15 Temmuz 2009
BAŞLIKTAKİ soru bana ait değil. Geçen hafta sonu Rabia Kadir’in Ejder Savaşçısı kitabından bir bölüm aktarınca mail yağmuruna tutuldum.
Bazı okurlar ‘bir kadın liderin doğuşunu’ anlatan dokunaklı satırları gözyaşları içinde okumuş, bazıları ise ‘sen asıl Rabia’nın arkasında kimler var ona bak!’ demiş.
Sadece okurlar değil geçen hafta katıldığım birçok sohbette aynı soruyla karşılaştım.
Özetle söylenen şu: Bu olayların arkasında Çin’in bölünmesini isteyen Amerika var. G-8 Zirvesi öncesi protestoların başlaması tesadüf olamaz. Baksanıza Çin Devlet Başkanı zirveye gidemedi. Gitse Amerika’ya kafa tutacak doların rezerv para olmaktan çıkmasını isteyecekti. Uygur Türklerine yapılanlar üzücü ama onların da bu oyuna gelmemesi gerekiyor.
* * *
Bitmedi, dahası var.
‘Rabia Kadir öyle anlattığınız gibi Uygurlar için mücadele eden masum bir lider değil. Kimlerle irtibatlı olduğuna bakarsanız kime hizmet ettiğini de anlarsınız!’
Verso Araştırma’dan Erhan Göksel gönderdiği e-mail’de ‘kime hizmet ettiğinin resmidir’ notu ile kanıtları da sunmuş.
Neymiş kanıtlar? Üç muhteşem fotoğraf.
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2009
BİRKAÇ saat içinde mahkeme beni ölüme mahkûm edecek, infaz ise kararın hemen ardından gerçekleştirilecek.
Tüm hapishane durumun farkında.
Kararın çok önceden alınmış olduğunu, benden önceki çoğu mahkûm gibi benimkinin de sadece göstermelik bir dava olduğunu biliyordum.
Adeta meydan okurcasına “Ölmeyeceğim” diye avaz avaz bağırmak istiyordum.
Ancak, daha derin düşüncelere daldıkça, kurtarıcı bir meleğe dair cüretkâr düşüncelerim giderek daha melankolik bir hal almaya başladı.
İnsanlar için umut besleyecekleri bir sembol haline gelmek için ölmeye hazır olduğumu düşünüyordum.
Kendim için olmasa bile, ailem ve halkım için korkusuz olmalıydım!
Hangi elbiseyi giymek istediğimi sordular.
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2009
DARBEDEN korkanlar... Şeriat endişesi taşıyanlar...Aşırı tekelleşme ya da liberalleşmeden ürkenler...<br><br>Sizlere Egemen Bağış’tan ’müjdeli’ bir haberim var. ’Sarılın Avrupa Birliği ipine, kurtulun korkularınızdan.’
Egemen Bağış yaklaşık altı aydır AB’den sorumlu Devlet Bakanı ve Başmüzakereci sıfatıyla harıl harıl çalışıyor.
Avrupalı diplomatlar zaman zaman AK Parti hükümetinin reform hızını eleştirse de Bağış’ın bu göreve getirilmesinden ve performansından oldukça memnun. Çünkü Bağış, AK Parti içerisinde AB projesinin ruhunu ve karmaşık yapısını en iyi anlayan siyasetçilerden.
Biliyorum kimileri onu ’tercüman’ ve ’danışman’ diyerek hafife alıyor.
Fakat o doğru bildiği yolda hiç komplekse kapılmadan sabırla çalışıyor.
* * *
Dün Bağış’la altı aylık performansının değerlendirmesini yapmak için bir araya geldik.
İşin teknik tarafını açılan ya da açılamayan chapter’ları, Kıbrıs’ı, Ruhban okulunu şimdilik bir kenara bırakıyorum.
Bence Bağış’ın verdiği en önemli mesaj şuydu:
’Giderek kutuplaşan Türkiye’de Avrupa Birliği bizleri birleştiren ve bütünleştirebilen en önemli proje.’
Elbette o da farkında AB’nin kimi zaman yeni korkulara ve bölünmelere sebep olduğunu. Ancak tam da bu sebeple, tüm bu korkulardan kurtulmanın çaresi olarak AB’yi gösteriyor.
Neden mi?
İşte Bağış’ın cevabı.
’Bugün Türkiye’de darbe korkusu yaşayanlar, AB sürecinde ilerleyen bir ülkede darbe olamayacağını bildikleri için, şeriat korkusu yaşayanlar, AB sürecinde ilerleyen bir ülkede şeriat rejiminin kabul edilemeyeceğini bildikleri için, aşırı tekelleşme veya liberalleşmeden ürkenler, aynı şekilde AB sürecinde bu takım endişelerin gereksiz olduğunu bildikleri için rahat edebiliyorlar.’
O halde yapılması gereken şey belli; reformlara devam.
* * *
İşinin çok zor olduğunun o da farkında.
