8 Şubat 2005
<B>15.6</B> milyar dolarlık 2004 yılı cari açığına kimse kayıtsız kalmamalı. Ekonomi yöneticilerinin <B>‘cari açık dediniz bak bir şey olmadı, bundan sonra da olmaz’</B> havasından sıyrılması lazım. Piyasa oyuncularının da ‘finanse edildikten sonra cari açığın büyüklüğü o kadar önemli değil’ bakışını değiştirmeleri gerekiyor.
‘Cari açık bu kadar yüksek çıktı, kriz geliyor’ denilmesini beklemiyoruz. Ne piyasa oyuncuları ne de ekonomi yönetimi, bu kadar büyük bir tehlike olsa bile bu alarmı vermeyecektir ki; tehlike o kadar büyük de değil...
Bizim dediğimiz şu ki; temkinli olmak, cari açığı çok yakından takip etmek, gerektiğinde geç kalmadan alınacak önlemleri, belki de şimdiden hazırlamak lazım...
Her şeyden önce şunu bilmek lazım ki; cari açığı bu kadar yüksek olması, bütçeyi, mali disiplini her zamankinden daha fazla önemli kılıyor. Cari açığın bu kadar yüksek sürmesi halinde, yüzde 6.5’luk yüksek faiz dışı fazlanın bile yükseltilmesi istenirse, kimse şaşırmasın.
IMF’nin genel bakışının ‘eğer cari açığınız varsa, mali olarak fazla vermeniz lazım ki bunu finanse edebilin’ olduğunu herkes biliyor. Bu nedenle yüksek cari açıkların bütçe rakamlarını her zamankinden hassas kıldığını da, herkesin görmesi lazım.
Cari açığın bu kadar yüksek olması, daha doğrusu kurun bu kadar değerli olmasının eninde sonunda bütçeye yük getireceğini de gözden uzak tutmamak lazım. Düşük kur nedeniyle pahalanan girdi maliyetlerinin bütçeye yük getireceğini görmek lazım. Bu takdirde ya üretim azalır ki bu, bütçe gelirlerinin azalması demektir. Ya da teşvikler daha fazla talep edilir ki, bu ya gelir kaybına ya da harcamaların artmasına yolaçar. Her halükarda sürekli değerlenen kurun bütçeye bir maliyeti var.
‘Finansmanı sağlandıktan sonra cari açığın yüksek olması o kadar sorun değil’ anlayışı da, yine biraz ‘kasıtlı sığ bir bakış’ oluyor. Siz kárınızı artıracaksınız, havanın bozulmaması lazım diye, varolan gerçekleri çarpıtmaya çalışırsanız, ancak kendinizi kandırmış olursunuz.
Cari açığın finansmanı için, sıcak para şimdiye kadar çare olmuş gözüküyor. Ancak bunun bedelinin çok yüksek reel faizler olduğu, bu nedenle borçların milli gelire oranının istenen ölçüde düşürülemediğini biliyoruz. Eğer yüksek cari açıklar vermeye devam edecekseniz, daha doğrusu kurlar yoluyla her şeyi terbiye etmeye çalışacaksanız; olası tehlikelerini de şimdiden hesaplamanız lazım. Herşeyden önce de şu soruların yanıtlarını vermek lazım: Kurun bu kadar yüksek değerlenmesi ilelebet sürdürülebilir mi? Bu denge nerede bozulur? ABD’nin faiz artırımlarına devam etmesi, bir gün gelir sıcak parayı durdurursa ne olur?
Ya da uluslararası politikada yaşanabilecek bir kriz, örneğin ABD ile ilişkilerde, ya da AB’ye üyelik sürecinde bir kaza olması durumunda ne olur?
Bunların düşünülmesi, risklere karşı hazırlıklı olunması gerekiyor, tehlikeyi ‘yok saymak’ çözüm değil. Yok sayarsanız maliyeti daha yüksek olur.
Şimdiye kadar hep ‘ikiz açıklar’dan korktuk. Yani cari işlemler açığı ve bütçe açığı... Cari açık ortada. O zaman bütçe açığına, daha doğrusu mali disipline, şimdi her zamankinden çok daha fazla önem vermek, üzerinde hassasiyetle durmak gerekiyor.
Cari açık böyleyken mali disiplin bozulursa işte o zaman kötü...
Hiç unutulmasın ki; kur normal düzeyde iken doğacak bu ikiz açık ile kur bu kadar değerliyken doğacak ikiz açık arasında, etki açısından oldukça önemli farklar var.
Bankacılar, ‘artık bir şey olmaz, yüklü çıkış olsa bile kur ve faiz biraz oynar durur’ diyorlar ama şimdiye kadar böyle söyleyip, yerlilerin de bu furyaya katıldığına da hep şahit olduk.
Yani; risk var. Cari açıktan panik olunmasın ama bu kadar da rahat olunmasın...
Yazının Devamını Oku 
7 Şubat 2005
<B>‘ABD Irak’tan sonra İran ve Suriye’yi vuracak, ardından da bizi ...’ Böyle bir yorumu, sokaktaki bir vatandaştan duysanız, sıradan sohbetler arasında geçen bir yorum olsa, üzerinde durmaz geçersiniz..
