HENÜZ temkinli olunması gerektiğini, zafer sarhoşluğuna girmenin yanlış olduğunu düşünsek bile, kangren olmuş Kıbrıs sorununun çözümü için atılan adım, kelimenin tam anlamıyla ‘‘tarihi bir adım’’ oldu. Umarız bu adımın gerisi de gelir...
Elde edilen kesinlikle başarı ve bu başarının sahibi, siyasi irade... Yani Hükümete ait başarı ama bu konuda bürokrasinin hakkını da vermek şart.
Abdullah Gül'ün Başbakanlığı sırasında, özel bir sohbetimizde Tayyip Erdoğan'ın Başbakanlığından sonra hangi görevi alacağını sormuş, ekonomi yönetiminin çok kritik olduğunu hatırlatmış, ardından da, ‘‘Dışişleri Müsteşarı gideceğim demiş, ama siz ‘bekleyin geliyorum' demişsiniz, doğru mu?’’ diye sorup, alacağı görevi çözmeye çalışmıştık.
Gül, o zaman, bu sorumuza karşılık gülümsemiş, renk vermemişti...
Gül, Dışişleri Bakanı olunca, bürokrasiye dokunmadı, teamülleri bozmadı, hiyerarşiyi korudu. Bir tek Danışmanı Ahmet Davutoğlu’nu Bakanlığa monte etti ama bildiğimiz kadarıyla Davutoğlu da bürokrasinin yeterliliğini ve iyi niyetini görünce işlerine karışmadı.
Kıbrıs'ta sağlanan başarıda Dışişleri bürokrasisinin korunmuş olmasının, Bakan tarafından kollanıp yetki verilmesinin büyük payı var. Normal görev süresi dolmasına rağmen deneyimli Müsteşar tayine gönderilmedi ve bu yıl sonuna kadar da gönderilmeyecek. Aynı şekilde Kıbrıs ve müzakereler konusunda deneyimli bürokratlar görevlerinde kaldı, hazırladıkları operasyon planlarına sadık kalındı, ekip çalışması yapıldı. Bürokratlar, arkalarına siyasi irade konulduğunda, her türlü yaratıcılıklarını da ortaya koyup, büyük bir diplomatik başarıya imzalarını attılar.
Bu başarıda tabii ki en büyük payı siyasi irade alacak, bu doğal. Ama Abdullah Gül, diğer kurumlarda olduğu gibi, kurumların belleği olan, hiyerarşiden gelen kişiler yerine partide kararlaştırılan atamalara yol verseydi, Kıbrıs'ta bu başarı sağlanabilir miydi, bir düşünün...
BAŞKA YERDE TERSİ
Dışişleri Bakanlığı'nda yetişmiş, deneyimli bürokrasiyi koruyan Hükümet, nasıl oluyor da, neredeyse diğer tüm kurumlarda tam tersi davranıyor?
Bu farklılıkta elbette, Gül ile Erdoğan'ın kişiliklerinin ve devlet anlayışlarının farklı olmasının büyük payı var. Belki bir de, Erdoğan'ın nedense, ‘‘ekonominin her işiyle, şirket bazında mikro operasyonlarla bile, özel olarak ilgilenme isteği’’nin etkisi de...
İnanın; Gül eğer ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcılığını alsaydı, ekonomi bürokrasisinde de bütün belleği sıfırlayacak atamalar yapılmaz, liyakata uyulur, parti, ekonomideki atamalarda bu kadar etkili olamazdı. Korunan Merkez Bankası yönetiminin başarısı da ortadayken...
‘‘Kıbrıs'ta başarı sağlandı ama ekonomide de başarı sağlandı, demek ki doğru atamalar yapılmış’’ diyebilirsiniz. Ancak şunu unutmayalım; şimdiye kadar IMF programı harfiyen uygulandı ve inisiyatif kullanmaya, yaratıcılığa gerek kalmadı. AKP Hükümeti ekonomik programa uymadığı takdirde başına gelecekleri görüp, programa sarıldı ve günlük işlerde bile buna uyuldu. Kitaba uyulmayıp, Başbakan inisiyatif kullandığında başımıza gelenleri ise, hálá yaşıyoruz...
Ekonomi bürokrasisinin başarısını, IMF programı bitince göreceğiz.
Başarılı olup olmadıklarını sonra göreceğiz ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; eğer Gül ekonominin başında olsaydı; her ülkede bankacılık operasyonunu yapınca baştacı edilip korunmaya alınan kişiler, koskoca BDDK binasından, Ankara'nın pavyon semtinde bir bina kiralanıp, oraya atılmazdı. İmar Bankası bono satışları için Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun raporuna rağmen, Hazine Müsteşarı olmuş zamanın ikinci başkanı ve ataması Cumhurbaşkanlığından dönen partili bürokrat ayrılıp, dosyadaki geri kalanlar savcılığa sevk edilmez, böylesine ‘‘kasıtlı’’ hareket edilmezdi. Hem de ‘‘devlet terbiyesi’’ne güvendiğimiz Abdüllatif Şener tarafından, hem de SPK için hazırlanan Teftiş Raporu beklenmeden.