28 Mart 2009
YIL 1692.Yer; Kuzey Amerika’da Salem kasabası. Her şey Püritenlerin yaşadığı Salem’de bir grup genç kızın ormanda ateş yakmasıyla başlar.
Aslında gecenin karanlığında yaktıkları ateş, kendi içlerinde yanan "arzu" ateşinin kıvılcımıdır ve tek niyetleri, içerisine " ekmek kırıntıları, baharatlar, bir parça tuz, bir tutam at kuyruğu ve özenle kesilmiş tırnak ucu" attıkları kaynar kazanın, kendilerine gelecekten haber vermesidir.
Fakat büyüyü hazırlayan ve rahibin kölesi olan zenci Tituba merakla bekleyen kızlara kendilerini bekleyen beyaz atlı şövalyeyi değil, hepsini dehşete düşürecek şu cümleyi fısıldar:
"Tabuta bürünmüş korkunç bir hayalet görüyorum..."
Tituba’nın fısıltılı kehaneti kızlarda tam bir şok etkisine yol açar. Salem’de tam bir yıl sürecek "cadı avcılığı (witch-hunt)" resmen başlar.
Masum bir merak kısa sürede histeriye dönüşür.
Çünkü köyün rahibi Samuel Parris’in 9 yaşındaki kızı Betty ve 11 yaşındaki yeğeni Abigail bu dehşet anının etkisiyle histeriye kapılmıştır.
Böylece Batı medeniyet tarihinde sıkça hortlayan "cadı avcılığı", Orta Çağ’da sebep olduğu trajedilerden tam 2 asır sonra yeni kıtada hortlamış olur.
Oyunvari başlayan büyü köy sınırlarını aşar, önce kasabaya, oradan bütün bir eyalete yayılır.
Peki ama Salem halkının bir anda bu olayı toplumsal bir cinnete ve insan avcılığına dönüştürmesinin sebebi neydi?
Harvard yayınlarından çıkan "Salem: Büyücülüğün Sosyal Orijinleri" adlı kitapta P. Boyer ve S. Nissenbaum bu histerinin nedenlerine farklı bir açıdan bakar. Püritenizm’in, "şeytan, kötü ruh, cadı" konusundaki keskin yorumlarının yanısıra o dönemde mevcut sosyal ve ekonomik parçalanmışlığın, şahıslar ve gruplar arasındaki güç mücadelesinin rolüne dikkat çeker.
Salem halkı Püriten inanışları gereği şeytanın insan bedenini (özellikle de kadınları) esir aldığına inanmaktadır. Betty ve Abigail’in tuhaf davranışlarına dair spekülasyon ve dedikoduların yayılması üzerine, ekonomik ve sosyal sebeplerle bölünmüş olan kasabada gücü elinde bulunduran grup, karşı taraftan önüne geleni "cadılık"la suçlar.
Aylarca sürecek cadı avcılığı böyle başlar. Salem mahkemeleri kurulur. Cebinden bir parça ekmek ve peynir çıktığı için büyü yapacağı varsayılan masum kadınlar, sokakta çubuklarla oynadığı için büyülenmiş olmakla suçlanan genç kızlar, kadın kadına bir araya gelip fal baktıkları için cadı denilen köylüler, karşı tarafın toprak egemenliğini ve baskılarını kabul etmeyip köyün dışında tarlasını süren ve kendi halinde yaşayan çiftçiler...
Öyle ki bir süre sonra hapishanelerde boş yer kalmaz.
Çoğunluğunu kadınların oluşturduğu 19 kişi asılır.
Ta ki işin ucu Massachusetts Valisi’nin karısına uzanıncaya dek!
Vali, İngiltere Krallığı’nı haberdar ederek mahkemelere son verdirir.
Yüzlerce masum kadını cadılıkla suçlayan histeri nihayet durur!
Fakat aynı histeri "soğuk savaş" günlerinde yeniden nükseder. Ünlü oyun yazarı Arthur Miller 1950’lerde senatör McCarthy’nin tetiklediği "komünizm paranoyasından" dolayı başlayan "cadı avcılığı"nın dehşetli günlerinde Salem’de yaşananları kaleme alır. "The Crucible" adlı kitabı McCarthy Amerika’sında histeriye karşı dalgakıran görevi görür.