Ancak böyle bir yorumu Türkiye Cumhuriyetinin bir bakanının ağzından duyarsanız ya da güvenilir kaynaklardan ‘Bakanlardan böyle düşünenlerin sayısı fazla hatta daha üst düzeyde böyle yorumların yapıldığını söylüyorlar’ dendiğinde, tüyleriniz ürperir, değil mi?
İşte geçen hafta içinde böyle sözler duyup, irkildik...
Bunları duyduğunuzda kafanızdan bir sürü soru geçiyor. Acaba, bizim bilmediğimiz ülkeyi yönetenlerin öğrendiği ciddi duyumlar mı var? Acaba ülkeyi yönetenleri bu ruh haline sokmak için özel olarak birileri mi etkilemeye çalışıyor? Bu etki edenler kimlerdir ve amaçları ne olabilir? Peki ne kadar etki olursa olsun, ciddi bir duyumu da yoksa ülkeyi yönetenler neden bu ruh haline giriyor? Bu ruh haliyle ciddi , geri dönülmez hatalar yapılabilir mi?
Bu soruların ardı arkası gelmiyor. Geçen hafta yaşananları, söylenenleri ardarda dizdiğinizde, özellikle Başbakanın ABD yönetimine karşı takındığı sert tutumu gördüğünüzde, birşeylerin döndüğünü hissediyorsunuz. Ardından ABD’ye yakın kaynaklar ‘Başbakanın sözleri Washington’da ciddi rahatsızlık yarattı. Bundan sonrası için gözden geçirme başladı’ diyorlar.
Aynı kaynaklar daha önce Genelkurmay 2. Başkanı İlker Başbuğ’un aynı konuda eleştirileri olduğunu, bu eleştirilerin dozunu ve üslubunu ‘kabul edilebilir’ bulduklarını ancak Başbakanın hem de uluslararası basın organlarına verdiği sert demeçlerin anlaşılır olmadığını söylüyorlar. Demecin verildiği mecranın seçilişinin de kaygıyı artırdığını söylüyorlar.
Başbakanın sözünü ettiği ‘yaptırımlar’ ise sadece ABD’de değil, herkeste şaşkınlık yarattı. Irak’la ilgili yaptırımların neler olabileceği düşünüldüğünde Habur sınır kapısının kapatılması, İncirlik üssünün kullanımını, boru hattı gibi seçenekler akla geliyor. Habur’un kapatılmasının asıl olarak bölgedeki halkı vuracağı bilinirken, diğerlerinin uygulama şansı olmadığı da belirtiliyor. Diplomatik kaynaklar ‘Yapamayacağınız yaptırımları söyleyip uygulayamazsanız, olmayınca çok daha zor durumda kalırsınız. Bu biline biline Başbakana bu açıklamaları kim yaptırdı, bilinmiyor’ dediler.
TABANDAKİ TEPKİ
Dışişleri bürokrasisi zaten İsrail’le bir süredir kötü olan ilişkilerin yanısıra ABD ile ilişkilerde de böyle hatalar yapılmasını doğru bulmuyorlar. Ama belli ki ‘danışmanlar’ devrede...
Başbakan Erdoğan önceki gün ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı Rice ile bir görüşme yaptı. Öğrendiğimiz kadarıyla ABD de, ‘Ne diyorlar, dinleyelim’ tavrındaydı ve bunun sonucu olarak görüşmede daha çok Başbakan konuştu. Başbakan kaygıları dile getirdikten sonra yine üslubuyla ilişkili olarak ‘pardon’ anlamına gelen ‘yanlış anlaşıldım’ demiş.Yani, yine kamuoyuna farklı demeçler verilip, karşı tarafa ‘öyle demek istemedim’ deniyor.
Büyük ihtimalle bütün bunların gerekçesi olarak da ‘kamuoyunun bu konuda çok hassas’ olması gösteriliyor. Gerçekten de, hafta sonu Kayseri’deydik ve özellikle Başbakanın bu tavrını AKPli yöneticilere sorduk, ‘Tabanda çok mu tepki var?’ dediğimizde Irak, Kürt devleti kurulması ve Kerkük konusunda büyük tepkilerin olduğu yanıtını aldık.
Yani Başbakanın tavrını, tabandaki tepkinin, o sık sık yaptırdıkları anketlerin belirlediği söylenebilir. Ancak bu tavrın sık sık gündeme geldiğini, sık sık ‘pardon’ dendiğini, herkes gibi ABD yönetimi de görüyor. Ve istenen ‘liderlik’ de işte burada gündeme geliyor...
Kısacası; Hükümet henüz yapılmamış IMF anlaşmasını dolayısıyla ekonominin geleceğini de düşünerek, sert çıktığı ABD’ye, ikili görüşmelerde yumuşak ve müttefik bir tavır içindeydi.
Ancak bu kez ABD’nin bu tavrı nasıl algıladığı, verilen yanıtları inandırıcı bulup bulmadığı önemli. ABD yönetimi, belli ki bütün bu temasların ardından, ileriye dönük olarak ‘Ne kadar güvenebiliriz’ kararı verecek ve biz bu kararı daha sonra görebileceğiz.
