olsa uluslararası diplomasinin entrikalarla dolu dünyası zaten öne çıkmayan Babacan’ı iyice pasifize etti.

Allah’tan Başbakan Erdoğan ilk kabine değişikliğinde gölge dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nu çoktandır hak ettiği Dışişlerine, Babacan’ı da hiç ayrılmaması gereken Ekonomi Bakanlığına çok daha güçlü bir biçimde geri getirdi.

Böylece 3. Babacan Dönemi başlamış oldu.

* * *

Emin olun şu günlerde hükümetin arka arkaya açıkladığı ekonomi paketlerinde en önemli rollerden biri onun. Göreve geldiğinden beri ekonomi bürokrasisi ile geceli gündüzlü çalışıyor. Piyasaların ondan laf değil aksiyon beklediğini çok iyi biliyor.

Bu yüzden her defasında kamuoyunun karşısına somut bir adımla çıkıyor.

Dahası kısa vadeli beklentileri karşılamaya dönük adım atarken bile uzun vadeli bir perspektif koymaktan geri durmuyor.

Kırkında Dışişleri’nde olmasa bile kırk ikisinde ekonomide kemale erecek gibi gözüküyor.

Piyasalar ondan inandırıcılığı yüksek orta vadeli mali program ve başbakan Erdoğan’ı IMF anlaşmasına ikna etmesini bekliyor.

Dedim ya henüz ’şapkadan tavşan çıkaramadı...’
Yazının Devamını Oku

Erdoğan, İran Ulusal Gaz Şirketi’ne danışman oldu!

13 Haziran 2009
ZAMAN tünelinde "geriye" değil "ileriye" doğru yolculuk ettiğinizi düşünün.<br><br>Yıl 2015. Tayyip Erdoğan söz verdiği üzere üçüncü dönemin ardından hem başbakanlığı hem de partisinin liderliğini bıraktığını açıklıyor.

Yerine partisinin başına kendisine yakın genç bir siyasetçi geçiyor.

Fakat bir de duyuyoruz ki, Erdoğan ayda 250 bin Euro maaşla İran Ulusal Gaz Şirketi’nin (NIGC) danışmanı olmuş.
/images/100/0x0/55ea87def018fbb8f88607c4
Dahası başbakanlığı döneminde, eleştirilere rağmen, İran devletinin kontrolünde olan NIGC’nin Türkiye ile ortak boru hattı projesi geliştirmesi için çalıştığı herkesçe biliniyor.

Hatta şirketin bu proje için Türk hükümetinden 1 milyar Euro kredi almasını sağlamış.

İran’ın otoriter rejimine rağmen her platformda yaptığı işi savunmuş.

* * *

Bir muhalefet partisi liderinin yoğun eleştirileri karşısında mahkemeden "eleştiriler özel hayatımın ihlaline giriyor" gerekçesiyle durdurma kararı çıkartmış.

Mahkeme muhalif lidere bir daha aynı konuda eleştiri yaparsa 250 bin Euro para cezasına çarptırılacağını bildirmiş.

En çarpıcı olanı İran Ordusu komşu bir ülkeyi işgal ettiğinde bile Erdoğan İran’ın arkasında durmuş.

Medyaya işgalin haklı gerekçeleri üzerine demeçler vermiş.

Yetmemiş otoriter İran rejiminin aslında ne kadar demokrat olduğunu anlatmış.

Dilerseniz şimdi zaman tünelinde "ileriye" değil biraz "geriye" dönelim.

Çünkü bütün bu anlattıklarım Türkiye’de değil Almanya’da, İran’la değil Rusya’yla, NIGC’le değil Gazprom’la, 2015’de değil 2006’da, Başbakan Erdoğan’la değil başbakan Schröder’le birebir yaşandı.

Ve o gün bugündür Schröder’in Gazprom’la ilişkisi hep ilgimi çekti.

* * *

Hafta başı bir grup gazeteci arkadaşla Berlin’de Alman Dışişleri Bakanı Frank Walter Steinmeier ile görüştük.

Steinmeir sonbaharda yapılacak seçimlerde SPD’nin başbakan adayı.

Bize bir sosyal demokrat olarak CHP ile ilgili yaşadığı hayal kırıklığından, Merkel’in imtiyazlı ortaklık önerisinin anlamsızlığına birçok konuda samimi açıklamalar yaptı.

Mesela Steinmeir reformlar sürdükçe Türkiye’yi kimsenin AB yolundan döndüremeyeceğini düşünüyor.

Fakat sohbet boyunca benim aklım zaman tünelinde bir "ileri" bir "geri" gidiyor.

Acaba diyorum kendi kendime Schröder’in yaptığını Erdoğan yapsa tepki ne olurdu?

En çok da Schröder’in Gazprom’la ilişkisinin parti içinde nasıl karşılandığını merak ediyorum. Sohbetin sonunda Steinmeir ve Willy Brandt House Direktörü’ne yaklaşıp zihnimden geçenleri aktarıyorum.

