Erdal Sağlam

Anayasa’ya ekonomik maddeler şart oldu

13 Aralık 2007
SİVİL toplum kuruluşlarının oluşturduğu Anayasa Platformu, ilk sınavından alnının akıyla çıktı. Geçen hafta sonunda 250 kişinin katılımıyla başlatılan ortak akıl süreci ilk meyvesini verdi. Dün açıklanan ortak ilkeler metni ne kadar olumlu bir sürece girildiğinin göstergesiydi. Umarız AKP de inadından vazgeçip, başlayan bu sürecin tamamlanmasını, tüm tarafların ortak aklıyla üretilmiş bir anayasayı beklemeyi tercih eder.

Dün açıklanan ilkeler metni AKP’nin seveceği ve kızacağı maddeleri içerdiği gibi, başka Anayasa hazırlayanların da aynı tepkilerine uğrayabilir. Yani doğru yoldalar...

Anayasa Platformu ilkeler metni bence artık özgürlükçü bir anayasa yapma gereğini açıkca ortaya koyarken, ortak uzlaşma metni niteliği gereği, Anayasa’da çatışma alanlarının da mümkün olduğunca izole edilmesi çabasını, yani zorunlu bir orta yolu gösteriyor.

Daha düşük dozda da olsa, dar bölge seçim sisteminin tartışılması gereğini ortaya koyması, Cumhurbaşkanlığının yetkileri azaltılırken, yargının bağımsızlığının güçlendirilmesi ve bununla birlikte çift meclisli bir yasama organı önermesi, bizce çatışmaları giderebilecek, devlette dengeyi yeniden kurabilecek önemli maddeler.

Bence en önemli yeniliklerden biri de, ekonomik maddelerin anayasa girmesinin istenmesi. Artık küresel ekonomiden mümkün olduğunca büyük pay alıp, bunu refah ve özgürlük olarak halkına iletmek isteyen ülke yöneticilerinin, anayasa gibi temel metinlere ekonomik maddelerin konulmasına razı olmaları gerekiyor.

Bu kapsamda BDDK, EPDK gibi bağımsız kurumların anayasa güvencesine kavuşturulup, özerkliklerinin temel metne girmesi çok önemli. Bununla birlikte bence bu kurumlara üye seçiminin de objektif ve mesleki kriterlere bağlanması, seçimin her türlü politik kaygıdan uzaklaştırılması gerekiyor. "Ekonomik Sosyal Konsey"in anayasal bir kurum haline getirilmesi, kamu kaynağı kullanılan bütçelerin hesap sorulabilirlik esasına dayandırılarak, şeffaf ve denetime açık olması gibi ilkelerin bu metne girmiş olması, çok olumlu adımlar.

REHAVET OLDUĞU KESİN

Önceki gün TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, büyümedeki yavaşlama konusunda çok önemli ve yerinde bir saptamada bulundu. 2002’den bu yana ortalama yüzde 7 hızla büyüme kaydedildiğini, bu performansın 2001 krizi sonrasında başlatılan makro ekonomik reformlar sayesinde gerçekleştirildiğini belirten Hisarcıklıoğlu, şunları söylemiş:

"Büyüme hızındaki çarpıcı yavaşlama, ne uluslararası gelişmelerle ne de olağan dışı olumsuz iklimin etkisiyle, ne de tarımda yaşanan küçülmeyle izah edilebilir. Zira bunların dışındaki sanayi, yatırım, mal ve hizmet ihracatı gibi temel alanların hepsindeki büyüme oranlarında ciddi gerilemeler görülmektedir. Bizce bunun temel nedeni, reform sürecinin devamında anlaşılması güç bir şekilde içine girdiğimiz rehavet ve atalettir."

Buna karşılık, daha geçen hafta "yerinde çıkışlar yaptığı"nı söylediğimiz Devlet Bakanı Mehmet Şimşek ise herhalde politikacı olmaya karar vermiş olacak ki, rehavet olmadığını, bir arz şoku ile karşı karşıya olduğumuz için büyümede yavaşlama olduğunu söylemiş.

Bizce Bakan Şimşek, dönüp bürokratlarına da sormalı. Bürokratların ne kadar hedefsiz, motivasyonsuz kaldığını, ekonominin biraz daha gündeme getirilmemesi halinde sonuçların ne kadar kötü olacağını düşündüklerini, mali disiplindeki gevşemenin giderilemediğini, küresel kriz halinde başımıza gelebileceklerini ve korkularını bürokratlarına sormalı.

Hisarcıklıoğlu’na aynen katılıyorum; büyümedeki yavaşlama hedefsizlikten, rehavetten, ekonominin gündeme gelmemesinden, yüzde 46.5 oyun yarattığı ataletten kaynaklanıyor.

