Erdal Sağlam

AB, IMF ile anlaşmanın devamımı isteyecek

23 Şubat 2004
BRÜKSEL AVRUPA Birliği (AB), Türkiye'deki ekonomik programın gidişatını, sanıldığından çok daha yakından takip ediyor. Son raporuna ekonomik koşulları da ekleyen AB'nin, müzakere sürecinin başlatılması kararıyla birlikte, Türkiye'den 'IMF'le olan anlaşmanın 2004 sonrasında da devam etmesini isteyeceği' tahmin ediliyor. Bu talebin yıl sonundaki karar tarihi gelmeden, resmi olarak olmasa da, sözlü olarak daha önceden iletilmesi, kimse için sürpriz olmamalı. Son 3 gündür Brüksel'de yaptığımız temaslarda, örneğin daha geçen yıla kıyasla, bu kez çok daha olumlu bir havanın hakim olduğunu kesinlikle söyleyebilirim. İlginç bir biçimde, Türkiye'nin Irak konusunda bilinçsiz olarak takındığı tutum, AB çevrelerinde çok büyük bir sempati yaratmış durumda. Havayı olumlu kılan asıl gelişme ise Kıbrıs müzakereleri. Kıbrıs'ta Türkiye'nin çözümden yana tavır koymasının, AB'de 'Türkiye'nin tam üyeliği'ni savunanların elini iyice güçlendirdiğini, yaptığınız her temasta rahatlıkla hissedebiliyorsunuz. New York müzakereleri sonrası bundan sonrasının 'ucu kapalı bir süreç' olarak belirlenmesi, çözüm konusunda umutları iyice artırmış durumda. Sonuçta anlaşma olmadığı takdirde bütün boşlukları BM Genel Sekreterinin dolduracak olması,.çözüm için bir güvence olarak görülüyor. Türk kesiminde yapılacak referandumun çok büyük bir sürpriz olmazsa olumlu çıkacağı tahmin edilirken, en kötü ihtimal, Rum kesiminde yapılacak referandumda hayır çıkabileceği belirtilip, 'Bu durumda bile, Türkiye AB sürecinde kazanmış olacak' yorumu yapılıyor.OLUMLU KATKILAR Daha önce Strasbourg'da Müsteşarlık, Dünya Ticaret Örgütünde Büyükleçilik yapmış olan Oğuz Demiralp'in, AB nezdindeki Büyükelçi olarak, bu sürece çok olumlu katkılar yaptığını gördük. Ekonomik konulara da hakim olan Demiralp, Irak olayındaki tutum ve ardından Kıbrıs için New York'ta yapılan temasların çok olumlu bir hava yarattığını belirterek, bu yılın sonunda çok büyük ihtimalle müzakere sürecinin başlayacağını söylüyor. Müzakere tarihi konusunda yanlış anlamalar olduğunu kaydeden Demiralp, bütün müzakere başlatılan ülkelerde olduğu gibi yaklaşık 3 aylık bir hazırlık süresi olacağını, daha sonra AB ile ikili oturum yapılacağını hatırlatarak. 2004 Mayıs ayı civarında müzakerelerin başlayacağını tahmin ediyor.Demiralp'e, son rapora ekonomik koşulların nasıl girdiğini ve AB'nin ekonomik gelişmelere nasıl baktığını soruyoruz. Demiralp, AB'nin Türkiye ekonomisini tahmin edilenden çok daha yakından izlediğini kaydederek, rapora konulan ekonomiyle ilgili hususların 'bir şart' olmadığını kaydediyor. Ekonomi maddesinin IMF'nin telkiniyle metne girdiğini kaydeden Demiralp'e, 'AB'nin IMF programının 2004'te bitmesiyle ilgili ne düşündüğünü' soruyoruz. Demiralp, açıkca, IMF'in Türkiye'ye verdiği borcun yaklaşık yarısının AB üyesi ülkelerden çıktığını hatırlatarak, 'AB, IMF'le süren programın 2004 sonrasında da devam etmesini isteyecektir' diyor. Yani AB de, ABD gibi Türkiye ekonomisini yeniden IMF'e havale etmek düşüncesinde....Aynı konuyu TÜSİAD Brüksel Temsilcisi Bahadır Kaleağası ile de konuştuk. Sürekli olarak AB mekanizmaları ve üye ülkelerle temasta bulunan Kaleağası da aynı düşüncede. Kaleağası, müzakere sürecinrin başlatılması için gereken şartların siyasi şartlar olduğunu ama ekonominin da yakından izlendiğini kaydederek, 'AB, Türkiye ile müzakereleri başlatmasının, ekonomide IMF'in sağladığı disiplinin yerine geçemeyeceğini, gelişmeleri denetim altına alamayacağını iyi biliyor. Bu nedenle çok büyük ihtimalle IMF'le ilişkilerin sürmesini ve anlaşmanın devamını isteyecektir. Çünkü mali disiplinin ve yapısal dönüşümlerin tamamlanması, AB için de çok önemli. Hem borcun yarısını AB ülkeleri verdiği için önemli, hem de AB ile uyum süreci için Türkiye'nin bu reformları tamamlaması çok önemli' diyor.Yani AKP hükümeti IMF'le ilişkilerin 2004 sonrasında ne olacağına karar verirken, o kadar rahat olamayacak. Yapılacak görüşmelerde, AB organlarının mali disiplin ve yapısal uyumun devamını bunu garantiye alabilmek için de IMF'le anlaşmanın 2004 sonrasında da devam etmesini istemesi çok büyük bir ihtimal.Aslında bu talep, bence 'Her an Hükümetin popülizme dalması'ndan korkan piyasaları da çok rahatlatacaktır. AB'nin bu talebiyle ekonomide istikrara da çok büyük katkı sağlayacağı açık. AB'nin kendi içindeki tartışmalar BRÜKSEL'de AB mekanizmalarını iyi bilen yabancılarla, lobi şirketlerinin yetkilileriyle yaptığımız temaslarda da, AB'nin özellikle ekonomik açıdan kendi içinde çok büyük bir sorgulama içinde olduğunu gördük. Bazı kesimler Euro'nun başarılı olmadığını ve euro'nun önümüzdeki dönem çok önemli, radikal tartışmalara neden olabileceğini, yeni bir para