* * *

Schröder’in yanında yetişen bir politikacı olarak Steinmeir gayet rahat, bu durumun çok da yadırganacak bir yönü olmadığını söylüyor. Willy Brandt House Direktörü ise başlangıçta parti içinde bir tartışmanın yaşandığını ama birkaç hafta sonra konunun kapandığını aktarıyor.

Hatta Schröder’in Rusya ve Gazprom’la yakın ilişkisinin Almanya ve AB için ne kadar yararlı olduğunu anlatıyor.

"Schröder Türkiye ile de yakın ilişkide olduğu için Almanya’da eleştirenler var" demeyi ihmal etmiyor.

Benim "Gazprom’un maaşlı çalışanı olmakla Almanya-Rusya ilişkilerinin güçlenmesi için çalışmak arasında fark yok mu?" soruma bile "bu onun tercihi, parti olarak biz hem faydalı olduğunu düşünüyor hem de saygı duyuyoruz" diyor.

Siyaseti bırakan devlet başkanlarının ne yapa-maya-cağı tüm dünyada tartışılıyor.

Mesela Bill Clinton’un Amerika’da kurduğu vakfa yabancı şirketlerden aldığı bağışlar bile ciddi eleştiri konusu. Hilary dışişleri bakanı olunca Bill Clinton özellikle yabancı şirketlerden bağış kabul etmeyeceğini açıklamak zorunda kaldı.

Bence Schröder 250 bin Euro maaşla Rusya gibi serbest piyasa, demokrasi ve şeffaflığın henüz oturmadığı bir ülkede Gazprom’a danışmanlık yapmayı kabul ederek bu tartışmayı en uç noktaya taşıdı.

Ama görünen o ki bu tartışma seçim yenilgisine rağmen Alman Sosyal Demokratların çok da umurunda değil.

İnsan düşünmeden edemiyor Schröder’in yaptığını Erdoğan yapsa Türkiye’de ne olurdu?
Yazının Devamını Oku

Korsan Parti’nin legal zaferi!

10 Haziran 2009
SİZE Avrupa’dan çok ilginç haberlerim var. İsveç’te üç yıl önce kurulan Korsan Parti (Piratpartiet) Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yüzde 7.1’lik oy oranıyla "legal" bir seçim zaferi kazandı. Biliyorum "Korsan Parti’nin legal zaferi" kulağa çelişkili geliyor ama inanın değil.

Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarını izlemek için Genişlemeden Sorumlu Komiser Olli Rehn’in davetlisi olarak bir grup gazeteciyle Brüksel’deyim.

Avrupa’nın birçok ülkesinde seçim sonuçları sosyalistlerin hezimeti, merkez ve aşırı sağın zaferiyle sonuçlandı. Bu, genel anlamda Türkiye için "kötü haber".

Çünkü Avrupa solu Türkiye’nin AB üyelik sürecine olumlu yaklaşırken Almanya-Fransa-Hollanda ve Avusturya’nın sağ partileri Türkiye’nin üyeliğine karşı.

Yani parlamento seçim sonuçlarında çıkan denge kısmen Türkiye aleyhine.

"Kısmen" diyorum çünkü bu fotoğrafı bozan tek olumlu gelişme; Türkiye yanlısı yaklaşımlarıyla bilinen Yeşiller’in Avrupa genelinde oy oranlarını artırmış olması.

* * *

Her ne kadar Avrupa Parlamentosu Türkiye’nin AB ile müzakere sürecini durdurma gücüne sahip olmasa da Avrupa’da esen "değişim rüzgárını" Türkiye’nin iyi okuması gerekiyor.

Mesela Türkiye karşıtı söylemleriyle bilinen Sarkozy’nin popülaritesi çok düşük olmasına rağmen, partisi seçimlerden çok iyi sonuç aldı.

Maalesef Fransız sosyalistleri birbirlerini yemekle meşgul!

Şimdi bu fotoğrafa bakıp "Türkiye karşıtlığı Fransız iç politikasında çok prim yapıyor" diyenler olabilir, fakat Yeşiller’in efsane lideri Daniel Cohn-Bendit Türkiye yanlısı açıklamalarına rağmen bu argümanı altüst edebilecek bir başarı elde etti.

Demek ki fotoğraf zannettiğimiz kadar "siyah-beyaz" değil.

Türkiye, reformlara tekrar sarılır, ev ödevlerini iyi yaparsa anti-Türkiye kampının yükselişine rağmen tam üyelik yolunda bir sıkıntı olmaz.

Olli Rehn dahil Brüksel’de görüştüğüm tüm siyasetçiler bu mesajı verdi:

"Endişeye mahal yok, yeter ki yargı ve siyasette reformlar devam etsin."

* * *

Şimdi gelelim korsan ruhla kurulan bir partinin legal zaferine..

