22 Nisan 2009
HİÇ abartmıyorum; bu bir zihniyet devrimi! ’Küreselleşme öldü’ diyenler bu devrimi iyi okusun.<br><br>Devrimi yapan DİSK. Yani Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu.
Fakat bu bildiğiniz dışa, devirmeye dönük siyasal devrimlerden değil.
Tamamıyla içsel, dönüştürmeye yönelik zihinsel bir devrim.
Atlamış olabilirsiniz, lütfen tembellik etmeyin.
Açın dünün Hürriyet Gazetesi’ni ’Beş dakikanızı bize ayırır mısınız?’ başlığıyla yayınlanan tam sayfa ilanı son satırına kadar dikkatle okuyun.
İnanın siz de en az benim kadar şaşıracaksınız.
Hele de DİSK’in dün gazetelerde çıkan ilanının yanına size birazdan aktaracağım 30 yıl önce çıkmış bir başka ilanını koyduğunuzda.
* * *
DİSK/Tekstil İşçileri Sendikası 2.5 milyon kişiye istihdam sağlayan Tekstil sektörü adına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a açık bir mektup yazmış.
Özetle,’10 milyon insana aş ve iş sağlayan tekstil sektörünü kaderine terk edemezsiniz’ diyor. Buraya kadar her şey normal.
Elbette bir işçi sendikası olarak DİSK, işçinin hakkını arayacak.
Fakat farklılık DİSK, ilk kez bir ilanda işçi ile beraber işverenin de hakkını arıyor.
Daha doğrusu soğuk savaş döneminden kalma ’işçi (ezilen)-işveren (ezen)’ ayrımını terk ediyor. Yaşanan ekonomik kriz karşısında ’işçi ile işverenin kaderi aynıdır’ diyor.
Bırakın bir tek satırında işverene laf etmeyi,’milyarlarca dolarlık yatırımların hurdaya dönüşmesinden, sanayicinin tefecilerin eline düşmesinden’ şikáyet ediliyor.
Hatta hükümet karşısında çekingen davranan sanayi örgütlerine cesaret bile veriliyor.
Öneriler kısmında sadece işçinin değil ’işverenin üzerindeki enerji ve prim yükleri de kalksın’ deniliyor. Memura, emekliye ikramiye isteniyor.
İç pazarın güçlendirilmesinden, ihracatın desteklenmesinden söz ediliyor.
En önemlisi mektubun sonunda ’bu çağrıyı karşıtlıklar üzerinden değil, milli sanayinin korunması için yapıyoruz’ deniliyor.
* * *
Şimdi gelin sizlerle tam 30 yıl öncesine yani Mayıs 1979’a gidelim.
TÜSİAD dünya ekonomisinde yaşanan darboğaz karşısında yetersiz kalan Ecevit Hükümeti’ne, ’Gerçekçi çıkış yolu/ Ulus bekliyor/ Yokluğu paylaşmak mı? Bolluğu Sağlamak mı/Refahın ve Hürriyetlerin Düşmanı: Enflasyon’ başlıklı dört ilanla bir anlamda ’sivil bir ültimatom’ veriyor.
Ecevit, ilanları ’paralı muhtıra’ olarak niteleyip ateş püskürüyor.
Bunun üzerine DİSK kendi yayın organında ’Büyük sermaye savaş açtı’ başlığıyla,’krizin asıl suçlusu sizsiniz’ minvalli karşıt bir yazı yayınlıyor.
Dahası tıpkı bugünkü gibi DİSK/Tekstil-İş gazetelere bir ilan veriyor.
Kaderin tecellisi her iki ilanı veren kurum da kişiler de aynı.
Süleyman Çelebi ve Rıdvan Budak.
* * *
Tabii çok önemli bir farkla.
Daha ilk satırda,’Toplumun geleceğini belirlemek sermayenin elinde değildir’ deniliyor. TÜSİAD yani işverenler yerden yere vuruluyor.