sistemi tartışmalarının gündeme gelebileceğini söylüyorlar. AB mekanizmalarına yakın yabancılar, ABD Merkez Bankası Greenspan'in gücünü ve kararlı tavırlarını örnek göstererek, Avrupa Merkez Bankası yönetiminin pasifliğinden şikayetçiler.Avrupa’yı, ekonomik olarak 'neden istenen gücü kazanamadığını' yoğun olarak tartışmaya başlamış gördük. Euro'nun bu kadar güçlü olmasına ve buna rağmen harekete geçilmemesine kızıyorlar. Hatta bir yıl içinde, yani ABD seçimlerine kadar Avrupa'nın birşey yapmaması halinde, 'Euro sistemi için artık çok geç olacağını' söyleyenler bile var.Ekonomik olarak Avrupa’nın güçlü olamamasında, özellikle Fransa-Almanya ikilisinin statükocu tavrının önemli suçu bulunduğu görüşü hakim. Son yapılan İngiltere-Fransa-Almanya zirvesinin 'Avrupanın ekonomik güç olabilmesi açısından kritik bir zirve' olduğuna çoğu kimse dikkat çekerken, Türk uzmanlar da bu zirvenin kritik olduğunu belirterek, 'İngiltere'nin zorlamasıyla AB'nin ekonomik gücünün artırılması için çözüm arayışları' olduğunu ve bu çabaların olumlu sonuçlar yaratabileceğini kaydediyorlar.AB'nin ekonomik gücünün öne çıkarılması için yoğunlaşan çabaların Türkiye'ye etkisi konusunda ise, hem Büyükelçi Demiralp'i, hem de TÜSİAD Temsilcisi Kaleağası'nı 'iyimser' gördük. İki yetkili de İngiltere'nin işin içine daha yoğun girmesi ve üye ülkelerin ABD karşısında AB'nin ekonomik gücünün artırılması çabalarının Türkiye'ye yarayacağı, bu gücün oluşturulması için Türkiye'nin tam üyeliğinin önemli görüldüğü, yani AB içindeki konjonktürün de müzakere süreci açısından olumlu bir görünüm arzettiğini kaydediyorlar.Hem yabancı uzmanlar hem de Türk yetkililer, önümüzdeki Mart ayında yapılacak AB Zirvesi'nde ağırlığı ekonominin almasını bekliyorlar. Aslında geçen yıl da ekonomik ağırlıklı zirve beklediklerini ancak Irak olayının herşeyi örttüğünü kaydederken, 2004 Mart ayında yapılacak zirveden, AB'nin ekonomik gücünün artırılması bu arada euoro'nun durumu hakkında radikal kararlar çıkabileceğini tahmin edenler var. Böylesine radikal kararlar çıkmadığı takdirde 'artık çok geç olabilir' yorumunu yapanlar da...Yani Avrupa durgunluktan ve yaşlanan nüfustan, bunun yarattığı başta sosyal güvenlik gibi, giderek büyüyen sorunlardan bunalmış durumda. Daha doğrusu bu sorunlar birikmiş birikmiş ve artık 'çözüm alma gereği' dayatmış durumda. Türkiye'nin AB içindeki bu tartışmaları da çok yakından takip etmesi, AB içindeki bu tartışmaları kendi menfaati için kullanması, bence çok büyük önem taşıyor. Açıkcası; böylesine kritik bir dönemde yetkin temsilcilerin Brüksel'de bulunması, Avrupa'daki Türk özel sektör kuruluşları ve burada yerleşik işadamlarının da bunu bir ortak dava olarak görmeleri ve Brüksel'de Türkiye lehine dönen hava, bu yıl sonunda müzakere sürecinin başlatılması açısından, bana umut verdi. Umarız, Kıbrıs'la ilgili sorun çıkmaz, umarız kritik tarih yaklaştıkça yeni provakasyonlar gelmez, umarız beklenen süreç başar...Haziran’a kadar gerekenler yapılmalıHEM Büyükelçi Demiralp'in, hem de Kaleağası'nın üzerinde durduğu en önemli konuların başında, Ekim ayında yayınlanacak 'Türkiye ilerleme raporu 2004'ten en az üç-dört ay önce 'gerekenlerin yapılması' geliyor. Türkiye'nin AB'ye girmesini istemeyenlere artık koz vermemesi gerektiğini kaydeden yetkililer, en geç Haziran ayına kadar eksik kalan unsurların tamamlanması gerektiğini, bu hususun Hükümete de iletildiğini kaydediyorlar. TÜSİAD'in çıkardığı bir 'eksik listesi' var. Bunların başında de en önemli olarak gördükleri 'yargı reformu' göze çarpıyor. Bir-iki ay içerisinde bu reformun tamamlanması, bu kapsamda TÜSİAD'in metninde yeralmamakla birlikte, DGM'lerin de kaldırılması gerekiyor. Yanısıra 2003 raporunda vurgulanan RTÜK, YÖK, 159. madde, dernekler yasası değişiklikleri ve uluslar arası anlaşmalara uyum için de hemen harekete geçmek gerekiyor. Uygulamaya ilişkin olarak kiliselerin açılması, kürtçe öğretimi ve televizyon yayını, işkence ile mücadele gibi, daha önce mevzuatı düzenlenen unsurların artık hayata geçirildiğinin görülmesi de gerekiyor. Yine gümrük birliği kapsamında standartlar, veri koruması, kullanılmış makine ithalatı gibi konularda düzenlemeler gerekiyor. Büyükelçi Demiralp de biran önce eksiklerin tamamlanması gerektiğini düşünüyor. Sohbetimizde artık Türkiye'yi AB'de istemeyenlerin elindeki kozların alınması gerektiğini hatırlatarak, Haziran'a kadar eksik mevzuatların tamamlanıp, Ekim ayında çıkacak rapora kadar uygulamanın gösterilmesinin, müzakere süreci açısından hayati önem taşıdığını kaydediyor.Yani; anladığımız kadarıyla sadece Kıbrıs işini halletmek bütün herşeyi çözmeyecek. Hükümetin bir yandan da, biran önceyeni bir uyum paketinin hazırlığına başlaması gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