27 ülkede gerçekleşen Avrupa Parlamentosu seçimlerinde sembolik sürprizi üç yıl önce İsveç’te kurulan Korsan Parti yaptı.

Çünkü Korsan Parti’nin hikáyesi dünün olmasa da yarının siyaseti konusunda hepimizi yeniden düşünmeye davet ediyor.

Gelin isterseniz hikáyeye en başından başlayalım.

Her şey 2005 yılında İsveç hükümetinin çıkardığı mahremiyet sınırlarını zorlayan fikri mülkiyet yasasıyla başlamış. Dünyanın en büyük paylaşım sitelerinden biri olan The Pirate Bay (Korsan Koy) yeni düzenlemeyle birlikte birden İsveç’in en tartışmalı davalarından birinin muhatabı olmuş.

Sitenin dört yöneticisi internet ortamında sinemadan müziğe birçok dosyayı üyeleriyle ücretsiz paylaştıkları için suçlu bulunmuşlar.

* * *

İşte üç yıl önce açılan bu dava kendilerini "Korsan Parti" olarak tanımlayan bir internet hareketinin doğmasına yol açmış. Parti özellikle gençler arasında öylesine hızlı yayılmış ki ne ortada doğru dürüst bir siyasi program ne de klasik örgütlenme yapısı olmasına rağmen bir anda İsveç’in en fazla üyeli partilerinden biri olmuş.

Şimdiden İspanya’dan Meksika’ya birçok ülkede aynı adla partiler kurulmuş.

Hedef; internette devlet denetimini azaltmak, telif haklarında kısıtlayıcı düzenlemeleri ve patent sistemini kaldırmak.

Gerçi onlar bu hedefi daha felsefi bir bakış açısıyla izah ediyorlar: "Bilgi ile bilgiye ulaşmak isteyenler arasında duran her şey ortadan kalkmalı."

Sinema, müzik ve yayın endüstrisi yerine sadece sanatçı ve sanatsever kazanmalı.

Sanatçı, minik bir telifle endüstriye bağımlı olmak yerine dijital paylaşım ortamlarında yeniden ve yeniden üretilerek milyonlara ulaşmalı.

Kazancını üretimi kısmaktan değil tam tersi daha fazla üretilmekten yani tanınırlıktan elde etmeli.

Baksanıza İsveç’te internetten film ve müzik indirilmesinin yasaklanmasını protesto amacıyla kurulan Korsan Parti şimdiden parlamentoya girebilecek tanınırlığa ulaşmış.

Dahası kendisine Korsan Parti diyerek hem felsefi hem siyasi hem ekonomik hem de hukuki bir tartışma başlatmış.

Dijital çağın yeni siyaset dünyasına hoş geldiniz.
Yazının Devamını Oku

Mutsuz çalışanlar ordusu

6 Haziran 2009
YIL 1989. Ailem karşı çıkmasına rağmen inatla İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümüne girdim. Aslında ’aile içi tartışmam’ lise 2’de başladı.

Babam ve hocalar okulun en iyi dereceli öğrencilerinden biri olduğum için ’sayısal’ bölümü seçmemi istiyorlardı, bense ikinci sınıf muamelesi çekilen felsefe-edebiyat-sanat ve tarih ağırlıklı ’sözel’ bölümü.

Onlar tatlı sert nasihat ediyordu bense çok basit bir şey söylüyordum. ’Sayısalı seçmeyeceğim çünkü ne mühendis ne de doktor olmak istiyorum. Ben gazeteci olacağım!’

Sen misin bunu söyleyen.

Bundan tam 20 yıl önce çok istediğim bölümü kazandım ama üniversite hayatımın ’ilk şokunu’ da yaşadım.

Seçtiğim fakülte öylesine beklentilerimden uzaktı ki daha ilk hafta okulu bırakmayı düşündüm. Sonra çevreme baktım sınıfın yarısı benimle aynı ruh halinde.

Kimi bir daha okula uğramadı, kimi bir yandan derslere devam edip diğer yandan yeniden üniversite giriş sınavına hazırlandı. Ve gerçekten de birçok arkadaşım bir seneyi yakma pahasına okulu terk etti.

* * *

Peki ya ben?

’Gazeteci olmayı kafaya taktığım için’ işime yarayacak dersler dışında devamsızlık yapıp mesleğe atılmaya karar verdim.

Staj, part-time çalışma derken okul bittiğinde mesleki anlamda ne yapmak istediğimi daha iyi biliyordum.

Fakat bilgi açlığımı ve üniversiteden kaynaklanan eksikliğimi gidermek için Amerika’ya yüksek lisans yapmaya gittim.

Kafamda tek bir okul vardı Harvard, bölümden emin değildim. Biraz siyaset bilimi, biraz Ortadoğu biraz da uluslararası ekonomi çalışmak istiyordum.

Bu düşüncelerimi açıkça yazıp Harvard’a müracaat ettim.