Bir yanda partisi, hatta kimi zaman Başbakan Tayyip Erdoğan...
Diğer yanda müzmin muhalefet.
Fakat daha önemlisi ’bir yandan 70 milyon vatandaşımızı AB sürecinin Türkiye’yi zayıflatmayacağına, güçlendireceğine inandırmak, öte yandan 490 milyon Avrupalıyı Türkiye’nin AB’ye yük olmaya değil, yükü paylaşmaya geldiğine ikna etmek gerekli’ diyor Bağış. Ama kararlılıkla bu sürecin başarılı olacağına inanıyor.
Her ne kadar 100 bin sayfalık müktesebatın henüz 4 bin sayfası tercüme edilmiş olsa da!
Neyse ki yeni bir tercüme birimi oluşturulmuş...
* * *
Gelelim Bağış’a yönelttiğim bir eleştiriye.
Ben kişisel olarak AK Parti iktidarının AB yolunda çok önemli reformlara imza attığına inanıyorum. Fakat kimi zaman bu reformları yaparken AB’nin ruhuna uygun bir usul ve uslup izlemediğini düşünüyorum.
En son Askeri mahkemelerin yetkilerinin sınırlandırılması tartışmasında birçok insanın içeriği desteklemekle birlikte usule itiraz ettiğine şahit olduk. Benzer bir itirazı ’değişiklik aceleye getirildi izlenimi veriyor’ diyerek TÜSİAD da yaptı. Fakat her ne hikmetse TÜSİAD’ın usul eleştirisi ’reformları yavaşlatın’ mesajı olarak yansıtıldı.
Üzülerek gördüm ki Bağış da benzer bir kanaate sahip.
TÜSİAD eleştirilmez değil. Fakat AB sürecine başından beri en çok destek vermiş TÜSİAD’ı bile hükümet reformlar konusunda usul eleştirisi yaptığı için yanına değil karşısına alacaksa o zaman işimiz gerçekten çok zor!
Allah’tan Bağış özeleştiriye açık.
’Ben TÜSİAD’ın açıklamasının tamamını okumadım haklı olabilirsiniz. Ama TÜSİAD’da hükümetin bu değişikliği muhalefetle son ana kadar görüşerek yaptığını bilmesi gerekiyor.’
Boğaz’da 13 bin kişiyle ayin
ÖNCEKİ akşam tam saat 9’da boğazda bir ayine katıldım.
Kuruçeşme Arena’da 13 bin kişiyle iki saati aşan bir ayin.
61 yaşındaki Şeyhi ’hippi’ olan ve hippiliğini sahneden açıkça ilan eden bir ayin.
Hippiliği barış, aşk ve müzik üzerinden tarif eden bir ayin.
Dini ayinlere katılmışlığım vardır, bu yüzden hiç tereddüt etmeden söylüyorum; dün gece Santana’nın İstanbul Boğazı’nda verdiği konser bir müzik şölenin çok ötesindeydi.
Yüreğini de gitarı gibi ustaca konuşturan Santana Black Magic Women ve A Love Supreme’den sonra susturdu orkestrayı, kapattı gözlerini, adeta bir büyücü gibi konuştu.
Ben bir ’hippiyim’ dedi.
Sadece ’aşk ve barış’ istedi.
Güç için aşkı değil, aşkın gücünü kutsadı.
Öyle bir aşk ki ’Tanrının yarattığı herkese orada yer var.’
’Hippilik duş almayıp saç uzatarak, dünyadaki tüm kadınlarla yatıp ot çekmek değildir’ dedi ekledi:
’Hippilik umursamaktır.’
Yüreğinde neyin iyi neyin kötü olduğunu ayırt etmek, Berlin Duvarı yıkıldığında yaşanan değişimi hissetmek, Tienanmen Meydanında elinde iki poşetle tankın karşısına dikilmektir.’
’İstanbul’ dedi, tekrar sustu.
İstanbullulara sadece iki kıtayı bir araya getiren köprüyü değil, ’aşk köprüsünü’ büyülü bir ayinde dinletti.
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2009
MERAK etmeyin niyetim İran, Cezayir ve Malezya’dan sonra ’Türkiye Endonezya olur mu?’ tartışması başlatmak değil. Fakat Türkiye’de din-siyaset ilişkisine kafa yoranların gelecek hafta Endonezya’da yapılacak devlet başkanlığı seçimini dikkatle izlemelerinde fayda var.
Çünkü seçimler başkan adaylarının ne söylediğinden çok eşlerinin ’türbanlı posterlerine’ kilitlenmiş durumda.
En son geçen hafta first lady’lerin türbanlı billboard’larla seçim kampanyasına dáhil olması ve Cakarta’da türban alışverişine çıkması büyük gürültü kopardı.
Gelin isterseniz 240 milyon nüfusla dünyanın en büyük Müslüman ülkesi Endonezya’da başörtüsünün bir anda nasıl politik bir sembol haline geldiğini Norimitsu Onishi’nin dün New York Times’da yayınlanan hayli ilginç makalesinden izleyelim.