Bütün bunları neden anlatıyorum?
Türkiye uzun süredir inanç ya da ideoloji adına toplumsal histerilerle karşılıklı suçlamaların havada uçuştuğu, kimi zaman suçlamaların cadı avcılığına dönüştüğü bir ülke haline geldi. Öyle ki ortalık ithamlardan, yargısız infazlardan ve telefon dinlemelerinden geçilmiyor.
28 Şubat’ta yaşanan cadı avcılığının bir başka versiyonu bugün yaşanıyor. Fakat unutulmasın histeri herkesin ruh sağlığını bozar, bumerang gibi dönüp atanı vurur.
Tıpkı Massachusetts Valisi’nin karısına olduğu gibi!
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2009
’OKYANUSU geçip derede boğulmak’ diye buna derler. TMSF Başkanı Ahmet Ertürk, AK Parti iktidarının "en başarılı" bürokratlarından biri. Bunu laf olsun diye söylemiyorum rakamlar ortada. <br><br>Ertürk göreve gelmeden önce batık bankalardan yapılan tahsilát 1.5 milyar dolardı. Oysa son 5 yılda yapılan tahsilát 16.5 milyar dolar.
Ertürk yönetiminde TMSF, İmar Bankası gibi bankacılık tarihine geçen bir dolandırıcılığı bile çözdü.
Fakat iş batık Sümerbank’ın sahibi Hayyam Garipoğlu’na ait Burgaz Rakı’ya müdahaleye gelince Ertürk’ün eli bir şekilde bağlandı.
Sebeplerine geleceğim ama dilerseniz önce size 1 milyar dolarlık rakı pazarındaki "bandrol kavgasının" perde arkasını anlatayım.
Rakı piyasasında üç büyük oyuncu var. Mey, Burgaz ve Efe.
Mey’in sahibi Amerikalı yatırım fonu TPG. 2006 yılında rakı piyasasının yüzde 80’ini elinde bulunduran Mey’e ödediği para 810 milyon dolar.
Burgaz’ı Garipoğlu 2004 yılında Lüleburgaz’da 40 milyon dolar yatırımla kurdu.
Efe ise İzmir Ticaret Odası Başkanı Ekrem Demirtaş’a ait.
Aslında devletin "yeni rakıyı" özelleştirdiği 2003’le 2006 arasında çok büyük bir sorun yok. Her ne kadar özelleştirmeye rağmen kayıt dışılık artsa da ürün kalitesi ve çeşitliliği açısından rakı piyasası kısa sürede çağ atladı.
Yoğun rekabete rağmen Mey pazarın en büyük oyuncusu olarak payını korudu Burgaz ve Efe yüzde 7-8’lik pazar payı ile serpilip gelişmeye başladı.
Ne olduysa 2007 yılında oldu.
Garipoğlu’na ait Burgaz rakı iki yıl içinde yüzde 7’lik pazar payını Nielsen’in araştırmasına göre yüzde 28,1’e çıkardı. Yani kabaca cirosunu iki yılda yüzde 400 artırdı.
Normal şartlarda bu hızlı çıkışla ben müracaat etse Burgaz Rakı’ya hiç tereddüt etmeden Referans’ın her yıl dağıttığı En Hızlı Balık ödülünün verilmesini önerirdim.
Kolay mı iki yılda yüzde 400 büyüyen şirket bulmak?
Fakat kazın ayağı hiç öyle değil!
Burgaz Rakı’nın hızlı büyümesinin arkasında akıl almaz bir oyun var.
Hesap ortada.
70’lik rakının ÖTV artı KDV’si yaklaşık 15 TL.
Buna dağıtım ve son satış noktası karını ekleyin, yaklaşık 2.5-3 TL.
Etti mi size 17-18 TL.
Bakın daha ürün, personel, işletme ve tanıtım maliyetlerini eklemedim.
Peki, Burgaz Rakı piyasada kaça satılıyor 19.90 TL. Dahası yaz sezonuna hazırlanan otellere 12.45 TL artı KDV ile yüklü anlaşmalar yapılmış. Mümkün mü?
Zararına satış yapmıyorsanız imkánsız. Rakip markalar yıkıcı rekabete dayanmak için habire fiyat kırıyor. Fakat buna rağmen en ucuzu 25 TL’ye satılan 70’lik rakıda aşağı inmekte güçlük çekiyorlar.