Bu rehavet, istikrarın kaybolmasına neden olabilecek kadar güçlü ve tehlikeli bir rehavet.
Yazının Devamını Oku

Büyüme rakamı reformları işaret ediyor

12 Aralık 2007
2007 yılı üçüncü çeyrek büyüme rakamları piyasada büyük hayal kırıklığı yarattı. Üçüncü çeyrekte büyüme, gayrisafi milli hasıla (GSMH) bazında yüzde 2.0, gayrisafi yurt içi hasıla (GSYİH) bazında ise yüzde 1.5 oranında gerçekleşti. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) önceki gün bu rakamları açıklamadan önce piyasalardaki beklentilerin ortalaması, yüzde 4.3 idi. Dolayısıyla büyüme gerçekleşmesi beklentilerin yarısına bile ulaşamayınca, şok yaşandı.

Şimdi bu rakamlar üzerine çok şey söylenecek. Hatta büyüme oranlarındaki düşüşün sorumlusu olarak Merkez Bankası’nı gösterilip, hızlı faiz indirmediği için ağır dille suçlayanlar bile çıkacak.

Ancak bizim gördüğümüz gerçek şu ki; düşük büyüme rakamları reformlardaki gecikmeyi işaret ediyor. Yani ekonominin geleceğine ilişkin beklentileri yaratacak gerekli reformların hayata geçirilmesinde hükümet geç kaldığı için, beklentiler giderek kötümserleşiyor. Zaten küresel ekonomiden gelecek yeni, büyük dalgalar beklenirken, ekonomi yönetiminin istikrarı sürdürecek yeni reformları devreye sokması, bu kırılganlığı azaltacak, yerli ve yabancı yatırımcıların bu ortamda bile Türkiye’ye yönelmelerini beraberinde getirecekti. Ancak hükümet tüm uyarılara rağmen gündemine bir türlü ekonomiyi almadı.

İşte piyasalarda bu nedenle bir hedefsizlik, bir belirsizlik havası hakim olmaya başladı. Geçmiş yıllarda sağlanan büyümelerin altında yatan neden enflasyonla mücadelenin getirdiği ekonomik istikrar ortamıydı. Son dönemde enflasyonla mücadele de gevşemiş gözüküyor.

İşte önceki gün de sözünü ettiğimiz "büyüme mi, enflasyonla mücadele mi" ikileminin önümüze gelmesi, son açıklanan büyüme rakamlarından sonra, daha da çabuklaşabilir.

Veriler büyümedeki yavaşlamanın dış ticaret açığındaki artış ile özel sektör yatırımları ve tarım üretimindeki yavaşlamadan kaynaklandığını gösteriyor. Bu da enflasyon açısından daha olumsuz bir görünüme işaret ediyor. Yani bu tabloyu doğru okumayıp büyümeye yüklenelim demek, orta vadeli enflasyon görünümünün de bozulmasına yol açabilir.

Hiç umut olmayan ekonomilere ise artık yerli-yabancı kimse yatırım yapmaz, büyüme ölür.

TÜKETİM ARTIYOR, YATIRIM DÜŞÜYOR

Büyümedeki yavaşlamanın reformlardaki gecikmeden kaynaklandığının, belirsizliğin giderilememesinin bu ortamı etkilediğinin en önemli kanıtlarından biri, tüketim harcamalarının üçüncü çeyrekte hız kazanmasına rağmen, yatırım harcamalarında görülen düşüş.

Bu arada dördüncü çeyrekte her ne kadar büyüme biraz toparlansa bile, yıl sonu itibariyle yüzde 5’lik hedefin altında kalınacağı da hemen hemen kesinleşmiş görünüyor. Ne olursa olsun bu yıl yüzde 5’in altında bir büyüme beklemeyen bankacıların da, önceki günkü verilerden sonra yıl sonu tahminlerini revize edip, önemli ölçüde düşürdükleri gözlendi. Tahminler artık yüzde 4-4,5 arasında gidip geliyor.

Üçüncü çeyrek büyüme rakamlarının ardından, eğer detayları belli olmasaydı, çok rahatlıkla Merkez Bankası üzerinde "Bak işte görüyorsun faiz oranlarını önemli ölçüde indir de yeniden büyümeye başlayalım" baskısı konabilirdi. Ancak üçüncü çeyrekte tüketim harcamalarının artmaya başladığının ortaya çıkması, bu konudaki baskıları azaltacaktır diye umuyoruz.

Buradan yola çıkarak 13 Aralık’ta yapılacak Para Politikası Kurul Toplantısından çeyrek puanlık indirim kararı çıkması ihtimali bizce daha da arttı. Çünkü yarım puanlık indirim bu tüketim rakamlarına bakılarak verilmemesi gereken bir karar haline gelirken, hiç indirim yapılmamasının ise beklentileri daha da bozacağı söyleniyor.

