25 Ocak 2005
<B>ÖYLE</B> kararlar vardır ki; uygulamaya konduğu zaman önemi tam olarak kavranamaz. Ancak daha sonra, belki yıllar geçtikten sonra, o kararların aslında önemli felsefe değişikliklerini içerdiği, bir devir değiştirdiği ortaya çıkar. Tabi ki sadece o kararlar değildir devirleri değiştiren, genellikle bir dizi kararlardır ama başlangıç kararları simge haline gelir.
İşte, dün 25. yılını dolduran 24 Ocak kararlarının bize düşündürdükleri bunlar.
Gerçekten de 24 Ocak kararları bir devrin bitimi, yeni bir devrin başlangıcını yapan kararlardı. Ardından tabi ki bir dizi karar geldi. Ancak 24 Ocak kararları Türkiye ekonomisinde yaşanan hatta kronik hale gelen tıkanmayı aşmak için alınan, ekonominin ithal ikamesinden dışa dönük büyümeye yönünü çevirdiği kararlardı.
Tabi ki dışa açılma tek başına 24 Ocak kararları ile olamazdı. Bunun ardından, başta 32 sayılı kararla sermaye hareketlerinin serbest bırakılması olmak üzere, bir dizi karar daha geldi.
Bu kararlar zamanında alındı mı, tüm kararlar alınırken ekonomik gerekçeler mi vardı, yoksa değişik yollarla büyümeyi sağlamak için popülist kaygılarla alınanları var mıydı, bütün bunlar tartışma konusu. Elbette bu süreç içerisinde bir çok hata yapıldı, yanlış kararlar da verildi ama 24 Ocak kararlarıyla çevrilen yön, hep aynı kaldı.
Turgut Özal’ın mimarlığını yaptığı 24 Ocak kararları böylece bir devrin başlangıcı oldu. Bu kararlar ve dışa açılma ile birlikte Türk insanının kendine güveni geldi, uluslar arası rekabetten korkmaz oldu ve hep tekrarladığımız, ‘özel sektörün gücü ve dinamizmi’ 24 Ocak kararlarıyla başlayan bir süreç içerisinde kazanıldı.
Ekonomik altyapıyı değiştirdiğiniz, hele hele bu kadar süratle değiştirdiğinizde, bir süre sonra kültürel yapı başta olmak üzere bir çok yan etkisi olabiliyor. İşte 24 Ocak kararları aynı zamanda kültürel değişimin de başlangıcı oldu. Ki; bu değişim genellikle ‘bozulma’ olarak nitelendirildi. Tabi ki artan rekabet, köyden kente göçler ve güçlenen varoşlar, bunların yarattığı eklektik kültür yapıları, bu imajın oluşmasında en etkili unsurlardı.
YAVAŞLARSA HALK ÖDER
Özal’ın koltuk kaygısına girip yeniden popülizme dönüşüyle birlikte, 24 Ocak kararlarıyla başlayan süreç de, onun yarattığı kültürel kaos da, iyice işin içinden çıkılmaz hal aldı. Yani 24 Ocak kararları bir süre ısrarla uygulandıktan sonra savsaklandı, seçimler ve politikacıların kişisel kaygılarıyla duraklamalara neden oldu. Biliyoruz ki Özal Cumhurbaşkanı olduktan sonra bütün bu olanlara tepeden bakıp, ‘ikinci değişim programı’ hazırlama gereğini duydu. Ancak bunu bitirmeye ve uygulamaya ömrü yetmedi.
Daha sonra sorunlar birikti, çarpıklığın en önemli sonucu olan enflasyonla mücadeleden vazgeçildi ‘günü kurtarma politikaları’ hakim oldu.
Bu süreç de 2000'e kadar sürdü. Koalisyon hükümeti olmasına, koalisyonu oluşturan partilerin değişik görüşlerine rağmen, 2000 yılında uygulamaya giren ekonomik program, bir anlamda ‘ikinci değişim programı’ idi. Çünkü bu programla artık sadece zamlarla gelir yaratıp ekonomiyi bir süre düze çıkarmanın ötesinde, enflasyonu düşürecek sıkı ve sürekli mali politikalar ve bu iyileşmeyi sürekli kılacak ‘yapısal tedbirler’ öngörülüyordu.
Bu ekonomik program aynı zamanda politikacıların günlük politik kararlardan elini çekmesini getirecek, kayırmayı önleyecek, yani ‘siyaset etme biçimi’ni de değiştirecekti. Ancak, bürokratik ve siyasi elitler, mevcut statükoyu koruyup yetkilerini bırakmak istemiyor. Şu anda da bunun sıkıntıları yaşanıyor.
24 Ocak kararlarının 25. yılında gelinen nokta bizce şöyle:
Bu süreç küreselleşmenin ve AB hedefinin ivmesiyle hızlanarak devam edecek. Bu süreçte sağ ya da sol iktidarların gidişe dur deme imkanları yok. Apo’yu affeden MHP’ye, kurbanı ve ezanı tüm kesimlerin kabul edebileceği çağdaş boyutlara getirecek AKP eklenmek zorunda.