Faiz riskinden sonra kur riski de artıyor

21 Şubat 2004
<B>MERKEZ</B> Bankası kurlara yine doğrudan müdahale etmek zorunda kaldı. Bu hafta başındaki müdahalenin miktarı 1 milyar doları aşarken, bu ay aldığı döviz miktarı 2 milyar doları buldu. Bazen tedirginlik nedeniyle oynasa da, dövizin düşüşü durdurulamıyor.

Peki, müdahaleyi gerektiren yüklü döviz arzı nereden kaynaklandı. Geçen yılki gibi yurtdışına gitmiş paralar geri mi geldi, hayır. Halk, yastık altında tuttuğu dövizi çıkarıp piyasaya mı soktu, hayır. O çok söylenen ‘‘Irak dövizleri’’ gelmeye devam mı ediyor, hayır. Peki, daha önceki haftalarda olduğu gibi, yüklü yabancı girişleri mi oldu, o da değil...

Peki döviz arzındaki bu fazlalık nereden kaynaklanıyor?

Bankacıların da artık kabul ettiği gerçek şu ki; ‘‘açık pozisyon’’ artmaya başladı. Bankaların bir bölümü geçen yılki kárlarını sermayeye ekleyip, daha fazla döviz yükümlülüğü almaya, bir kısmı ‘‘Nasıl olsa mart sonu düzeltiriz’’ deyip, sınırın da ötesinde açık pozisyon tutmaya, bir kısmı da yasal sınır dışı yükümlülük alıp, açık pozisyon tutmaya başladı...

Sadece bankaların değil, reel kesimin de zaten varolan, görülemeyen açık pozisyon miktarlarını artırmaya başladığı söyleniyor. Örneğin müdahale günü satılan dövizin 400 milyon dolarının reel kesimden geldiği söyleniyor. Ya da bazı bankalar reel kesim şirketleri kanalıyla bunu yapıyor.

Özetle; sistemde açık pozisyon yılbaşından bu yana hızla büyüyor. Çünkü bankalar açık pozisyon yapıp, Hazine kağıdı almaktan başka kár yolu göremiyor. Özellikle orta ve küçük ölçekli bankaların hızla bu yola girdiği, döviz yükümlülüğünü artırıp, döviz bozdurup Hazine kağıdı aldığı söyleniyor. Kısa dönemde 2-3 puanlık faiz kárı gördükleri için yapıyorlar.

Geçen yılki yüksek kárlardan sonra, henüz yılın başında başka çare görmüyor, ‘‘yılın sonraki dönemlerinde bu kár olmaz’’ diye, şimdiden biraz ‘‘gözü kara’’ davranmayı seçiyorlar.

Kısacası; bankacılık sistemi üzerinde zaten bir faiz riski vardı, sistem buna ek olarak şimdi bir de ‘‘kur riski’’ üstleniyor.

ABD FAİZİ PLANI

Bankacılar da kabul ediyor ki, bu kadar gözü kara davranmalarının en büyük dayanağı, ‘‘ABD'nin seçimler bitene kadar faiz artırımına gidemeyeceği’’'varsayımı...

ABD faiz artırmadığı takdirde, gelişmiş ülkelerdeki fonlar kár için, diğer gelişmekte olan ülkelere olduğu gibi, Türkiye'ye de akmaya devam edecek. Sıcak para girişi nedeniyle döviz arzı fazlalığı devam edeceği için döviz fiyatları yükselmeyecek, ekonominin çarkları bu parayla yağlandığı için faizler düşmeye devam edecek ve yıl sonuna kadar böyle sürecek.

Bu arada Kıbrıs konusunda umutlar belirdi ya, piyasa bunu da ‘‘Türkiye AB'den müzakere tarihi almış’’ gibi abartılı algılamayı tercih edip, bu haftaki senaryoya kendi dayanağını oluşturdu.

Peki gerçekten bu kesin bir gelişme trendi mi, bu senaryoda hiç mi değişiklik olamaz?

Dış ekonomik gelişmelere çok hakim biri değilim ama, bu dengenin sürdürülemez bir denge olduğu açık. Yıl sonuna kadar, yani ABD seçimleri bitene kadar sürdürülmesi de zor. En azından AB, Japonya gibi etkin aktörlerin, ilelebet elleri kolları bağlı oturmaları, bence küçük ihtimal.

Üstüne üstlük gazetelerde artık uluslararası uzmanlar, ABD'nin faiz artırımına gitmemesi halinde bile, Türkiye'nin de içinde bulunduğu gelişmekte olan piyasalarda yakında sıkıntı çıkabileceği, balonun fazla şiştiği ve patlamak zorunda olduğu yolundaki yorumlarını artırdı.

Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki; IMF'den ya da siyasi bir nedenle içeriden, ya da beklenmedik biçimde uluslar arası etkiden ötürü döviz fiyatları artmaya başlarsa, faizler de ona paralel artacaktır. Faiz artarsa, döviz fiyatları da ona paralel... Hala bu bağlantı çok güçlü...

O zaman olabilecekleri bir düşünün... Bütün bunları düşünmesi gerekenler, sırf bu nedenle bile, IMF'yle hemen anlaşma sağlaması gerekenler, bunlara kafa yoruyorlar mı, şüpheliyim...
Yazının Devamını Oku

Piyasa Hazine'nin yüklü satışını merak ediyor

19 Şubat 2004
<B>SALI</B> günü piyasalardaki gelişmeler bankaların kafasını karıştırdı. Açıkçası; bankacıların çoğu kendilerini kandırılmış hissetti. Çünkü salı sabahı Reuters, IMF Heyeti'nin perşembe günü geleceğini yazdı, ardından yapılan ihalede Hazine sürpriz yaparak, itfasından çok daha fazla borçlandı, piyasayı neredeyse sildi süpürdü. Piyasanın tam kapanmasına yakın ise Devlet Bakanı Ali Babacan çıkıp, ‘‘IMF heyeti biz ne zaman çağırırsak o zaman gelir’’ demecini verdi. Bütün bu gelişmeler, piyasa oyuncularına, tezkere sırasında bir ihale sabahı Babacan'ın ‘‘ABD'den kredi geliyor’’ demeci verip, ihaleden sonra da paranın gelmeyeceğinin açıklanması olayını hatırlattı. Herkes birbirine ‘‘ne olduğunu’’ sordu ve ‘‘bir aksiliğin kapıda olup olmadığını’’ sorguladılar.

Biz daha önce IMF Heyeti'nin bu hafta gelebileceğini yazmıştık. Çünkü geçen hafta sonu itibariyle kararlaştırılan, buydu. Pazartesi günü IMF'ye tedbir alternatifleri gönderilecek, IMF Heyeti perşembe-cuma İstanbul'a gelip, ardından önümüzdeki hafta başında Ankara'da temaslarına başlayacak ve tedbir paketine son şekli verilecekti. Babacan bir gaf mı yaptı, ‘‘kendi dışında IMF açıklamasına’’ mı sinirlendi, yoksa gerçekten bir pürüz mü çıktı bilmiyoruz. Belki de gönderilen tedbir alternatiflerini IMF yetersiz buldu, belki yüzde 10'luk kesinti yasasının çıkmasını istedi... Buna rağmen, ‘‘IMF Heyeti gelir, burada sıkıştırır’’dı gibi geliyor bana...

Bu nedenle insanın aklına, ‘‘Acaba Başbakan’la konuşuldu, zam ve vergi gereği nedeniyle Heyetin gelişi seçim sonrasına mı erteleniyor’’ ihtimali geliyor. IMF Heyeti'nin gelişi yakında netlik kazanır ama, önce, ihale günü olan önceki gün, piyasaların merak ettiği ‘‘Hazine'nin neden sürpriz yapıp, fazla kağıt sattığını’’ anlatmaya çalışalım.