Üçüncü çeyrek rakamlarından sonra piyasada 2007 yılı büyüme tahminleri revize edildiği gibi, 2008 tahminleri de revize edilmeye başladı. Bu bile tek başına, gelecek yıl makro büyümenin süreceğini bekleyen özel sektör karar alıcıları açısından moral bozucu olacak.

Unutmayalım ki; AKP Hükümeti tüm hesaplarını yüksek büyüme üzerine kurdu ve bunu sağlamak için elinden geleni yapacaktır. İşte bu büyüme iştahı, üzerine bir de hesapsız "büyüyelim talepleri" eklenirse, önümüzdeki dönemin en önemli tehditini oluşturur...
Yazının Devamını Oku

Enflasyon mu, büyüme mi tartışmaları kaçınılmaz

11 Aralık 2007
BU başlığı görüp, sadece ABD’de ya da Avrupa’da yaşanacak bir tartışmadan söz ettiğimi sanmayın. Çünkü asıl kastettiğim; Batı’daki bu tartışmaların ardından, bizim de içeride bu tartışmaya, bu ikileme yoğun biçimde girecek olmamız. ABD’de önümüzdeki yıl seçimler var ve Başkan Bush yaşanan krizin etkilerini azaltmak için önlemler açıklıyor. Ancak ne olursa olsun büyü bozuldu ve büyük zarar rakamları ortaya çıktı. ABD yönetimi, Avrupa ülkeleri, yaşanan sıkıntının etkisini azaltmak için piyasaya likidite basmayı tercih ettiler. Fazla likiditenin yaratacağı etkiler ise belli ve kaçınılmaz.

Yani doğan bu faturanın, bugün ya da yarın, birilerine kesilmesi gerekecek. Ya birilerinin varlığı azalacak, ya da halka çıkacak. Faturanın halka kesilmesinin göstergesi ise büyüme yerine enflasyona izin vermek olacak. Yani halkın satın alma gücü düşürülecek.

İşte bizde yaşanacağını tahmin ettiğimiz büyüme mi, enflasyon mu tartışmasının çıkışını da dışarıdaki bu gelişmeler tetikleyecek. Bazıları, "gelişmiş ülkeler zordayken, bizim gibi gelişmekte olan ülkeler bu işten kárlı çıkar, etkilenmeyiz, üstüne üstlük kárlı çıkarız" diyor.

Böyle bir şey imkansız. Nasıl Batı’daki gelişme nedeniyle biz de yıllardır büyüyorsak, oradaki sıkıntının aynen bize yansıması da kaçınılmaz. Küresel ekonomi zaten bu demek....

En azından Batı’da oluşmuş enflasyonu ithal etmemiz kaçınılmaz...

Ama dışarıdaki bu etkinin içeriye katlamalı olarak yansıması söz konusu. Yani sadece Batı’dan ithal ettiğimiz enflasyon kadar değil, çok daha fazla enflasyon etkisi yaşarız ve içeride politikacıların enflasyon mu, büyüme mi tercihine itilmesi kaçınılmaz olur.

AKP BÜYÜMEYİ SEÇİNCE...

Çünkü zaten enflasyonumuz bütün bunlar olmadan da, kafasını yeniden kaldırmış durumda. Son beklenti anketi hem enflasyonda hem cari açıkta, beklentilerin son dönemde ne kadar bozulduğunu açıkça ortaya koydu. Biz zaten yüzde 8’in altına inemezken, dışarıdan gelecek etkinin, enflasyonu yeniden çift haneli rakamlara çıkarması kaçınılmaz olur.

Ben bu ikilemin önümüzdeki yıl ortasında iyice dayatmasını bekliyorum.

Peki, AKP hükümeti bu ikilemde kaldığında ne yapar derseniz; hiç kuşkunuz olmasın; elbette büyümeyi seçecektir. Anayasa tartışmaları, Kürt meselesinin sancılı çözümü, ardından yerel seçimler derken, AKP hükümetinin enflasyonla mücadeleden vazgeçmeyip, büyümeden fedakarlık edeceğini beklemek, bence biraz saflık olacaktır...

Peki enflasyonla mücadele gevşetilirse ne olur?

İşte politikacıların anlamadığı noktalardan biri, hep budur. Büyümeyi sağlayınca işin tümüyle çözüleceğini zannederler. Halbuki son yıllarda, küresel ekonominin de dopingiyle, istikrarı sağlayan, dolayısıyla bu kadar uzun süre büyümeyi getiren asıl unsurun, "enflasyonla mücadeleden taviz verilmemesinin yarattığı istikrar" olduğunu düşünmezler.

Zaten cari açıklarınız yüksek, yani en ufak bir çalkantıda başınıza bela olacak bir riskiniz mevcut. Yanı sıra bütün dengelerinizi düşük kur üzerine, döviz girişi üzerine kurmuşsunuz. Yani kurların yukarı çıkması sadece ithal enflasyona neden olmaz, ayrıca bütün dengeler değişeceği için, istikrarı sürdürmeyi de engelleyebilir.