Kabul alıp danışman hocamın karşısına geçtiğimde ’disiplinler arası çalışma’ isteğimin tahminimden de öte önemsendiğini gördüm.

İş ders seçimine geldiğinde bırakın Harvard Üniversitesi’nin farklı bölümlerinden istediğim dersi seçmeyi, şaşkınlıkla Harvard’a iki kilometre uzaklıktaki MIT’den bile ders alabileceğimi öğrendim.

Lisans eğitimine gelen öğrencilerin yarıdan fazlasının ilk iki yıl hiçbir bölüm seçmeden okuyabildiklerine şahit oldum. Meğer öğrencileri kendi seçimlerini yapmaya teşvik eden bu yaklaşım Ivy League denilen Amerika’nın en iyi sekiz üniversitesinde de uygulanıyormuş. Bu okullar biraz da bu esnek yapılarından dolayı bu kadar ilgi görüyormuş.

* * *

Anlattıklarım size çok kişisel gelebilir ama inanın değil. Türkiye’de her yıl milyonlarca öğrenci aslında ’ne seçtiğini bilmeden’ üniversite seçme sınavına giriyor.

Allah’tan Sabancı, Okan ve Işık gibi birkaç üniversite öğrencilerine girdikleri bölüm ne olursa olsun eğer gerekli başarıyı gösterebilirlerse ikinci yılın sonunda bölümlerini yeniden seçme imkánı sunuyor.

Böylece öğrenciler bir yıl kaybetmekle bir türlü sevemedikleri bir bölümde okumak arasında sıkışıp kalmıyor.

Daha doğrusu kalmıyor-du, çünkü YÖK geçen hafta akıl almaz bir kararla bu okulların yatay geçiş imkánını elinden aldı. Sabancı Üniversitesi’nin on yıldır başarıyla uyguladığı, birçok üniversitenin gıpta ederek izlediği, bizzat YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın övgüler düzdüğü seçmeli sistem, soğuk savaş döneminden kalma bir ’eşitlikçilik’ adına YÖK Genel Kurulu’nun hışmına uğradı.

* * *

Önceki gün Sabancı Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı ve rektörü Tosun Terzioğlu ile konuştum.

Her ikisi de şaşkınlık içinde.

Ne kararın kendisini ne yazılış biçimini ne de zamanlamasını anlayabilmişler.

YÖK’ün kararı öylesine traji-komik ki Güler Hanım;Türkiye’de farklı ve başarılı olmak cezasız kalmıyor’ demek dışında bir açıklama bulamadı.

Tosun Hoca ise YÖK’ün bu yanlıştan bir an önce dönmesini umut ediyor, şimdilik yürütmeyi durdurma davası açmışlar.

İşsizlik büyük sorun, fakat bence ’okuduğu halde bölümünü-çalıştığı halde işini sevmeyenler’ daha büyük sorun!

Türkiye’nin ’işsizler ordusu’ kadar ’mutsuz çalışanlar ordusu’ var.

Yusuf Bey, siz ve genel kurul üyeleriniz öğrencilerini mutlu etmek için çabalayan Sabancı üniversitesiyle uğraşacağınıza lütfen ’mutsuz mezunlar’ üreten eğitim sistemiyle uğraşın.
Yazının Devamını Oku

Kibirle gelen ölüm

3 Haziran 2009
DEDEM 102 yaşında öldü. Gözleri görmediği için hiç araba kullanamadı fakat Amerikan arabalarına özellikle de General Motors’un (GM) efsane otomobil markası Chevrolet ve Cadillac’a hayrandı. Dedemin hayalini amcam gerçekleştirdi Cadillac alamadı ama kızıl renkli Chevrolet’si ile gençlik yıllarında bizi epey eğlendirdi.

Dün tüm dünya medyasında çok önemli bir ’ölüm haberi’ vardı.

Dünyanın en büyük otomobil devi GM tam 101 yaşında Hak’kın daha doğru tabirle, Amerikan hükümetinin rahmetine kavuştu. Asırlık çınar resmen iflas etti.

Dedemin gençlik ikonu GM, dedem kadar bile yaşayamadı.

Türkiye gibi ortalama şirket ömrünün 30 yıl olduğu bir ülkede 101 yıllık GM efsanesini küçümsüyor değilim. Fakat ona bakarsanız Türkiye gibi ortalama yaşam süresinin 70’i bulmadığı bir ülkede dedem de 102 yıl yaşadı.

Meselem sayılar değil GM’i öldüren zihniyet!

* * *

Dedem gözleri görmediği halde son nefesini verene kadar dolu dolu yaşadı.

Bana çocukluğumda Cadillac’la yaptığı hayali yolculukları anlatırdı.

Oysa GM ilk elli yılda yarattığı efsanenin altında kaldı. Düşünün daha 1950’lerin başında Amerikan otomobil pazarının yüzde 54’ü GM’in elinde.