İktidarlar bu gidişi durduramaz ancak siyasi kaygılarla yavaşlatabilir. Unutulmaması gereken şey; süreci yavaşlatmanın maliyeti var ve bu maliyet geniş halk kitlelerince ödenir.
Yazının Devamını Oku 
24 Ocak 2005
<B>TEORİK</B> olarak<B> ‘mahalli idareler reformu</B>’na, yapılması gereken, demokrasinin gereği sayılan bir reform olarak bakıyoruz. Ancak Türkiye’deki mahalli idarelerin, bu reforma ne kadar hazırlıklı olduğu konusunda, başından beri ciddi endişelerimiz var. Kurban bayramındaki görüntülerin, bu endişelerimizi daha da artırdığını söylemeliyiz.
Belediyeler hala, maalesef ‘popülizmin batağı’ içinde yaşıyorlar. Yani belediye başkanlarının çoğu, merkezi otorite tarafından konulan kuralları, rahatlıkla ‘halkımız böyle istemiyor’ diye uygulamayabiliyorlar. Bunun örneklerini daha önce de görmüştük ama kurban kesiminde yaşananlar, belediyelerin kuralları bilerek uygulamadıklarının çok somut bir kanıtı oldu.
Mahalli idareler reformu ile merkezi otoritede bulunan bir çok kararın yetkisi belediyelere, il özel idarelerine geçecek. Belediyelerin vergiden trafik hizmetlerine kadar bir çok hizmete kendi başlarına karar verip uygulamaları gerekecek. Düşünsenize; kurban kesimi konusunda şimdi mevcut kanunlara, çeşitli bakanlıklar tarafından çıkarılan yönetmeliklere uyma gereği bile duymayan belediyeler, bir de kurban konusunda kendi başlarına karar vermeye başlarlarsa, ne olur? Herhalde bazı belediye başkanları çıkıp, ‘Benim halkım, kurbanlık hayvanın yol ortasında önce ayaklarından kesilip, yere yatırılarak kesilmesine bir şey demiyor, size ne, ben böyle uyguluyorum’ diyecektir.
Bu vahşete göz yuman belediye başkanlarının çoğunun, uygulamaların kanunlara ve yönetmeliklere aykırı olduğunu, hatta yapılanın vahşet olduğunu bildiğini tahmin ediyoruz. Ancak bunu yapanlar, oy isteyecekleri vatandaşlar olduğu için, belediye yönetimleri buna göz yumuyorlar. İşte bunun adı, kelimenin tam kullanım anlamıyla ‘populizm’dir.
Halkın sadece gerici yönlerini kaşıyarak, statükoyu koruyarak oy alma yolunu seçen idarelerin başarılı olması, daha doğrusu yönettikleri toplumu ileri götürmeleri ise mümkün değildir. Şu anda Türkiye’nin yaşadığı ekonomik, siyasi, uluslar arası sıkıntıların büyük bölümünün, bu anlayıştan, yanlış yönetimden kaynaklandığını artık herkes görüyordur.
Dolayısıyla mahalli idareler reformu yapılırken, daha doğrusu merkezi otoriteden mahalli idarelere yetki devri yapılırken, kurban bayramındaki görüntüleri de hatırlayıp, tekrar tekrar düşünmek zorundayız.
DENETİM YAPACAK YAPI YOK
Mahalli idarelere verilecek yetkinin kullanımını merkezi otorite denetleyecek ama bir düşünün, mevcut yapıyla böyle bir denetimin yapılması mümkün mü? İçişleri Bakanlığı’na bağlı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü ile bu denetim yapılabilir mi?
Uzun zamandır kaygılandığımız bir başka konu da mahalli idarelere yetki devri yapılırken, merkezi otoritenin denetim eksikliğinin yanında, ‘kamuoyuna adına denetim’ yapması gereken medyanın da bu denetimi yerine getirebilecek yapıya sahip olmaması. Ulusal medya, iyi ya da kötü, ‘kamuoyu adına denetim’ görevini, bir biçimde yerine getiriyor. Ancak trilyonların verileceği belediyelerin bu paraları nasıl harcayacağını denetleyecek, buna gözkulak olacak bir yerel medya yapısı bulunmuyor. Yerel medyanın çoğunluğunun, hangi güçlerin etkisinde, güdümünde olduğunu herkes biliyor. Bırakın menfaatleri, teknik anlamda böyle bir denetimi yapma imkanı bulunmadığını da, yine herkes görüyor.
Kısacası; hala büyük bölümü popülizm batağı içinde olan belediyelere yetki devri yapılırken, bu idarelere trilyonları aktarırken, bir kez daha düşünülmeli. ‘Yapılmaması lazım’demiyoruz ama bazı bakanların kurban görüntüleri için ‘abartmayın, bu bir süreç, zamanla olacak’ sözlerini, o zaman mahalli idareler reformu yaparken de dikkate almak gerekiyor.
Bütün bunları yaparken, Başbakanın kuralları kanunları uygulamayan belediyelere arka çıkan bir izlenim veren ‘kurban olaylarını medya abarttı’ sözü de, bizce doğru olmadı. Başbakan belki, radikal tabanından gelen tepkileri, kamuoyuna aktarırken biraz yumuşattı ama yine de yanlış. Kanunların uygulamasından ‘dini, kültürel kaygılar’ gerekçesiyle vazgeçilemez.