Peki, zararına satış yaparak hangi şirket iki yılda yüzde 400’lük bir büyüme sağlayabilir?
İşte bu noktada Burgaz Rakı ile ilgili iddialar gündeme geliyor.
Geçtiğimiz haftalarda Manisa, Muğla ve Lüleburgaz dáhil birçok ilde yapılan denetimlerde Burgaz Rakı’ya ait 70’lik şişeler üzerinde 20’lik şişelere ait bandroller çıktı.
Böylece uzun bir süredir rakı piyasasının dillendirdiği "sahte bandrol" ve "örtülü kazanç" suçlamasının sırrı çözülmüş oldu.
Al 20’lik bandrolü tak 70’lik rakıya düşsün maliyet yarı yarıya!
Doğal olarak gözler Burgaz Rakı’ya, dahası Garipoğlu’nun 290 milyon dolarlık borcundan dolayı Burgaz Rakı’da bir yöneticisi ve denetçisi olan TMSF’ye çevrildi.
Fakat TMSF bugüne kadar bir rakı işine direk bulaşmamak, iki "sahte bandrolle" de olsa Garipoğlu borcunu ödediği için Burgaz Rakı’ya el koymak istemedi.
Onun yerine Burgaz Rakı’yı mevcut yönetimine dokunmadan satışa çıkardı.
Açıkçası benim kafam karıştı.
Ertürk gibi ilkeli ve dürüst bir bürokrat Burgaz Rakı gibi hakkında "sahte bandrolden kaçak üretime" birçok suçlama bulunan bir şirketi bu koşullarda kime nasıl satacak? O da biliyor ki satamayacak!
O halde Ertürk’ün "Sofi’nin Seçimi" kadar zor olmayan bu konuda bir tercih yapması gerekiyor.
Ya kamunun alacağını tahsil edebilmek için Garipoğlu yönetiminde Burgaz’ın vergi kaçırmasına göz yumacak ya da daha az tahsilát yapmak pahasına haksız rekabetle pazar payını büyüten Burgaz’da yönetime el koyacak.
Okyanusu geçmişken derede boğulmamak konusunda tercih sizin Ahmet Bey...
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2009
BAŞTAN itiraf edeyim; yabancı takımlarla yapılan maçlarda Türk takımlarını destekleyen bir Fenerbahçeliyim. Kökten Fenerbahçeli Cengiz Çandar’ın tabiriyle ’Light Fenerli.’
Bu yüzden önceki akşam Galatasaraylı dostlarımdan her tarafı tel tel dökülen Ali Sami Yen’de Galatasaray-Hamburg maçını izleme daveti aldığımda bile hiç tereddüt etmeden ’evet’ dedim.
Fakat beni İstanbul’daki kar soğuğuna rağmen yollara düşüren asıl sebep sıkı bir Galatasaraylı olan Hakkı Özdal’ın önceki gün Referans’ta yayınlanan ’Goller sadece Hamburg’a değil, krizin de kalesine atılacak’ analizi oldu.
Özdal’ın ekonomik verilerle cevabını aradığı korkunç soru şuydu:
Galatasaray bu turu geçemezse ’tarihin en pahalı Galatasaray’ı, ’tarihin en başarısız takımına’ dönüşecek!
Ürkütücü ama gerçek.
Adeta Galatasaray UEFA kupası 4’üncü tur rövanş maçına değil, kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsüne çıkıyor.
Neden?
Çünkü sezon başında ’bir takım mali varsayımlarla’ yapılmış yüksek harcamalar global finans krizinin de etkisiyle Galatasaray’da tüm hesapları altüst etmiş durumda.
Hatırlayın efsane oyuncu Hakan Şükür’ün buruk vedasından sonra Galatasaray’da art arda son derece pahalı transferler gerçekleştirildi.
Adnan Polat takımını hem mali hem de sportif anlamda küllerinden doğurmaya ant içti. Stuttgart’ın stoperi Meira, Avrupa gol kralı Baros, Liverpool’un yıldızı Kewell, İtalya’nın milli kalecisi De Sanctis transfer edildi. Ayrıca takımın tüm pahalı oyuncuları kadroda tutuldu. Fakat Başkan Polat tüm bunları yaparken üç önemli kaynağa güveniyordu.