Öyle ki GM bir otomobil markası olmanın çok ötesinde ’güç, konfor ve ihtişamın’ sembolü. Fakat 1970’lerden itibaren sahip olduğu o ’muhteşem gücün’ esiri.

Düşünün Arap Dünyası’nın başlattığı petrol ambargosu otomotiv sektörünü alt üst etmiş GM kılını kıpırdatmıyor.

Enerjinin kıymete bindiği yeni dünyada enerji konusuna aldırış etmeyen ’ihtişamlı arabalar’ üretmeye devam ediyor. Tüketici taleplerinde yaşanan dramatik değişimi ciddiye almıyor. Peki neden?

Büyüklük kompleksinden!

* * *

’Büyüklük kompleksi’ insanlarla sınırlı değil, şirketler hatta devletler de çoğu zaman bu hastalıktan muzdarip.

İşin kötüsü tıpkı ’aşağılık kompleksi’ gibi ’büyüklük kompleksi’ de öldürücü olabiliyor. Hele de söz konusu olan rekabetin çok çetin yaşandığı ekonomi dünyası ise.

Nasıl mı?

Çok değil bir yıl kadar önce GM 100. kuruluş yıl dönümünü kutluyordu.

Dün Referans’ta yazdım, işler iyi gitmemesine, bilanço sürekli eksi yazmasına rağmen GM CEO’su Rick Wagoner umut vaat ediyordu.

Hatta iflası tartışılan yüz yıllık GM’in, "yüz yıl daha ayakta kalabilecek güçte" olduğunu iddia ediyordu. Ne de olsa GM, bir döneme damgasını vurmuş efsane arabaların yaratıcısıydı. Ama nafile! İnsanlar gibi şirketler de ölümlü.

İşin kötüsü GM, yaklaşık otuz yıldır ölümün pençesinde.

İlk büyük kalp krizini 1970’lerde yaşadı. Arap ülkelerinin petrol ambargosu "kaslı-konforlu-büyük ama aşırı maliyetli" otomobil devi GM’i iki seksen yere serdi.

* * *

1912 yılında lüksün sembolü Cadillac’ın elektrikle çalışan modelini üretmeyi akıl eden GM, seksen yıl sonra bırakın geleceğin otomobili "hibrid modele" hazırlık yapmayı, sahip olduğu mirası bile eline yüzüne bulaştırdı.

1996 yılında tam 1 milyar dolar harcayarak piyasaya sunduğu elektrikli EV1 modellerini geri çağırmak zorunda kaldı. Marka sayısını azaltıp geleceğin teknolojisi ve tüketim alışkanlıklarına odaklanmak yerine ölümcül büyüme stratejisiyle içine düştüğü bata ğı daha da derinleştirdi.

Opel’in büyük ortağı olmak yetmiyormuş gibi Avrupa pazarında daha fazla genişleme adına fazlasıyla niş bir marka olan Saab’ı aldı.

Yetmedi tüketici daha küçük ve az maliyetli Toyota’ya yönelirken GM, dalga geçercesine Hummer’ı satın aldı.

Satışları düşmesine rağmen yeni model SUV üretimine devam etti.

Peki ama neden?

* * *

Birçok sebebi var, ben sadece GM ’in ’büyüklük kompleksine’ ilişkin bir örnekle yetineceğim.

GM CEO’su Rick Wagoner geçen yıl sadece "GM yüz yıl daha yaşar" demedi.

Hindistanlı otomotiv şirketi Tata’nın dünyanın en ucuz otomobili iddiasıyla ürettiği 2 bin 500 dolarlık otomobille ilgili soruya bakın nasıl cevap vermiş: "Nano’yu ilk gördüğümde önce tekerlekleri dikkatimi çekti. Biz açıkçası bunca yıldır gösterişli araç üretirken böyle bir tekerleğe sahip araç üretmeyiz. Çok komplike çözümlerden sonra bizim mühendislerimiz böyle bir araç geliştirmek istemezler."

Görüyor musunuz "kibri."

Bir yıl sonra iflas edecek bir şirketi yönetiyor hala rakiplerine, tüketici taleplerine tepeden bakıyor. Sanki GM’i parlak jantlı, 24 inçlik lastikler kurtaracak!

Oysa tam da bu sebeple batmadı mı GM?

Timsah gözyaşları dökecek değilim. Ben ’büyüklük kompleksinden’ muzdarip GM’in iflasına değil dedemin hayallerini süsleyen efsanenin ölümüne üzülüyorum.

O efsanenin çoktan öldüğünü bilmeme rağmen!
Yazının Devamını Oku

Krizin yeni gözdesi: Dönekler

27 Mayıs 2009
ONLARA ’dönekler’ diyorlar. Yok, yok öyle Türkiye’deki siyasi kamplaşmadan; sağdan sola, soldan liberalizme dönenlerden bahsetmiyorum. Benim size anlatacağım ’dönekler’ araştırmacıların kriz ortamında şirketlere çözüm önerisi olarak sundukları çok önemli bir müşteri kitlesi.