Umarız Hükümet, ‘Tabanın kendilerini paçalarından aşağı çekmesine’ izin vermez...
Yazının Devamını Oku 
5 Şubat 2005
<B>EKONOMİDE </B>artık sıra kayıtdışı ekonominin önlenmesine, vergi tabanının yaygınlaştırılması için adil bir vergi düzeni kurulup, çok iyi denetim yapılmasına geldi. ‘Salma’ yöntemiyle eksik kalan vergileri birilerinin sırtına yüklemek bir vergi politikası değil. Hele hele, açık oldukça içki, sigara, akaryakıt gibi ürünlerde ÖTV, KDV artırımları yapmak, çağdaş bir vergi sistemiyle hiç de bağdaşır tavırlar değil.
Yıllardır söyleniyor; bir yandan vergi oranlarını düşürürken öte yandan vergi tabanını yaygınlaştırmak, dolaylı-dolaysız vergi dengesinin düzeltilmesi gerekiyor. Düşük enflasyon ortamında sürdürülebilir bir büyümeyi yakalamak için bu düzenleme artık şart.
Ayrıca, kayıtdışını önleyip, adil ve çağdaş bir vergi sistemi kurmadıkça, yabancı sermayenin doğrudan yatırım için Türkiye’ye gelmesi de hayal. Kayıtdışı ile rekabet edemeyecek olan yabancı sermaye, gelip milyonlarca doları niye Türkiye’ye yatırsın?
Herkes biliyor ki; Türkiye’nin kaynakları kıt ve işsizliğin aşılması, küresel ekonomide etkin rol için doğrudan yabancı sermaye yatırımı şart.
İşte bütün bu nedenlerle, IMF ve Dünya Bankası’nın da zorlamasıyla ‘Gelir İdaresi’nin yeniden yapılandırılması’ projesi gündeme geldi. Yıllardır bu proje üzerinde konuşuluyor, birşeyler söyleniyor. Gelir idaresinin etkin vergi denetimi yapıp, vergi denetimlerinin politikacıların etkisinden çıkarılması amacıyla böyle bir yasaya gerek duyuldu.
Ancak yıllardır süren bu tartışmaların ardından, IMF’nin ‘yasalaşmasını şart koştuğu’ bu düzenleme için aylardır tartışılıyor. Yapılması gerekenler belli ama herkes bir ucundan çekiyor, vergi sisteminde su başını tutmuş olanlar statükolarını kaybetmemek için gerekli düzenlemelere set çekiyor. Sayısız taslak hazırlandı ama hiçbirinde istenen düzenlemelere yer verilmedi.
Son olarak Başbakanlık Müsteşarı’nın da oluruyla, Vergi Konseyi tarafından yeni taslak metni hazırlandı. Ancak taslağa baktığınızda, yine vergi idaresinin etkinleştirilmesi ve kayıtdışının önlenmesi, vergi tabanının yaygınlaştırılması amaçlarından çok uzak olduğu görülüyor.
Taslağı inceleyen uzmanlar, sadece uygulama birimi haline gelen Gelir İdaresi Başkanlığı’nın, Genel Müdürlük statüsünde ek göstergesi 6400 olan, 9 ana hizmet birimi ve diğer birimleriyle birlikte özel statülü, özel maaşlı çok geniş bir teşkilat olarak örgütlenmesine gerek bulunmadığını söylüyor. Taslak yerinden denetimle vergi tabanını genişletmek, yeni mükellefleri ortaya çıkarmak yerine, merkezi yönetim anlayışıyla düzenlenmiş. Yani taslak bol bol statü ve maaş artışı öngörüyor...
Bu arada kamu reformu kanun tasarısına takılmamak için, daire başkanı olması gereken makamlar ‘birim başkanlığı’ olarak düzenlenmiş ve böylece daire başkanının her yerde benzer maaş alması yönündeki Başbakanlık kararının arkasından dolanılmış.
Maliye Bakanlığı ile kurulacak Gelir İdaresi Başkanlığı’nın yetkilerinin zaman zaman birbirine içine girdiği görülürken, bunun uygulamada yetki karmaşası yaratması da kaçınılmaz görülüyor. Taslakla, şu anda bakanlık yönetimine hakim olan bir grubun her açıdan menfaatlerinin gözetildiği, bakanlık bünyesindeki diğer grupların çıkarlarının ise hiç gözetilmeyip, aksine geriletildiği de, eleştiriler arasında.
Dolayısıyla uzmanlar, kurulmak istenen sistemin mükellefi kavramayan, mükellefin hizmetlerini yerinde ve zamanında yapmayan, hizmeti ve örgütü belirli bölgelere toplayan ve teknoloji üzerine kurulmaya çalışılan bir sistem olarak belirtiyorlar. Halbuki sorunun tahsilat değil tahakkuku artırmak olduğunu, buna göre sistem kurulması gerektiğini belirtiyorlar.