NEDEN FAZLA SATTI

Dünkü 6.5 katrilyonluk itfaya karşılık, Hazine'nin en fazla 6 katrilyon civarında satış yapacağı sanılıyordu. Ama Hazine, 3 ihalede toplam 7.5 katrilyonluk, yani itfanın çok üstünde kağıt sattı.

Bunun birkaç nedeni vardı ama şunu söyleyelim ki; ihaleyi yapan teknisyenler, o sabah Reuters ekranında gördükleri ‘‘IMF'nin perşembe geleceği’’ haberini doğru olarak kabul etmişlerdi. Yüksek miktarda satmalarının en büyük nedeni, uygun koşulda yüklü teklifin gelmesi idi ve talebin yüzde 82-83'ünü karşıladılar. Uygun teklifleri görünce, dünkü itfanın yanısıra 3 Mart'ta yapılacak 7 katrilyonluk yüklü itfaya da hazırlık yapmak istediler. Üstüne üstlük Merkez Bankası bir gün önce dolara müdahale etmiş ve 1.2 milyar dolar civarında döviz satın alarak kuru dengelemişti. Yani Merkez Bankası bu operasyonla piyasaya, 1.5 katrilyon liranın üzerinde TL vermişti. Piyasadan para çekilmesi için Merkez Bankası da Hazine'nin yardımcı olmasını istiyordu. Hazine de bunu yaptı.

Yani 3 Mart'taki yüksek itfaya hazırlık yapıldı. Zaten o zaman da kağıt satarlar ama, vergiler ertelendiği için şubat sonunda bekledikleri yaklaşık 2 katrilyonluk vergi geliri de mart ayına, yani büyük itfadan sonrasına sarkacak ve onun için temkinli olmak istediler.

Onun da ötesinde mart ortası gibi yapılacak zorunlu tasarruf ödemelerini de gözönünde bulundurdular. Ödeyecekleri yaklaşık 1.5 katrilyon, neredeyse ‘‘kuyuya atılmış’’, bankacılık sistemine ne zaman döneceği belli olmayan, büyük ihtimalle tüketime gidecek bir para.

Hazine'nin bu kadar fazla kağıt satın almasının bir nedeni de, örneğin 1 katrilyon az aldığı zaman oluşacak faizle, aldığı 1 katrilyon liralık fazla arasında oluşacak faiz farkının çok az oluşuydu. Daha önce 3 aylık ve FRN ihaleleri de yapıldı ama salı günkü ihale ‘‘çoklu fiyat sistemiyle yapılan ilk gerçek ihale’’ oldu. Rakamları tahmini olarak söylüyorum ama tablo çarpıcı: Örneğin tekli fiyat sisteminde bu ihale yapılıp, 1 katrilyon fazla alınsaydı faiz 2-3 puan oynayacakken, çoklu fiyatla yapıldığı için, faiz farkı ancak 0.2-0.3 oldu. Yani çoklu fiyat bu kez Hazine'nin işine geldi, çünkü teklifler birbirine çok yakındı, belki de biraz da anlaşmalı idi...
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs başarısı ve bürokrasiye bakış

17 Şubat 2004
<B>HENÜZ</B> temkinli olunması gerektiğini, zafer sarhoşluğuna girmenin yanlış olduğunu düşünsek bile, kangren olmuş Kıbrıs sorununun çözümü için atılan adım, kelimenin tam anlamıyla <B>‘‘tarihi bir adım’’</B> oldu. Umarız bu adımın gerisi de gelir... Elde edilen kesinlikle başarı ve bu başarının sahibi, siyasi irade... Yani Hükümete ait başarı ama bu konuda bürokrasinin hakkını da vermek şart.

Abdullah Gül'ün Başbakanlığı sırasında, özel bir sohbetimizde Tayyip Erdoğan'ın Başbakanlığından sonra hangi görevi alacağını sormuş, ekonomi yönetiminin çok kritik olduğunu hatırlatmış, ardından da, ‘‘Dışişleri Müsteşarı gideceğim demiş, ama siz ‘bekleyin geliyorum' demişsiniz, doğru mu?’’ diye sorup, alacağı görevi çözmeye çalışmıştık.

Gül, o zaman, bu sorumuza karşılık gülümsemiş, renk vermemişti...

Gül, Dışişleri Bakanı olunca, bürokrasiye dokunmadı, teamülleri bozmadı, hiyerarşiyi korudu. Bir tek Danışmanı Ahmet Davutoğlu’nu Bakanlığa monte etti ama bildiğimiz kadarıyla Davutoğlu da bürokrasinin yeterliliğini ve iyi niyetini görünce işlerine karışmadı.

Kıbrıs'ta sağlanan başarıda Dışişleri bürokrasisinin korunmuş olmasının, Bakan tarafından kollanıp yetki verilmesinin büyük payı var. Normal görev süresi dolmasına rağmen deneyimli Müsteşar tayine gönderilmedi ve bu yıl sonuna kadar da gönderilmeyecek. Aynı şekilde Kıbrıs ve müzakereler konusunda deneyimli bürokratlar görevlerinde kaldı, hazırladıkları operasyon planlarına sadık kalındı, ekip çalışması yapıldı. Bürokratlar, arkalarına siyasi irade konulduğunda, her türlü yaratıcılıklarını da ortaya koyup, büyük bir diplomatik başarıya imzalarını attılar.

Bu başarıda tabii ki en büyük payı siyasi irade alacak, bu doğal. Ama Abdullah Gül, diğer kurumlarda olduğu gibi, kurumların belleği olan, hiyerarşiden gelen kişiler yerine partide kararlaştırılan atamalara yol verseydi, Kıbrıs'ta bu başarı sağlanabilir miydi, bir düşünün...

BAŞKA YERDE TERSİ

Dışişleri Bakanlığı'nda yetişmiş, deneyimli bürokrasiyi koruyan Hükümet, nasıl oluyor da, neredeyse diğer tüm kurumlarda tam tersi davranıyor?

Bu farklılıkta elbette, Gül ile Erdoğan'ın kişiliklerinin ve devlet anlayışlarının farklı olmasının büyük payı var. Belki bir de, Erdoğan'ın nedense, ‘‘ekonominin her işiyle, şirket bazında mikro operasyonlarla bile, özel olarak ilgilenme isteği’’nin etkisi de...

İnanın; Gül eğer ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcılığını alsaydı, ekonomi bürokrasisinde de bütün belleği sıfırlayacak atamalar yapılmaz, liyakata uyulur, parti, ekonomideki atamalarda bu kadar etkili olamazdı. Korunan Merkez Bankası yönetiminin başarısı da ortadayken...