Yazının Devamını Oku 
20 Ocak 2005
<B>ELEKTRİKTE</B> piyasa oluşumunun ilk önemli adımı olan dağıtımın özelleştirilmesinde, <B>"sakat doğum"</B> tehlikesi belirdi. Geçen yıl Yüksek Planlama Kurulu (YPK), tarafından karara bağlanan "Elektrik Enerjisi Sektörü Reformu ve Strateji Belgesi"ne göre mart ayında başlaması gereken dağıtımı özelleştirilmesi için yapılan son hazırlık toplantılarında Enerji Bakanlığı ve Özelleştirme İdaresi'nin dağıtımda "sözde özelleştirme" ile işi geçiştirme eğilimine girdikleri ortaya çıktı.
İdare'nin hazırladığı taslak plana göre; dağıtımda mülkiyet devri yerine "işletme hakkı devri" düşünülüyor. İdare, belirlenen 20 bölge için kendi bünyesinde şirket kurup, işletme haklarıyla ilgili bu şirketlere devir yapıp, bu işletme haklarını özelleştirmeyi öngeren plan hazırlamış.
Dolayısıyla yine kamunun her işin içinde olacağı, kararlara karışacağı, çok başlılık yaratan, devlet garantileri ve dolayısıyla ulusal ve uluslararası tahkimlerin devreye gireceği, yani hukuksal karmaşanın yaşanacağı bir sistem düşünülüyor. Böyle olunca da bu devirlerden kamunun istediği gerili, faydayı elde etmesi yine mümkün olamayacak.
Bununda ötesinde daha önceki işletme devirlerinde ortaya çıkan ve bir türlü çözülemeyen devasa sorunlar olduğu da biliniyor.
Özelleştirme İdaresi'nin neden böylesine karmaşık, gerçek anlamda rekabete dayalı bir piyasa oluşumunu engelleyecek bu sistemi öngördüğü anlaşılamazken, amacın "mevcut kamu kuruluşlarını etkinliğinin korunması" olabileceği tahmin ediliyor.
İdare ve bakanlığın bu planı hayata geçirmesi halinde "Enerji sektöründe reform" da bir anlamda suya düşmüş olacak. Çünkü enerji sektörü için Türkiye'nin çok daha önce verdiği gerçek bir "özelleştirme sözü" var ve AB'ye uyumun da gereği olan gerçek özelleştirme ve piyasanın rekabete dayalı oluşumu için mülkiyet devrinin şart olduğu gözleniyor.
Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) ise piyasının oluşumu için kesinlikle mülkiyet devrini yapılmasından yana. EPDK, özellikle doğalgazda yaşanan ve çok iyi sonuç alınan Bursa ve Eskişehir şehiriçi dağıtım ihalelerinin örnek alınmasını istiyor ve buna bağlı olarak; mülkiyet devrinin yapılmasından yana.
EPDK 11 Ocak'ta Özelleştirme İdaresi'ne gönderdiği "Elektrik Dağıtım Varlıklarının Özelleştirilmesine İlişkin Yöntem Üzerine" görüşlerinde de bunu açıkça belirtiyor. EPDK'nın yazısında "4628 Sayılı Kanun'un amaçlarına uygun bir özelleştirmenin gerçekleştirilmesini teminen, Bursa ve ve Eskişehir şehiriçi doğalgaz dağıtım ihalelerinde olduğu gibi, tesislerin mülkiyetinin devrini içeren bir özelleştirme yönteminin uygulanmasının yerinde olacağını" kaydediyor.
EPDK'nın "İlke kararı" alınmasını istediği görüşleri arasında "Özelleştirmeye konu hususun, dağıtım faaliyeti olduğu, perakende satış faaliyetinin verilecek tekliflerin temel parametresi olamayacağı" ile "Özelleştirme ihalesini kazanan tüzel kişinin faaliyetlerini, 4628 Sayılı Kanun ve ilgili mevzuatı çerçevesinde diğer kamu kurum ve veya kuruluşlarından bağımsız olarak yürütmesine imkan tanıyacak bir özelleştirme yönteminin uygulanmasının şart olduğu" kaydediliyor.
Yazıda ilke kararları alınması gereken unsurlar şöyle sıralanıyor:
Birim dağıtım bedelinin kurum tarafından belirleneceği,
Kurulca belirlenen kayıp kaçak hedeflerinin uygulamaya esas olacağı,
Elektrik enerjisi ve hizmet kalitesine ilişkin standartlara ihale şartları içinde yer verilmesinin gerektiği,
Özelleştirilecek şirketin özelleştirme öncesi kayıtlarındaki bağlantı ve güvence bedellerinin dikkate alınmasının uygun olacağı.
Enerji piyasasının oluşumu için "İşletme hakkı devri" gerçekten bir sakat doğum tehlikesi oluşturuyor. Belliki kafalar hálá devletçiliğe çalışıyor. Yani piyasa ekonomisine karşı...
