10 Ocak 2005
<B>TÜSİAD</B>, yeni yılın ilk mesai günü olan 3 Ocak günü Başbakan <B>Tayyip Erdoğan’a </B>bir mektup göndererek, müzakere sürecinde izlenecek yol ile saptanacak baş müzakereci, yardımcıları ve çalışma gruplarında çalışacak kişilerde gereken niteliklere ilişkin görüşlerini açıkladı. TÜSİAD’ın yaptığı tanımlamalara göre, şimdiye kadar kamuoyunda baş müzakerecilik için adı geçen hiç kimse, bu görevi yürütecek niteliklere sahip değil. Aday ülke tecrübelerine bakıldığında baş müzakerecinin siyasi bir kişilik ya da teknokrat olabildiği hatırlatılan mektupta, Türkiye çapındaki bir ülkede ise en üst düzeyde bir siyasetçinin ‘müzakere heyeti başkanı’ olması, ‘baş müzakereci ve yardımcıları’ görevlerinin ise diplomat, bürokrat ve kamu dışından kişilere verilmesinin yararlı olacağı belirtildi.
TÜSİAD, baş müzakereci olacak kişinin, şu niteliklere sahip olması gerektiğini belirtti:
‘Baş müzakereci sorumluluğunu üstlenecek kişinin süreç boyunca sadece müzakere çalışmalarına odaklanması ve görevinde sürekliliğin sağlanması önemlidir.Baş müzakerecinin mesleki yaşamında İngilizce ve Fransızca bilgisi ve AB hukuku, ekonomisi ve siyasetine aşinalığı, AB ile sosyal ilişkiler deneyimi sahibi olması, teknik çalışmaları yürütecek kadro ile uyumlu çalışacak, akademik kişiliği kabul görmüş, kamu, özel sektör ve sivil toplum ihtiyaçlarını yakından izleyen uzlaştırıcı bir yapıda olması süreci başarılı kılacak önemli bir unsurdur.’
Görüldüğü gibi TÜSİAD’ın tanımladığı nitelikler oldukça ağır nitelikler ve şimdiye kadar baş müzakerecilik için adı geçen, özellikle bakanların hiçbiri, bu niteliklere sahip bulunmuyor.
AB’ye uyumun artık içselleştiği belirtilen TÜSİAD mektubunda, bu durum da gözönüne alındığında,‘Türkiye’nin mevcut kurumsal kapasitesinin ve çağın gereklerine göre yenilenmemiş bürokrasi anlayışının böylesine yoğun ve uzmanlık gerektirecek bir müzakere sürecini yürütmek üzere yeterli donanıma sahip olmadığı düşünülmektedir’ denildi.
AB ile müzakerece sürecinin başarılı bir şekilde tamamlanmasının önemine değinilen mektupta, bu tarihten sonra her türlü müzakere aşamasının ‘duygusallıktan uzak, akılcı ve gerçekci bir anlayışla’ sürdürülmesi gerektiği, bunun için de tarama sürecinin başarılı ve hızlı bir biçimde tamamlanmasının önemli olduğu kaydedildi.
SAYDAMLIK, HESAP VEREBİLİRLİK VE KATILIMCILIK
Katılım müzakerelerine ilişkin bu sürecin sağlıklı bir şekilde sürdürülmesini sağlayacak kurumsal alt yapının iyi tanımlanması gerektiği belirtilen mektupta, bu sürece ilişkin kamuoyunun ve ilgili tüm tarafların bilgilendirilmesine değinildi, bu doğrultuda, ‘saydamlık, hesap verebilirlik ve katılımcılık’ ilkelerinin ön planda tutulması istendi.
Katılım sürecinde ortaya çıkan kararların (müzakere tutumlarının) toplumun değişik kesimlerindeki karar alıcılar için yönlendirici olacağı hatırlatılarak, ‘Bu bakış açısıyla müzakerelerde karar süreci bilimsel bir temele dayandırılmalı, belirlenecek müzakere pozisyonları olabildiğince geniş bir toplumsal mutabakatla hazırlanmalıdır’ denildi.
Sürecin, ‘kapsamlı bir reform ve uzlaşmacı bir bürokratik kültür anlayışı’nı içerecek biçimde tasarlanması istenen mektupta, bazı aday ülkelerin kurumsal altyapılarını değişen hükümetlerle birlikte değiştirmek zorunda kaldıkları hatırlatılarak. ‘bu çerçevede teknik ve siyasi boyutların koordinasyonunu ayırmanın, daha etkin bir seçenek olacağı’ kaydedildi.
Üyesi olacağımız Avrupa Birliğinde karar alma süreçlerinin en belirgin özelliğinin ilgili tüm toplumsal kesimlerin sürece dahil edilme kapasitesi olduğu belirtilen mektupta, bu çerçevede özel sektör, sivil toplum örgütleri ve sosyal tarafların sürece katkısını azami düzeye çıkaracak bir altyapının kurulmasının önemine değinildi. Diğer aday ülke tecrübelerinin, müzakere süreci ilerledikçe kamuoyunda AB desteğinin azaldığına işaret ettiği hatırlatılarak, ‘Uyum sürecinden etkilenen kesimlerin sürecin içinde aktif olarak yer almaması, artan muhalefet nedeniyle hükümetlerin işini daha zorlaştırmaktadır’ görüşüne yer verildi.
TÜSİAD DA ETKİN KATILIM İSTİYOR
Mektupta gelinen aşama için Hükümete teşekkür edilirken, ‘TÜSİAD da sivil toplum örgütü olarak misyonunun temel bir aşamasını hayata geçirmiştir’ denildi. TÜSİAD olarak, bundan sonraki müzakere sürecinde Hükümet ve kamu kuruluşları ile ilişkilerini ‘AB standartlarında çoğulcu anlayışa uygun olarak, doğrudan yürütme kararında’ oldukları kaydedildi.
TÜSİAD’ın Avrupa özel sektörünün AB kurumlarında resmen temsil edilen UNİCE’nin tam üyesi olmasının, müzakere sürecinde ülkeye katkılar sağlayacağının altı çizildi.
TOBB’un talebinin yanısıra TÜSİAD da, süreçte etkin rol oynamayı talep etti. Başbakana gönderdiği mektubun sonunda TÜSİAD, UNİCE üyeliğine değinip, şu görüşlere yer verdi:
‘Geçmişte İsveç, Avusturya ve Malta gibi aday ülkelerin UNİCE üyesi olan kuruluşlarının kendi ülkelerindeki müzakere süreçlerinde yer almasına benzer şekilde, TÜSİAD’ın da Türkiye’nin müzakere heyetinde yer alması, AB standartlarında doğru, etkili ve ulusal çıkarlarımızla uyumlu bir girişim olacaktır.’