Kısacası; hazırlanan taslakta vergi kayıp ve kaçağıyla, kayıtdışı ekonomiyle mücadele edecek bir sistem öngörülmediği ifade ediliyor.
Herhalde yine ‘laf olsun’ ya da ‘gereklilik yerine getirilmiş olsun’ düzenlemesi olacak...
Yazının Devamını Oku 
3 Şubat 2005
<B>KOÇ </B>Finansal’ın Yapı ve Kredi’yi almasıyla ilgili, henüz <B>‘kesin’ </B>denilecek noktada değiliz. Koç yöneticileri bankanın yapısı ve hesaplarına da hakimdiler ama ne değişti, henüz bilmiyorlar. Onun için due diligence aşamasında, sıkıntı yaratacak detay hesaplar ortaya çıkabilir.
Ancak; genelde baktığımızda ise bu satıştan geri dönüşün imkansız bir noktaya geldiğini görüyoruz. Yani bu aşamadan sonra ‘bu iş olmadı’ denirse, tarafların tümü için yani Koç için, Çukurova için hatta TMSF ve BDDK için, en çok da Yapı ve Kredi Bankası için çok kötü olabilir. Bu nedenle, ne yapılıp edilip bu satışın kesinleşmesi gerekiyor. Bunun için devrede olduğunu bildiğimiz hükümet, devrede olmaya devam edecektir.
Satışı kesinleştirmek herkesin işine gelir. Anlaşma kesinleşmezse, makro ekonomik dengeler açısından bile, kötü sonuçlar doğar...
Yapı ve Kredi’nin satışıyla birlikte ‘Bankacılık sektöründe yabancıların payı nereye kadar gider?’ tartışması da alevlendi. Bizce önümüzdeki dönem, Yapı ve Kredi Bankası’na yeni satınalmalar eklenecek ve bu tartışma, siyasi boyut da katılıp, daha fazla konuşulur olacak.
Bu tartışmanın elbette siyasi bir tarafı var. Yani siyasi bir tercih sözkonusu ama ‘Ben oranı şurada tutacağım’ demeniz mümkün değil. Bankacılık sektöründe de küreselleşmenin hızlandığı, yeni ittifakların somutlaştığı bu dönemde ‘ulusallaşma’ gibi bir söylemi olamaz.
Ancak bu da, bazı eski demirperde ülkelerinde olduğu gibi, bankacılık sisteminin yüzde 80-90’ın yabancıların eline geçmesini gerektirmez. Siyasi yönü olsa da bunu ortaya koyamaz, ancak ekonomik kararlarla bankacılık sektöründeki yabancı payını ayarlayabilirsiniz.
YABANCI PAYI NEREYE KADAR
Bunun da yolu mevcut yapıyı güçlendirmekten geçiyor. Yani bankacılık sektörü üzerindeki yükleri azaltmaktan, aracılık maliyetlerini azaltmaktan, şu anda yabancılar lehine olan haksız rekabeti ortadan kaldırmaktan, korumacı değil rekabeti tam olarak sağlamaya çalışmaktan, hacimi ve mevcut bankacılık sistemini güçlendirmekten geçer.
Bunun için de bir finans politikanız olması lazım, buna bağlı makro politikaların ortaya konması lazım. Yoksa, ilkel bir bakışla sadece kredi alanları korumaya kalkışırsanız, mevcut yapıyı daha da zayıflatır, kredi alanların kullanacakları kaynakları ortadan kaldırırsınız...
Peki, finans politikası belirleme kaygısı duyan, bankacılık sektörünün geleceğini düşünen yaklaşım görüyor musunuz? Tabii ki hayır...
Şu anda yapılan daha fazla dışarıya endekslenen ekonomi. Ekonominin dış şoklara karşı kırılganlığını azaltıyoruz derken, artan dışa bağımlılık.
Bu aşamada resmi otoritenin yapması gereken ise doğru dürüst, rasyonel, ekonomik bakışı olan düzenleme ve denetleme politikaları dizayn edip, finans sektörünün güçlenmesi için çalışmak. Peki, IMF’den yediği golü çıkaracağım diye, önemli kararlarda hiçbir inisiyatifinin kalmamasını örtmek için eski yöneticileri için bol bol ‘dosya’ dağıtma yolunu seçen bir yönetim anlayışı ile böyle bir politika çizilebilir mi? Tabii ki hayır...
EMEKLİ SANDIĞI AÇIKLAMASI
Geçen gün, harcamaların bütçenin arkasından dolanarak artırılmaya çalışıldığını anlatmaya çalıştığımız yazımızın, emekli maaşının ödenmesi için 900 trilyonluk kredi alındığına ilişkin bölümüne, Emekli Sandığı’ndan açıklama geldi.
Özetle kredi alma gereğinin emekli maaşlarının ayın başında ödenip, primlerin ayın 22’sinde hesaba girmesinden kaynaklandığı belirtiliyor ve ‘Sandığın hesabının ödemelerin yoğun olduğu tarihte eksi bakiye vermesinin konsolide bütçe için belirlenen faiz dışı fazla ile doğrudan ilişkisi bulunmamakta ve hedeften fazla harcama yapıldığı anlamına gelmemektedir’ deniliyor. Açıklamada yıllardır bunun yapıldığı da söyleniyor.