* * *
Her ne kadar türban son yıllarda Endonezya’da gündelik yaşamın bir parçası olarak daha çok görünür olsa da, aslında her şey Nisan ayında yapılan parlamento seçimlerinden sonra başkan ve başkan yardımcısının yollarının ayrılmasıyla başlamış.
Demokratlarla Golkar Partisi’nin koalisyonu başkanlık seçimlerinde bozulmuş.
Demokrat Parti lideri Başkan Susilo Bambang Yudhoyono ekonomik reformlar ve radikal akımlara karşı yürüttüğü sert politikalardan dolayı Golkar Partisi lideri başkan yardımcısı Yusuf Kalla ile yollarını ayırmış.
Buraya kadar bir sorun yok.
Klasik iktidar mücadelesi.
Fakat Yudhoyonu ’nun Kalla ile yollarının ayrılması Suharto diktatörlüğünü saymazsak, 10 yıllık bir demokrasi geçmişine sahip Endonezya’da birden dini sembollerin siyasete taşınması tartışmasını başlatmış.
Çünkü halen başkanlık görevini sürdüren Yudhoyonu’nun karısının başı açık. Ancak birkaç ay öncesine kadar başkan yardımcılığı yapan Kalla’nın karısı başörtülü.
’E ne var bunda?’ dediğinizi duyar gibiyim.
* * *
Birkaç hafta öncesine kadar birçok Endonezyalı da aynı tepkiyi veriyordu.
Taa ki Kalla başörtülü eşi Müfide’yi seçim kampanyasının en önemli malzemesi haline getirene kadar.
Sadece onu olsa yine iyi!
Başkan yardımcılığı için seçtiği emekli general Wiranto’nun eşi Rugaya’da türbanlı fotoğrafıyla seçim kampanyasında eşine eşlik ediyor.
Son günlerde Endonezya sokaklarını sadece başkan adayı Kalla ve yardımcısı Wiranto’nun fotoğrafları değil, türbanlı eşleri Müfide ve Rugaya ile görüldükleri billboardlar süslüyor.
Dahası Müfide ve Rugaya Cakarta’nın en büyük pazarında kameralar eşliğinde başörtüsü alışverişine çıkıyor.
Tam seçimden önce first-lady adayları birlikte hayli ilginç bir kitap yayınlıyor.
Sadece başlığını aktardığımda ne demek istediğim daha iyi anlaşılacak.
’Geleceğin Liderlerinin Dindar Eşleri’
* * *
Endonezyalı aydınlar türbanın ilk defa başkanlık seçimlerinde siyaset malzemesi olarak bu kadar öne çıktığını söylüyorlar.
Kimi Yusuf Kalla’yı parlamento seçimlerinde ciddi oy kaybı yaşayan İslamcı partilerin oylarına göz kırpmakla suçluyor, kimileri ise bunun Endonezya siyasetinin doğal bir yansıması olduğunu.
Tartışma kısa sürede bitecek gibi görünmüyor.
Çünkü Endonezya’da başörtüsü ister moda ister gelenek ister modernleşme isterse politik bir sembol olarak nitelensin ki her bir tanımı ayrı ayır yapan var, her geçen gün daha fazla görünür oluyor.
* * *
Maksadım yüzeysel bir bakış açısıyla Türkiye-Endonezya karşılaştırması yapmak değil. Her ne kadar her iki ülkenin birçok benzer ve farklı yanları olsa da.
Benzer tartışmalarda çoğu zaman ya Türkiye’yi dünyanın merkezi zannediyoruz ya da gereksiz bir kompleksle ’Türkiye İran-Cezayir-Malezya- ya da Endonezya olur mu?’ diye soruyoruz.
Oysa ne dünyanın merkeziyiz, yani bu tartışmalar sadece bize özgü değil, ne de Endonezya’yız.
Şimdiden duyurulur!
Yazının Devamını Oku 1 Temmuz 2009
TÜRKİYE’deki hemen hemen bütün tartışmaların sorunu aynı. ’İlkeler’ yerine ’pozisyonlar’ üzerinden tartışıyoruz.
Böyle olunca da her tartışmada bir arpa boyu bile yol alamadan sağırlar diyalogu yaşıyoruz. Son örnek askeri mahkemelerin yetkilerinin sınırlandırılması.
Bence bu tartışmada ’en ikircikli’ tavrı CHP, ’en ilkeli tavrı’ ise askeri mahkemelerden kendisi de çok çekmiş Cumhuriyet yazarı Ali Sirmen gösterdi.
Açıkçası ben bu tartışmada Baykal’dan en azından Sirmen’in tavrını beklerdim.
Hele de daha geçen hafta ’gelin 12 Eylül paşalarını yargılayalım’ dedikten sonra.
* * *
Sirmen’in dünkü yazısının başlığı ’Kimi kandırıyorsunuz?’