KAÇINILMAZ GÖZÜKÜYOR

AKP hükümetinin seçim zaferinin ardında yüksek büyümenin yattığının farkında olduğunu biliyoruz. Bu nedenle büyüme tercihi, bence kaçınılmaz gözüküyor.

Önemli olan o ikileme gelmemek ama bence bunu önlemenin vakti geçti. IMF ve AB çapalarının güçlü olduğu bir dönem olsaydı, belki alınacak erken önlemlerle bu ikileme düşmekten kurtulabilirdik. Ama, piyasalar her ne kadar "çok azaldı ama hálá vakit var" deseler de, bence önlemlerde çok geç kaldık. Üstüne üstlük henüz kalıcı bir önlem için hazırlık çalışmaları bile yapılmış değil. Yani daha da uzayacağı, iyice geç kalınacağı açık.

AKP’li bürokratlar da, bir hedef bulunmadığını, hazırlıklarda geç kalındığını söylüyorlar. Sonuçta; seçimlerde AKP’ye ciro edilir mi bilmem ama, belli ki fatura yine halka çıkacak.
Yazının Devamını Oku

Bakan Şimşek ve ekonomik gerçekler

8 Aralık 2007
DEVLET Bakanı Mehmet Şimşek Hükümet içinde, hatta ekonomi yönetimi içinde değişik bir rol üstlenmiş durumda. Bir Bakan için alışık olmadığımız kadar politik kaygıları öne çıkarmadan, teknisyen kimliğini öne çıkararak konuşmalar yapıyor. Ekonomik gerçekleri dile getiriyor. Mehmet Şimşek, Bakan olma aşamasında kendisiyle görüştüğümüzde, teknisyen kimliğini korumasını dilemiş ve "koruyacağı" yanıtını almıştık. Bu gerçekleri özellikle Başbakan Tayyip Erdoğan’a söylemesi gerekeceğini hatırlattığımızda ise "Kendisinin gerçekleri dile getirmek için siyasete atıldığını" söylemişti.

Her şeyden önce bu sözünü yerine getirdiği için kendisini kutluyorum. Bu tavrının özellikle iktisatçılar arasında övgüyle söz edildiğini söylememiz gerekiyor.

Şimşek’in karar alma mekanizmaları içinde ne kadar etkili olduğunu bilemiyoruz ama şurası bir gerçek ki; Bakan Şimşek karar alma aşamasında çok etkili olabilseydi mali disiplinin korunması için çok daha önceden önlemler alınabilir, IMF heyetinin gelişi bu kadar gecikmez, örneğin Sosyal Güvenlik reformu gibi yapısal tedbirler çok daha radikal biçimde hazırlanıp çok daha erken hayata geçirilmeye çalışılırdı.

Bilindiği gibi Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, 2007 yılına ilişkin faiz dışı fazla (FDF) hedefinin tutmayacağını, yüzde 4’lerde çıkacağını resmi ağızlardan ilk duyduğumuz kişi oldu. Bu rakam elbette sonuçta açıklanacaktı ama şeffaflık gereği, piyasaların önüne görmesinin önemi açısından, bunun biran önce söylenmesi gerekiyordu ve Bakan Şimşek bunu yaptı.

Daha sonra SSK primlerindeki 5 puanlık indirim konusunda Mehmet Şimşek’i diğer bakanlarla çatışır bir görünümde izledik. Şimşek’in başka bakanlarla çatışmak için bunu yapmadığını çok iyi biliyoruz, hatta bu çatışma havasından kaçtığını da biliyoruz ama ortada bir gerçek vardı ve Bakan Şimşek bunu söyledi. Şimşek, 5 puanlık indirimin 2008’de yapılamayacağını, dengelerin bunu kaldıramayacağını açıkladı. Başta Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan olmak üzere bazı bakanlar ise, Başbakan’ın söz verdiğini hatırlatıp, 2008’de indirimin olacağı konusunda ısrar ettiler. Sonuçta gerçekler ortaya çıktı ve durumu kurtarmak için, "2008’de gündeme gelecek, 2009’de inecek" gibi bir formül ortaya atıldı.

KÜRESEL ETKİYE HAZIRLIKLI OLMAK

Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’e kalsaydı, gerekli önlemler şimdiye kadar hayata geçirilip, 2008’de küresel ekonomiden gelecek dalgalara çok daha hazırlıklı olabilirdik. Şimşek, sadece önlemlere değil, küresel ekonomideki krizin ciddi olduğuna da dikkat çekti. Londra’da bir konuşmasında global kredi krizinin daha kötüye gidebileceğinin farkında olduğunu açıkladı. Asıl hareketin 2008’de geleceğini bildiğini, hazırlıklı olmak gerektiğini açık açık söyledi.