Yazının Devamını Oku 
6 Ocak 2005
<B>BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan</B>, teşvikte başlayan yanlışı düzeltmek yerine, büyütme yolunu seçti. Başbakan, önceki gün 13 ilin daha teşvik kapsamına alındığını,böylece teşvik verilen illerin sayısının 49’a çıktığını açıkladı. Daha önceki 36 ile teşvik uygulamasına, biliyoruz ki; Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) başta olmak üzere, bürokrasi karşı çıktı. Sadece bürokrasi değil, TOBB ve TÜSİAD dahil, özel sektör kuruluşları da bu teşviğin yanlışlığını her fırsatta dile getirdi.
Ayrıca AKP içinden de bu teşvik sistemine karşı çıkanların hayli fazla olduğunu biliyoruz. Bunlara rağmen Başbakan Erdoğan, eleştirilen teşvik sisteminin düzeltilmesi yerine, genişletildiğini açıkladı. Partiden gelen tepkilerden de bunalmış olan Erdoğan, Grup toplantısında 13 yeni ilin teşvik kapsamına alındığını açıklarken, milletvekillerine kendi illerinin kapsama alınması için ısrar etmemelerini isteyip, ‘Milli gelir değil ekonomik ve sosyal gelişmişlik endeksini kriter aldık’ demiş.
Araştırdığımızda, daha önce 36 ile verilen teşvikteki kriterin ‘kişi başına düşen milli geliri 1500 doların altı iller’ olduğu, şimdi bunun üzerine ‘ekonomik ve sosyal gelişmişlik endeks değeri eksi olan iller’ kriteri eklendiğini görüyoruz. Ancak iki ayrı kriter alındığı için bunların birbirine uymayan yönleri de ortaya çıkmış Yani çorba bir tablo ortaya çıkmış durumda.
DPT’nin endeksinde artı 4.8’den eksi 1.4’e kadar bütün iller sıralanmış. Endeks değeri eksi olan toplam 48 il var. 49 ile teşvik verildiğine göre uymayan birşeyler olduğu da açık. İşte çorba sistem nedeniyle, Uşak endeks değeri artı olmasına rağmen teşvik alan tek il. Endeks değeri Uşak’ın altındaki iller başta olmak üzere, diğer iller itirazlarında haklı değil mi?
Bu endeks DPT tarafından 2003 Mayıs ayında hazırlanmış yani yaklaşık 2 yıl öncesi durumu yansıtıyor. Baz için daha doğru bir tercih olan ekonomik ve sosyal gelişmişlik endeksine dönülmüş ama zaten herkesin söylediği asıl unsur, ‘teşvikte böyle bir yöntemin yanlış olduğu’ noktasında birleşiyor. Yani hem yatırımı yapacak olan işadamları, hem uygulamayı yapacak olan bürokratlar, illere göre aynı teşviklerin verilmesinin yanlış olduğunu, sektörel ve bölgesel unsurlara göre, değişen, spesifik teşvikler verilmesi gerektiğini söylüyor.
Bunun AB hedefiyle de uyumlu olarak hazırlanması gerektiği, küreselleşme içinde Türkiye’nin avantajlı olacağı sektörlere yönelinmesi gerektiği söyleniyor ama...
TEŞVİK ALANLAR DA ELEŞTİRİYOR
Dün Başbakanlıkta TOBB organizasyonunda, işaleminin bölgesel ve sektörel sorunlarının anlatıldığı bir zirve yapıldı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yanısıra, ilgili tüm bakanların katıldığı toplantıda bölgelerin ve sektörlerin sorunları dinlendi, çözümler tartışıldı.
Göze çarpan eleştiri konularının başında bu teşvik sistemi geliyordu. Teşvik kapsamına alınmayan il temsilcileri ‘devlet eliyle iki komşu il arasında haksız rekabet oluşturulduğunu’ söylediler.
Bunu daha önce de çeşitli defalar dile getirmişlerdi ama 13 ilin daha kapsama alınması, geri kalan illerin tümünü ayağa kaldırmış durumda.
İşin tuhafı, sadece teşvik kapsamı dışında kalan iller değil, teşvik alan iller de bu toplantıda sistemden yakınıyor. İstedikleri açık: ’Her ile aynı teşvik verilmez, bu teşvik sistemi yatırımları artırmaz, işsizliği azaltmaz. Bunun yerine il ve ilçelere göre değişik teşvikler verilmeli, sektörel bazda ayrı uygulamalara gidilmeli.’
Yani teşviği alanlar da bundan memnun değil.
Başbakanın biran önce çözüm olması için bu sistemde ısrar etmesinin bir tek nedeni olabilir: O da yatırımları biran önce artırmak, işsizlik sorununu bir an önce çözmeye başlamak.
Bu amaç doğru, hele bir siyasetçi için çok doğru ama gerçekler de ortada.
Herkese teşvik verirseniz bunun teşvik olmaktan çıkacağı ortada iken, yatırım yapacak olanlar bile ‘bu sistemle yatırım olmaz’ derken, neden ısrar ediliyor, anlamak mümkün değil...