‘‘Kıbrıs'ta başarı sağlandı ama ekonomide de başarı sağlandı, demek ki doğru atamalar yapılmış’’ diyebilirsiniz. Ancak şunu unutmayalım; şimdiye kadar IMF programı harfiyen uygulandı ve inisiyatif kullanmaya, yaratıcılığa gerek kalmadı. AKP Hükümeti ekonomik programa uymadığı takdirde başına gelecekleri görüp, programa sarıldı ve günlük işlerde bile buna uyuldu. Kitaba uyulmayıp, Başbakan inisiyatif kullandığında başımıza gelenleri ise, hálá yaşıyoruz...

Ekonomi bürokrasisinin başarısını, IMF programı bitince göreceğiz.

Başarılı olup olmadıklarını sonra göreceğiz ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; eğer Gül ekonominin başında olsaydı; her ülkede bankacılık operasyonunu yapınca baştacı edilip korunmaya alınan kişiler, koskoca BDDK binasından, Ankara'nın pavyon semtinde bir bina kiralanıp, oraya atılmazdı. İmar Bankası bono satışları için Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun raporuna rağmen, Hazine Müsteşarı olmuş zamanın ikinci başkanı ve ataması Cumhurbaşkanlığından dönen partili bürokrat ayrılıp, dosyadaki geri kalanlar savcılığa sevk edilmez, böylesine ‘‘kasıtlı’’ hareket edilmezdi. Hem de ‘‘devlet terbiyesi’’ne güvendiğimiz Abdüllatif Şener tarafından, hem de SPK için hazırlanan Teftiş Raporu beklenmeden.
Yazının Devamını Oku

IMF’yle 2004 sonrası bu kez konuşulacak

16 Şubat 2004
<B>IMF</B> Heyetinin, 7. gözden geçirmenin ikinci turu için geleceği tarih bugün- yarın kesinleşecek. Uygulamaya konacak tedbir paketinde, küçük oranlı da olsa, zam ve vergi artışlarının olması kesinleşirken, Hükümetin seçim öncesi bu tedbirleri kabul edip etmeyeceği henüz kesinleşmedi. Ekonomi bürokratları da, bu tedbirlerin seçim öncesinde mi alınacağını, yoksa seçim sonrasına mı kalacağını kesin olarak bilmiyor. Bürokratlar biran bu kararlar alınmadığı takdirde, seçim sonrası zam ve vergi ihtiyacının çok daha büyüyeceğini belirterek, hemen alınmasından yanalar.

Bu arada sadece bürokratlar değil, IMF de tedbirlerin seçim öncesinde alınıp alınmayacağını bilmiyor. Heyet üyelerinin ve Türkiye temsilciliğinin, kendi kaynaklarından 'Hükümet bu zam ve vergi kararlarını seçimden önce alır mı?' diye soruşturduğu biliniyor. IMF Türkiye Masası, bu kararların gecikmesi halinde bile, mevcut tabloyu biran önce, net olarak görmek istiyor.

Bu görüşmelerin bir başka özelliği de IMF Heyetinin Ankara'ya gelirken '2004 sonrasını görüşme isteği' ile gelmesi. 2004 sonunda bitecek stand-by ilişkisinin bundan sonra ne olacağı, Hükümetin yeni bir anlaşma isteyip istemeyeceği merak konusuyken, Hükümet yetkilileri bu konunun yıl ortasında, yani bir anlamda seçim bittikten sonra IMF'le görüşüleceğini söylüyorlar. Ancak Heyetin bu kez 2004 yılıyla birlikte 2005 ve 2006 yılına da bakmak niyetiyle geldiğini yani Türkiye'nin bu yıldan başlayarak 3 yılda ne yapacağını görmek istediğini biliyoruz.İşte bu kapsamda 2004 sonrasında yani stand-by bittikten sonra, ilişkinin ne olacağı da ister istemez gündeme gelecek. Bu kapsamda Hükümetin 2004 sonrası için bir şey söylemesi, IMF'in de ileriye dönük hesaplamalar yaparken bunu gözönünde tutması gerekecek. Yetkililer, 2004 sonrasında ne olacağının ister istemez masaya geleceğini ama büyük ihtimalle Hükümetin, yine bu konuda kesin bir şey söylemek için seçimin geçmesini bekleyeceğini, yani bu konudaki kesin kararın 8. gözden geçirmeye kalmasının beklendiğini söylüyorlar.

ANLAŞMA OLMAZSA

Bu arada bakanların yanısıra, DPT ve Hazine Müsteşarlarının '2004 sonrası yeni anlaşma olmaz', '2004'den sonra 6.5 faiz dışı fazla verilemez', '2004'den sonra yatırımların açılması lazım' gibi demeçleri, ekonomi bürokrasisinin de yeni bir anlaşmadan yana olmadığını gösteriyor.

Piyasalarda ise '2004 sonrasında da IMF'le ilişkilerin devam ettirilmesi' yönünde bir beklenti var. Özellikle bu yıl sonunda AB'den 'müzakerelerin başlama kararı çıkmaması' halinde, bir güvensizlik oluşacağı görüşü hakim. Hükümetin 'IMF yerine AB çıpası'nı koyamadığı takdirde mali disiplin ve yapısal tedbirler konusunda savsaklama eğiliminin artmasından korkan piyasa oyuncuları, 'Bir zorlama olmadığı takdirde Hükümetin ekonomik programı sürdürmeyeceği' konusunda ciddi endişeler taşıyor. İşte bu nedenle, '2004 sonrasının konuşulması' çok önemli.

Bu arada Hükümetin IMF'le 2004 sonrası için, 'yakın izleme anlaşması' gibi esnek bir program da dahil, hiçbir bir program yapmaya yanaşmaması halinde bile, IMF'in Türkiye üzerindeki yakın gözetiminin süreceği anlaşılıyor.

Türkiye, bilindiği gibi IMF'deki kotasının kat be kat üstünde kaynak sağlamış durumda. Önümüzdeki 4-5 yıl içerisinde IMF'e yapılacak geri ödemeler, 25 milyar doların üzerinde.İşte IMF kurallarına göre 'kotasının yüzde 100'unu aşan miktarda kaynak kullanan üyeler için' konulmuş bir kural var. Bu kurala göre; o ülkenin kullandığı kaynak, kotasının yüzde 100'üne ulaşana kadar, IMF 'üç ayda bir denetim'e devam ediyor. 'Post programme monetaring' (program sonrası izleme) adı verilen bu prosedüre göre, IMF Türkiye Masası, Hükümet yeni bir program yapmaya yanaşmasa bile, 2004'den sonra da, üç ayda bir gelip ekonomik durumu ince ince gözden geçirip rapor yazacak. IMF'in yazdığı raporların yayınlanıp yayınlamaması ise o ülkenin, yani Türkiye'nin insiyatifinde değil. Yani IMF, Türkiye ile ilgili üç ayda bir hazırladığı raporu dünya kamuoyuna açıklayacak. Bu süreç Türkiye'nin geri ödemelerini yapıp, borcu IMF'deki kotasının yüzde yüzüne inene kadar, devam edecek. Kotasının kabaca 3 milyar dolar olduğunu varsayarsak, normal ödeme planına göre 2006'nın sonuna kadar, IMF üç ayda bir gelip rapor yazmaya devam edecek. Yani yeni anlaşma olmasa da yakın denetim devam edecek.