Buyurun okuyalım: ’Daha fazla kár, daha fazla işsizlik ve sömürü demektir. Bu bunalımın gerçek sorumlusu sanayici, bankacı, ithalatçı, ihracatçı, büyük tüccarların oluşturduğu egemen sınıflardır. Ülkemizin tüm zenginliklerini emperyalistlere peşkeş çekenler sizlersiniz. Toplumumuzun tek üretken gücü emekçilerdir. Tüm değerleri yaratan bizleriz. Siz tarihin akışına toplumun gelişimine karşı duranlarsınızÖ’
Lütfen 30 yıl arayla verilen iki ilanı yan yana koyup bir daha okuyun.
Abartıyor muyum, bu bir zihniyet devrimi değilse ne?
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
18 Nisan 2009
BUGÜN sizler için mini bir testim var. Aşağıda 13 sektörden 13 şirketin ismi yazılı. Kimi 20 milyon TL ciroya sahip kimi 7 milyar.
Yani aralarında küçük şirketler de var sanayi devleri de.
Sorum şu: Daha önce bu şirketlerden kaçının ismini duydunuz?
1- Kurtoğlu Bakır (Metal)
2- Yıldız Entegre (Mobilya)
3- Ayaydın-Miroglio Grup (Giyim)
4- Subor Boru (Techizat)
5- Groseri Market (Ticaret)
6- Ford Otosan (Taşıt Araçları)
7- Aşkale Çimento (Yapı Malzemeleri)
8- Polinas Plastik (Petrokimya)
9- Matlı Yem (Tarım Sanayi)
10- Hidormek Hidrolik (Makine)
11- Savronik Elektronik (Teknoloji)
12- Keskinoğlu Tavukçuluk (Gıda Sanayi)
13- Pegasus Havayolları (Ulaşım)
* * *
Ben kendi adıma hemen cevabımı vereyim.
Bir ekonomi gazetesi yöneticisi olmama rağmen ancak 6’sını tanıyabildim.
Oysa bu 13 şirketin her biri sektöründe 2008’in Hızlı Balığı seçildi.
Referans Gazetesi her yıl "ekonominin paradigması değişti artık büyük balık küçük balığı değil, hızlı balık yavaşı yutuyor" diyerek Türkiye’nin en hızlı-kárlı büyüyen şirketlerini seçiyor.
Şirketlerin bilançoları PricewaterhouseCoopers’ın kontrolünde dibine kadar inceleniyor. Ve sonunda Tuncay Özilhan başkanlığında seçkin bir jüri tarafından o yılın Hızlı Balıkları seçiliyor.
Yukarıda sıraladığım 13 şirket bu yıl 252 firma arasından sıyrılıp birinciliği kapanlar.
Yani her biri kendi sektörünün yıldızı. Fakat ben birçoğunu ilk defa duydum.
Sadece ben mi?
* * *
Salı akşamı heyecanlı bir ödül töreniyle 2008’in Hızlı Balıkları iş dünyasıyla buluştu. Gecede konuştuğum bankacı-sanayici-ekonomist-profesyonel yönetici, herkese size sorduğum soruyu sordum. Cevaplar 4 ile 8 arasında değişti.
Ama inanın 9 diyen çıkmadı.
Bunun benim açımdan iki anlamı var.
Bir, çok ciddi başarılara imza atmış şirketler bile hálá kendilerini tanıtamamış.
İki, Türk ekonomisi zannettiğimizden daha dinamik.
Pegasus ya da Ford’un başarısını anlatmayacağım onları zaten biliyorsunuz.
Keşke yerim olsa sizlere Erzurum’dan çıkan Aşkale’nin dillere destan hikayesini, Polinas’ın Manisa’dan Avrupa’ya uzanan başarısını, Adana’dan devlere kafa tutan Groseri’yi, Kuş Gribi krizinden bile başarıyla çıkan Keskinoğlu’nu, batmak üzereyken savunma sanayinin yıldızı olan Savronik’i, İtalyanlara kendi tasarımını satan Ayaydın’ı, beş yılda 15 kat büyüyen Kurtoğlu’nu, sıfırdan 200 milyon ciroya koşan Subor’u, 10 yılda devler ligine giren Matlı Yem’i, Urfalı çoban Ferhat’ı makine tasarımcısına dönüştüren Hidromek’i tek tek anlatabilsem. Ama yerim dar.