Yazının Devamını Oku 
4 Ocak 2005
2005 yılında nominal, dolayısıyla reel faizlerin önemli ölçüde düşeceği yolunda, yaygın bir beklenti var.Bu beklentinin mali kesimde daha temkinli; buna karşılık özellikle politikacılar arasında daha yüksek bir beklenti olduğunu da söylemeliyiz.Bizce 2005 yılında öyle çok önemli faiz düşüşleri beklenmemeli. Bunu, daha sonra hayal kırıklığı büyük olmasın diye, baştan söylemekte fayda var. Reel faizlerin çok fazla düşmeyecek olması da, doğal olarak sıcak para akışının hız kesmeyeceği, mortgage gibi yeni uygulamaya konacak sistemlerin hemen uygulama alanı bulamayacağı sonuçlarını yaratacak.Peki, niye faizler fazla düşmeyecek?Her şeyden önce 2005 için belirlenen yüzde 8’lik enflasyon hedefinin gerçekleştirilmesinin hiç de kolay olmayacağını söyleyerek, başlamak gerekiyor. Geçen yılki enflasyon hedefi, yüksek büyümeye rağmen tutturuldu ama bu sene hedefi tutturmak daha zor olacak. Başta, dünya enerji fiyatlarındaki seyir bilinemiyor. Enerji fiyatları çok artmasa bile, epeydir baskı altında tutulan doğal gaz fiyatları içerde artacak. Bakanlığın tersine istemesine rağmen, elektrik üretiminde doğalgaz payının arttığını da düşünürseniz, bunun çok daha uzun süredir tutulan elektrik fiyatlarına yansıması da kaçınılmaz görülüyor.Bizce belediyelerin aralık ayında yaptıkları yüksek toplu taşım ve diğer altyapı fiyat artışlarının ocak ve şubat ayları enflasyonlarına önemli ölçüde artırıcı yönde etkisi olacak.Sanayi üretiminde yüksek artışlar, kira ve hizmet fiyatlarındaki katılık, petrolün yanısıra dünya ana metal fiyatlarındaki artışlar, enflasyon için önemli riskler. Uluslar arası piyasalarda meydana gelecek likidite daralması da enflasyon hedefini olumsuz etkileyebilir. Yeni yılda enflasyon hedefini en fazla zora sokabilecek risklerin başında, mali disiplinde bozulma ve yapısal tedbirlerde gecikme tehlikesi başı çekecek. Bu takdirde enflasyon hedefinin gerçekleşmesi zora girebilir.YILLIK 3-4 PUAN İNDİRİMBunlara rağmen enflasyon hedefinin gerçekleşme ihtimali yüksek görünüyor.Ancak enflasyonda belirlenen hedef tutturulsa bile, faizlerde yüksek oranlı düşüşler beklenmemeli. Bankaların yaptığı hesaba göre bu yıl yüzde 6-7 gibi bir büyüme yakalanır ve yüzde 8’lik enflasyon hedefi tutturulursa, ekonomik modeller Merkez Bankası’nın 3-4 puan civarında bir indirimle yetineceğini gösteriyor. Yani; ‘Merkez Bankası’nın yüzde 18 olan faiz oranları 2005 yılı sonunda yüzde 14’e inebilir’ hesabı yapılıyor. Buradan yola çıkılarak da bono faizlerinin ancak yüzde 16-17’ye düşebileceği tahmin ediliyor.Mali disiplinin dozu ve kalitesi, faizlerin seyrinde önemli rol oynayacak. Açıklanan para programı, mali disiplinde herhangi bir gevşeme halinde bunun direk faizlere yansıyacağını, indirimler beklenirken, artışlar yapılmasının kaçınılmaz olacağını da açıkca gösteriyor. Bu arada ABD’deki faizlerin seyrini de yakından izlemek gerekiyor. Uluslararası tahminler FED faizlerinin 1.25’lik daha artışla, 2005 sonunda yüzde 3.5’e çıkacağını gösteriyor.Öte yandan verimlilik artışı ile birlikte bu yıl işgücü maliyetlerinin seyrine de bakmak gerekiyor, ki burada maliyetlerin bu yıl artık artmaya başlayacağı tahmin ediliyor.Bu yıl yine önemle bakılacak bir başka rakam da, cari işlemler açığı ve bu açığın finansmanının nasıl sağlandığı olacak. Bu konuda bankacılık kesimini bir iyimserlik içinde görüyoruz. 2004’den yola çıkılarak, bu yıl da milli gelirin yüzde 4-4.5’i oranında bir cari açık bekleniyor. Halbuki bu oranın 2005’de artması sürpriz olmamalı. Bununla birlikte sıcak para girişinin devamı ve dolayısıyla açığın finansmanının sıkıntı çıkarmayacağı tahmin ediliyor. Umarız yine böyle olur ama bu riskin küçümsenemeyecek boyutta olacağını tahmin ediyoruz.Kısacası; ekonomide mucizeler beklenip, sonradan hayal kırıklığı yaşanmasın.2005 te, ‘temkinin elden bırakılmaması gereken bir yıl’ olacak...
button
Yazının Devamını Oku 
3 Ocak 2005
<B>17 </B>Aralık’tan sonra hızlanan ‘müzakereleri kim yürütecek’ kavgası, beklediğimiz gibi, giderek kızışıyor. Belli ki yeni yılın ilk aylarında, daha çok kavga haberleri duyacağız. Geçtiğimiz hafta içerisinde, önce DPT’nin müzakerelerin götürülmesiyle ilgili önerisi basına yansırken, ardından Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün DPT’nin bağlı olduğu Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’e gönderdiği, ‘Bu işler AB Genel Sekreterliğinin işi, DPT’nin işi değil’ mealindeki mektubun basına yansıması ortalığı karıştırdı. Ardından ise Gül’ün kamuoyuna yaptığı, ‘AB ile ilgili uzmanların envanterinin çıkarılmasını kendisinin Abdüllatif Şener’den istediği, bu konuda bir çatışma olmadığı’ türünden basın açıklaması geldi.
Gül ne kadar inkar etse de, bu açıklamadan da görüldüğü gibi, ortalık kızışmış durumda. Bu kavgaların kızışmasında bürokrasinin çekişmesi kadar, bakanların yaptığı hataların da etkili olduğunu peşinen söylemeliyiz. Öğrendiğimiz kadarıyla, geçtiğimiz hafta kamuoyuna yansıyan kavgaların perde arkasında yaşananlar şöyleydi:
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, bir süredir bakan Şener’den de değil, DPT bürokratlarından ‘AB ile ilgili uzman sayısının, hangi alanlarda yoğunlaştıklarının, hangi kurumda ne kadar olduğunu’nun dökümünü, yani bir envanter çalışması yapılmasını istemiş. Gül’ün bu çalışmayı, kendine bağlı AB Genel Sekreterliğinden değil de, neden DPT bürokratlarından istediğini bilmiyoruz. Bu isteğini, birkaç kez tekrarlayınca DPT bütün kurumlara yazıp, bu sayıları istemiş. Biz biliyoruz ki; başta AB Genel Sekreterliği olmak üzere, ilgili tüm kurumlarda bu yazı ‘DPT’ye ne oluyor?’ diye tepki çekmişti.
Sonunda DPT bu dökümü hazırlamış,buna bağlı olarak müzakere yönteminin, örgütlenmesinin nasıl olması gerektiğini belirleyen bir çalışma yapmış. Bu çalışma bizzat Abdullah Gül’e bir brifing halinde sunulmuş.