İç ve dış pazarın birlikte daraldığı şu ortamda her şirket doğal olarak öncelikle ’sadık müşterisine’ sarılıyor.

Müşteri sadakati yaratabilmiş şirketler durgunluğu daha hafif hasarla atlatıyor.

Fakat sonuçta müşteri sadakatine rağmen, en sadık müşteriler bile sizi terk etmediği halde harcamayı kıstığı için bu yıl birçok başarılı şirket yüzde 20 küçülmekten kurtulamayacak.

Peki, bu bir kader mi?

* * *

Global ekonomik kriz hepimizi etkilediği için bir noktaya kadar kaçınılmaz.

Fakat ’kader’ değil.

Capital’in geniş bir özetini Türkiye’de de yayınladığı Harvard Business Review finansal kriz gündemli son sayısını ’resesyonda perakendeciliğin beş kuralı’na ayırmış.

O beş kuralı aktaracağım ama öncesinde benim marketing açısından dikkat çekici bulduğum ’döneklerin’ tanımına bakalım:’Ne size ne de rakiplerinize sadık olan müşteriler.’

Biliyorsunuz Türkiye’de siyasal anlamda her türlü değişim ’döneklik’ olarak nitelenebiliyor. Bir kere üzerinize bu etiket yapıştırıldıktan sonra da bir kampa ait olmadığınız-olamadığınız için sizden umut kesiliyor.

Oysa marketingciler tam da bu özelliğinden dolayı, bir şirkete kendisini sadık hissetmediği için ’dönek müşterileri’, krizin aşılmasında en büyük fırsat olarak görüyor.

Medya’dan sağlığa, konfeksiyondan gıdaya birçok sektörde şirketlere kriz ortamında kan kaybetmemek için ’dönekleri’ kazanmayı öneriyorlar.

* * *

Mesela müşteri sadakati yaratma konusunda dünyanın önde gelen markası Starbucks, kurulduğundan buyana ilk defa geçen yıl 600 kadar mağazayı kapatmak zorunda kalmış.

Tabii bu küçülme Starbucks’ın sadece operasyonel karlılığını değil aynı zamanda şirketin hisse senedi fiyatını da bir yıldan daha kısa bir süre içinde yüzde 60 çökertmiş.

Halbuki diyor Ken Favoro ve arkadaşları Starbucks gibi şirketler ’resesyonda perakendeciliğin beş kuralına’ kulak verseler önlerinde zannettiklerinden çok daha geniş bir büyüme evreni keşfedeceklerdi.

Starbucks şu anda cirosunun neredeyse %90’ını sadık müşterilerine borçluymuş. Burada daha fazla büyüme söz konusu değil. Rakiplerinin sadık tüketicilerini de kendisine çekmesi zor. Şu kriz ortamında kazanabileceği tek müşteri kitlesi ’dönekler.’

Ken Favoro
bir çok şirketin kriz dolayısıyla kaybettiği ortalama yüzde 20’lik müşteri kitlesine karşılık doğru bir strateji ile ’döneklerin’ yüzde 30’unu sadık müşteri yapabileceğini iddia ediyor.

* * *

Mesela Starbucks mevcut pazar payı kadar döneklerden oluşan alternatif bir pazara sahip. Ama şu beş kuralı uygulayıp onları kazanmak yerine panik bir halde frene basıyor.

1. Kural: Boşluk olan yerlere gidin. Yani kriz ortamlarında size sadık olmayan, vefasız müşterileri kazanın.

2. Kural: Ürün ihtiyaç uçurumunu kapatın. Kriz ortamında sadece en çok satan ürüne odaklanmayın cironuzu arttırmak için rakiplerinizin mağazalarında para harcayan müşterilerini sizin mağazanızda para harcamaya ikna edecek adımlar atın.

3. Kural: Kötü maliyetlerin peşine düşün. Maliyetlerinizin müşterilerinizin çıkarlarıyla nasıl bir ilişkisi olduğunu bilmeden maliyet tasarrufuna gitmeyin.

4. Kural: Mağazaları kümeleştirin.

5. Kural: Çekirdek süreçlerinizi yenileyin. Kriz döneminde tüm stratejik planlamanızı öncelikle ’dönek’ müşterileri kazanmaya odaklayın.

Dedim ya marketingciler onlara ’dönekler’ diyor. Kutuplaşan Türkiye siyasetinde ’dönekler’ habire dayak yerken, kriz ortamında şirketler ’dönek’ müşterileri kazanma yarışına giriyor.
Yazının Devamını Oku

Haydi liderler pazara!

23 Mayıs 2009
EN son ne zaman bir siyasi lideri çarşıda-pazarda alışveriş yaparken gördünüz? Benim hafızamdaki en canlı görüntü 10. Cumhurbaşkanı Necdet Sezer’in ekose mavi gömleği ve toprak rengi pantolonuyla Migros’un kasasında cebinden çıkardığı parayla tam ödeme yaparken çekilen fotoğrafı.