Şimşek’in çarpıcı çıkışlarından biri de enflasyon konusundaydı. Diğer bakanlar açık ya da örtülü, Merkez Bankası üzerinde "faiz indirim baskısı" kurmaya çalışırken, Mehmet Şimşek çıkıp, "Enflasyon ciddi şekilde hedeften uzaklaştı" diyebildi. Bu açıklama bizce, faiz indirim baskılarına karşı da verilmiş bir yanıt, Merkez Bankası yönetimine de destek anlamındaydı. Şimşek’in ağzından faiz ya da kurlara ilişkin, Merkez Bankası yönetimine müdahale olabilecek tek bir cümle çıkmadığına dikkat çekelim. Bu tavır bizce daha önceki Hazine’den sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’ın zamanında yaptığı müdahaleler için de bir yanıttı...

Şimşek son olarak Sosyal Güvenlik Reformu’yla ilgili konuştu ve yine gerçekleri söyledi. Şimşek’in ücretler konusunda söylediklerinin "Bakan bizde maaşlar yüksek demiş" türü, çarpıtılmış bir söyleme indirgenmesi elbette çok yanlış. Şimşek, Türkiye’de ortalama ücretin kişi başına düşen milli gelirle kıyaslanmasıyla OECD’de ortaya çıkan sıralamaya bakıldığında Türkiye’nin üst sıralarda olduğunu söylüyor. İmkanlar açısından bunun iyi olduğunu söylüyor ama ardından "Biz zaten ücret ile rekabet etmek istemiyoruz Biz verimlik yüksek katma değerle rekabet etmek istiyoruz. Yüksek katma değerli, yüksek teknolojili, bilgi yoğun ürünlere geçmek istiyoruz" diyor.

Haksız mı, koyduğu bu hedef yanlış mı?
Yazının Devamını Oku

Anayasa için tüm kesimler Ankara’da toplanıyor

6 Aralık 2007
YENİ Anayasa çalışmaları için, toplumun her kesiminden temsilciler, bu hafta sonunda Ankara’da toplanacak. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği(TOBB), Türk Saniycileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) başta olmak üzere işçi, işveren örgütleri, geniş bir yelpazede sivil toplum örgütleri, anayasa sürecine katılma kararı aldılar. AKP’nin hazırlattığı yeni Anayasa taslağı bilindiği gibi büyük tepki çekmiş, bunun üzerine sivil toplum örgütleri işin içine katılma ihtiyacı duymuşlar, TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun, 7 örgütün toplantısından sonra yaptığı açıklama insanları biraz rahatlatmıştı.

İşte bu inisiyatif somut toplantılarını bu haftasonu başlatıyor. "Söz sizde" sloganıyla yola çıkan yeni Anayasa platformunun sekreteryasını yürüten Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) Direktörü Prof. Güven Sak, dün Ankara’da bir grup gazeteciye, girişim hakkında bilgi verdi. "Yeni bir anayasa yazmayacağız" diye özellikle vurgulayan Sak’ın anlattıklarına göre bu Anayasa platformu, önce "Anayasa’da yeralması gereken ilkeler konusunda bir platform oluşturma" işlevini yürütecek. Yani insanları bir araya getirip, tartışmalarını yeni bir anayasada nelerin yer alması nelerin yer almaması gerektiği konusunda fikir alışverişi yapmalarını amaçladıklarını söylüyor.

Aslında böyle bir yöntem bizce "gerçek sivil Anayasa"nın da başlangıcını oluşturabilir.

İşte bu amaçla ilk toplantı büyük kalabalıklarla cumartesi ve pazar günleri Ankara’da yapılacak. Sak’ın verdiği bilgiye göre sanatçılar, sporcular, akademisyenler, meslek kuruluşları yani toplumun her kesiminin bu toplantıya katılması isteniyor. Devletten kimse olmayacak ve gelen kişiler belki belirli örgütlerden çağırılacaklar ama kişisel görüşlerini ortaya koymaları, anayasadan ne beklediklerini anlatmaları, ortak noktaları bulmaları istenecek. Sak, bu çalışmaların sonunda sadece "Anayasa’da yer alması için üzerinde mutabakata varılan ilkeler" değil, mutabakata varılamayan ama sözü edilen ilkelerin de bir metin halinde yayımlanacağını söylüyor. Yani belirli bir ortak akıl oluşturulması söz konusu.

EKONOMİ İÇİN ÖNEMİ

Bu ilk toplantıdan sonra ise daha çok teknik çalışmalara geçilecek. Her şeyden önce hukuk adamlarıyla toplanılıp, bir çok çalışma birden yürütülecek. İlk toplantı sonucunda önümüzdeki pazartesi günü ilkeler metni ortaya çıkacak. Ardından, çok sayıda çalışma birlikte yürüyecek. Örneğin iktisatçılardan bir grup, diğer ülke örneklerini de göz önüne alarak, Türkiye gerçeğine göre anayasada yeralması gereken iktisadi ilkeleri belirlemeye çalışacaklar. Aynı şekilde bir başka teknik kurul, idari örgütlenme konusunda anayasada yeralması gereken ilkeler konusunda çalışacak.