Bu arada DPT ‘nin istediği dökümü verirken, AB Genel Sekreterliği, dökümü verdiği yazı ile birlikte Şener’e hitaben bir mektup da hazırlamış. ‘Dökümü veriyoruz ama bunlar DPT’nin işi değildir, bizim işimizdir’ mealindeki bu mektubu Bakanları Abdullah Gül’e imzalatıp, DPT’ye ve Şener’e göndermişler. İşte tartışmalar üzerine geçen hafta ortaya çıkan mektup, bu Gül’ün daha önce imzalayıp, Genel Sekreterlikteki uzmanları gösterir liste ile birlikte gönderdiği bu mektup...
Üstüne üstlük, Gül’ün Şener’e gönderdiği mektup ‘rica ederim’ diye bitiyormuş... Bürokrasiyi bilmeyenler için bu yadırganacak bir şey değil ama bürokrasiyi, bürokrasideki hassasiyetleri bilenler, eşitler arasındaki mektupların ‘arz ederim’ diye bitirildiğini, ‘rica ederim’ sözünün birinin diğerine ‘ben senin üstündeyim’ demek olduğunu da bilirler...
Kısacası ortaya çıkan durum şu ki; Gül hem DPT’den bu çalışmayı istemiş, hem de çalışmanın karşılığında ‘Bu sizin işiniz değil’ demiş. Tabi ki ortaya çıkan bu durum yeniden ortalığı birbirine katmış. Sanıyoruz Tayyip Erdoğan da bu kavgadan haberdar olup, ‘ne olduğunu’ sormuş...
İşte bunun üzerine Abdullah Gül bir basın açıklaması yaparak, Bakandan bu araştırmayı kendisinim istediğini, bu konuda bir kavga olmadığını açıklamış...
DPT’nin, isteği üzerine hazırlayıp Gül’e sunduğu rapor, ‘Katılım müzakereleri’, ‘Müzakere süreci ve bu süreçteki yapılanma ile ilgili öneriler’, ‘Katılım müzakerelerine yönelik yapılanma ile ilgili diğer ülke örnekleri’ ve daha önce de kamuoyuna açıklanan ‘Türkiye’nin üyeliğinin AB’ye muhtemel etkileri’ bölümlerinden oluşuyor. DPT’nin müzakerelerin başlamasıyla birlikte ilk yapılacaklar listesi ise şöyle:
- Siyasi ve bürokratik koordinasyon artırılmalı,
- Müzakereler için genel bir stratejik çerçeve oluşturulmalı ve uygulanmalı,
- Sağlıklı etki analizleri ile müzakere pozisyonları belirlenmeli,
- Katılımcılık sağlanmalı,
- Süreç etkin bir şekilde izlenmeli ve değerlendirilmeli,
- Tercüme ve istatistik altyapısı güçlendirilmeli,
- Tanıtım, eğitim ve lobi çalışmaları yoğunlaştırılmalı...
DPT’nin önerdiği, daha doğrusu üzerinde tartışılabilecek, örgütlenme yapısında ise 31 başlık için ayrı çalışma grupları oluşturulması öngörülüyor. Bu grupların çalışmalarının bakanlıklararası komiteden geçip, başmüzakereci ve müzakere heyetine doğru çıkması öngörülüyor. Öngörülen yapıda ‘Müzakere Heyeti Başkanlığı’nın Dışişleri Bakanında olması, ama onun altında başmüzakereci ve müzakere heyetinin yeralması öngörülüyor. Tabi ki nihai karar alıcı, AB organizasyonunda da, Bakanlar Kurulu olarak kalıyor.
Bürokrasiyi suçlayarak bir yere gidilmez
AB müzakerelerinde yetkinin kimin elinde olacağına ilişkin kavganın ipuçlarını vermiş, bu kavganın kızışacağını söylemiş ve siyasi iradenin biran önce devreye girmesini istemiştik. Çünkü bürokrasi, yapısı gereği boş bulduğu ve geleceği olan, yetkisi fazla olacak alanlara girip, etkinliğini artırmak ister. Bu hep böyledir ve doğal saymak gerekir. Burada işi bilen siyasilerin devreye girip, herkesi dinleyip, belli bir karar vermesi gerekir. Daha sonra da aynı siyasi otorite, verdiği talimatların uygulamasını denetlemek durumundadır. Burada unutulmaması gereken, özellikle de Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sık sık içine düştüğü yanılgı; bürokrasiden kanunlara ve kurallara aykırı işlemlerin yapılmasını istemek değil, kurallara uygun işlerin hızlandırılmasını istemek olmalıdır. Bu arada eğer kurallar, kanunlar bu işin yürümesine engel ise, siyasinin görevi bu kuralları ve kanunları değiştirmektir. Tabi ki eğer bu kanunların değişmesi anayasa aykırı ve de AB normlarına ters değil ise...
Yoksa, anayasa, kanunlar ve girmeye çalıştığımız AB müktesabatı buna uygun değilse, bu nedenle değiştiremiyorsanız, bu kurallara uydu diye bürokratları suçlayamazsınız.
Üstüne üstlük ,burada defalarca yazdığımız gibi, olur olmadık, siyasi kaygılarla bürokrasiyi görevden alıp, yetersiz kişileri görevlere getirir, eskiler için olmadık davalar açarsanız, hiçbir bürokratı ‘uygulamada esnek olmuyorsunuz‘ diye bile suçlayamazsınız...
Bu gerçeğin biran önce görülmesi, bürokrasi konusunda siyasi otoritenin bir muhasebe yapması gerektiğine inanıyoruz. Çünkü bu anlayışla yeni yılda epeyce sıkıntı çıkacağa benziyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan, daha geçen hafta TBMM Grup toplantısında yine bürokrasiye yüklenip, bir bakanı hakkındaki meclis araştırması istenince, Kamu İhale Kurumunu suçlayan demeçler verdi. Bizce Başbakan da hiç ilgisi olmadığını biliyor. Ortada İhale Kurumunun dışında birşeyler olduğu, kendi partisinden 50 milletvekilinin karşı oyları nedeniyle, açıkca ortada değil mi? Ama siyasi olarak belki de bu konuşmayı yapmak zorunda hissetti...
AB müzakerelerinde çıkan kavganın perde arkasını okudunuz. Şimdi burada sadece bürokrasi mi suçlu? Elbette bürokrasi kendi yetkisini artırmaya çalışacak. Peki bu konuda ortalığın karışmasına neden olan bakanlara ne demeli? Onların çıkan kavgada suçu yok mu?
Burada biran önce kararı netleştirmeye çalışmayan Hükümetin suçu yok mu? Dönüp her çıkan aksilikte siyasileri devreden çıkarıp, bürokrasiyi suçlamaya kalkarsanız, bürokrasinin çalışmasını daha da yavaşlatır, insiyatif almasını engellersiniz. Hem, sormazlar mı: ‘Bu bürokratları, eskileri kötü diye atıp, siz getirmediniz mi?’