Devlet Bakanı Ali Babacan'ın '4. madde kapsamına göre ilişkiler sürecek' demesine rağmen, 4. madde kapsamındaki ülkeler için yılda bir izleme yapılıyor.

Ziyarette yeni borç ertelemesi konuşulacak

BU
arada, 2004,2005 ve 2006 yılları masaya yatırılırken, ister istemez gündeme gelecek bir başka konu da Türkiye'nin IMF'e borcunun geri ödemesinde bir hak daha isteyip istemeyeceği. Ali Babacan'ın uzun süredir 'bir erteleme hakkımız daha var' diyerek, bunu ima ettiğini biliyoruz. Bu konu bu kez gündeme gelecek ama kararın açıklanması yine seçim sonrasına bırakılabilir.

2003 Ağustos ayı başında, IMF'e olan borcun 2004 ve 2005 yıllarına düşen kısmı ertelenirken Türkiye'nin, daha önce yapılan anlaşma uyarınca, bir erteleme hakkı olduğunu yazmıştık.

2 Ağustos 2003 tarihinde 'Uluslararası Para Fonu'ndan Kullanılan Kredilerin Yeni Ödeme Planı' başlığıyla, Hazine Müsteşarlığı tarafından yapılan açıklamada da bu imkandan söz edilmişti.

Bu açıklamada 1 Ağustos'ta yapılan IMF İcra Direktörleri Kurulu'nun kabul ettiği yeni ödeme planı yeralmış, 'Geri ödeme planı şu anda sadece 2004 ve 2005 yılları için değiştirilmiştir. Türkiye'nin daha sonraki yıllarda da, erken ödeme planından normal ödeme planına geçme hakkı vardır' denilmişti.

KİT dengesini ÇEAŞ mı kurtardı?

IMF
'in bu ziyaretinde 2003 yılı gerçekleşmeleri de detaylarıyla ele alınıp, özellikle vergi kaybı nedeniyle 2004'de alınması gereken önlemlerin kesin miktarı da belirlenecek.Bu arada bütçe dengesinin yanısıra, hala çıkarılamayan KİT dengesi de merak konusu. Bürokratlar KİT dengesindeki faiz dışı fazlanın belirlenen yüzde 1.5 veya yakın bir rakam çıkacağıni söylüyor.

Özellikle elektrikteki gerekli zamların yapılmaması nedeniyle KİT dengesinin belirlenen faiz dışı fazlanın altında kalması beklenirken, bu tür açıklamalar akla başka şeyler getiriyor. Çünkü KİT dengesindeki fazlanın, 0.5 puan bile, hedefin altında çıkması halinde, özellikle KİT'lerde yapılacak zamlardan karşılanması gereken, 2 katrilyon liralık bir açık daha çıkmış olacak.

Bilgi veren yetkililer KİT dengesinin kağıt üstünde sağlanması için, el konulan ÇEAŞ'tan yapılan tahsilatların elektrik KİT'lerine alınmış olabileceğini söylüyorlar. Halbuki ÇEAŞ'ın İmar Bankası'ndan kullandığı yüksek miktarda kredi var ve ÇEAŞ'ın tahsilatının büyük bölümünün İmar Bankası'na yani TMSF'ye geri ödenmesi gerekiyor. Yetkililer, ekonomi yönetiminin KİT açığını kapatmak için ÇEAŞ parasını tümüyle kendi elektrik tahsilatı gibi göstermiş olabileceğini, KİT dengesinin sağlanmasında bunun kullanılmış olabileceğini söylüyorlar.

Hazine'nin TMSF'ye İmar bankası nedeniyle verdiğe kağıdın, bu tahsilat TMSF'ye alınmadığı için, olması gerekenden daha yüksek çıkmış olabileceğinden sözediliyor.

Bunlar tabi ki birer tahmin ve KİT rakamları detaylarıyla çıkınca, asıl tablo ortaya çıkacak.

Bu arada IMF Heyetinin bu kez sosyal güvenlik reformu ve KİT yönetişimi dahil, Hükümetin savsakladığı ve daha çok Dünya Bankası üzerinde yürüyen yapısal tedbirlere de ağırlık vereceği ve mutlaka bu yıl sonuna kadar bu reformların bitirilmesini isteyeceğini de duyuyoruz.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs'ın piyasalara asıl etkisi haftaya