Hiç kıvırmadan dürüstçe ilke olarak askeri mahkemelerin alanlarının elden geldiğince daraltılması gerektiğini savunuyor. Çünkü askeri mahkemelerin 12 Eylül’de ne türden insafsız kararlara imza attığını en iyi bilenlerden biri o.
Barışı savunan yazılar yazdığı için üç yıl cezaevinde yatmış!
Bu yüzden de ’darbe teşebbüsü siyasal bir suçtur elbette bağımsız sivil yargıda yargılanmalıdır’ diyor. Fakat Türkiye’de sivil yargının ne kadar bağımsız olduğu tartışmalı.
Dolayısıyla aynı ilkeyi Sirmen sivil yargı için de kullanıyor.
Mahkemelerin asker kadar siyasal iktidarlar karşısında da bağımsız olması gerektiğini savunuyor.
İnanın bütün bu tartışmalarda en büyük ihtiyacımız bu ilkeli tavır.
Bir de esas kadar usule de dikkat etmek.
* * *
Dikkat ettim dün Sirmen’le çok farklı pozisyonlarda olmasına rağmen benzer bir ilkeli tavrı Milliyet yazarı Taha Akyol göstermiş.
Daha en baştan ’yasanın içeriği doğru yöntemi yanlış’ demiş.
Kategorik olarak askeri ya da sivilleri suçlamak yerine CHP’yi ’gece yarısı darbesi’ dediği için, AK Parti’yi ise doğru bir yasayı ’olağandışı usullerle’ çıkardığı için eleştirmiş.
Pozisyon aydınlığı yerine ilkeli aydınlığı tercih etmiş.
Peki hem Sirmen’in hem de Akyol’un haklı olarak eleştirdiği usul-biçim sorunu neden çıktı?
* * *
Bu sorunun cevabını almak için siyasette ilkeli davranmaya özen gösteren Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ile konuştum.
Cemil Bey bu konunun bu kadar hararetli bir tartışmaya sebep olmasını iki gerekçeyle izah ediyor.
Bir, aslında uzun süredir üzerinde çalışılan ve AB reformları kapsamında gündemde olan bu konu maalesef ’şu meşhur belge’ tartışmalarıyla aynı zamana denk geldi.
Bir anlamda ’belge-kağıt parçası’ polemiği sivil askeri mahkeme tartışmasının bambaşka bir zemine kaymasına sebep oldu.
İki, yasanın gece yarısı geçmiş olması hiç arzu edilmemesine rağmen gereksiz bir güven bunalımına yol açtı.
* * *
Çiçek, "Tüm samimiyetimle söylüyorum biz bu yasayı bir gece yarısı operasyonu olarak planlamadık. Meclis cumadan tatile girsin taleplerinden dolayı perşembe akşamı arkadaşlar gece geç saate kadar çalışmayı tercih etti. Böyle bir yanlış anlaşılmaya sebep olacağını bilsek ertesi güne bırakır öyle geçirirdik" dedi.
Cemil Bey’in samimiyetinden hiç şüphem yok.
Fakat böylesine önemli bir yasanın askerin görüşü alınmadan ve kamuoyunda şeffaf bir şekilde tartışılmadan geçmesi haklı-haksız birçok kuşkuya yol açtı.
Yasanın içeriğini savunanlar bile bu durumdan rahatsız oldu.
Çiçek bu rahatsızlığın fazlasıyla farkında. İlkesel eleştirileri anlayışla karşılıyor.
Bu yüzden hukuki olarak Cumhurbaşkanı ve Anayasa Mahkemesi sürecinin beklenmesi gerektiğini belirtiyor.
Fakat her iki taraftan da ’pozisyon aydınları’ beklemek yerine şimdiden kılıçları kuşanmış görünüyor. Bu hengámede ilkesel eleştiri yapan aydınlara daha çok iş düşüyor.
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2009
HER hikáyenin en az iki yüzü vardır; bir görünen bir de görünmeyen. Türkiye yaklaşık 30 yıl sonra 12 Eylül’ü ve Kenan Evren’in yargılanmasını tartışıyor. Ben bir an için olsun sizi Şilili diktatör Pinochet’nin ölüm haberi üzerine 3 yıl önce yazdığım bir yazıyla Türkiye’den uzaklaştırmak, 12 Eylül’e Şilili bir arkadaşımın aile hikáyesinden hareketle yakınlaştırmak istiyorum.
Dünya medyası Şili’yi 17 yıl "demir yumruk"la yöneten Augosto Pinochet’nin ölüm haberini, 1973’te yaptığı askeri darbe ve yaşanan katliamlar eşliğinde takdim etti.
Yanlış anlaşılmasın; bu takdime bir itirazım yok.
Fakat fotoğrafın tamamına bakmadan Şili halkının Pinochet’nin ölüm haberi üzerine neden ikiye bölündüğünü anlayamayız.
* * *
Pinochet karşıtları nedense her şeyi 1973 darbesi ile başlatır.