EFT de YTL için hazır
BANKACILIK sistemi, Yeni Türk Lirası’na (YTL) dönüşüm sürecini tamamladı. Bankacılık sisteminde, YTL’ye geçişte vatandaşları doğrudan ilgilendiren ana konular olan ATM ve POS cihazları ile kredi kartı bazında YTL’ye dönüşüm, yılbaşında gece yarısını müteakiben büyük ölçüde gerçekleştirilmiş, dün sabah itibarıyla da sona ermişti.
Önceki gün ve dün sürdürülen çalışmalar sonucunda da Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) hem bankalarla, hem de kendi şubeleriyle olan Elektronik Fon Transferi (EFT) sistemlerinde YTL’ye geçiş başarıyla tamamlandı. Merkez Bankası yetkililerinin verdiği bilgiye göre, TCMB ile bankalar arasında dünden bu yana yürütülen çalışmalar sonucunda, tüm EFT sistemleri YTL bazında çalışmaya başladı. Ayrıca, TCMB’nin kendi şubeleri ile olan EFT bağlantıları da YTL bazına dönüştürüldü. Yetkililer, bugünden itibaren bankacılık sistemindeki EFT operasyonlarının tamamının YTL bazında işleyeceğini belirttiler. Yetkililer, hem TCMB’de, hem de bankalarda, krediler ve diğer tüm sistemlerin de YTL bazlı dönüşümünün tamamlandığını bildirdiler.
Yazının Devamını Oku 
1 Ocak 2005
<B>TÜRK</B> Lirası'ndan sıfır atmayı, benim bildiğim yaklaşık 15 yıldır, zaman zaman tartışıp durduk. Nihayet bugün yeni bir yılla birlikte, yeni Türk Lirası ile hayata başlıyoruz. Yeni TL sadece 6 sıfırı atılmış bir para değil. Yeni TL, aynı zamanda enflasyonun, hayat pahalılığının önlenmesine ilişkin umudu da temsil ediyor.
Umut diyoruz, çünkü iş bitmiş değil. Bu umudu gerçek kılmak, hayata geçirmek gerekiyor ve bunu görmek için daha yol almak gerekiyor. İşte 2005 yılı, bu umudun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini gösteren en önemli sınav yılı olacak.
Enflasyonun tek haneye inmesi ile iş bitmiyor. Tek hanenin üst kademelerinden, yıllık yüzde 2-3’lere indirmek gerekiyor. Bunun için de yine orta vadeye ihtiyaç var ama 3-4 yıllık bu vadede hedeflenen enflasyona ulaşıp ulaşılamayacağını görmemiz için, 2005 yılı test yılı olacak. Eğer enflasyon yeniden başını kaldırırsa, o zaman kötü...
Bizce yeni TL’nin zamanlaması uygun. Daha önce popülist nedenlerle Türk Lirası'ndan 2, 3, 4 sıfır atmalar gündeme gelmişti. Ancak enflasyonun önleneceğine ilişkin böylesine bir umut doğmamıştı. Geçmiş dönemdeki sıfır atma tartışmalarında sürekli ‘atılmasın’ tarafındaydık Çünkü bazı Latin Amerika ülkelerindeki gibi, bir-kaç yılda yeni sıfırlar oluşmasından, böylesine önemli bir reformun yalama olmasından korkup, bunu söylemiştik.
Şimdi ise zamanlamanın uygun olduğunu düşünüyoruz. Belki de sıfır atma ile enflasyonun düşüş süreci birbirini besleyen, olumlu etkileyen bir süreç olacak. Yani, siyasi otoritenin 6 sıfır attıktan sonra, yeniden enflasyonun hortlamasına izin vermeyeceğini, siyasi irade üzerinde popülizme kaymayı önleyen, caydırıcı bir etken olacağını düşünüyoruz.
Hükümetin, ‘Yıllık enflasyonu tek haneye düşürdük, biraz da böyle gidelim’ havasına girmesi ise bizce en tehlikeli eğilim olur.
Böyle bir tehlike mi görüyorsun derseniz, görüyorum diyemem. Ama uzun yıllardır bu işi yapan bir gazeteci olarak, politikacıların her zaman popülizme, aşırı harcamaya kayma eğilimi olduğunu çok iyi bildiğim için, temkinli olmak gerektiğine inanıyorum.
YAPISALLAR ÖNEMLİ
Ekonomide gelinen nokta, uzun yılların birikimiyle hazırlanmış, 2000 yılında uygulamaya sokulan, ara sıra uğranan kazalarda düzeltilen, ekonomik programın bir sonucu. Daha önceki koalisyon hükümetinin bu konudaki çabalarını yok saymak mümkün değil. Ancak AKP Hükümetinin de ‘gerekeni yapmak’ konusunda hakkını vermek gerekiyor.
Tek parti iktidarının avantajlarını kullanan AKP Hükümeti, herkesin üzerinde mutabık kaldığı ekonomik programa sarılarak, gelinen başarıyı yakaladı.
Ancak gelinen noktada her şey tamamlanmış değil...
Özellikle yapısal tedbirler konusunda, yani gerekli reformlar konusunda kendilerinin de bildiği gibi, işi ağırdan aldılar. 2005 yılı, aynı zamanda yapısal tedbirlerinin hayata geçirilmesi yılı da olacak. Çünkü artık sıra buraya geldi...
AB’den tam üyelik müzakere süreci alınsa da, IMF’le yeni anlaşma yapılacağı belli olsa da, yapısal tedbirlerin hayata geçirilmemesi halinde, ekonomideki bu iyileşmenin kalıcı olabilmesi mümkün değil. Zaten yapısal tedbirler yerine getirilmezse, yine geç kalınırsa, IMF’le anlaşmanın sürmesi de, AB ile müzakereler de tehlikeye girecektir...
Enflasyonda gelinen noktanın daha da ileri taşınması, dolayısıyla yeni TL’nin başarılı olup olmayacağı da yapısal tedbirlerin hayata geçirilmesine bağlı.
Kimsenin unutmaması gereken nokta şu ki; ekonomide doğru yolda ama hala bıçak sırtında gidiyoruz. Gelinen noktada hataya, sapmalara tahammül yok.
Yani; 2005'in yeni krizler olmadan yaşanması, dolayısıyla halkın refahı, Türkiye’nin uzun vadeli çıkarları yani çocuklarımızın geleceği için, yapılması gerekenler de belli...