Anayasa platformunu oluşturan ve katılımı her geçen gün artan sivil toplum kuruluşlarının başkanları, bu toplantıda yer almayacaklar. Sak’ın verdiği bilgiye göre başkanlar, cumartesi sabah toplantı öncesi yapılacak kokteyle katılıp, ardından toplantılara girmeden ayrılacaklar. Amacın; bazı kurumların istediklerinin ilkeler metnine girmesi değil, sadece platform oluşturmak olduğunu kaydeden Sak, ancak bu şekilde mümkün olduğunca geniş katılımın sağlanabileceğini, böyle bir girişimin de ilk olacağını söylüyor.

Peki, AKP Hükümeti... 15 Aralık’ta kendi anayasa metnini açıklayacaklarını söyleyen Başbakan Tayyip Erdoğan bu girişime ne diyecek?

Bizce çok hoşuna gitmeyecek ama bu fırsatı kullanmasının kendi yararına olduğunu düşünüyoruz. Aslında Sak’ın dediği gibi tüm kesimler bu platformu kullanmalı, yeni bir toplumsal çatışma olmadan işi götürmenin bir yolu olarak görmeli. Aksi takdirde türban üzerine kurulu, AKP’nin dayatması bir yeni Anayasa ile karşı karşıya kalıp tartışacağız.

Ekonomi açısından bu girişimin önemi çift taraflı... Birincisi artık Anayasaya belirli ekonomik ilkelerin konulması şart ve bu bir fırsat sayılmalı. İkincisi Anayasa çatışma ortamıyla gündeme gelirse, zaten kritik 2008 yılı iyice içinden çıkılmaz bir hal alabilir. Bu nederle mümkün olduğunca kavgasız gürültüsüz bir tartışma ortamının sağlanması hayati önem taşıyor.
Yazının Devamını Oku

Tek kişilik anonim şirket AB’yle uyumun gereği

4 Aralık 2007
TÜRK Ticaret Yasa Tasarısı, ekonomiyle ilgili herkesin dört gözle yolunu beklediği, ticareti günün şartlarına uygun mevzuata kavuşturacak, çağdaş bir tasarı oldu.  "Tasarının babası" olarak bilinen Prof. Dr Ünal Tekinalp’le görüştüğümüzde, daha yeni Adalet Bakanlığı ile görüştüğünü, bütçenin görüşülmesinin hemen ardından tasarının TBMM genel kurulu gündemine geleceğini söyledi.

Tekinalp ile özellikle tasarının tepki çeken "tek kişilik anonim şirket" kavramı üzerinde durduk. Yeni tasarının tek ortaklı anonim şirket ya da limited şirket kurulmasına imkan verdiğini, bu yeniliğin eleştiri kaynağı olduğunu hatırlattığımızda, Tekinalp, Avrupa’da tek kişi şirketinin çok yaygın olduğunu, son yıllarda bu tür şirketlerde patlama olduğunu, çünkü tek kişi şirketinin ekonomiye somut katkılarının ortaya çıkmaya başladığını söyledi.

Özellikle küçük ve orta ölçekli işletmeler, yani KOBİ’ler, için bu uygulamanın yararlarının görüldüğünü kaydeden Tekinalp, AB hukukunda şirketlere ilişkin 1989 tarihli 12 sayılı yönergenin, üye ülkelerin ulusal hukuklarında tek ortaklı limited şirket veya "sorumluluğu sınırlı gerçek tacir"i düzenlemeleri zorunluluğu getirdiğini, isteyen üye ülkenin ise tek pay sahipli anonim şirkete izin verebildiğini söyledi.

1989’dan beri Almanya, Avusturya,İsveç, İtalya, İspanya gibi ülkelerde birçok tek ortaklı sınırlı sorumlu şirket kurulduğunu hatırlatan Ünal Tekinalp, Avrupa Konseyinin KOBİ’lerin teşviki ve korunması için özel bir aksiyon programı kabul ettiğini, burada amacın "üretimin ve hizmet sunumunun bireysel girişim tabanını kuvvetlendirmek ve şeffaflaştırmak" olarak belirtildiğini kaydetti. Böyle bir şeffaflığın bireysel girişimci piyasasını, giderek de tüm piyasayı şeffaflaştıracağını kaydeden Tekinalp, KOBİ’lerin ve bireysel girişimcilerin tüm Avrupa’da etkin bir şekilde teşvik edilmesi için çeşitli önlemler alındığını hatırlattı.

Prof. Dr. Ünal Tekinalp özet olarak bu madde ile "bireysel girişimcilerin borçlarının tahsili için gereğinde işletmesi dışında malına mülküne başvurulmamasının garanti altına alınmış olacağını", dolayısıyla çağdaş bir yaklaşım getirildiğini söyledi.