14 Şubat 2004
KIBRIS için New York'ta yapılan görüşmelerde Türk tarafının ortaya attığı formül, piyasaları coşturdu. Dün, Rum kesiminin karşı önerisi ile bu coşku yerini temkinliliğe bırakırken, New York'tan çıkacak karar, ancak dün akşam saatlerinde belli oldu.Bu yazının yazıldığı saatlerde henüz Annan'ın taraflara vereceği metin ve buna verilecek yanıtlar belli değildi. Buna rağmen BM'den çıkacak kararın piyasalardaki etkisinin asıl önümüzdeki hafta görüleceğini ve hangi olasılıklarda ne gibi gelişmeler yaşanabileceğini özetlemeye çalışacağız.Herşeyden önce söyleyelim ki; piyasaların bakışı, Kıbrıs sorunun hallolmasından çok, 'AB 'den tam üyelik müzakereleri için süre almanın önündeki engelin temizlenmesi' şeklinde. Yani piyasalar, asıl olarak AB hedefinden sapma olup olmayacağına bakıyorlar.Türk tarafının masadan çekilmesi halinde-ki buna pek ihtimal verilmiyor- piyasaların kötüye gideceği, Rum kesiminin masadan kalkması halinde ise piyasalardaki mevcut durumun korunacağı görüşü hakim. Üçüncü ihtimal, yani BM Genel Sekreterinin vereceği son metin kabul edilip, Ada'da görüşmelerin başlaması halinde ise, piyasalarda yeni bir coşku dalgası bekleniyor.Dün itibariyle 24.5 civarında olan hazine kağıtları faizlerinin Pazartesi günü, ilk reaksiyonla bir-iki puan düşüp, bir hafta içinde yüzde 21'lere, hatta abartıldığı takdirde yüzde 20'lere kadar ineceğini söyleyen bankacılar var. Dün itibariyle zaten değer kazanmış olan eurobond'larda ise iyileşmenin devam edeceği görüşü hakim.Kurlara gelince; bankacıların beklentisi kurların 1 milyon 300 bin liralara kadar ineceği yönünde. Merkez Bankası gelişmelere göre, döviz alım ihalesi miktarlarını artırır mı bilinmez ama, piyasaların durumu abartması halinde, alım miktarının artırılmasına gerek olabilir...Hazine, ihale programını açıklamamıştı ama beklenti bir FRN kağıdı, bir Mayıs 2005 kağıdı, bir de 6 aylık bono ihalesi açacağı yönündeydi. Bankacılar özellikle 2005 Mayıs kağıdına büyük ilgili olabileceğini belirtirken, piyasalardaki duyuma göre en büyük alıcı iki banka kağıt boşalttığı için Mayıs kağıdına ilgi gösterecekler. Peki, Kıbrıs'ta görüşmelerin başlaması sağlanamazsa ne olur derseniz, bence fazla bir etki olmaz, yine talep çok olabilir ama faizleri belki biraz yukarıda gerçekleşebilir. Çünkü piyasadaki hava; bu kağıdın alıcısının çok olacağı yönünde. Bankaların ve halkın bu kağıttan alacağı,halkın 6 aylık kağıda da ilgi göstereceği tahmin ediliyor.IMF HEYETİNİN ETKİSİ Piyasalarda önümüzdeki hafta 'Kıbrıs canlılığı' beklenirken,bunun ardından da IMF'le görüşmelerin yaratacağı etki gelecek. IMF'in, kendi başarısı için de, Türkiye ile programı kazasız belasız götürme niyetinde olduğunu biliyoruz ama, artık çok fazla sapmaya tahammülü kalmadığı da ortada. Hükümetin, daha doğrusu ekonomi yönetiminin, zam ve vergi artışları dahil, yeni bir paket açmayı kabul etmesi üzerine, IMF'in geliş tarihi konuşulmaya başladı ve büyük ihtimalle önümüzdeki hafta Rıza Moghadam ve ekibi Türkiye'de olacak. Heyet Ankara'ya geçtikten sonra yapılacak müzakereler ve 7. gözden geçirmenin tamamlanması, piyasalar için ayrıca moral olacak. Ancak piyasaların evvelden beri beklentisi, 'Ne olursa olsun Hükümet IMF'le anlaşacak' şeklinde olduğu için, bu moralin etkisinin, Kıbrıs'taki olumlu bir sonucun yaratacağı etki kadar, büyük olacağı pek tahmin edilmiyor.Kıbrıs için müzakereler başlar, IMF'le de 7. gözden geçirme için gereken mutabakat sağlanırsa, piyasaları belki de bir-kaç ay tutmak mümkün olmaz. Bu takdirde; her zamanki gibi Merkez Bankası'na faiz indirimi için baskılar artar, pompalanan olumlu havanın dozu iyice artar.Sevimsiz olacağını bile bile tekrarlamakta fayda var; herşey çözülmüş değil, yapılacak daha çok iş var, geri dönüş eğilimine ve popülizme dikkat. Piyasaların trend yukarıyken de, trend aşağıya giderken de temkinli olmasında büyük fayda var. Yani; iyimserlikte de, kötümserlikte de abartılı olduğumuz takdirde, daha önce başımızın belaya girdiğini unutmadan hareket etmek gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

IMF Heyeti haftaya gelebilir

12 Şubat 2004
<B>EKONOMİ</B> yönetimi, yüzde 10'luk bütçe kesintisinin yanısıra ek önlemler almayı da kabul etti ve IMF'yle bunun pazarlıklarına başladı. Alınan bu karardan sonra, bu hafta başından itibaren, ABD'deki Türk Heyeti ile ‘‘7. gözden geçirme için yapılacak ikinci turun tarihi’’ de tartışılmaya başladı. Görüşmeler IMF Heyeti'nin önümüzdeki hafta gelmesi üzerinde yoğunlaşıyor. Ekonomi yönetimi biran önce Heyet'in gelmesini istiyor. İlk sonuca göre; IMF Heyeti'nin ayın 20'si gibi Türkiye'de olacağı tahmin ediliyor. Heyetin, İstanbul'da bir-iki gün özel sektörle görüşmesi, sonra Ankara'da resmi görüşmelere başlaması da, bu konuşmalarda ele alınıyor.

IMF Heyeti'nin kesin geliş tarihinin belirlenmesi için, ekonomi yönetiminin ek tedbir konusunda biraz daha çalışması gerekecek. Bazı hazırlıklar yapıldığı ancak asıl tedbir alternatiflerinin hafta başında belli olacağı öğrenilirken, alternatiflerin tutarlılığına göre Heyet'in gelişine karar verilecek. IMF Başkan Yardımcısı Anne Krueger'ın ‘‘Paket hazırlandıktan sonra Heyet'in geleceği’’ mesajının geçerli olduğu, bu nedenle paket son şeklini almasa bile, alternatiflerin hazırlanıp IMF'ye bildirilmesi ve Hükümetin bu işin ciddiyetine ve karar alma insiyatifine güvenildiği zaman, Heyet'in geliş tarihine karar vereceği belirtiliyor.

Asgari ücret ve emekli maaşlarına yapılan yüksek zammın IMF'de oluşturduğu güvensizlik, devam ediyor. IMF Türkiye Masası Şefi Rıza Moghadam'ın ‘‘Bütçe ödeneklerinden yüzde 10 kesinti’’ konusunda bile artık somut adım görmek istediği, hazırlanan kesintiye ilişkin yasa tasarısının haftaya TBMM'ye gönderilip, Heyet gelmeden geçirilebileceği kaydediliyor.

EK ÖNLEM KAÇINILMAZ

Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın dün sorular üzerine verdiği, ‘‘ek paketin IMF Heyeti geldikten sonra açıklanacağı’’ demeci de, Hükümetin de artık yüzde 10'luk kesintiyle yetinilemeyeceğini, o kadar gelir getirecek ek tedbir paketini kabul ettiğinin göstergesi. Daha önce Unakıtan dahil, bakanlar, ‘‘ek vergi, zam yok’’ derlerken, Unakıtan'ın dün ‘‘Büyük zamlar, büyük vergiler olmaz’’ sözü de, ek gelir paketinde küçük oranlı da olsa, vergi artışları ve zamların da olabileceğini, seçim öncesinde de olsa bunun kabul edildiğini gösteriyor. Bu karar için Başbakan Tayyip Erdoğan'dan onay alınıp alınmadığını henüz bilmiyoruz. Ancak Erdoğan'ın ABD'de, IMF ve Dünya Bankası'yla yaptığı toplantılarda işin ciddiyetini anladığı ve seçim öncesi olsa bile, ek tedbir paketine razı olacağı tahmin ediliyor.