Doğru yolda giden bir Türkiye ile birlikte herkese sağlıklı, mutlu, başarılı bir yıl dilerim.
Yazının Devamını Oku 
30 Aralık 2004
BEKLENEN oldu ve AB ile müzakere sürecinde kimin etkin rol oynayacağı tartışmaları alevlendi.DPT Müsteşarlığı’nın AB müzakere sürecinin nasıl yapılanması gerektiği konusunda bir rapor hazırladığı ve bu raporu bağlı oldukları Bakan Abdüllatif Şener ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e ilettiklerini öğrendik. Dün de Abdullah Gül’ün Abdüllatif Şener’e bir mektup göndererek, ‘Bu iş AB Genel Sekreterliği’nin işi, DPT’nin işi değil’ türünden bir mesaj ilettiği haberleri çıktı.Bürokrasi bundan sonra AB ile müzakerelerde etkin olan kurumun, devlet yönetiminde etkin olacağı varsayımından yola çıkıp, ön almaya çalışıyor.Herkes biliyor ki; DPT’nin uzun zamandır AB konusunda belirli bir uzmanlığı oluştu. Özellikle ekonomik konularda belli bir birikimi var ve bunu kullanmak istiyor. Buna karşılık Dışişleri Bakanlığı’nın başından beri bu konudaki deneyimi ortada. AB Genel Sekreterliği de bu iş için kuruldu ve dar kadroyla yeni bir heyecanla iyi bir performans çizdiğini de biliyoruz.Dememiz o ki; siyasi otoritenin herkesi dinleyip, bütün çalışmaları gözden geçirip, Türkiye’ye en uygun müzakere organizasyon yapısı, yöntem ve stratejisini ortaya koyması gerekiyor. Bu iş; ‘kapanın elinde kalır’ mantığıyla yaklaşılamayacak kadar ciddi iş...Ankara’da müzakere süreci ve yöntemine ilişkin bir sürü kulis haberi dolaşıyor. Herkes bu süreçte kendisine rakip gördüğü kuruluş ve kişiler hakkında ‘bu işi nasıl yapamayacağı’nı gösteren örnekler vererek, kamuoyunu el altından kendi lehine oluşturmaya çalışıyor.Başmüzakereci, müzakerelerin başı, müzakere heyeti konusunda çeşitli modeller, bu görevlere kimlerin atanacağına ilişkin haber bolluğu var. Hatta oluşturulacak model ve atanacak kişilere bağlı olarak, Kabine içinde görev değişiklikleri, hangi kurumların nerelere bağlanacağı da konuşuluyor.Bizce Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu işe bir an önce el atması, AB sürecinde bu müzakereleri yapmış ülke örneklerini de çok iyi inceleyip, Türkiye’ye özgü bir modele karar vermesi gerekiyor. Daha önce de söylemiştik; oluşturulacak bu organizasyon içinde mutlaka özel sektör kuruluşlarına, dengeli ve etkili biçimde, yer verilmek zorunluluğu da var.TANITIMIN ÖNEMİÖzel sektör kuruluşlarına yer verilmesi lazım derken sadece işalemini de kastetmiyoruz. Belki de Ekonomik ve Sosyal Konsey, bu amaç için de çalıştırılarak, işçi, memur gibi diğer toplum kesimleri işin içine katılmalı.Çünkü önümüzdeki dönemde AB hedefinin sadece yurt dışında Türkiye imajının iyileştirilmesi değil, içeride de AB hedefinin benimsetilmesi de büyük önem taşıyacak. Bu gereği artık resmi otoritelerin de görmeye başladığını izliyoruz ve bunu çok olumlu bir adım olarak görüyoruz. İçeriye dönük bu tür çabalar aynı zamanda AKP’nin AB hedefinde ne kadar samimi olduğunun da bir testi olacak.Bu arada dışarıda yapılacak Türkiye imajını iyileştirmek, AB üyeliği için avrupa ülkelerinde Türkiye’ye yönelik desteği artırmak için yapılacak kampanyalarda, toptan değil her ülkeye özel kampanyalar düzenlenmesinin daha yerinde olacağı anlaşılıyor.Örneğin Türklerin yoğun bulunduğu ülkelerde Türkiye’nin AB üyeliğine halk desteğinin, Türklerin olmadığı ülkelere kıyasla çok daha az olduğunu görüyoruz. Türklerin bulunduğu ülkelerde AB üyeliğine desteğin az olduğunu anketler de açıkca gösteriyor. Bu veriler zaten Dışişleri Bakanlığı’nın elinde, tüm detaylarıyla mevcut.O zaman her ülke bazında ayrı noktalara vurgu yapıp, ayrı yöntemler gerekiyor.Yapılması gerekenlerin biran önce masaya yatırılıp karar verilmesi ve mümkün olduğunca çabuk harekete geçilmesi gerekiyor. Bunun için de herşeyden önce müzakerelerin nasıl yürütüleceğine, ne tür yöntemler izleneceğine ve organizasyona karar verilmesi gerekiyor.Yeni yılın ilk günlerinde umarız bu zorunlu adım atılıp, harekete geçilir.