Pinochetseverler ise Birleşik Halk Cephesi adına 1970 yılında iktidara gelen Allende hükümetinin mülkiyet karşıtlığıyla.
2 yıl boyunca Boston’da aynı evi paylaştığım Pako içinse hikáye çok daha karmaşık.
Çünkü sosyalist Allende iktidara geldiğinde 6 yaşında olan Pako tam 1 yıl boyunca babasından haber alamaz.
Aldığında ise gözlerine inanamaz...
Pinochet darbe yaptığında ise 9 yaşındadır ve bu kez işkence korkusuyla annesinin yanında kalamaz...
Sosyalist iktidar babasını perişan eder, askeri darbe annesini!
Aslında Pako’nun hikáyesi sadece bölünmüş bir ailenin değil, aynı zamanda bölünmüş bir ülkenin hikáyesidir.
* * *
Baba şarap bağlarına sahip genç ve hırslı bir işadamı, anne kocasına ve dört çocuğuna rağmen kariyerini sürdüren bir sosyolog.
Baba ne kadar gelenekse anne o kadar modernlik.
Baba ne kadar muhafazakársa anne o kadar değişimci.
Fakat ne annenin solculuğu ne de babanın sağcılığı, 1970 yılına kadar aile içinde ciddi bir sorun oluşturur.
Nitekim Pako’nun o yıllardan hatırladığı tek gerilim pazar sabahları kilise ayininden sonra üzüm bağında kurulan geniş aile sofrasında yaşanan ve sonu hep kahkahalarla biten tatlı-sert tartışmalar.
Oysa 1970 seçimlerinden sosyalist ve komünistlerin oluşturduğu Halk Cephesi kıl payı birinci parti çıkınca hem Pako’nun ailesi hem de Şili halkı ikiye bölünür.
Anne, dünya tarihinde ilk defa sosyalistlerin seçim yoluyla iktidara gelmesini "bir şans" olarak görüp alkışlar. Baba, komünistlerin kışkırtmasıyla Halk Cephesi’nin Şili’yi Sovyetler Birliği’nin uydusu haline getireceğini, "topraklara el koyacağını" söyleyerek lanetler. Nitekim her iki kehanet de sırasıyla doğru çıkar.
* * *
Allende hükümeti çok köklü bir demokratik reform programı başlatınca tüm dünyada demokratik sol adına bir umut ışığı yanar. İşçiler ve sendikalar güçlenir.
Dünya solu gelişmeleri tıpkı Pako’nun annesi gibi memnuniyetle izler.
Fakat ne zaman ki toprak reformu adı altında mallara el konulur, militan sol gruplar devlet içinde örgütlenir, o zaman kaos başlar.
Yüzlerce yıllık şarap bağlarının ellerinden alınması Pako’nun babasını çileden çıkarır.
Tüm toprak sahipleri gibi o da avazı çıktığı kadar bağırır.
Taa ki bir gün devrimci güvenlik görevlileri tarafından evinden yaka paça alınana kadar.
* * *
Tam bir yıl Pako’nun solcu annesi çalmadık kapı bırakmaz.
Fakat tıpkı diğer toprak sahibi eşleri gibi kocasından haber alamaz.
Bir yıl sonra bir akşamüstü kapı çalınır. Pako 7 yaşındadır.
Açar kapıyı, karşısında duran saçları beyazlamış hırpani adama bakar ve annesine seslenir: "Anne kapıda bir dilenci var!"
Oysa Pako’nun dilenci zannettiği adam bir yıl önce devrimci güvenlik güçlerince götürülen ve bir daha haber alınamayan babasından başkası değildir.
Öyle ki anne bile ilk anda kocasını tanımakta güçlük çeker.
Kapıda bekleyen adam; gözleri yaşlı, çaresizlikten yere yıkılır...
* * *
Sahip olduğu hemen her şeyi kaybeden aile yeniden yaşama sarılır.
Baba Allende iktidarına karşı açıktan mücadeleye girer.
Anne idealleri ile ailesi arasında sıkışır kalır.
Taa ki 11 Eylül 1973 sabahı General Pinochet, Başkanlık Sarayı’nı bombalayana kadar.
Bu kez askeri darbe adına komünist avı başlar.
Ne ironiktir ki Pinochet’nin zulmünden kaçan birçok aydın Pakoların evinde saklanır.
Çünkü tam bir Pinochet yanlısı olan babasından dolayı Pakoların evi asla aranmaz.
Pako’nun annesi kocasından gizli solcu arkadaşlarını, bir zamanlar Allende’nin el koyduğu bağ evlerinde saklar.
Yüzlerce Şilili solcu aydın bu sayede kurtulur.
Fakat Pako’nun babası bir gün gerçeği öğrenir ve evlilikleri pratikte o gün biter.
Pratikte diyorum çünkü Katolik Şili’de resmen boşanmak yasaktır.
Bu yüzden tam 30 yıl Pako bölünmüş bir ailenin ve ülkenin kucağında, 1970-73 arası şahit olduğu acıların gölgesinde yaşar.
