SON günlerde AB ile müzakere sürecinin nasıl yaşanacağı, bu süreçte kimin yetkili olması gerektiği, Kıbrıs başta olmak üzere problem oluşturacak konuların nasıl aşılacağı yoğun olarak tartışılıyor. Bu tartışmaların olması çok doğal.Başmüzakereci, diğer müzakereciler ve süreç için gereken organizasyon yapısı belli olduktan sonra da bu tartışmaların devam etmesi doğal olarak görülmeli. Kısacası; hemen herkes uzun sürmesi beklenen, belki de çok sayıda büyük sıkıntının ortaya çıkacağı, gel-git’lerin yaşanacağı bu sürecin nasıl yönetileceğine kitlenmiş durumda ve bu durum bir süre daha böyle gidecek. Ancak burada unutulmaması gereken bir başka unsurun da ‘Yüzde 70-80’leri bulduğu söylenen Türkiye’nin AB’ye katılım yönündeki halk desteğinin azalma tehlikesi’ olduğunu söyleyebiliriz. Son dönemde, yani 17 Aralık’tan sonra yapılan TV programlarında, nabız yoklaması sayılabilecek haber ve programları izleyip, gazete yazılarını okuduğunuzda, bu soğumanın ipuçlarını yakalayabiliyoruz. ‘AB yorgunluğu’ sadece yöneticilerde veya devlet kademelerinde değil, halkda da görülmeye başladı.Aslında bu soğuma da doğal sayılmalı. Yapılan pazarlıklar, müzakereler, bu müzakerelere ilişkin olarak gazete ve TV’lerde çıkan haberler, kulisler, halkda ‘Yahu bu adamlar bizi istemiyor’ yargısının oluşmasına neden oldu. Dolayısıyla bu soğumada, gazeteve TV’lere olayları kendi yönlerinden ve sübjektif ölçülerle anlatan, içeriye dönük popülizm amacıyla pazarlıkların hamasi yönünü öne çıkaran politikacıların da suçu büyük...Bunun yanında müzakerelerin çetin geçmesi, işe duygusal olarak bakan bazı kesimlerde de ‘istenmediğimiz yere niye girmeye çalışıyoruz’ yargısının oluşmasına neden oldu.17 Aralık’ta yaşananlar bu kadar soğumaya neden olursa, daha sonra yapılacak pazarlıklar, bu pazarlıklar sonucu mevcut alışkanlıkların bırakılması yönünde verilecek kararların bu soğumayı daha da artırması sürpriz olmamalı...AB’ye halk desteğinde işaleminin bakışı çok derece önemli rol oynamıştı. Müzakereler başladığında, paragrafların tartışmalarına geçildiğinde ise, özellikle bazı alanlarda işaleminin AB’ye katılım sürecinin uzayıp, kendi menfaatlerinin bozulmasına karşı tavır alabileceği unutulmamalı. Halk desteğinde önemli rol oynayan işlamenin tavrının müzakere süreci ilerlediğinde, geçmişteki gibi sürmeyeceği tehlikesi de var.İÇERİDE DE KAMPANYA İşte bu nedenle, önümüzdeki dönem bir yandan Avrupa ülkelerinin kamuoylarına dönük kampanyalar yapılırken, iç kamuoyunda AB hedefinin desteklenmeisine ilişkin de birşeyler yapılması gerekiyor. Aksi takdirde müzakere sürecini yürütenler, pazarlıklar konusunda ihtiyaç duyacakları büyük motivasyonu, yeterince hissedemeyeceklerdir...Hükümete yakın çevrelerde, önümüzdeki dönem ve AB hedefi konusunda ‘ Hükümetin Avrupanın bitmek tükenmek bilmeyen istekleri ile halkın hassasiyetleri arasında kalarak, son derece zor bir dönem geçirebileceği’ yönünde analizler yapıldığını biliyoruz. Bu nedenle yani Avrupanın isteklerini makul düzeylere çekebilmek için, Avrupa ülkeleri nezdinde, kendi deyimleriyle ‘akıllarına ve kalplerine hitap edecek’ bir kampanya hazırladıklarını biliyoruz. Bizce bu kampanyanın bir benzerinin de içeride yapılması gerekiyor. Gerekirse AB organları ile ilişkiye girilerek, Avrupanın değerlerinin içeride tanıtılması gerekiyor. Yoksa., ‘AB’ye gireceğiz, zengin olacağız’ anlayışıyla giden AB yandaşlığının, önümüzdeki dönemde, ayaklar iyice yere basınca yani AB’den para yağmayacağı anlaşılınca, giderek azalması kimse için sürpriz olmamalı...Kısacası; AB ülkelerine Türkiye’nin üyeliğinin Avrupa birliğine katacağı zenginlikler anlatılırken, Türk halkına da AB üyeliğinin katacağı zenginlikler anlatılmalı....