* * *
Bu yüzden size Yıldız Entegre’yi anlatmak istiyorum. Çünkü Yıldız Entegre’yi bugüne kadar tanımamış olmaktan ayrı bir hicap duyuyorum. Hicabımın iki sebebi var.
Bir, ortalama şirket ömrünün 25 yıl olduğu bir ülkede 1890 yılında Trabzon’da kurulan ve dört kuşaktır büyüyen eşsiz bir şirket Yıldız Entegre .
İki, sadece Türkiye’nin MDF ihtiyacının yüzde 45’ini karşılamıyor, aynı zamanda Kocaeli tesisiyle "dünyanın en büyük MDF üreticisi" unvanına sahip.
Ha bu arada tüm krizlerde istikrarlı biçimde büyümüş.
1. ve 2. Dünya Savaşı, 1960 ihtilalı, 71 muhtırası, 80 darbesi, 1. ve 2. Körfez Savaşı, 2001 krizi ve en nihayet global ekonomik kriz. 2008 cirosu 1 milyar TL.
Krizin en şiddetli yaşandığı aylarda bile yüzde 4 büyümüş.
Ar-ge yatırımı 25 milyon dolar.
İran’a 40 milyon dolarlık bir tesis kuruyor, arkasından Rusya ve Ukrayna geliyor.
Fakat ben "Türkiye’nin en eski-dünyanın en büyük MDF üreticisini" ancak Hızlı Balık Ödülleri sayesinde tanıyabildim.
Ben utanmayayım da kim utansın!
Sahi siz kaçını tanıyabildiniz?
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
15 Nisan 2009
İDDİA ediyorum Genelkurmay tarihinde dünkü gibi her kesimden medya mensubunun yer aldığı bir ’yıllık değerlendirme’ daha olmamıştır. Aslına bakarsanız böyle bir iddia için ne yaşım uygun ne de tecrübem.
Fakat dün sabah 10.15’de Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’u dinlemek üzere Harp Akademileri Komutanlığı’na girdiğimde gördüğüm manzara gerçekten etkileyiciydi.
Sadece akreditasyon sorunu yaşamış ideolojik olarak çok farklı yerlerde duran gazetecilerin çağrılmış olmasından bahsetmiyorum.
Ama inanın sabah sabah bu renklilik bile içimin açılmasına yetti.
Fehmi Koru-Hikmet Çetinkaya, Ali Sirmen-Nazlı Ilıcak, Mehmet Altan-Oray Eğin, Ali Bayramoğlu-İsmail Küçükkaya, Ahmet Hakan-Can Dündar... Yok yok.
Aynı masa etrafında zor biraraya gelecekler bir arada.
Dahası sadece siyaset yazarları değil Güngör Uras gibi ekonomi Doğan Hızlan gibi sanat, Ali Saydam gibi iletişim yazarları da oradaydı.
Allah’tan imdadıma güvenlik konularında uzman Ercan Çitlioğlu yetişti.
’Haklısın şimdiye kadar bunca farklı insanı biraraya getiren bir toplantı olmadı’ dedi. Bu güzel tabloda benim gördüğüm bir tek Taraf ve Zaman eksikti!
***
Askeri toplantılarda en çok hoşuma giden şey her şeyin inanılmaz dakik olmasıdır.
Hakikaten de bir basın ordusunun fotoğraf ve görüntü almasından sonra İlker Başbuğ 10.35’de konuşmasına başladı.
İlk sözü biraz önce sağında ve solunda oturan komutanlaraydı: ’Bu toplantıya katılan büyük saygı duyduğum sayın komutanlarım...’