Yazının Devamını Oku 
20 Ocak 2005
ELEKTRİKTE piyasa oluşumunun ilk önemli adımı olan dağıtımın özelleştirilmesinde, "sakat doğum" tehlikesi belirdi.Geçen yıl Yüksek Planlama Kurulu (YPK), tarafından karara bağlanan "Elektrik Enerjisi Sektörü Reformu ve Strateji Belgesi"ne göre mart ayında başlaması gereken dağıtımı özelleştirilmesi için yapılan son hazırlık toplantılarında Enerji Bakanlığı ve Özelleştirme İdaresi'nin dağıtımda "sözde özelleştirme" ile işi geçiştirme eğilimine girdikleri ortaya çıktı.İdare'nin hazırladığı taslak plana göre; dağıtımda mülkiyet devri yerine "işletme hakkı devri" düşünülüyor. İdare, belirlenen 20 bölge için kendi bünyesinde şirket kurup, işletme haklarıyla ilgili bu şirketlere devir yapıp, bu işletme haklarını özelleştirmeyi öngeren plan hazırlamış.Dolayısıyla yine kamunun her işin içinde olacağı, kararlara karışacağı, çok başlılık yaratan, devlet garantileri ve dolayısıyla ulusal ve uluslararası tahkimlerin devreye gireceği, yani hukuksal karmaşanın yaşanacağı bir sistem düşünülüyor. Böyle olunca da bu devirlerden kamunun istediği gerili, faydayı elde etmesi yine mümkün olamayacak.Bununda ötesinde daha önceki işletme devirlerinde ortaya çıkan ve bir türlü çözülemeyen devasa sorunlar olduğu da biliniyor.Özelleştirme İdaresi'nin neden böylesine karmaşık, gerçek anlamda rekabete dayalı bir piyasa oluşumunu engelleyecek bu sistemi öngördüğü anlaşılamazken, amacın "mevcut kamu kuruluşlarını etkinliğinin korunması" olabileceği tahmin ediliyor.İdare ve bakanlığın bu planı hayata geçirmesi halinde "Enerji sektöründe reform" da bir anlamda suya düşmüş olacak. Çünkü enerji sektörü için Türkiye'nin çok daha önce verdiği gerçek bir "özelleştirme sözü" var ve AB'ye uyumun da gereği olan gerçek özelleştirme ve piyasanın rekabete dayalı oluşumu için mülkiyet devrinin şart olduğu gözleniyor.Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) ise piyasının oluşumu için kesinlikle mülkiyet devrini yapılmasından yana. EPDK, özellikle doğalgazda yaşanan ve çok iyi sonuç alınan Bursa ve Eskişehir şehiriçi dağıtım ihalelerinin örnek alınmasını istiyor ve buna bağlı olarak; mülkiyet devrinin yapılmasından yana.EPDK 11 Ocak'ta Özelleştirme İdaresi'ne gönderdiği "Elektrik Dağıtım Varlıklarının Özelleştirilmesine İlişkin Yöntem Üzerine" görüşlerinde de bunu açıkça belirtiyor. EPDK'nın yazısında "4628 Sayılı Kanun'un amaçlarına uygun bir özelleştirmenin gerçekleştirilmesini teminen, Bursa ve ve Eskişehir şehiriçi doğalgaz dağıtım ihalelerinde olduğu gibi, tesislerin mülkiyetinin devrini içeren bir özelleştirme yönteminin uygulanmasının yerinde olacağını" kaydediyor.EPDK'nın "İlke kararı" alınmasını istediği görüşleri arasında "Özelleştirmeye konu hususun, dağıtım faaliyeti olduğu, perakende satış faaliyetinin verilecek tekliflerin temel parametresi olamayacağı" ile "Özelleştirme ihalesini kazanan tüzel kişinin faaliyetlerini, 4628 Sayılı Kanun ve ilgili mevzuatı çerçevesinde diğer kamu kurum ve veya kuruluşlarından bağımsız olarak yürütmesine imkan tanıyacak bir özelleştirme yönteminin uygulanmasının şart olduğu" kaydediliyor.Yazıda ilke kararları alınması gereken unsurlar şöyle sıralanıyor:Birim dağıtım bedelinin kurum tarafından belirleneceği,Kurulca belirlenen kayıp kaçak hedeflerinin uygulamaya esas olacağı,Elektrik enerjisi ve hizmet kalitesine ilişkin standartlara ihale şartları içinde yer verilmesinin gerektiği,Özelleştirilecek şirketin özelleştirme öncesi kayıtlarındaki bağlantı ve güvence bedellerinin dikkate alınmasının uygun olacağı.Enerji piyasasının oluşumu için "İşletme hakkı devri" gerçekten bir sakat doğum tehlikesi oluşturuyor. Belliki kafalar hálá devletçiliğe çalışıyor. Yani piyasa ekonomisine karşı...
button
Yazının Devamını Oku 
18 Ocak 2005
<B>2000 </B>yılı başından beri ekonomide kritik gösterge Faiz Dışı Fazla (FDF) oldu. FDF hálá önemini korurken son yıllarda bir de <B>‘mali disiplinin kalitesi’</B> konuşulmaya başladı. Bunun anlamı şu ki; sadece vergileri artırıp FDF’yi tutturarak mali disiplin sağlanması yetmez, mali disiplinin nasıl sağlandığı da önemlidir. Şimdiye kadar FDF hep tutturuldu ama örneğin 2004 yılında bu oranın tutturulmasındaki en önemli etkenin ‘ekonominin beklenenden fazla büyümesi’ ve dolaylı vergilerdeki yüksek artış olduğunu herkes biliyor. KİT’lerin, belediyelerin FDF oranlarının tutmadığını da...