Ne resmi plakalı araç ne de Cumhurbaşkanlığı forsu.

Yedi yıllık Çankaya serüveninde Sezer ailesinin kamuoyuna yansıyan ’en doğal’ hali.

Bir de Tayyip Erdoğan’ı hatırlıyorum.

Akşam saati eve dönerken markete dalıp kozmetik malzemeler reyonundan jilet ve diş macunu alışını.

Deniz Baykal’ın Antalya’da bayram namazı sonrası çay-simit sefasını.

Maalesef Devlet Bahçeli’ye dair zihnimde bir alışveriş karesi yok.

Abdullah Gül’ün ise Hayrünnisa Hanım’la zaman zaman alışveriş merkezlerinde görüldüğünü biliyorum.

Fakat ben yine de siyasi liderlerin özellikle şu kriz döneminde çarşıda-pazarda ’bir tüketici’ olarak daha fazla bulunmaları gerektiğini düşünüyorum.

Hem tüketicinin halini anlamak hem de tüketime katkı yapmak adına.

* * *

Meğer bunu düşünen bir tek ben değilmişim.

Türkiye’nin en büyük işçi ve işveren örgütleri iç pazarı canlandırmak için TOBB önderliğinde dün bir kampanya başlattı.

Kampanyanın sloganı ’Kriz varsa çare de var.

Beş hafta boyunca üreticiye-tüketiciye-çalışana en sonunda da hükümete bir çağrı yapılacak.

İlk çağrı tüketiciye: ’Eve kapanma, pazara çık’

İş bulma umudunu kesenlerle birlikte işsiz sayısının 6 milyonu aştığı bir ortamda birçok tüketicinin bu çağrıya ’akıl verme, para ver’ karşılığını vereceğinden şüphem yok.

Ama ben yine de Türkiye’de ’kriz’ yerine artık ’çarenin’ tartışılmasını talep eden bu kampanyayı destekliyorum. İletişim stratejisi demode olmasına rağmen!

Türkiye’de milli gelirin yüzde 70’i iç tüketimle oluşuyor.

Her ne kadar alternatif pazarlarla ihracatı artırmaya çalışsak da bu yıl Türkiye’de krizin etkilerini azaltmanın yolu iç pazarın canlanmasından geçiyor. Yani tüketimden.

* * *

İşin ilginci bunu söyleyen ben değilim.

Düne kadar ’üretim de üretim’ diyen TOBB Başkanı, ’işçiyiz haklıyız, hakkımızı alırız’ diyen Türk-İş, Hak-İş, TESK, TİSK ve Kamu-Sen...

Evet evet yanlış duymadınız. Önceki akşam katıldığım toplantıda sendika ve oda başkanları bile ’krizin tek çaresi tüketimin artması’ dedi.

Fakat durun esas sürpriz uzun süredir siyaseten bir araya gelmekten imtina eden Erdoğan, Baykal, Bahçeli ve Cumhurbaşkanı Gül de destekliyor bu kampanyayı.

Desteklemekle kalmıyor hepsi alışveriş yapmak için ’çarşıya-pazara’ çıkma sözü veriyor. Rifat Hisarcıklıoğlu, kampanyanın detaylarını sır gibi saklıyor.

Benim öğrendiğim Gül dáhil her hafta bir siyasi lider ’Kriz varsa çare de var’ rozetini göğsüne asıp normal bir tüketici gibi çarşı-pazar alışverişe çıkacakmış.

Dahası öneri bizzat kampanyadan heyecanlanan liderlerin kendisinden gelmiş.

* * *

Türkiye mahalli seçimin gölgesinde uzun bir süre global ekonomik krizin varlığını tartıştı. Şimdi artık çözümü tartışma zamanı.

Platformun gündeminde harcama çeklerinden, alternatif kredi mekanizmalarına kısa vadede tüketimi harekete geçirecek birçok öneri var.

AK Parti Hükümeti yenilenen ekonomi kabinesiyle bunların ne kadarını gerçekleştirebilir zaman gösterecek.

Ama şu bir gerçek; önümüzdeki haftalarda elinde alışveriş sepeti Gül, Erdoğan, Baykal ve Bahçeli’yi ’en tüketici halleriyle’ çarşıda-pazarda görürseniz şaşırmayın.

Çünkü en nihayetinde onlar da birer tüketici.
Yazının Devamını Oku

Fındığın laneti!

20 Mayıs 2009
TÜRKİYE önemli bir petrol ülkesi olsa ekonomisi nasıl olurdu? "Oil curse", yani "petrolün laneti"ne inananlardan değilim ama büyük ihtimal "berbat" olurdu.

Neden mi?