Yetkililer, yaklaşık 3 katrilyonluk tasarruf sağlayacak ‘‘Yüzde 10'luk kesinti’’ nin yanısıra, bir o kadar, yani 3 katrilyon liralık daha ek tedbir gerektiğini, IMF'nin bu konuda ciddi olduğunu söylüyorlar. Unakıtan'ın, paketin IMF geldikten sonra belli olacağı yolundaki demeci de, ekonomi yönetiminin mümkün olduğunca vergi ve zamma başvurmadan ek kaynakları tasarruf ile sağlamaya çalışacağı, kaynak açığını mümkün olduğunca düşük tutmaya çalışacağı anlamına geliyor. IMF'yle müzakerelerin zaten faks ve e-mail'lerle devam ettiğini kaydeden yetkililer, küçük ya da büyük, yeni vergi ve zamların kaçınılmaz olacağını tahmin ediyorlar.

IMF, harcamada kısıntı ve ek gelirlerin kalitesine fazla bakmadığı, yüzde 6.5'luk faiz dışı fazlaya odaklanıp, detaya bakmadığı için eleştiriliyor. Merkez Bankası'nın enflasyon hedefinin tutturulması için vergi ve KİT zamlarının yüksek tutulmasına karşı çıktığı biliniyor. IMF Heyeti'nin ‘‘imkansız veya abartılı tasarruf kalemleri’’ gördüğünde bunların yerine ek gelir tedbiri istemesi kaçınılmaz olacağa benziyor. Maliye'nin 1 katrilyonun üzerinde tasarruf beklediği tekstildeki KDV indiriminin ne olacağı da belli değil.

Ekonomi yönetiminin seçimden önce 7. gözden geçirmeyi tamamlamak istemesi olumlu.
Yazının Devamını Oku

Varlık satışı unutturuldu

10 Şubat 2004
<B>BANKACILIK</B> reformu kapsamındaki aşamalardan biri de <B>‘‘varlık satışı’’</B> idi. Ancak varlık yönetim şirketi devreye sokulamadığı gibi TMSF'nin varlık satışı için açtığı ilk ihale de iptal edildi ve konu unutturuldu.

Halbuki bankacılık reformu yapan çoğu ülkede Fon'a alınmalar, kapatmalar, mevcut bankaların yeniden sermayelendirmeleri ardından İstanbul Yaklaşımı ve donuklaşan varlıkların satışı birbiri ardına gelecekti. Bu adımlar IMF programının unsurlarındandı.

Yapılamamasının en büyük nedenleri; bürokratların risk almak istememeleri ve bankaların buna rıza göstermemeleri oldu. Çünkü yapılan üçlü denetim sonucu büyük sermaye açığı ortaya çıktı ve bankalar ne kamudan hisse karşılığı para almayı, ne de kendileri sermaye koymayı reddettiler. Bu nedenle çok esnek bir tutumla özellikle kredi karşılıkları ve sabit kıymetlerin yeniden değerlenmesinde bazı esneklikler tanındı. Yani bir banka bilançosunda 10 lira olarak gözüken bir varlığını, aslında değeri 2-3 lira olmasına rağmen, bu fiyata satmaya razı olmuyor. O varlığın değeri bilançodaki kadar elbette değil ama gerçek değerinden satarsa fark kadar sermaye açığı çıkacak.

Baştan değeri kaybolan varlık sıfır olarak yazılsa idi, banka da 2-3 liraya satışa razı olup bunu ekleyebilecekti. Başından beri İstanbul Yaklaşımı konusunda da fazla esnek davranıldığını düşünüyorum ve bankacılar açıkça itiraf etmeseler de, bu yıldan başlayarak bu kapsama giren ve karşılık ayrılmayan bankalarda önemli sıkıntılar olabilecek. Aynen, ileride varlık satışı yapılamadığı için doğabilecek sıkıntılar gibi...

Bankalar bunu istemedi ama TMSF kendi uhdesindeki varlıkların satışı için bu girişimde bulundu, ama açtığı ihaleyi iptal ederek, bu yolu da büyük ölçüde tıkamış oldu.

TMSF; Tahsilat Dairesi'nde bulunan aktiflerin ihaleyle satışına karar verdi. Bu amaçla dünya uygulamaları incelendi ve bu uygulamalarda olduğu gibi, uluslararası tecrübeye ve deneyime sahip Price Waterhouse Cooper (PWC) ile danışmanlık anlaşması yapıldı.

İHALE SÜRECİ

Bu anlaşma çerçevesinde PWC; satışlarla ilgili tüm hazırlıkları yaptı, ihale sürecini hazırladı. PWC öncelikle eldeki sorunlu kredileri inceleyerek, TMSF ile satışa çıkarılacak havuzu belirledi.

26 Eylül-15 Aralık 2003 tarihleri arasında sonuçlanacak ihale takvimini açıkladı. İhale süreci ve due diligence devam ederken, ihaleye giriş için istenen teminat detayları, kazanan tarafla yapılacak nihai anlaşmayla ilgili taslaklar bile taraflara iletildi.

PWC ve TMSF ‘‘muhtemel satış fiyatı’’ tesbiti yaptı ve çok gizli tuttu. Due diligence sürecine bu konuda dünya çapında deneyimli yabancı yatırımcı ve yerli yatırımcılardan 8 ayrı grup katıldı ve bunlardan 5'i teklif verdi.

Bu arada, BDDK'nın Başkanı Engin Akçakoca ayrıldı. Bir süre sonra da ihale iptal edildi. Bu iptal, ‘‘ilk ihalenin başarılı olma şartı’’nı da ortadan kaldırdı. Bu gidişle TMSF de, zorunlu devletleşen sorunlu varlıklarıyla, bir KİT halini alacak. Aslında en büyük özelleştirmelerden biri olacak ‘‘varlık satışı’’ da böylece başarılamadı.

Bundan sonra yapılabilecekler çok sınırlı. Araştırmacılar bundan sonra TMSF yönetiminin seçeneklerini; ya satış yöntemiyle uğraşmadan işi TMSF bünyesinde çözümlemek, ya kamu sermayeli varlık yönetim şirketi kurup bunu çalıştırmak, ya da varlık satışlarına yeniden başlamak olarak sıralıyor.

Bunun için de, iptal edilen ihaledeki havuzun aynen ihaleye çıkarılmasının, hem katılımcıların inceleme için ayrıca masraf yapmamaları nedeniyle, yani oluşan küskünlüğü gidermek için şart olduğu görüşündeler.

Varlık satışı yapılırsa, bankacılıkta ötelediğimiz ancak ileride başımızı belaya sokacak sorunların bir bölümünden kurtulmuş olacağız.

TMSF'nin yeni yönetimi ve hazırlanan yasa, bakalım bu konuda neler yapacak?
Yazının Devamını Oku