2005 yılında da, yine yüksek büyülemeye ayarlı bir FDF hesabı yapılmış durumda. Ekonomistler bu yıl büyümenin beklenenin altına inebileceğini söylüyorlar. Bu takdirde vergi gelirinin beklenenin altında kalması, bu takdirde vergi oranlarının artırılması kimse için sürpriz olmamalı.
Dün de sözünü ettiğimiz gibi; Hükümet son dönemde bütçe dışına taşarak harcamaları artırma eğiliminde. Yani FDF hesabı tutuyor ama bütçe dışında, sonradan ödenecek faturalar da şişiyor.
Bunun kısa dönemli etkisi ise bütçeyi bozmasa da, borçlanmayı artırması oluyor. İşte ekonomi yönetiminde 2004 yılında dış borçlanmaya ağırlık verilmesinin bir sebebi de bu. 2005’de de aynı eğilim seziliyor. Yani ekonomi yönetimi harcamaları kısmadan, dışına çıkarıp bütçeyi tutturuyor ama borçlanma miktarı yüksek kalmaya devam ediyor. Yüksek borçlanma gereği nedeniyle içerde faizleri istediği kadar düşüremeyeceğini gördüğü için de dışborçlanmaya ağırlık veriyor.
O zaman hem dışarıdan döviz getirerek., ekonomi ve enflasyonla mücadelenin motoru haline gelen ‘değerlenmiş TL’yi devam ettiriyor, hem de içeri yerine dışarıdan borçlanarak faizleri düşürebiliyor.
İLİŞKİLER NEDEN DEĞİŞTİ?
Peki dışborçlanmanın hiç mi sakıncası yok?
Elbette var. Herşeyden önce dış kaynak hibe değil borçlanma yani ileride ödeyeceğiz..
Bunun da ötesinde dışborçlanma arttıkca siyasi olarak dışa bağımlılığınız da artıyor demektir.
Yani; eğer Kerkük’e kürtlerin yığılıp petrol kaynaklarını kürtlerin ele geçirmesini ABD istiyorsa, bu kadar borçlanma ile buna fazla ses çıkaramaz hale gelirsiniz. Yani dışarıya bağımlılığınız artar, zaten dar olan siyasi manevra alanınız daha da daralır.
İşte bu nedenle, son dönemde ‘IMF’in siyasi nedenlerle programdan sapmalara ses çıkarmadığı’ konuşulmaya başladı...
Gerçekten bu bütçe dışına kaymalara, ileride sorun çıkaracak ‘halı altına süpürmeler’in yeniden artmasını IMF görmüyor mu, yoksa görüyor da ses mi çıkarmıyor?
Bizce görmemezlikten gelmesinin birkaç nedeni olabilir. Birisi gerçekten siyasi nedenler olabilir. Diğer bir neden ‘başarı öyküsü’nü bozmak istemiyor olabilirler. Bir başka neden ‘Maliye Bakanı nasıl olsa sapmalar olduğunda birşeyler yapıyor göstergeleri tutturuyor’ diye oluşan güvenin devam etmesi olabilir. Bir başka neden de ‘artık mikro alanlarda serbest bırakalım da yapısallara ağırlık verelim’ düşüncesi olabilir.
Bizce bütün bu nedenler bile, IMF’nin bu kadar rahat davranmasını haklı göstermiyor. Geçen gün Devlet Bakanı Ali Babacan, ‘IMF’le ilişkileri geçen dönem gibi değerlendirmeyin’ demişti. Bizce gerçekten bu değişiklik nedir, bunun ortaya çıkması gerekiyor? Yani şimdiki teknisyenler eskilerden daha mı becerikli, yoksa daha mı çok vatansever. Yoksa siyasi olarak Babacan ve IMF yönetiminin bildiği ‘başka şeyler’ var da biz mi bilmiyoruz?
Bütün bunlar spekülasyon. Bizce asıl korkulması gereken şey; IMF’in daha önce de bazen yaptığı gibi; Hükümeti idare ediyor gözüküp, el altından ‘kötü birşeyler oluyor gibi’ diye ortalığı panikletmesi olabilir. Bu döviz borcuyla, bu ihtimalin doğuracağı tehlike, daha da büyük olur.
Yazının Devamını Oku 
17 Ocak 2005
<B>AB </B>derken, Rusya derken, ekonomide birçok önemli kararı gözden kaçırıyoruz...Her şeyden önce IMF’le boşlukta kalmamız ve bu boşluğun, Hükümetin yasalar konusundaki ağır tutumu nedeniyle, daha da uzayacak olması, açıkcası, biraz mide bulandırıyor. Bu arada çiftçilerin TEDAŞ’a olan elektrik borçlarının erteleneceği haberi geldi. Enerji Bakanlığı ile konuştuğumuzda faiziyle birlikte 750-800 trilyon lira civarında bir borca af getirileceğini öğrendik. Bunun yanısıra belediyelerin sokak aydınlatmaları ve ibadethaneler yani camilerin elektrik borçlarına da af getirileceğini öğreniyoruz.