1-Banka kredileri.
2-Şampiyonlar Ligi gelirleri
3-Zamanında bitmesi beklenen Seyrantepe stadı üzerinden yapılacak ön ödemeli loca-kombine satışları.
Maalesef eylül ayında tüm piyasaları sarsan global finans krizi, bu üç planı da suya düşürdü. Zaten 241 milyon TL’lik aşırı borcundan dolayı Galatasaray’a temkinli yaklaşan bankalar, hepten kredi musluklarını kıstı. 50 milyon dolarlık nakit beklentisi boşa düştü.
Ardından Galatasaray Şampiyonlar Ligi’nden beklenmedik bir biçimde elendi. Fenerbahçe’den farklı olarak Galatasaray erken elendiği için alabileceği 10 milyon dolara yakın para da, ezeli rakibine gitti. Kulübün 165 milyon TL gelir beklentili bütçesi tıpkı AK Parti Hükümeti’nin 2009 bütçesi gibi daha baştan delik deşik oldu.
Galatasaray’ın yıllık geliri 104 milyon TL. Mevcut borcu ise yıllık gelirinin 2.5 katı.
Fakat eleme gecesi Polat çok akıllıca bir manevrayla ’Artık hedefimiz belli, Kadıköy’de UEFA finali’ deyince hem kökten Fenerlilerin yüreğini hoplattı hem de mali ve sportif açıdan çaresizlik içindeki takımına son bir ’yaşam öpücüğü’ kondurmuş oldu.
Oysa en iyi Polat biliyor ki, Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finalin geliri Kadıköy’de oynanacak UEFA finaline bedel. Ama elden ne gelir!
Son olarak stat inşaatı yüklenici firmanın mali kaynak sorunları nedeniyle aksadı. Dubaili ortaklardan beklenen kaynak gelmediği için işçiler işi durdurdu.
Ön ödemeli loca satıp kaynak yaratmayı umut eden Galatasaray yönetimi, bir anda kendisini bitiş tarihi bile belli olmayan bir sürecin içinde buldu.
Kriz Galatasaray’ı üç koldan sarmaya başladı.
Nakit akışı durdu, öyle ki pahalı takımın masrafları bile karşılanamaz oldu. Hatta bir çok spor otoritesine göre Meira gibi başarılı bir futbolcu 4’üncü tur öncesi sırf mali sıkışıklığı aşmak için satışa çıkarıldı.
Lafın özü, Galatasaray ya mali açıdan içine düştüğü darboğazı aşmak için Hamburg’u yenecek ya da kaçınılmaz bir küçülme girdabına girecekti.
Açıkçası ben 2006’da ’parasız’ 2008’de ’hocasız’ şampiyon olmuş, her krizi sportif başarıyla atlatma becerisi göstermiş Galatasaray’ın bu krizi de aşacağı umuduyla gittim Ali Sami Yen’e.
Fakat çekirge bir sıçrar iki sıçrar, Galatasaray benim gibi ’light Fenerlilerin’ desteğine rağmen üçüncü sıçramayı yapamadı.
Bana da timsah gözyaşları dökmek yerine, Galatasaray için en azından ’ekonomik bir ağıt’ yakmak kaldı.
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2009
BİR köşe yazarı okuyucusundan ne bekler? Bu benim Hürriyet gazetesindeki ilk yazım. Belki ilk yazıda ’gazete okuru benden ne bekler?’ sorusuna cevap bulmam gerekiyor. Belki de bunun için henüz erken.
New York Times’ın senelerdir büyük bir keyifle okuduğum ender yazarlarından Thomas Friedman, Longitudes and Attitudes kitabında benzer bir soruya 4 başlıkta yanıt veriyor.
1- Okuyucu köşe yazısını okusun ve ’Vay be bunu bilmiyordum’ desin.
Ne de olsa her köşe yazarı arada sırada ’öğretmen’ rolüne soyunmaya kalkar, bilerek ya da bilmeyerek.
2- Köşe yazısı bir solukta okunsun ve ’Biliyor musun bu meseleye ben bugüne kadar hiç böyle bakmamıştım’ tepkisi gelsin.
Okuyucuya günlük olaylarla ilgili farklı bir perspektif vermek kadar tatmin edici bir duygu yoktur.