Yıllardır yapılması önemli değil çünkü bu 1 katrilyonluk bir hacme ulaşmış. Sandık primlerle maaşların tümünü Hazine’ye ödüyorsa tamam ama ödemiyorsa bu Hazine’nin yükü değil mi? Bunun normali ayın 22’sinde gelen primi sonraki ay başında maaş olarak ödemek değil mi?
Yazının Devamını Oku 
1 Şubat 2005
<B>DEVLET </B>İstatistik Enstitüsü (DİE), enflasyon rakamlarına temel teşkil eden Tüketici Fiyat Endekslerini, yeni kapsam, yöntem, mal sepetleriyle hesaplayarak, bu hafta Perşembe günü kamuoyuna açıklayacak. Bu rakamların yeni tartışmaları da beraberinde getirmesi bekleniyor. DİE’nin yeni endeksiyle ilgili tartışmaların başında, ‘yeni endeksle enflasyon daha düşük gösterilecek’ iddialarının gelmesi bekleniyor. Gerçekten de böyle bir düşüş bekleniyor. Çünkü yeni endeks içinde izafi kira yer almayacak ve kiraların ortalamanın çok üstünde arttığı gözönüne alınırsa, bu düşüş de normal karşılanmalı. Konut kaleminin ağırlığındaki 8.9 puanlık yüksek oranlı azalış da, bu izafi kiranın çıkarılmasından kaynaklanıyor.
Önceki TÜFE Türkiye’nin 28 şehir ve 7 istatistiki bölgesinden toplanan 93 bin 600 fiyat kullanılarak hesaplanırken, yeni TÜFE Türkiye geneli ve 26 istatistiki bölgeden toplanan 174 bin fiyat kullanılarak hesaplanacak. Kapsam genişlediği için fiyatların temsil kabiliyeti artacak, bu olumlu bir gelişme. Ancak bunun endeksi nasıl etkileyeceği bilinmiyor. Eski ve yeni endeks arasındaki ağırlık farklılıkları, temel itibariyle konut sektöründe azalış ve gıda, haberleşme, lokanta ve oteller sektöründe artış olarak kendini gösteriyor. Bu nedenle de bir değişiklik bekleniyor ama yönü bilinemiyor.
Lokanta ve oteller sektörünün endeks içindeki ağırlığı 3,1 den 5.9’a yükseliyor ve bunun nedeni olarak yeni endekste turistlerin harcamalarının da endekse dahil edilmesi kaygısının yeraldığı söyleniyor. Yeni endekste haberleşme grubu da ayrı bir grup olarak tanımlanıyor ve ağırlığı önemli ölçüde artırılırken, cep telefonu ve internet kullanımı kapsama alınıyor. Bunun fiyat artışlarına, daha çok artırıcı etkisi olması bekleniyor. Bütün bu etkiler gözönüne alındığında, iktisatçıların genel kanısı; yeni endeksle enflasyon oranlarının, eski hesaplamadan daha düşük gerçekleşeceği yönünde. Hatta bazı iktisatçılar 2004 yılındaki yüzde 9.3’lik TÜFE oranının, yeni endeksle hesaplanması halinde yaklaşık yüzde 8.1 oranında çıkacağını hesaplamışlar.
DİE yeni endeksle enflasyon oranı açıklamaya, bu aydan itibaren başlarken, ‘enflasyon şu idi, şu oldu’ deme imkanımızı da elimizden alıyor. İşte eleştirilerin çoğunun, bu zayıflıktan kaynaklanmasını bekliyoruz. Ki; bu yöndeki eleştirileri haksız da sayamayız. DİE yeni endeksi geçmişe yürütmeyeceğini açıkladı Yani; 2005 Ocak ayı enflasyon rakamı aynı bazda geçmiş bir oranla kıyaslanamayacak, ‘düştü ya da arttı’ denemeyecek. Bu sakıncayı gidermek için DİE, bir süre daha eski endekse göre hesaplamayı da devam ettirebilirdi ama bunu da kabul etmedi.
Kısacası; ne yeni, ne de eski endekse göre bir kıyaslama imkanı kalmadı. İşte eleştiriler de daha çok buradan kaynaklanacak. Bu tartışmalar umarız DİE’nin, ürettiği verilerin saygınlığını tehlikeye düşürmez. DİE şeffaf olmak zorunda. Bu ülkede büyük-küçük karar alıcıların hepsi, elde sağlıklı verileri varsa sağlıklı karar alabilirler. Yani güvenilir veriler, başta politikacılar, herkese lazım. Bu nedenle, DİE hakkında çeşitli söylentiler olmasına rağmen, ‘saygınlığı tehlikeye girmesin’ diye bu spekülasyonlara yer vermiyoruz. Ancak DİE’nin daha hassas olması gerekmez mi?