Tarım kesimine verilen destek bununla da bitmiyor. Bugünkü Referans’ta detaylarını okuyacağınız Levent Çağlar’ın haberine göre, yarın Başbakan tarım kesimine dönük, maliyeti en az 2 katrilyon lira tutacak bir destek paketi açıklayacak. Bunun bir kısmının bütçe içinde yer aldığını biliyoruz ama bir kısmının ‘dolanarak’ yapılacağı da kesin.
Bu arada belediyelerin tahkim işlemi yürüyor. Hazine’nin tahkime karşı çıktığı, 10 katrilyon lira civarındaki bir borcun tahkime tabi tutulmasının planlandığını biliyoruz. Son duyduklarımıza göre ise bu borçlar 20-30 yıl süreyle ertelenecekmiş. Yani bu erteleme ile finansman durumu rahatlayacak olan belediyeler - ki bunlar büyük ihtimalle Ankara, İstanbul gibi Büyükşehir belediyeleri olacak- böylece yeniden borçlanma imkanı kazanacaklar. Belki de yaptıkları borçlanmalara yeniden Hazine garantisi alma imkanı kazanacaklar.
Yani borçlu belediyelerin sorunları erteleniyor, bir anlamda halı altına süpürülüyor.
Bunlar zaten kaygı veren kararlar, uygulamalar iken, TBMM’de memurlara 1 derece veren yasa tasarısının arkasına eklenen, bu tür, çok sayıda tehlikeli madde olduğunu gördük. ‘Torba yasa’ haline getirilmiş bu yasa tasarısında, çok sayıda ‘pimi çekilmiş bomba’ görüyoruz. Herşeyden önce bir madde ile KİT borçlanmalarına yeniden Hazine garantisinin yolunun açıldığını görüyoruz. Madde ile ‘Mali yükümlülük altına giren fonlar lehine garanti verme’ imkanı, kamu kurum ve kuruluşlarını da içine alacak biçimde genişletiliyor. Yani KİT’lere garanti yolu açılıp, ileride yine Hazinenin ödeyeceği yüklü borçlar oluşturuluyor.
PİSLİKLER HALI ALTINA
Bunun dışında çok sayıda madde ile, bir anlamda ‘KİT’lere de tahkim’ yolu açılmış oluyor. En çok borçlu KİT’lerden Tekel, Demiryolları, Toprak Mahsülleri Ofisi (TMO) ve Şeker Şirketi’nin birikmiş borçları ve bunlara Hazine’nin görev zararı borçları tahkim ediliyor. Bunların bütçeye yük oluşturmadığı gibi bir görünüm var ama örneğin Demiryolları’nın SSK ve Emekli Sandığı’na olan borçları siliniyor. Yani sosyal güvenlik açığı artırılıyor, dolayısıyla Hazine’nin yükü artırılıyor.
Bu kararlarda en tehlikeli olan unsur ise, bütün bunların bütçe dışında yapılıyor olması. Yani ödenek yazılmadan, hesapları bütçe içinde gözükmeden, bu işlemler yapılıyor.
Bu ne demek biliyor musunuz? Aynı 2000 programından önce bütçe dışında biriken yük gibi.. Hani krizden sonra artık her şeyi sistem içine aldık, tabloyu tam görmüştük ya, şimdi yapılan işte o kriz öncesi yapılanlar gibi...Yani yeniden bütçe dışı kamu yükleri oluşturuluyor. Bunun da bütçe limitlerine girmesi, faiz dışı fazla içine girmesi, şimdilik önlenmiş görünüyor. Tabi ki daha önce de olduğu gibi, bunların bedeli sonradan ödenmek zorunda...
Bütün bu kararlarla borçlanma kanunu, Hazine’nin garanti limitleri ‘etraftan dolaşılarak’ deliniyor. Kamu mali yönetim yasasının niye bu yıl çalıştırılmadığı da ortaya çıkıyor.
Peki bunun sonucu ne olur derseniz; ilk sonucu borçlanmada olur. Bunlar bütçede gözükmeyecek ama Hazine bütün bunlar için de borçlanacak. O zaman faiz düşer mi?
2000 programı ve sonrasında borçlanma ve garanti limitleri, daha sonra faturası çıkacak borçlanmaları önlemek, ona göre harcamaları kısmak için tedbirler getirmişti: Şimdi geri gidiliyor. Yani hükümet gördüğümüz kadarıyla popülizme geri dönüyor, harcamaları artırıyor.
Peki IMF ne yapıyor derseniz; gördüğümüz kadarıyla bunları yutuyor, uyuyor...
Sanki IMF programı değil de, bir seçim programının kararlarını görmeye başladık.
Yazının Devamını Oku 
15 Ocak 2005
<B>TOBB</B> Başkanı <B>Rifat Hisarcıklıoğlu</B>, Rusya gezisinin son gününde yaptığı değerlendirme toplantısında çok yerinde tespitlerde bulundu. Rusya’daki gelişmeleri, Türkiye Rusya ilişkilerini özetleyen Hisarcıklıoğlu, Rusya’da yapılanlarla da ilişkilendirip, Türkiye’de yapılması gerekenleri sıraladı.