Egenekon davası dolayısıyla haklarında spekülasyonlar üretilen değerli komutanlara Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olarak sahip çıkması önemliydi.
Nitekim güncel konulara girmemekle birlikte bu mesajı çok net verdi.
Dikkat ettim Başbuğ’dan önceki genelkurmay başkanları da oradaydı.
İsmail Hakkı Karadayı, Hüseyin Kıvrıkoğlu ve Yaşar Büyükanıt.
Fakat bu sıralamada bir genelkurmay başkanının eksikliği dikkat çekti: Hilmi Özkök.
’Herhalde bir mazereti vardır’ diye düşündüm.
***
Saat 12.30’a gelirken Başbuğ normal süresini 10 dakika aşan (bundan dolayı birkaç kez ’affınıza sığınırım’ dedi) yaklaşık 2 saatlik konuşmasını bitirdi.
Merak etmeyin Huntington’dan Weber’e en arka sayfasında 16 adet dipnotu olan 55 sayfalık alabildiğine akademik ve kuşatıcı bir konuşmayı özetlemeye kalkışmayacağım.
Fakat bence Başbuğ hem toplantının düzeni hem de bu kapsamlı konuşmasıyla bir yandan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, ’kırmızı çizgilerini’ yeniden tanımladı diğer yandan çok cesaretli bir tartışmaya zemin açtı. Hiç değilse ben 4 önemli noktayı aktarayım.
***
1-’Sivil-asker’ ilişkilerinde hem haklı olarak ’uzmanlığımıza saygı gösterilsin’ mesajı verdi hem de hukukun içinde ve siyasetçinin sorumluluğunda bir hiyerarşi tarif etti.
2-Demokrasi ile laikliği karşı karşıya getirenlere apaçık ’yanlış yapıyorsunuz’ dedi.
Öyle ki bir genelkurmay başkanının konuşmasında ben, ilk defa bu kadar kapsamlı bir demokrasi vurgusu ve analizi gördüm.
3-’TSK hiçbir dönemde dine karşı olmamıştır.’ Başbuğ bu cümlenin altını ısrarla çizdi. ’Peygamber Ocağı’ vurgusu yaptığı konuşmada ’gerçek mütedeyyinler’ ile dini ’çıkar amaçlı’ kullananları net ayırdı.
’Dini cemaatlerin sivil toplum hareketi olduğunu öne sürmek güçtür’ derken, analizlerini Weber’e dayandırdı. Aslına bakarsanız bu konu Avrupa ve Amerika’da da tartışılıyor. Weber’den farklı olarak Esposito ve Touren gibi düşünürler dini cemaatlerin modern dünyada sivil toplum işlevi gördüğünü söylüyor.
4-Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının asla etnik temelli olmadığını belirten Başbuğ, Atatürk’ün ’Cumhuriyeti kuran Türkiye halkı’ tanımlamasına özellikle dikkat çekti.
Başbuğ iki saati bulan derinlikli konuşmasında sorunların farkında, analitik bakış açısına sahip, çözümcü, gerçek bir entelektüel asker portresi çizdi.
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
11 Nisan 2009
ŞAKA gibi ama malesef gerçek!İstanbul Sanayi Odası (İSO) her yıl büyük bir titizlikle Türk ekonomisinin en büyük 500 sanayi kuruluşunu açıklar. Böylece kim yukarı çıkmış kim aşağı inmiş, sanayimiz ne kadar büyümüş anlarız.
Fakat İSO 500 listesinde benim asla anlayamadığım ve defalarca eleştiri konusu yaptığım bir ’gizemli sanayiciler’ grubu vardır.
Listeye girdiği halde, sanki ’ayıp bir iş yapıyormuş’ gibi ismininin açıklanmasını istemeyenler. Sayıları 15 ile 25 arasında değişiyor.
Defalarca yazdım.
’Bu devirde bu gizem, ayıp ediyorsunuz beyler!’