Üstüne üstlük yeni endeks hesaplanmasında zincirleme endeks hesaplamasına geçiliyor. Yani daha önce bir baz yılı seçilip, baz yılında belirlenen sepet içindeki ürünler ve ağırlıkları değiştirilmezken, şimdi her yıl bu sepet de değiştirilmeye başlanacak. Bu arada DİE’nin sepetleri detaylı biçimde açıklamaması, yani hangi malın endekste ne kadar ağırlığının bulunduğunun bilinmemesi de, belirsizliği ve eleştirileri artırıyor. Üstüne üstlük sepete giren malları değiştirip, bunları da açıklamayınca, şaibeler daha da artacaktır. Bunun yanısıra, DİE yönetiminin bir yandan resmi açıklama yapmazken, öte yandan da tanıdıklarına sepet ve ağırlıklarını verdiğini, herkesin bir hesaplama yaptığını duyuyoruz. DİE, en azından başkalarının gösterdiği kadar, kendi saygınlığını düşünmek zorunda...
Yazının Devamını Oku 
31 Ocak 2005
<B>DAHA</B> önce Hükümetin TBMM’ye sunduğu <B>‘torba yasa’ </B>dan sözetmiş ve bununla KİT’lerin borçlarının silindiğini, ‘halı altına pislik süpürmenin yeniden başladığını’ söylemiştik. Bu yasa tasarısının getirdiği sakıncılar, meğerse bizim söylediğimizden çok daha fazla imiş. Taslakta yeralan geçici 6. madde ‘Ilısu ve Yusufeli baraj ve HES projelerinde kullanılmak üzere temin edilen proje kredileri ve diğer her türlü imkan, avans mahsubunu müteakiben bütçeleştirilir’ diyordu. Soruşturduğumuzda gördük ki; bu madde de çok ciddi riskler içeren bir madde ve bütçe dışı harcamaların artırılması için büyük bir kapı daha aralanmış oluyor.
Hazine bürokratlarının bu maddeye çok karşı çıktıkları ancak talimatla maddenin taslağa girdiğini öğrendik. Bürokratlarının aynı şekilde, TCDD’nin borçlarının silinmesine de karşı çıktıkları ama bu maddenin de Hükümet tarafından taslağa eklendiği belirtildi.
Daha önce bu barajlardan biri için ‘YİD’lerden bile pahalı elektrik üretecek’ raporu veren DPT’nin, bu konuda nasıl bir tavır takındığını ise bilmiyoruz.
Hükümet bir süredir düşündüğü ‘bütçe dışı harcamaları artırma’ planını uygulamak için çeşitli denemeler yapmıştı ama bu yasa taslağı ile bu çabaların doruğa yükseldiği görülüyor.
Kısacası; 1990’lı yıllardaki gibi harcamaları artırabilmek için siyasi iktidar çeşitli oyunlara girip, yükü bütçenin dışına itmeye başlıyor. Bu yöntemin sakıncaları daha önce görülmüş, bütçe dışı harcamalar nedeniyle artan borçlanmayla tıkanma noktasına gelen ekonomiyi düze çıkarmak için 2000 yılı programa uygulamaya girmiş, yükler 2001 krizini yaratmıştı.
İşte bu nedenle ‘harcamaların belirlenen çerçevede kalması için borçlanma kanunu ve kamu mali yönetim kanunu’ çıkarılıp, bunlarla ‘ödeneği olmayan harcama yapılamaz, artırılacak harcamalar için ya gelir artırılır ya başka yerlerden tasarruf yapılır’ ilkesi hayata geçirilmişti.
EMEKLİ MAAŞLARI BÜTÇE DIŞINDAN
Daha önce, 2005 bütçe yasasına koyduğu maddelerle kamu mali yönetim kanununun uygulanmasını erteleten Hükümet, bu yasa tasarısı ile de bütçe dışı harcamaların yolunu iyice açmış, yine eski sisteme, yani sistemsizliğe geri dönmüş oluyor.
Bu anlayışın bu uzantısı olarak Aralık ayında emekli maaş ödemeleri için Ziraat Bankası’ndan 900 trilyonluk kredi kullanıldığını öğreniyoruz. Yani yine bütçe dışı harcama artıyor, yine kamu bankaları kullanılıyor, yine yeni görev zararlarının kapısı aralanıyor, yine kalem oyunlarıyla hedeflerin arkasından dolanılıyor, yine IMF kandırılmaya çalışılıyor...
Yasa bu şekliyle çıkarsa, yine bütçe dışı harcamalar artacak, bütçe içinde belirlenen hedeflere uyulmuş gibi gözükecek ama yükün büyük bölümü daha sonraki yıllarda gelmek üzere, bütçeden fazla borçlanma ihtiyacı doğacak. Hem bütçe dışı kalem oyunları, hem de bu yollara başvurulması, düşme trendine giren faizleri ise yeniden olumsuz etkilemeye başlayacak.
Bu arada Hükümetin harcamaları artırmak için bu yasa ile de sınırlı kalmayacağı belirtiliyor. Müteahhitler arasında, ‘Karadeniz otoyolunun bu yıl bitirilmesi için bütçede yazılı ödeneğin yanısıra bütçe dışından 300 milyar liralık daha imkan sağlanacağı, Hükümetin bunun için gerekirse yasa çıkarılması konusunda otoyol müteahhitlerine söz verdiği’ konuşuluyor.