Yaptığı en önemli tespitlerden biri, ‘artık kayıtdışı ile mücadelenin zamanının geldiği’ idi. Bu çıkış, 3.5 yıldır çağdaş bir çizgiye oturan TOBB yönetiminden beklediğimiz çıkıştı. Bundan sonra da TOBB’un da içinde olduğu sivil toplum kuruluşları kayıtdışı üzerinde daha önemli durmaları lazım ki; hem iş aleminin imajı düzeltilebilsin hem de Hükümet üzerinde bu mücadele için daha yoğun bir baskı oluşabilsin...
Hisarcıklıoğlu, TOBB tabanında kayıtdışının yoğun olduğunu biliyor ama yine de bunun üzerine gidilmesi gerektiğini savunuyor. ‘Hepimiz kayıtdışında, hepimiz defoluyuz’ diyen Hisarcıklıoğlu, örneğin konut alıp satan herkesin, en azından rayici düşük gösterip, kayıtdışı işlem yaptığının altını çiziyor.
Ve hemen ekliyor: ‘Ancak hesap verebilen insan, hesap sorabilir.’
Herkesin hesap verebilir duruma gelmesi gerektiğini, bunun için hukuk reformunun şart olduğunu kaydeden Hisarcıklıoğlu, kayıtdışını önlemenin en önemli yollarından birinin de vergi oranlarının düşürülmesi olduğunu kaydediyor.
‘Yüzde 50 kayıtdışı ile hiçbir strateji çizilemez, plan yapılamaz’ diyen Hisarcıklıoğlu, ‘Bizde halk hakkını aramasın diye kayıt dışılık adeta teşvik edilmiş’ yorumunu yapıyor.
Yani, Türkiye’nin çağdaş bir ülke olabilmesi için bu kayıtdışı oranlarıyla gitmenin mümkün olmadığını kaydediyor. Hisarcıklıoğlu, bu anlamda ‘kavgalarının sistemle olduğunu’ da söylüyor. Hisarcıklıoğlu, kendi tabanına rağmen bu sözleri söylüyor, çünkü biliyor ki; artık sıra kayıt dışı ile mücadeleye geldi ve bu yapı daha uzun süre gidemez.
İŞSİZLİĞİ AZALTMAK
İÇİN ŞART
Hisarcıklıoğlu, Rusya’dan örneklerle bunun gerekliliğini de açıkladı. Özellikle Rusya’daki kayıtdışı ile mücadelede önemli yollar katedildiğini, 4 yılda kayıtdışı ekonominin boyutunun yüzde 50’den 35’e geriletildiğini kaydeden Hisarcıklıoğlu, aynı süre içerisinde yüzde 40 olan işsizlik oranının da yüzde 8’e indiğinin altını çiziyor.
Yani Türkiye’nin en büyük sorunu işsizlik ise, sırf bu konuda adım atılması için bile kayıtdışı ile mücadele gerekiyor. Çünkü çok açık biçimde ortada ki; kayıt dışının yoğun olduğu, yolsuzluğun olduğu ülkelere yabancı sermaye doğrudan yatırım için gelmiyor. Türk işadamları da Rusya’da mafyanın belinin kırılmaya başladığını, bu nedenle artık yatırım için Rusya’ya daha rahat gitmeye başladıklarını söylüyorlar.
Türkiye’de, bile bile yabancıların ‘haksız rekabete girmeyeceklerini’, ‘haksız rekabeti göre göre milyonlarca dolarlık yatırım yapmayacaklarını’ artık herkesin görmesi gerekiyor.
İşte Hisarcıklıoğlu da bu nedenle, hem yabancı hem de yerli yatırımcıların önünün açılması, yatırım yapılabilmesi için kayıt dışı ekonomiyle mücadele üzerinde duruyor.
Öyle sanıyoruz ki; TOBB çağdaş çizgisinin devamı olarak, önümüzdeki dönemde kayıtdışı ile mücadelede, hukuk reformunun gerekliliği üzerinde daha fazla duracaktır.
Bu arada Hisarcıklıoğlu’nun değerlendirmesinde en önemli saptamalardan biri de uzun zamandır unutulan ‘yapısal reform gerekliliği’ oldu. 65 milyonluk Türkiye’de 81 milyon kişinin sosyal güvenlik şemsiyesi altında olduğunu hatırlatan Hisarcıklıoğlu, sosyal güvenlik reformunun ne kadar gerektiğini tek başına bu rakamın bile açıkca ortaya koyduğunu söyledi.
TOBB Başkanı ‘Hükümet gerekeni yapsın, gerisine karışmasın’ diyor..
Rusya’daki Türk işadamlarını,yaptıkları işleri gördüğümüzde, biz de aynı duyguya kapıldık...
Yazının Devamını Oku 
11 Ocak 2005
<B>SON </B>günlerde <B>‘Hazine’nin Müsteşarlığı’nın kapatılıp yeniden Maliye Bakanlığı’na bağlanması’</B> tartışılıyor. Kamu yönetim reformu kapsamında, ekonominin tek elde toplanması planı çerçevesinde Hazine’nin kapatılması konuşulurken, modelin aksayan yönleri, eğer kurulacaksa yeni modelin nasıl kurulması gerektiği gibi ana konulardan ise hiç sözedilmiyor.