DENETİMİN DENETİMİ

"Öyle bazı şirketler vardır ki; bunların tek ortağı olması adeta zorunludur" diyen Tekinalp, bu konuda birkaç örnek de verdi. Bir teknik üniversitenin veya bilim enstitüsünün bir yazılım veya veri bankası şirketi kurmak istediğinde veya piyasaya bilimsel bir araştırma, proje yapmak istediğinde tek ortağının kendisi olduğu bir şirket kurması gerektiğini kaydeden Tekinalp, Avrupa’da bunun yaygın olduğunu, aynı yöntemin bir vakıf, dernek veya kooperatif için de geçerli olduğunu ifade etti.

Tasarının getirdiği yeniliklerden biri de anonim şirketi veya limited şirketleri denetleyen bir denetçi getirilmesi, denetçileri de denetleyen bir kamusal denetim organizasyonu kurulması.

Bu denetimin ABD’de ve Avrupa’da Enron skandalından sonra yaygınlık kazandığını, tasarı ile bu yapının Türkiye’ye geleceğini kaydeden Tekinalp, bu sistemin uluslararası çevrelerde "üst gözetim-denetim" anlamına gelen "oversight" terimiyle anıldığını söyledi.

Tasarıya göre denetçinin yerinden ve internetten denetlenebileceğini şirket denetçisinin bir şirketi denetlerken kullandığı tüm belgelerin, bilgilerin üst denetçi tarafından görülebileceğini hatırlatan Tekinalp, böylece denetçilerin hiçbir şey yapmayıp, birkaç saat içinde denetimi alelacele bitirmesinin önüne geçileceğini, bunun denetimin ciddiyetini artıracağını kaydetti.

Merkezi kamusal üst gözetim kurumu oluşturularak, ileride tüm denetimin büyük AB’li şirketlerin eline geçmesinin de engelleneceğini kaydeden Tekinalp’ın, hala çağdaş bir ticaret yasası konusunda heyecanını koruduğunu görmek, açıkcası bizi mutlu ediyor.
Yazının Devamını Oku

DİSK’in şirket yaşatma çabası

3 Aralık 2007
DEVRİMCİ İşçi Sendikaları (DİSK) Başkanı Süleyman Çelebi, her imkan bulduğumuzda, küresel ekonomideki gelişmeler, Türkiye gerçeği, AB hedefleri, çağdaş sendikacılık gibi konularda sohbet ettiğim, ender sendikacılardan biri. Gerçekten de sınıfsal bakışını koruyan ama köhne, dar, eski sol sendikacılık sınırlarını aşmış, sendikacılığın yanısıra çağdaş sosyal demokrasi adına da önemli çabalar gösteren bir aydın olarak tanıyorum kendisini.

Geçen hafta Cuma günü, üzerinde çalıştığı bir konu üzerinde, neler yaptığını uzun uzun konuştuk. Benim şirket kurtarmalara, ayrıcalıklı ve siyasi kaygılarla yapılmış ayrıcalıklara sert tepki gösterdiğimi bildiği için, bana anlatmak istediğini söyledi. Aynı konu üzerinde daha önce tartıştığım, öğrencilik yıllarından arkadaşım, nevi şahsına münhasır kimliğiyle özel bir önemi olan Adana Sanayi Odası Başkanı Ümit Özgümüş de, benimle konuşmasını rica etmiş.

Konu aslında eski bir konu. Sabah’ta Muharrem Sarıkaya geçen gün yazdı; DİSK Başkanı Süleyman Çelebi, Adana’daki Mensa Tekstil Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Ulutaş ile birlikte şirketin kurtarılması için geçen hafta TBMM’de bakanlarla görüşmeler yapmış.

Çelebi, Mensa Fabrikasının üretime devam etmesi için, epey süredir çok yönlü çalışmalar yaptığını kabul ediyor ve bunun bir şirket kurtarma olmadığını, "şirketin yaşaması için kolaylık sağlanması" olduğunu söylüyor.