YİNE SİYASİ KOKULAR
Bu yıl bütçeye konan ödenekler zaten herkesi şaşırtmıştı. Karadeniz otoyolu için rekor rakamla 614 trilyonluk ödenek ayrılırken, daha kredi görüşmeleri bile yapılmamış Ilısu barajına 210, Yusufeli barajına 152 trilyonluk ödenek, süren Deriner barajına ise 213 trilyon ödenek ayrılmıştı. Yani yatırım ödeneklerinin çoğu bu 4 proje ile tamamlanmıştı.
Kredi görüşmeleri bile yapılmamış barajlara bu ödeneklerin ‘ilk kez’ olduğu söyleniyor.
Bu arada sadece işlemlerde değil yöntemlerde de 1990’lı yıllara geri dönüldüğü izlenimi var. Bu 3 barajdan ikisinde, eski konsorsiyum ortaklarından bazılarının devreden çıkarılıp, ‘AKP’ye yakın bir karadenizli müteahhidin 2 projeye birden ortak edildiği ve bundan sonra böylesine büyük imkanların sağlandığı’ kulislerde konuşuluyor. Dolayısıyla ‘yine kendi müteahhidime özel yasa ve özel imkanlar dönemi mi başlıyor?’ sorusu ortaya çıkıyor.
Yazının Devamını Oku 
29 Ocak 2005
<B>MERKEZ </B>Bankası’nın önceki günkü yüksek miktardaki doğrudan döviz alımı, bankalar tarafından öyle kayda değer bir gelişme olarak görülmedi. Bankacılar, döviz akışının devam ettiğini belirtirken, ‘Merkez Bankası’nın müdahalesi, herhalde sadece rezerv artırmasına yarayacak’ dediler. Bundan anlaşılan o ki; önümüzdeki günlerde bankalar yine 1 milyon 330 bin liralık dolar kurunun altını test edecekler...
Merkez Bankası kendisini bağlamamak için, yine ‘volatiliteye müdahale edildi’ dedi ama piyasalardaki tüm oyuncular, asıl olarak, banka yönetiminin ‘yapmadım’ dediği seviyeye müdahale edildiği görüşündeler. Ancak Merkez Bankası bu açıklamasıyla ileride bu seviyenin altına inmesi halinde, kura fazla maliyet gördüğü takdirde müdahale etmeme ihtimalinin gerekçesini şimdiden oluşturmuş oldu. Bu söylediğimiz, kesinlikle ‘Merkez Bankası artık 1 milyon 330 bin altına indiğinde müdahale etmez’ biçiminde algılanmamalı. Merkez Bankası büyük ihtimalle, bu seviyenin altında yine piyasaya girecektir ama, ‘attığı taş ürküttüğü kurbağaya değmez’ görüşüne varırsa, o zaman ille de bu seviyede müdahale edecektir de denilemez.
Kısacası; kurlardaki oyun eskisi gibi sürüyor ve belki de bu nedenle bankalar, kura müdahaleye çok büyük bir olaymış gibi bakmıyorlar.
Piyasalar aldı gazı gidiyor ve bu gidişte gözlerini çevirdikleri asıl nokta dış piyasalardaki gelişmeler oluyor. Yani, ‘Merkez Bankası şunu yaptı, bunu yaptı, Merkez Bankası Başkanı şöyle dedi böyle dedi, faizleri 1 puan indirdi indirmedi’den daha çok, Greenspan ne yapacak ona bakıyorlar.
Örneğin ABD Merkez Bankası’nın yapacağı yılın ilk toplantısında, yani 1-2 Şubat’ta, nasıl bir karar çıkacağı, şimdi bizim bankaları herşeyden çok daha fazla ilgilendiriyor. Bu toplantıda çoğunun beklentisi, 0.25 puanlık daha faiz artırımına gidilip, gösterge faizlerin yüzde 2.50’ye çıkacağı doğrultusunda. Bu beklenti şimdiden satın alınmış gibi gözüküyor ve ancak bunun aksi olursa piyasalarda dalgalanma olur.
Çünkü büyük dış borçlanmaların da etkisiyle, yani ekonominin dövize endekslenmesinin yoğunlaşmasının etkisiyle, bankacılar, içeriye dönük karar alırken örneğin geçen yıla kıyasla şimdi daha çok dışarıya bakma, dış gelişmeleri izleme gereğini hissediyorlar.
Öyle anlaşılıyor ki; içeride ancak çok büyük bir siyasi gelişme olması halinde, ya da ‘IMF’le ilgili çok büyük bir pürüz çıkması’ halinde, gözlerini içeriye çevirecekler...
Örneğin Hükümetin bütçeden yaptığı sapmalar, eskiden olduğu gibi bütçe dışına yük taşınması, 2000 öncesindeki gibi, yeniden halı altına pislik süpürmenin başladığı görülüyor ama piyasalarda herhangi bir tepki görünmüyor.