button
Yazının Devamını Oku 
28 Aralık 2004
SON günlerde AB ile müzakere sürecinin nasıl yaşanacağı, bu süreçte kimin yetkili olması gerektiği, Kıbrıs başta olmak üzere problem oluşturacak konuların nasıl aşılacağı yoğun olarak tartışılıyor. Bu tartışmaların olması çok doğal.Başmüzakereci, diğer müzakereciler ve süreç için gereken organizasyon yapısı belli olduktan sonra da bu tartışmaların devam etmesi doğal olarak görülmeli. Kısacası; hemen herkes uzun sürmesi beklenen, belki de çok sayıda büyük sıkıntının ortaya çıkacağı, gel-git’lerin yaşanacağı bu sürecin nasıl yönetileceğine kitlenmiş durumda ve bu durum bir süre daha böyle gidecek. Ancak burada unutulmaması gereken bir başka unsurun da ‘Yüzde 70-80’leri bulduğu söylenen Türkiye’nin AB’ye katılım yönündeki halk desteğinin azalma tehlikesi’ olduğunu söyleyebiliriz. Son dönemde, yani 17 Aralık’tan sonra yapılan TV programlarında, nabız yoklaması sayılabilecek haber ve programları izleyip, gazete yazılarını okuduğunuzda, bu soğumanın ipuçlarını yakalayabiliyoruz. ‘AB yorgunluğu’ sadece yöneticilerde veya devlet kademelerinde değil, halkda da görülmeye başladı.Aslında bu soğuma da doğal sayılmalı. Yapılan pazarlıklar, müzakereler, bu müzakerelere ilişkin olarak gazete ve TV’lerde çıkan haberler, kulisler, halkda ‘Yahu bu adamlar bizi istemiyor’ yargısının oluşmasına neden oldu. Dolayısıyla bu soğumada, gazeteve TV’lere olayları kendi yönlerinden ve sübjektif ölçülerle anlatan, içeriye dönük popülizm amacıyla pazarlıkların hamasi yönünü öne çıkaran politikacıların da suçu büyük...Bunun yanında müzakerelerin çetin geçmesi, işe duygusal olarak bakan bazı kesimlerde de ‘istenmediğimiz yere niye girmeye çalışıyoruz’ yargısının oluşmasına neden oldu.17 Aralık’ta yaşananlar bu kadar soğumaya neden olursa, daha sonra yapılacak pazarlıklar, bu pazarlıklar sonucu mevcut alışkanlıkların bırakılması yönünde verilecek kararların bu soğumayı daha da artırması sürpriz olmamalı...AB’ye halk desteğinde işaleminin bakışı çok derece önemli rol oynamıştı. Müzakereler başladığında, paragrafların tartışmalarına geçildiğinde ise, özellikle bazı alanlarda işaleminin AB’ye katılım sürecinin uzayıp, kendi menfaatlerinin bozulmasına karşı tavır alabileceği unutulmamalı. Halk desteğinde önemli rol oynayan işlamenin tavrının müzakere süreci ilerlediğinde, geçmişteki gibi sürmeyeceği tehlikesi de var.İÇERİDE DE KAMPANYA İşte bu nedenle, önümüzdeki dönem bir yandan Avrupa ülkelerinin kamuoylarına dönük kampanyalar yapılırken, iç kamuoyunda AB hedefinin desteklenmeisine ilişkin de birşeyler yapılması gerekiyor. Aksi takdirde müzakere sürecini yürütenler, pazarlıklar konusunda ihtiyaç duyacakları büyük motivasyonu, yeterince hissedemeyeceklerdir...Hükümete yakın çevrelerde, önümüzdeki dönem ve AB hedefi konusunda ‘ Hükümetin Avrupanın bitmek tükenmek bilmeyen istekleri ile halkın hassasiyetleri arasında kalarak, son derece zor bir dönem geçirebileceği’ yönünde analizler yapıldığını biliyoruz. Bu nedenle yani Avrupanın isteklerini makul düzeylere çekebilmek için, Avrupa ülkeleri nezdinde, kendi deyimleriyle ‘akıllarına ve kalplerine hitap edecek’ bir kampanya hazırladıklarını biliyoruz. Bizce bu kampanyanın bir benzerinin de içeride yapılması gerekiyor. Gerekirse AB organları ile ilişkiye girilerek, Avrupanın değerlerinin içeride tanıtılması gerekiyor. Yoksa., ‘AB’ye gireceğiz, zengin olacağız’ anlayışıyla giden AB yandaşlığının, önümüzdeki dönemde, ayaklar iyice yere basınca yani AB’den para yağmayacağı anlaşılınca, giderek azalması kimse için sürpriz olmamalı...Kısacası; AB ülkelerine Türkiye’nin üyeliğinin Avrupa birliğine katacağı zenginlikler anlatılırken, Türk halkına da AB üyeliğinin katacağı zenginlikler anlatılmalı....
button
Yazının Devamını Oku 
27 Aralık 2004
<B>AB </B>ile müzakerelerin başlayacak olması, bürokraside, iş dünyasında hatta siyasette bile yeni bir güç kavgasını başlattı. 17 Aralık’tan önce de bu mücadelenin ipuçları görülüyordu ama 17 Aralık’ta müzakerelerin başlayacağının belli olmasıyla, bu kavga iyice kızışmış durumda.
Bu kavgaya kısaca ‘AB ile müzakereleri kim yürütecek?’ ya da ‘müzarelerde kim etkin olacak?’ kavgası demek mümkün. Bürokrasi içinde müzakerelerde etkin olmak, başı çekmek konusunda birkaç odak birden yarışıyor. Dışişleri Bakanlığı’nın doğal olarak bu süreç içerisinde yeralacağı ortada. Bu arada Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olarak, bu işi şimdiye kadar yürütmüş ve belli bir organizasyon yapısına ulaşmış olan AB Genel Sekreterliği, yeni döneme hazırlıklarını artırmış durumda.
Devlet Planlama Teşkilatı ise AKP iktidarıyla birlikte tüm alanlarda söz sahibi olma isteğini AB ile müzarelere de yaygınlaştırdı. DPT’nin AB’ye sunulan ekonomik raporları kendilerinin hazırladığını, AB fonlarının yönlendirilmesinin kendilerince yapıldığını, Kalkınma Ajanslarını ileri sürerek, AB ile ilişkilerini büyük bölümünün ekonomik olacağını, ekonomik olacak çalışmaları da kendilerinin yürütmesi gerektiğini söylüyorlar.
DPT, yaklaşık iki hafta önce tüm ilgili bakanlıklara birer form göndererek, ‘Kuruluşunuzda çalışan AB konusunda deneyimli personeli belirtin’ biçiminde bir yazı gönderdi. Bu yazı diğer kuruluşları tedirgin etmiş durumda. Özellikle Dışişleri Bakanlığı ve AB Genel Sekreterliği DPT’nin bu tutumundan rahatsız olmuş durumda.
Bunların yanısıra 6. çerçeve programı yürütmekte olan, bu arada 2005 bütçesiyle birlikte araştırmaya büyük kaynak alan ve AB ile bu çalışmaları paralel götürmek isteyen Tübitak da belli bir deneyim kazandığı için AB ile ilişkilerde etkin rol almak istiyor. DPT’nin bu tutumundan Tübitak da rahatsız olmuş durumda.
Bu arada bakanlıklar da AB ile kendi alanlarında yürütülecek olacak görüşmelerde sözsahibi olmak istiyorlar. Örneğin Polonya’dan bu konu için danışman getiren Tarım Bakanlığı, müzakerelerde çok önemli rol oynayacak tarım müzakerelerine şimdiden hazırlanmaya başladı. Ancak DPT’nin tarımla ilgili görüşmeleri de en iyi kendilerinin yürüteceği yönündeki girişimi, bakanlığı rahatsız etmiş durumda.