Hazine bürokrasisi bu tartışmalardan, doğal olarak rahatsız. Hazine bürokratları, daha önce ‘Hazineci’ bilincini oluşturmak için örnek aldıkları bazı isimlerin, eski yöneticilerinin bile ‘Hazine’nin Maliye Bakanlığı’na yeniden bağlanmasını’ savunmalarını ise hayretle izliyor.
Evvelden beri, Maliye müfettişleri, Hazine Müsteşarlığı yönetimi kendi inisiyatiflerinden çıktığı zaman, ‘Hazine’nin yeniden Maliye Bakanlığı’na bağlanmasını’ tartışmaya açtı. Peki şimdi ne oldu da tartışma yeniden açıldı?
Bunun için çok senaryo konuşuluyor. En akla yakın senaryolardan biri; Gelir İdaresi Başkanlığı’nın kurulmasına dayanıyor. Kulislere göre; Maliye Bakanlığı’na hakim olan Hesap Uzmanları, birara Maliye Teftiş Kurulu'nun tümüyle tasfiyesi üzerinde durdu. Bu plan son dönemde soğumaya alındı. Hesap uzmanlarının hakim olduğu Vergi Konseyi kanalıyla bu önerinin yeniden hortladığı söylenirken, ’Hesap Uzmanları'nın tasfiyesine muvaffak olamadıkları Teftiş Kurulu'nu vergi işi dışına çıkarmak için böyle öneride bulundukları’ söyleniyor. Maliye Teftiş Kurulu da Hazine’nin Maliye Bakanlığı’na bağlanmasıyla, bakanlıkta yeniden etkin olmayı planlıyormuş.
Yani gelir işiyle harcama işini, Teftişciler ve Hesap Uzmanları paylaşıp, sulh olacaklarmış.
Tabi ki bu bir senaryo, ama yoğun olarak konuşuluyor. Hazine uzmanları ise Maliye Teftiş Kurulu'ndan, kurumdan yetişenlerin yönetime gelmeleriyle kurtulmayı hayal ederken AKP ile birlikte DPT’cilerin yönetimlerine girmişlerdi. Şimdi ise tümüyle kapanma tehlikesiyle karşı karşıyalar.
Hazine uzmanları şimdi şu soruyu soruyor: ‘Bu kapatma acaba ekonomik programı içine sindiremeyenlerin aldığı bir rövanş mı?"
Bu soruyu sormakta haklılar, çünkü uygulanan ekonomik program Hazine’nin başı çekmesiyle dizayn edilen, uygulanan bir programdı. Özellikle Hikmet Uluğbay’ın bakan olmasıyla birlikte Hazine güç kazanmış, 2000'de uygulamaya giren tarihin en kapsamlı ekonomik programı, o dönemde dizayn edilmişti. Diğer kamu kurumlarının hem kafa hem teknik olarak reformlara hazırlıklı olmamaları ve Hazine’nin iyi yetişmiş teknisyen kadrosu nedeniyle, yapılacak diğer alanlara ilişkin reformların dizaynı da ister istemez Hazine bünyesinde veya liderliğinde hazırlanmış ve uygulamaya konmuştu. Bu çerçevede IMF ve Dünya Bankası gibi ekonomi yönetiminde etkinliği artan yabancı kurumların muhatabı da Hazine'ydi. Dolayısıyla 2000’den beri gözönünde olan, etkinliği nedeniyle diğer bürokratik kurumlardan tepki çeken Hazine’ye karşı tüm kılıçlar hazırlanmıştı, şimdi çekiliyor.
Turgut Özal, dışa açılma ve piyasa ekonomisini yürütebilmek için Hazine’yi Maliye’den ayırmıştı. Çünkü devletçi anlayıştan sıyrılması gerekiyordu. Şimdi de aynı gereklilik ortada. Hazine’nin bu amaç için yetiştirilmiş, yurtdışında masterlı, doktoralı elemanı çok fazla. Bunların Maliye gibi klasik bürokrasi içinde verimli olmaları mümkün değil.
Hazine için siyasiden genel hedef alıp, performansın ölçüleceği ‘Bağımsız Borç İdaresi’ gibi çağdaş oluşum yerine, geriye gidişi savunmak mantıksız.
Evet... Uygulanan program, ülkenin ekonomik ve siyasi haritasını değiştirecek, çağdaş kılacak, AB’ye hazırlayacak bir programdı. Bu program ve eklentileri Hazine önderliğinde hazırlandı. Yenisi de öyle... Kim ne derse desin, bu program başarıdır ve gelinen olumlu noktayı siyasilerden çok, bu kararları hazırlayan, gece gündüz çalışan teknisyenlere borçluyuz.
Hazine’nin kapatılması IMF ve Dünya Bankası’nın da cezalandırılması demektir.
Bunları söyleyip, kurumu savunamayan bir yönetim ise ‘sözde yönetim’dir...
Yazının Devamını Oku 