Yani; yine gözlere at gözlüğü takıldı, ‘düz sanılan yol’da hızla ilerleniyor...
Bankacıların tümü programdan sapma tehlikesi gösteren tavırlara duyarsız değil. İçlerinde bu gelişmelerden rahatsız olan, ileride bu sapmaların büyük faturalarla ekonominin ve kendilerinin önüne geleceğini görenler, tabi ki var. Ancak öyle bir iklim var ki; bu hareketlere, risklere bakıp hareket ettikleri takdirde, rakiplerinin ‘hiçbirşey olmamış gibi davranıp’ kendilerine kıyasla daha fazla para kazandıklarını görerek, ses çıkartmamayı, görmezlikten gelmeyi tercih ediyorlar.
Peki, yokmuş gibi farzederek bu riskler yok mu oluyor?
Tabi ki hayır. Ne kadar toleranslı olsa da, IMF’nin bu sapmaları incelemeye aldığını biliyoruz. Sapmalar önemli hale gelmeye başladıkça tedirginliği de artacaktır.
Daha önce de gördük; zamanında tepki verilip caydırıcı olunmadığı takdirde, bütün siyasi iktidarlar işin dozunu kaçırmıştır. Umarız piyasalardaki vurdumduymazlık, Hükümeti o noktaya kadar itmez de, yine kendini program içine sokmaya çalışır...
Umarız ‘düz sanılan yol’da hálá, büyük ve tehlikeli virajlar bulunduğunun farkına varılır.
Yazının Devamını Oku 
27 Ocak 2005
<B>HÜKÜMETİN</B> son günlerde gündeme getirdiği ve mali disiplini bozma tehlikesi taşıyan bazı kararlar IMF'nin yakın takibine alındı. IMF Türkiye Temsilcisi Hugh Bredenkamp, bu kararlar için henüz mali disiplini bozucu bir yön görmediklerini söylüyor ama bir yandan da yakın takibe aldıklarının izlenimini veriyor. Bredenkamp'la hem yeni stand-by anlaşmasının gelmiş olduğu aşamayı, hem de doğabilecek riskleri konuştuk. Bredenkamp, gelir idaresi ile ilgili düzenleme konusunda hükümetle mutabık kaldıklarını ve niyet mektubunun Board'a sunulması için bu yasanın önşart olduğunu söyledi.
Bredenkamp, TBMM'ye sunulması gereken sosyal güvenlik reformu ve bankacılık reformu için ise ekonomi yönetimi ile son mutabakatın henüz sağlanmadığını söylüyor. Bredenkamp, yeni program için geç kalınmadığını ama çok fazla sürüncemede bırakılması halinde piyasalarda tedirginlik doğacağını kaydederek, hükümetin de bu bilinç içinde olduğunu ifade ediyor. Belediye borçlarının tahkimi konusunda kesin bir tavır içinde gördüğümüz Bredenkamp, "Hükümete değişik birimler arasındaki alacakların netleştirilmemesi konusunda tavsiyede bulunduk" dedi. Kendilerinin hükümetin belediye borçları ve çiftçi borçları konularında ne yapmak istediğini henüz tam olarak görmediklerini kaydeden Bredenkamp, "Bu alanlarda ne yapılması gerektiği ile ilgili; her biri ile ilgili reçete yapacak değiliz. Bizim isteğimiz hükümetin birkaç ana trend üzerinde yoğunlaşması. Bu trendlerden biri, hükümetin kendi isteği ile kamu sektörüne bu tür borçlara af getirmemesi. Örneğin çiftçilerin elektrik şirketlerine olan borçlarının yeniden yapılandırılması ile ilgili olarak hükümet bize teminat verdi ki; o yükümlülüklerle ilgili ekonomik değer korunacak. Bazı raporlar görüyoruz, bu yükümlülüklere ait faizlerin silineceğine dair... Hükümet bize böyle bir durumun olmayacağı konusunda teminat verdi" dedi.
Cari işlemler açığını risk olarak görmediklerini, bunun beklentilerle ilgili bir konu olduğunu kaydeden Bredenkamp, cari işlemler açığıyla ilgili sonuçların beklediklerinden daha iyi geldiğinin de altını çizdi. Kendilerinin asıl olarak reformlara baktıklarını kaydeden Bredenkamp, hükümeti genel makro hedeflerin tutturulması, maliye alanında ulaşılması gereken hedefler konusunda gerekli bilinci taşıdığını kaydetti. Bredenkamp, "Destekler ve teşviklerle ilgili adımlar atılsa da, bu hedeflerle ilgili bilinçli yaklaşıyorlar ve bu hedeflerin yakalanması gerektiğinin farkındalar. Bu yaklaşım olduğu sürece bizim için hiç bir sorun olmaz" dedi. Hükümete politika oluşturma sürecinde mikro düzeyde müdahil olmayı uygunsuz bulduklarını kaydeden Bredenkamp, "Tabii ki şunu da söylemek gerekir ki, mikro düzeydeki detaylar birbirine eklenmemeli ve bunlar makro düzeydeki hedeflerde bir rahatsızlık yaratmamalı" dedi.
Yazının Devamını Oku 