* * *
Yaşananlara bir annesinin bir de babasının gözünden tanıklık eder.
Babasının yanına her gidişte Pinochet’nin Şili’yi nasıl Latin Amerika’nın en liberal ekonomisi yaptığını dinler; annesinin yanında özgürlüklerin yerle bir edildiğini!
İşin kötüsü ailesi ve ülkesi Pinochet’nin ölüm haberiyle ikiye bölünmüşken bile Pako hálá hem annesine hem de babasına hak verir.
Dedim ya "Her hikáyenin bir görünen bir de görünmeyen yüzü vardır."
Pako için bu hikáyede görünmeyen bir şey yok, o devrimin ve darbenin iki yüzünü de gördü. Devrimi annesi, darbeyi babası kadar sevdi.
Pinochet’nin öldüğü gün önce babasını aradı "başsağlığı" diledi, sonra annesini aradı "geçmiş olsun" dedi.
12 Eylül’e bir de bu gözle bakın istedim.
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2009
MAKSADIM ’provokasyon’ değil. Fakat size birazdan anlatacaklarımı Amerikalıların tabiriyle ’constructive provocation’ yani ’yapıcı bir kışkırtma’ olarak okuyabilirsiniz. Önceki akşam DYH Başkanı Mehmet Ali Yalçındağ’ın evinde üç büyük kulübün başkanı ve üst düzey yöneticisiyle bir araya geldik.
Geçen yıl daha dar kapsamlı bir davette Aziz Yıldırım, Adnan Polat ve Yıldırım Demirören’i bir araya getiren Yalçındağ, kebap ve kahkahalar eşliğinde spor ve ekonominin konuşulduğu bu geceyi gelenekselleştirmekten yana.
Birazdan ’esas bombayı’ patlatacağım ama bence gecenin ruhuna uygun en çapıcı cümleyi FB Asbaşkanı Ali Koç kurdu: ’Türkiye neredeyse her konuda bölünmüş durumda. Hiç değilse futbola bölücülüğü sokmasak!’
* * *
Şimdi gelelim gecenin en esaslı tartışma konusuna.
Hatırlarsanız UEFA Başkanı Michel Platini, Real Madrid Kaka’yı 67, Ronaldo’yu 94 milyon Euro’ya transfer edince ’Bu paralar futbolu duvara toslatır’ demişti.
Demekle kalmamış AB ülkelerinin liderlerine ’para futbolu bozuyor’ minvalinde ciddi uyarılar içeren bir mektup yazmıştı.
Dikkat ettim bu konuda üç başkan da Platini ile aynı fikirde.
Fakat Aziz Yıldırım’ın iki önemli tespiti daha var.
Bir, verilen paralar aşırı da olsa bu sürecin önüne geçilemez, yani NBA’deki gibi bir üst limit futbolda çok zor.
İki, Real Madrid transferlerinin arkasında ekonomik bir anlayıştan çok siyaset var.
Bu İspanya için çok önemli tarihsel bir tartışma çünkü Barcelona sahalarda başarılı oldukça Real Madrid taraftarları ayrılıkçılığın azdığına inanıyor. Bu yüzden de ekonomik rasyonalitesi olmasa da hükümet zaman zaman Real Madrid’i borçlarından kurtararak hovardaca harcama yapmasının yolunu açıyor.
* * *
Fakat tam bu konular ve Galatasaray’ın Seyrantepe Stadı’ndan dolayı yaşadığı ekonomik sıkıntılar konuşulurken Aziz Yıldırım, Adnan Polat’a dönerek esas bombayı patlattı: ’Başkan gel şu Arda’yı bize ver!’
Polat gayet sakin: ’Valla başkan bizde bu işlere futbol şubesi sorumlumuz Haldun karar verir.’
Yıldırım’ın hiç bırakmaya niyeti yok. Birazdan Haldun Üstünel masamızda.
Uzun süre sıkı Fenerbahçeli Mehmet Yılmaz, Zafer Mutlu, Ergun Özen ve Mustafa Taviloğlu’nun yarı şaka yarı ciddi müdahil olduğu muhabbet birden ciddileşti.
Çünkü Aziz Yıldırım, Polat ve Üstünel’e gayet net teklifini yaptı.
’Verin Arda’yı Fenerbahçe’ye pazartesi 15 milyon Euro nakit hesabınızda.’
Dikkat ettim Yıldırım ’ın ısrarı Polat ve Üstünel’in bir yandan hoşuna gitti diğer yandan bunun mümkün olmadığını söylediler.
Nitekim Üstünel bu ikilemi gayet net açıkladı: ’Fenerbahçe’nin bize böyle bir teklif yapması onur verir fakat Galatasaray’da asla satmayacağımız oyuncu Arda.’
Peki neden?
* * *
Hem Polat hem de Üstünel’in cevabı aynı.
’Bu işin parayla ilgisi yok, Galatasaraylılık ruhuyla ilgili. Arda Galatasaray alt yapısından yetişen en kıymetli oyuncumuz.’