3- Bir köşe yazarı için favori okur tepkisi ise şudur: ’Budur abi. Ben kendimi nasıl ifade edeceğimi bilmezken, tam da benim duygularıma tercüman olmuş.’
4- Ve her iyi yazarın onca iltifattan sonra bir o kadar ihtiyaç duyması gereken okuyucu tepkisi: ’Senden de, yazdıklarından da bakış açından da nefret ediyorum.’
Yaklaşık 5 yıldır Doğan Grubu’nun ekonomi gazetesi Referans’ı yönetiyor ve köşe yazıyorum. Hazır Ertuğrul Bey bana, "ekonomi gazeteciliğini sıkıcılıktan kurtarma misyonu yükleyip" haftada iki gün Hürriyet ekonomi sayfalarında yazma teklifinde bulundu, benim de buradan Friedman’ın listesine ekleyeceğim iki şey var.
Bir; üslup: ’Bayılıyorum abi ben bu adamın yazılarına.’
İki; Amerikalılar’ın karmaşıklığından dolayı, ’dismal science’ yani ’iç karartıcı bilim’ olarak tanımladıkları ekonomiyi alabildiğine anlaşılır ve iç açıcı bir güzellikte sunma.
Biliyorum global ekonomik krizin tam ortasında her iki iddiam da fırtınalı denizde batmaya hazır iki gemi gibi.
Fakat unutmayın denizciler boşuna ’kaptanın iyisi fırtınalı havada belli olur’ dememiş. İşler tıkırındayken ekonomi yazmak kolay.
Tıpkı ekonomi güllük gülistanlıkken ülke ya da şirket yönetmek gibi.
Oysa maharet zor zamanda zoru başarmak. Nasıl mı?
Gelin size en zor zamanda en zor koltuklardan birine oturan Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mehmet Büyükekşi’den örnek vereyim.
Tükiye 2002-2008 arası, tam altı yıl boyunca üst üste ihracat rekorları kırdı.
İhracatımız 36 milyar dolardan 130 milyar dolara çıktı. Fakat bu dönemde bile 40 bin ihracatçıyı temsil eden TIM sürekli TL’nin aşırı değerli, kur seviyesinin ise düşük olmasından şikayet etti. Geçen yılın sonunda tam global finans krizi patlak vermişken TİM’in başına Mehmet Büyükekşi seçildi. Öyle bir zamanda TİM’in başına geçti ki bir yandan döviz fırladı diğer yandan ihracatta tarihi bir daralma yaşandı. Bazı sektörlerde ihracatın düşüş oranı yüzde 60’ı buldu. Şimdi böyle bir ortamda siz Büyükekşi’nin yerinde olsanız ne yaparsınız?
Hükümeti ağlama duvarı, Merkez Bankası’nı günah keçisi ilan etmek en kolayı.
Fakat o öyle yapmıyor. Aksine hem ekonomi bakanları, hem de bürokrasisi ile krizin etkilerini azaltacak somut çözüm önerileri üretiyor. İhracatçıya nefes aldıracak çok önemli bir adımı yakında patlatacak. Fakat benim açımdan çok daha anlamlı bir şey yapıyor.
Üyelerine bu yıla damgasını vuracağını düşündüğüm şu cesur ve gerçekçi çıkışı yapıyor: ’Arkadaşlar boş hayallere kapılmayın. 2009 biz ihracatçılar için kár değil, ar yılı olacak.’
Evet evet yanlış duymadınız.
TİM Başkanı üyelerine; ’Şimdiye kadar kár ettik. Bu yıl kár değil, ar yılı olacak’ diye sesleniyor. ’Bu yılı yüzde 10 eksi ile kapatmaktan değil, ticaret ahlákınızı yani ar damarınızı çatlatmaktan korkun’ diyor.
İhracatın ortalama yüzde 30 daraldığı, çek ve senetlerin arsızca döndüğü, alacaklılardan kaçmak için usulsüz bir biçimde iflas ertelemelerinin arkasına sığınıldığı bir ortamda, buradan ilan ediyorum 2009’un ihracatta en iyi kaptanı, ’bu yıl kár değil ar yılı olacak’ sözüyle Mehmet Büyükekşi.
Arsızlara duyurulur!
Yazının Devamını Oku