Para kazanmak ve şeffaf bir biçimde kazancını beyan etmekten niçin çekinir bir sanayici?
İSO Başkanı Tanıl Küçük, ’haklısınız ama bu durum Türk ekonomisinin tam anlamıyla şeffaflaşamamış olmasından kaynaklanıyor’ diyor.
Kimi Maliye’den korkuyor, kimi gözönünde olmaktan!
İşin ilginci aralarında ilk 10’a giren kamu kurumları bile var.
Kim, neyi kimden gizliyor?
* * *
Yalnız bu ayıp hepimize yetmiyormuş gibi İstanbul Vergi Dairesi bilerek ya da bilmeyerek bu yıl akıl almaz bir başka ayıba imza attı.
Bu kez işadamı Maliye’den korkmadı, Maliye işadamından korktu!
Evet, evet yanlış duymadınız; Maliye işadamından korktu!
Dedim ya ’şaka gibi ama malesef gerçek!’
Maliye Bakanlığı her yıl kendisine bağlı vergi daireleri aracılığıyla bir çok ilde vergi rekortmenlerini açıklar.
Genelde mart sonunda ilk açıklanan İstanbul’dur.
Mesela son iki yılda bilgi işlem alt yapısının da iyileştirilmesi sonucu 28 Mart 2008’de Aydın Doğan, 30 Mart 2007’de Demir Sabancı’nın ismi açıklandı İstanbul gelir vergisi rekortmeni olarak.
Hemen arkasından Ankara, İzmir, Adana, Eskişehir gibi iller geldi.
En sonunda da Türkiye birincisi belirlendi.
Ama bu yıl işin içine bir şekilde, ’rufailer karıştı.’
Yani bir takım bilinmeyen güçler devreye girdi.
İzmir, Ankara dahil bir çok ilin vergi rekortmeni, geçen haftalarda açıklandı.
Fakat her yıl mart sonunda ilk açıklanan İstanbul vergi rekortmeni bir türlü açıklanamadı.
* * *
Önceki gün Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’a, geçirdiği kalp ameliyatından dolayı Erdal Sağlam’la birlikte geçmiş olsun ziyaretine gittim.
Kemal Bey nekahat dönemini çok hızlı atlatmış.
Keyfi, neşesi gayet yerinde. Ameliyatı Cleveland’da yaptırdığı için basında çıkan mizahi eleştirilere "Ahsen Hanım’la birlikte katıla katıla gülüyoruz" dedi. En çok da "Allahım ona Cleveland’ı, bize Ok Meydanı SSK’yı gösterdin" esprisine gülmüşler.
Cleveland’a devlet imkanlarıyla değil, kendi cebinden ödeyerek gittiği halde bu tür espirileri olgunlukla karşılıyor.
"Kemal Bey, İstanbul vergi rekortmeni neden hálá açıklanmadı?" sorumuzu ise şaşırarak dinledi, çünkü hiçbir bilgisi yokmuş.
"Maliye gibi köklü gelenekleri olan bir kurum, bu şekilde spekülasyonlara malzeme edilmemeli" dedim. "Elbette Eyüp Bey, olur mu öyle şey. Ben hemen araştıracağım" diyerek yanımda danışmanlarına talimat verdi.
Gelir İdaresi Başkanı Mehmet Kilci’yi arattı. Ve nihayet dün İstanbul vergi rekortmenlerinin haftaya açıklanacağı duyuruldu.
Böylece Maliye, gereksiz bir ayıptan kurtuldu.
Darısı İSO’nun "gizemli sanayicilerinin" başına.
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
8 Nisan 2009
ASLINDA bugün size anlatacağım iki kitap da Obama başkanlık koltuğuna oturmadan önce yayınlandı. Fakat Obama’nın Türkiye ziyaretinin arka planını anlamak için bu iki kitap çok önemli.
Sadece Obama’nın başucu kitapları olduğu için değil yeni Amerikan yönetiminin iki gündür Türkiye üzerinden dünyaya verdiği mesajları anlamak için yol gösterici.