BAŞBAKANLIK’TA BİR GRUP
Dışişleri Bakanlığı, AB Genel Sekreterliği, DPT Müsteşarlığı yetkilileriyle tek tek konuştuğunuzda AB ile müzakereleri yürütmek için kendilerinde birikim olduğunu ve işleri kendilerinin götürmeleri gerektiği görüşünü savunuyorlar.
DPT yetkilileri, ‘başka bir kurumun buna önderlik edemeyeceğini’ savunurken, AB konularında çok deneyimli, şimdiye kadarki süreçte etkin rol oynamış bir büyükelçi ise DPT’nin bu iddiasını hatırlatarak, ‘COMECON’a girecek olsak DPT müzakereleri çok iyi yürütür ama COMECON’a girmeyeceğiz ki, AB’ye gireceğiz’ diyor. Bu arada geçtiğimiz hafta bürokraside, ‘AB ile müzakereler için Başbakanlıkta bir grup çalışmaya başlamış’ sözleri dolanmaya başladı. Bürokratlar, Başbakanlıkta danışmanların oluşturduğu bir grubun AB ile müzakerelerin nasıl yürütüleceği konusunda çalışmalar yaptığını kaydederek, ‘Bu grubun ne AB genel sekreterliğine ne de DPT’ye işi bırakmayıp, oluşturacakları yeni bir organizasyonla bu çalışmaları yürütme planları yaptığını’ söylüyorlar.
Aslında bu durum sadece bürokrasi içinde değil, AKP içinde de ‘AB ile müzakereleri kim yürütecek?’ kavgasının varolduğunu ve bazı partililerin bu müzakereleri kullanarak öne çıkmaya, etkin olmaya çalıştıkları görülüyor. Bu konuda ilk akla gelen isimler Brüksel’de 17 Aralık müzakerelerinde bulunan milletvekili danışmanlar oluyor. Başbakanının bunun için görev vermiş olabileceği söylenirken, teknik bir süreç olan müzakere sürecinin siyasetçilerin elinde olmasının sürece zarar getireceğini söyleyenler de bulunuyor.
TÜSİAD, TOBB ve İKV de devrede
BU arada müzakerelerde kim etkin olacak kavgası sadece kamu içinde de yaşanmıyor,özel sektör kuruluşları arasında da görülüyor. Şu anda çok ön plana çıkmayan bu kavganın önümüzdeki günlerde, karar süreci hızlandığında kızışması ve kamuoyunda daha fazla yer bulması bekleniyor.
TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, bir-kaç ay önce, yapılacak müzakerelerdeki 31 paragrafın 26’sının direk ekonomiyle ilgili olduğunu belirtip, İspanya örneğini de vererek,. müzakerelerde özel sektörün çatı örgütü TOBB’un etkin rol alması gerektiğini, müzakerelere kendilerinin de katılması gerektiğini belirtti. Aynı talebi yaklaşık bir hafta önce TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı da, kendi kuruluşu için tekrarladı.
İKV’nın ise 17 Aralık’tan sonra tüm özel sektörün kendi çatıları altında müzakerelere katılma çağrısı oldu. Ancak bu çağrıya henüz somut yanıtlar verilmedi.
17 Aralık sonrası hemen toplanarak,yeni süreçte ne yapılacağı konusunda takvim hazırlayan TÜSİAD’ın sektörlerle ilgili bir çalışmaya başladığı ve bu çalışmanın müzakerelerde baz olmasına çalışacağı belirtiliyor.
Buna karşılık TOB da kendi bünyesinde Sektör Meclislerini etkin bir şekilde çalıştırmaya hazırlanıyor. Bu meclislerde TÜSİAD üyelerinin de yeralması gerektiğini ve sektörlerle ilgili özel sektörün bakışının burada şekillenip, müzakere sürecine yansımasını istiyor.
Kısacası; AB ile müzakereler yeni bir güç kavgası başlatmış durumda ve bu kargaşanın biran önce çözülmesi, ne yapılması gerektiğine biran önce karar verilmesi ve acil olarak ‘yol haritası’ çizilmesi gerekiyor. Bu süreçte etkili olacak, son kararı verecek olan kişi ise Başbakan Tayyip Erdoğan olacak. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün bu süreçteki etkisinin ne olacağı, saptanacak baş müzakerecinin kim olacağı, müzakerecilerin kimlerden oluşacağı ve nasıl bir örgütlenmeye gidileceği, Ankara’da yanıtı merakla beklenen, neredeyse en önemli konu.
Bu süreçte Başbakana yakın, sürekli beraber çalışacağı bir kişinin baş müzakereci olması ve sorunların bu yolla daha çabuk çözülebileceği savunulurken, süreçte etkin olacak kişilerin atanmasında artık ‘AKP’li olması’nın de belirleyici unsur olmaması gerektiği konuşuluyor.
Bürokrasi içinde şimdiye kadar önemli atamaların pek çoğunun ‘Parti onayından geçmiş isimler’ olduğunu kaydeden bürokrasi çevreleri, ‘AKP merkeze doğru kaydıkça, Başbakanın artık parti atamalarından vazgeçeceğini ve merkez parti olma gereğini, siyasi anlayışına bakmadan işi bilmesine göre bürokrasi atamalarına dönmesini bekliyorduk ama şimdiye kadar bu henüz olmadı’ yorumunu yapıyorlar.
AB ile müzakere sürecinin teknik bir süreç olduğunu ve teknik yönden yeterli kişilerin bu müzakereleri götürmesi gerektiğini kaydeden yetkililer, artık AB ile birlikte parti atamaları döneminin de kapatılması gerektiğini, bunun aynı zamanda AKP’nin merkez parti olarak kendini kabul ettirmesinde de bir gösterge sayılacağını söylüyorlar.
Bizce de artık atamalarda liyakat ve teknik bilgi ve deneyime dönülmesi, Özal döneminde olduğu gibi; siyasi anlayışına değil, teknik ve yöneticilik donanımı olan, deneyimli kişilerin atanması gerektiğini düşünüyoruz. Bunun yanında özel sektörün de bu sürece mutlaka etkin bir şekilde çekilmesi gerektiği ortada. Müzakere süreci başladığında özel sektörün, özellikle bazı alanlarda tekel konumundaki büyük kuruluşların, bu sürece o kadar sıcak bakmayacakları da ortada. Bu nedenle özel sektörü etkin ama ülke menfaati doğrultusunda müzakerelere çekilmesi gerekiyor. Bunu da yapacak olanlar ancak deneyimli, birikimli kişiler olabilir.
Yazının Devamını Oku 