Yıldırım hem ısrarcı hem de mütebessim; ’Biz çok duyduk bu tür laflarıÖ Madem en kıymetli oyuncunuz gelin kıymetini verelim. İsteyin karşılığında Fenerbahçe’den oyuncu verelim.’
Bir ara pazarlık öyle bir noktaya geldi ki Aziz Yıldırım anlaşma karşılığında Galatasaray forması giymeyi bile kabul etti.
Cevap: ’Başkan biz tamam desek de Arda istemez.’
Yıldırım’dan geri adım yok: ’Siz tamam deyin gerisi kolay. Arda ile beş dakika yüz yüze konuşmam yeter. İstemiyorum derse zaten konuşma orda biter, yeter ki siz tamam deyin.’
Ne de olsa Aziz Yıldırım,’beş dakika yüz yüze’ görüştüğü Mehmet Topuz transferinden tecrübeli.
Dikkat ettim gece boyunca inanılmaz neşeli ve sakindi.
Haldun konunun tehlikeli bir mecraya aktığını fark etmiş olacak ki tekrar Galatasaraylılık ruhuna sığındı.
Meğer Fenerbahçeli Emre Fethiye Hillside’da birlikte tatil yaptığı Arda’yı plaj voleybolu maçlarında zaten yakın markaja almış.
Üstünel, Yıldırım’a ’Başkan her şeyin farkındayız’ dedi.
Başkan altta kalır mı? ’Sen epey geriden takip ediyorsun’ yanıtını verdi.
Böylece gece boyunca futbolda ’duygusal bağlılık’ ile ’her şeyin bir fiyatı vardır’ arasında gidip gelen inanılmaz düzeyli ve keyifli bir tartışma yaşandı.
* * *
Kim kazandı? Şimdilik bu tartışmanın bir kazananı yok.
Fakat ben Aziz Yıldırım’ı hem sabırlı hem de kararlı gördüm.
Nitekim aynı şeyi bazı Galatasaraylılar da görmüş olacaklar ki 20 milyon Euro verilmesi durumunda Arda’nın Fenerbahçe’ye gidebileceğini söylediler.
Polat ve Üstünel Galatasaraylılık ruhu adına pazarlığa girmekten ısrarla kaçındı.
Yıldırım ’hemen karar vermenize gerek yok düşünün’ dedi.
Polat, Yıldırım’ın bunca sene sonra hálá transfer heyecanıyla yanıp tutuşmasına ’Helal olsun Aziz Başkan’a’ diyerek şapka çıkardı.
Bu sırada sıkı bir Galatasaraylı olan Yalçındağ futbol endüstrisinin geldiği yeri anlamamız için çok çarpıcı bilgiler verdi. D-SMART önümüzdeki 3 yıl UEFA’ya Avrupa Kupası maçlarının yayın hakkı için toplam 460 milyon TL ödeyecekmiş. UEFA’nın sadece yayından elde ettiği gelir 1.2 milyar dolar.
Bu arada hazır üç büyük kulübün başkanı ile konuşuyorken ekonomik anlamda DYH için çok hayati bir temennisini de iletti. ’Sevgili Başkanlar aman ne olur ne gerekiyorsa yapalım takımlarımız Avrupa kupalarında ön elemeleri geçsin.’
Çünkü ’şeytan kulağına kurşun’ olurda Beşiktaş, Sivas, Fenerbahçe, Trabzon ve Galatasaray ön elemeleri geçemezse D-SMART UEFA’ya ödeyeceği parayı geri çeviremez.
* * *
Geceden son bir izlenim.
Her ne kadar bol bol futbol aşkı ve para konuşulsa da gece boyunca gündemden düşmeyen esprili bir konu da Ayşe Arman’ın Hello dergsine verdiği pozlardı.
Çünkü Yalçındağ toplu fotoğraf çekimi sırasında biraz da neşeler yerine gelsin diye verilen pozların Hello’ya kapak olacağını söyledi.
Dolayısıyla gece boyunca çekilen fotoğraflarda üç büyük kulübün başkanı en azından bilinçaltlarında istemeye istemeye Ayşe Arman ’la yarıştı.
Şaka bir yana pozlar ve keyifler gayet yerindeydi.
Uğur Dündar lig başlamadan üç başkanı ekranda birlikte tartışmaya bile ikna etti.
’Arda 20 milyon Euro’ya Fenerbahçe’ye gelir mi’ bilmem ama benim ’yapıcı provokasyon’ olarak tanımladığım keyifli anlayış Türkiye’nin üç büyük kulübüne çoktan gelmiş. Haber vereyim istedim...
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2009
’ALLAH!’ dedim kendi kendime Makine Tanıtım Grubu’nun gazetelerdeki ’TIKIR TIKIR’ ilanlarını görünce. Galiba içi boş yeni bir ’yerli malı’ kampanyası ile karşı karşıyayız.