İlk kitap öğrencilik yıllarımda Amerika’da benim de hocalığımı yapan ABD Savunma eski Bakan Yardımcısı Joseph S. Nye’ın 2005’de Türkçe’ye de çevrilen ’Yumuşak Güç’ kitabı.
Halen Harvard Üniversitesi’nde hocalık yapan Nye, bu kitabı Bush Irak’ı işgal ettikten sonra yazdı.
Bush yönetiminin tepeden inmeci, tek yanlı, askeri güce (sert güç) dayalı politikalarına kitabın ismiyle tezat gibi dursa da içerden yapılan en sert eleştiriydi ’Yumuşak Güç.’
Nye, Amerika’nın geçmiş yüzyıllardaki imparatorluklardan ayrılan en önemli özelliğini askeri gücünü yadsımadan teknoloji, ekonomi ve kültürde yarattığı katma değerde gören düşünürlerden.
Bush yönetiminin yüzyıl boyunca Amerikan rüyası olarak tüm dünyaya sevdirerek ihraç edilen değerleri tek bir hamlede yerle bir ettiğini bunu yaparak da, en çok Amerika’nın gücüne zarar verdiğini anlatıyor kitapta.
’Yumuşak Güç’ü şöyle tanımlıyor: "Bir ülke dünya politikasında istediği sonuçları başka ülkeler onun peşinden gitmek istediği, değerlerine hayran olduğu, teşkil ettiği örneğe gıpta ettiği, onun refah ve şeffaflık düzeyine erişmeyi arzuladığı için de alabilir. Yani istediğin şeyi başkalarının da istemesini sağlamaya, yumuşak güç adını veriyorum. Yumuşak güç, insanları zorlamak yerine, onlarla işbirliği yapar."
Nye, Amerika’nın askeri teknoloji ve NASA’nın yanısıra Microsoft, MTV, Mc Donalds, Wall Street, Nasdaq ve Hollywood gibi değerleri yaratabilecek yenilikçi ve dinamik bir sisteme sahip olduğu için güçlü olduğunu, Bush yönetiminin saldırgan politikalarıyla tüm bu değerleri geri plana atarak dünyadaki Amerika sevgisini nefrete çevirdiğini belirtiyordu beş yıl önce.
Obama, genç bir senatör olarak göreve başladığında Nye’ın bu yaklaşımından çok etkilendi.
Konuşmalarında kendi siyaset anlayışını bu kavramlar üzerinden izah etti.
Bir diğer başucu kaynak ise Obama koltuğa oturmadan çok kısa bir süre önce piyasaya çıkan Fareed Zakaria’nın ’The Post American World’ (Amerika Sonrası Dünya) adlı kitabı.
Zakaria bir anlamda Nye’ın, bıraktığı yerden devam ediyor dünyayı anlamaya ve anlatmaya. Tek kutuplu, çift kutuplu hatta çok kutuplu bir dünya değil Zakaria’nın anlattığı dünya. Daha ilk cümlesi şu çarpıcı tespitle başlıyor: ’Bu kitap Amerika’nın çöküşünü değil, diğer ülkelerin yükseliş hikayesini anlatıyor.’
Hangi ülkeler bunlar?
Çin, Hindistan, Brezilya, Güney Kore, Meksika, Güney Afrika, Körfez Ülkeleri ve Türkiye.
’Artık dünyanın en uzun gökdeleni de, en büyük barajı da, en uzun süre izlenen filmi de en sofistike GSM şirketi de Amerika’da değil’ diye başlıyor tespitlerine Zakaria.
Bazı komplocular gibi ’Amerika çöküyor, Asya yükseliyor’ gibi bir kolaycılığa kaçmıyor. Tam tersi asıl bu yeni gelişmelere uygun politikalarla Amerika’nın yeniden süper güç olarak yüzyıla damgasını vuracağından bahsediyor, tabii yükselen diğer güçlerle birlikte.