Türkiye’nin dünyada neredeyse tekel konumda olduğu ender ürün fındığın başına gelenleri gördükten sonra Ortadoğu ülkelerini yüz yıldır yakan "petrolün lanetini" düşünemiyorum bile...

Dünya fındık üretiminin yüzde 7O’ini tek başına Türkiye gerçekleştiriyor.

Fakat buna rağmen Türkiye’nin "akılcı bir fındık politikası" olmadığı için bırakın kár etmeyi birtakım "uyanık aracılar" dışında herkes zarar ediyor.

Tablo öylesine çarpık ki, neresinden tutsanız elinizde kalıyor.

Fındığın esas tüketicisi dünya çikolata sanayii.

Yıllık ortalama talep 750 bin ton civarında. Oysa sadece bu yıl yanlış ekim politikalarından dolayı Türkiye’nin üretimi 900 bin tonu bulacak.

Siz buna bir de Toprak Mahsülleri Ofisi’nin depolarında bekleyen 650 bin tonluk stoku ekleyin, arz ve talep dengesizliğinin geldiği boyutu görün.

Bir ülke dünyada neredeyse tekel olduğu bir ürünü bu kadar mı vizyonsuz yönetir?

* * *

Haksızlık yapmayalım, bu çarpıklığın tek sorumlusu AK Parti hükümeti değil.

Bugün karşı karşıya olduğumuz "fındık çıkmazı" hükümetlerin yıllardır sürdürdüğü popülist politikaların sonucu.

Oy uğruna verilen kontrolsüz destek çiftçiyi ihtiyaçtan fazla üretime teşvik etti.

Üretim arttıkça fiyat düştü, fiyat düştükçe çiftçi ağlamaya başladı ve hükümetler hazine kasasından depolarda çürütmek pahasına alım yaptı.

Türkiye yılda 2 milyar doların üzerinde ihracat geliri elde edebileceği mukayeseli üstünlüğe sahip olduğu fındıktan zarar etmeye başladı.

Öyle ki hükümetin bu yıl bütçeden TMO’ya aktardığı 4 aylık "görev zararı", 1 milyar 268 milyon TL. Toplam zarar şimdiden 3 milyar TL’yi buldu.

Ve işin kötüsü bu işten ne üretici memnun ne de tüketici.

* * *

Peki bu noktaya nasıl gelindi? Daha önce de yazdım kritik tarih 2006.

Çünkü 2006’da Fiskobirlik geçmiş yılların popülist yaklaşımıyla fındık alım fiyatlarını yukarı çekmek için uğraşırken Erdoğan, iki önemli argümanla karşı çıkmıştı.

1- Fiskobirlik yüksek fiyattan fındık alarak stok yapıyor, bu fındıkların çoğu depolarda ya çürüyor ya da zararına yağlık olarak fabrikalara gönderiliyor. Devletin sırtına yüklenen fatura 1.5 milyar YTL. Bu da bir nevi hortumculuk!

2- "AK Parti Karadeniz’den oy alamaz" diyorlar "Türkiye biteceğine partim bitsin."

Ne oldu da üç yıl önce böylesine cesur çıkışlar yapan Erdoğan Fiskobirlik’i devre dışı bırakıp TMO üzerinden söylediklerinin tam tersini yapıyor?

Maalesef bu sorunun tek bir cevabı var seçimler, seçimler, seçimler!

Başka türlü hiç kimse kısa, orta ve uzun vadede hemen hemen herkesin aleyhine işleyen AK Parti hükümetinin fındık politikasını daha doğrusu politikasızlığını izah edemez.

* * *

Yok eğer petrol gibi fındığın da bir "laneti" olduğuna inanıyorsanız, o zaman bir izah daha var. 1950’li yıllarda Türkiye’nin en büyük fındık tüccarı olarak iki defa iflasın eşiğine gelen Rum asıllı Trifonidis’in "Fındık Manifestosu".

Madem hükümetler yıllardır akılcı bir fındık politikası üretemiyor, gelin Ulusal Fındık Konseyi’nin sitesinde de yer alan canı yanmış bir fındık tüccarının 1964 tarihli şu muhteşem manifestosuna kulak verelim.

1- Fındık dinsizdir.

2- Fındık imansızdır.

3- Fındık nikahsızdır.

4- Fındık kitapsızdır.

5- Fındık namussuzdur.

6- Fındık işini iyi bilirim de, yaparım da diyen delidir.

7- Fındık işinin ilerisini görürüm de yaparım diyen zırdelidir.

8- Fındığı elinde tutup satmayacak olursan, yanlış yapmış olursun.

9- Fındık paran kadar mal alırsan ve hesaplı gidersen zarar etmezsin.

10- Fındıktan korkmayan Allah’tan da korkmaz.

11- Fındık hakkında konuşurken başkalarını dinle fakat tatbik etme.

12- Fındığın alış ve satışında fazla ısrar edersen, evvela malına sonra da canına mal olur.

Gel de "fındığın lanetine" inanma!
Yazının Devamını Oku