Çetin Altan’ın tabiriyle ’Türk’ün Türk’e propagandası!’
Birden gözümün önüne Fındık Tanıtım Grubu’nun o dillere pelesenk ’aganigi’li reklámları, Deri Tanıtım Grubu’nun ’Derime Güveniyorum’ kampanyası, Tekstil ve Konfeksiyoncuları birbirine düşüren ’moda fuarları’ geldi.
E tabii bir de son günlerde TOBB öncülüğünde yürütülen ’Kriz varsa çare de var’ kampanyası.
* * *
Bu tür kampanyalarda iki şeyden korkarım.
Bir, okul müsamerelerini andıran ’yerli malı’ vurgusu.
İki, işlevsellikten uzak iç kamuoyuna dönük propaganda.
TOBB, tabanından gelen baskılara rağmen son anda bu tuzağa düşmekten kurtuldu.
Fındığın ve fındıkçıların hali pür melali ortada!
Dericileri ne siz sorun ne ben söyleyeyim.
Neyse ki Tekstil ve Konfeksiyoncular şimdilik aralarındaki kavgaya son verdiler. Şimdi gelelim Makine Tanıtım Grubu’nun (MTG) TIKIR TIKIR’lı reklámlarına.
* * *
Açıkçası reklámların bende bıraktığı ilk izlenim ’Türk’ün Türk’e propagandası’ şeklindeydi.
Yoksa durduk yerde Makine ve Aksamları İhracatçıları Birliği bünyesinde kurulan MTG, Türk kamuoyuna ’Türkiye’nin makineleri dünyanın 200 ülkesinde TIKIR TIKIR işliyor’ mesajını neden versin?
Madem ’kalitesi, servis ve satış sonrası hizmetiyle Türkiye’nin makineleri sanayisi gelişmiş batı ülkelerinde bile tercih ediliyor’, ne demeye 10 milyon TL tanıtım bütçesi olan bu kampanya o ülkelerde değil de Türkiye’de yapılıyor?
* * *
Allah’tan imdadıma MTG Eşbaşkanı Adnan Dalgakıran yetişti.
Dalgakıran iş dünyasında ’sakalı, kafasından hiç eksik etmediği şapkası ve açık sözlü muhalif tavırlarıyla’ tanınır.
Bu yönünü iyi bildiğim için ben onu sorguya çekmeden o beni deşti.
Kampanyaya ilişkin izlenimlerimi dinleyip hepimizin üzerinde dikkatle durması gereken bir kaygıya dikkat çekti.
’Kaygılarına yüzde yüz katılıyorum, amacımız kesinlikle Türk’ün Türk’e propagandası değil. Türk makine sektörü, imalatının yüzde 80’ini ihraç ediyor. Ancak bundan daha fazla makine ithal ediliyor.’
Rakamlar çarpıcı. Türkiye’nin makine ve aksamları ihracatı 11 milyar dolar.
Buna karşılık ithalat 23 milyar dolar.
Dalgakıran’ın iddiası; ’biz 23 milyar dolarlık ithalatın en az yüzde 70’ini Türkiye’de üretecek kalite ve rekabetçi fiyata sahibiz, öyle olmasa en gelişmiş sanayi ülkelerine 11 milyar dolarlık ihracatı yapamazdık.’
* * *
O halde neden yerli makine sanayi değil de yabancı tercih ediliyor?
’Maalesef yabancı marka takıntısı’ diyor Dalgakıran.
Zaten bu takıntıyı kırabilmek için kampanyanın ilk ayağında yerlilere, yabancıları nasıl memnun ettiklerini anlatarak başlamışlar.
Yıl sonunda kampanyanın yurtdışı ayağı başlayacakmış.
Dahası kampanya yıllık 10 milyon TL bütçe ile 5 yıl devam edecekmiş.
Milliyetçiliği yanlış yerlerde arayanlara ve Çetin Altan ustaya bir mesajı var Dalgakıran’ın:
’Tamam Türk’ün Türk’e propagandasından vazgeçelim ama şu yabancı marka saplantısından da kurtulalım artık. Almanya ve İtalya’da kendi markamızla sattığımız ürünlere Türkiye’de ikinci sınıf muamelesi çekiliyor.’Türkiye’de milliyetçilik tavan yaptı’ diyorlar. İyi de dünya ile rekabet ediyor olmamıza rağmen kendi imalat sanayimiz yabancı marka saplantısından dolayı bizi tercih etmiyor. Bu mu milliyetçilik? Gerçek milliyetçilik dünya ile rekabetle olur. Türk makine sanayi TIKIR TIKIR bu rekabetin içinde. Bunu artık kendi imalat sanayimiz de anlamalı.’
Dalgakıran’ın esas hedefi makine sanayinde kalite simgesi olarak ’Turqum’ standardını yaratmak. Hazırlıklar tamamlanmış.
Sektörün önde gelen şirketleri şimdiden sırada.
Buyurun size TIKIR TIKIR Milliyetçilik!
Yazının Devamını Oku