Obama’nın Türkiye ziyareti ve buradan dünyaya verdiği mesajlara bir de bu iki kitabın penceresinden bakın istedim.
Dünya artık eski dünya değil, tıpkı Amerika gibi.
Küresel krizin ortasında sadece finans sistemi değil dünya politikası yani güçler dengesi yeniden şekilleniyor.
Obama, ’Amerika sonrası yeni dünya’ mesajını bir süredir bölgesinde değerler üzerinden dış siyaset üretme kapasitesini arttıran Türkiye’den boşuna vermiyor.
Madem söz kitaplardan açıldı, gelin ’Stratejik Derinlik’ kitabının yazarı Ahmet Davutoğlu’nun kulaklarını da çınlatalım.
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
7 Nisan 2009
İşte şimdi güzel Türkçemizin o güzelim deyimini her iki anlamıyla da hatırla(t)ma zamanı: Bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü?
Ömer Asım Aksoy, "Deyimler Sözlüğü"nde bu deyimi şöyle açıklıyor: "Gösterilen yakınlığın, iltifatın görünürde olmayan gizli nedenine dikkat çeker."
ABD Başkanı Barack Obama'nın ilk ikili ziyaretini Türkiye'ye yapacağı açıklandığında bazı siyasi yorumcular imalı bir biçimde "Bayram değil seyran değil Obama bizi neden öpüyor" sorusunu sordular.
Kastettikleri: "Obama daha koltuğa oturalı 3 ay bile olmadan Türkiye'ye kara kaşı kara gözü için gelmiyor. Bakın görün, heybesinden Afganistan'a Türk askeri gönderilmesinden Ermeni soykırımının kabulüne ve Kuzey Irak'ta Kürt devleti kurulmasına neler neler çıkacak!"
Aşırı kuşkucular için klasik yaklaşımdır. Dünyaya siyah- beyaz gözlüklerle bakarlar, öküzün altında illa buzağı ararlar!
Oysa gördük; Obama, Türkiye'ye bir şey dikte etmek için değil Bush yönetimi döneminde yara alan ilişkileri tamir etmek için gelmiş.
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
4 Nisan 2009
SEMBOLLERE aşırı anlam yükleyenlerden değilim. Fakat ABD Başkanı Barack Obama’nın Türkiye ziyaretine ’güzergáh üzerinden’ bakmaktan kendimi alamıyorum. Çünkü Obama’nın Türkiye’ye geliş güzergáhı her ne kadar sembolik gözükse de ’neden geliyor?’ sorusuna yani ziyaretin içeriğine ışık tutuyor.
Neden mi?
Gelin en baştan alarak anlatayım.
Henüz başkanlık koltuğuna oturalı 3 ay bile olmadı.
Fakat ilk günden itibaren Obama’nın İslam dünyasına etkili mesajlar vermek için Müslüman bir ülkeyi, büyük bir ihtimalle de Türkiye’yi ziyaret edeceği söylendi.
Sonra Obama Hükümeti’nin Bush yönetiminden farklı olarak Türkiye’ye ’ılımlı İslam’ penceresinden bakmadığı açıklandı.
Tam bu konu derin dondurucuya konulmuşken ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton sürpriz bir ziyaretle Türkiye’ye geldi.
Kendisi gelmekle kalmadı başkan Obama’nın nisan başında Türkiye’ye geleceğini müjdeleyerek asıl bombayı patlattı.
Bunun üzerine ’Obama İslam dünyasına Türkiye’den mesaj verecek’ tartışması tekrar alevlendi.
Oysa ilk günden itibaren hem Clinton hem de Obama’nın Türkiye’ye geliş güzergáhına biraz dikkatli bakılsa İslam Dünyası’ndan önce asıl mesajın Türkiye ve Avrupa Birliği’ne verilmek istendiği daha iyi anlaşılacaktı.
Dikkat edin Obama Türkiye’ye nereden geliyor?
G-20, NATO ve AB zirve toplantılarının yapıldığı Avrupa’dan.
Peki, bu ziyaret dünya basınında içeriği ile birlikte güzergáh anlamında nasıl yer alacak?
’Obama ABD’ye G-20, NATO, AB ve Türkiye ziyaretinden dönüyor.’
Washington Institute Türkiye analisti Soner Çağaptay ziyaretin coğrafi olarak Avrupa kapsamında olmasını sembolik gibi gözükse de çok önemli bulanlardan.
Tespiti şu: ’Obama’nın amacı Türkiye’nin Avrupalılığına vurgu yapmak.’
Sadece Çağaptay değil Türk-Amerikan İş Konseyi Başkanı Brent Scowcroft ve ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı James Jones da ziyareti ve güzergáhı önemseyenlerden.
Öyle ki Jones, ’Türkiye ile stratejik ortaklığımızı yenilemeye geliyoruz’ şeklinde çok önemli bir açıklama yaptı. Böylece Bush döneminde ’ılımı İslam’ penceresinden bakılan, tezkere ile birlikte kopma noktasına gelen Türkiye-Amerika ilişkilerine yeni yönetimin, tıpkı Başkan Clinton dönemindeki gibi, ’AB üyesi stratejik ortak’ penceresinden baktığı anlaşıldı.
Dikkat edin Obama yönetimi tarafından bir yandan Türkiye’nin son dönemde Afganistan-Pakistan-İran-Irak-Suriye-Lübnan ve İsrail aksında oynayabileceği önemli roller gündeme getirilirken diğer yandan güzergáh olarak hep Avrupa hattı seçildi.
Başta da belirttim ben sembolizme aşırı anlam yükleyenlerden değilim fakat uluslararası diplomaside semboller kimi zaman verilecek mesajın bile önüne geçer.
Öyle olmasa Bush yönetiminin Türkiye ziyaretleri hep ’Ortadoğu turu’ kapsamında yapılmazdı. Başkan Bush, yardımcısı Cheney hatta Dışişleri Bakanları Powell ve Rice’ın hep ’Ortadoğu turu’ kapsamında Türkiye’ye gelmesi tesadüf olmasa gerek.
Çok açık Bush yönetimi Türkiye’nin Ortadoğulu kimliğini Avrupa Birliği üyelik sürecinden daha çok önemsedi. Bu yüzden de Ortadoğu güzergáhını kullandı.
Oysa Obama yönetimi Türkiye’nin Ortadoğu’da daha etkin bir rol oynayabilmesi için de AB ile müzakerelerin yani Avrupalı kimliğinin güçlenmesi gerektiğine inanıyor.
Şüphesi olanlara Obama ile birlikte Clinton’un güzergáhına tekrar bakmalarını öneririm.
Hillary Türkiye’ye gelmeden önce İsrail ve Mısır’daydı.
Sırf Türkiye’ye Ortadoğu üzerinden gelmemek için Brüksel’e gidip oradan Türkiye’ye geldi. Çağaptay’a göre ’Hillary Türkiye Avrupalıdır demek için bu zahmete girdi.’
Amerikalılar benim de çok sevdiğim o lafı boşuna etmemişler: ’Nereye gittiğin değil, nasıl ulaştığındır esas olan.’
Yeni yönetimin Türkiye güzergáhı Obama’nın neden geldiğini gayet net açıklıyor.
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
1 Nisan 2009
ÇEVREMDEKİ herkes aynı sorunun cevabını arıyor: "Ekonomik kriz AK Parti’nin oylarını ne kadar etkiledi?"
Basında çıkan yorumlar ikiye ayrılıyor.
1- Seçmen krize aldırmadı.
Baksanıza AK Parti krizden en çok etkilenen Bursa, Denizli, Kocaeli, Sakarya, Gaziantep ve Kayseri gibi sanayi kentlerinde bile açık ara seçimi kazandı.
2- Kriz sandıkta AK Parti’yi teğet değil, delip geçti.
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)