EN ÖNEMLİ TESİSLERDEN BİRİ

Kendisini tanıdığımı hatırlatarak, "ben kesinlikle devletin parasının birilerine peşkeş çekilmesine, halkın vergilerinin ayrıcalıklı kesimlere harcanmasına karşıyım" diyen Süleyman Çelebi, bu şirketin Adana’nın en önemli tesislerinden biri olduğunu, kolaylık sağlanması halinde rantabl çalışmasının, istihdam yaratmasının kesin olduğunu söylüyor. Doğal olarak Mensa’da çalışan işçiler sendikalı ve DİSK’e bağlılar. Geçmişte bu fabrikanın iki kez sıkıntıya girdiğini, sendikalı bir işyeri olduğu için, rekabet ettiği sendikasız hatta sigortasız işçi çalıştıran tesislere göre maliyetlerinin doğal olarak yüksek olduğunu belirten Çelebi, "Bunun işyeri sahibi için cezalandırıcı unsur olmaması gerekiyor" diyor. Şu anda bu fabrikada 400 kişi çalıştığını, yeniden yüzdürülmeye başladığında, hem bu işçilerin uzun zamandır bekletilen alacaklarını tahsil edeceklerini hem de kısa dönemde işçi sayısının 700-800’e çıkacağını kaydeden Çelebi, kendini toparlayıp tam kapasite ile çalışmaya başladığında ise işçi sayısının 1500 civarında olacağını söylüyor. Çelebi, yapılan anlaşma gereği önce, çıkarılan işçilerin yeniden işe alınmaya başlanacağını da söylüyor.

BANKACILIK KURALLARI İYİ Kİ DEĞİŞMİŞ

İşçilerin daha önce kendisini de protesto ettiğini kaydeden Çelebi, "Adana, yanlış teşvik nedeniyle çevresindeki şehirlerle de haksız rekabet içinde" diyor. Fabrikanın borçlarının tümüyle Halk Bankası’na geçtiğini, diğer bankaların devreden çıkmasıyla zaten bir rahatlama olduğunu, SSK ve vergilerin affedilmeyip zamana yayılması ile yani taksitlendirilmesiyle olumlu aşamaya gelindiğini kaydeden Süleyman Çelebi, "kesinlikle bir ayrıcalığın, kıyağın söz konusu olmadığını, kıyak hissetse önce kendisinin karşı çıkacağını" tekrarlıyor.

Kendisine "Halk Bankası’nın özel bir işlemi olup olmadığını" da soruyorum. Kesinlikle ayrıcalıklı bir işlem yapılmadığını, bu süreç içerisinde, "Zzaten artık böyle bir kıyağın yapılmasının söz konusu olamayacağını"da gördüğünü kaydediyor.

Politikacıların bankalar üzerindeki etkisinin artık önemli olamadığını belirten Çelebi, "Çoğu kimse karşı çıktı ama iyi ki yeni bankacılık kuralları gelmiş, kıyak çekme imkanı hemen hemen hiç kalmamış" diyor. Genel müdürün bile tek başına inisiyatifinin bulunmadığını hatırlatan Çelebi, tek tek bütün yönetim kurulu üyelerinin ikna edilmesi gerektiğini, çünkü yönetim kurulu üyelerinin "bizim sorumluluğumuz" diyerek en küçük detay konusunda bile bilgi istediklerini,yani herkes ikna olmadan hiçbir işlemin yapılamadığını söylüyor. Bu nedenle de "kıyak, ayrıcalıklı işlem imkansız" noktasına geldiğini ifade ediyor..

Özet olarak DİSK Başkanı Süleyman Çelebi, klasik işveren düşmanlığı olmadan, "işyerlerinin yaşamasını işçiler için isteyen", çağdaş bir sendikacı olarak görevini yapmaya çalışıyor.
Yazının Devamını Oku

Elektrik piyasasında bizi bekleyen tehlikeler

1 Aralık 2007
YILLARDIR geciktirilen elektrikte serbest piyasa koşullarına geçiş, nihayet önümüzdeki yıl başlıyor. Piyasa koşullarına geçişte izlenecek yöntemi, genel olarak; elektrik üretiminin özelleştirilmesi, iletimin yine devlet elinde kalması, dağıtımın ise özel sektöre bırakılması biçiminde özetleyebiliriz. Hem devletin elindeki üretim şirketleri önümüzdeki yıldan başlayarak özel sektöre devredilmeye başlayacak, hem de uzun yıllardır bekletilen dağıtımın özelleştirilmesi hızlı bir biçimde gerçekleştirilecek. Bunun yanısıra kısa dönemde elektrik sıkıntısını da gidermek için, alternatifli üretim kaynakları devreye sokulmaya çalışılacak, bunun için devlet ve özel sektörün katılacağı, karmaşık modeller uygulamaya konacak.

Piyasa koşullarına geçişte elektrik toptan ticaret şirketleri de yer alacak ve yetki alan bu şirketler üretimden pazarlamaya elektriği pazarlayacaklar. Bir başka deyişle üretici ile tüketici arasındaki organizasyonu gerçekleştirip, üzerinden para kazanacaklar.

Elektrik piyasa koşullarına geçerken, ister istemez, yabancı sermaye önemli rol oynayacak. Yani Türkiye’de hala yeterli sermaye birikimi yok ve ister istemez bu özelleştirmelerde yabancı sermaye önemli pay alacak.

Açık söylemek gerekirse; Hükümetin yüksek cari açığın finansmanı açısından 2008’de en çok güvendiği finansman kalemi de enerji özelleştirmeleri olacak. Yani önümüzdeki birkaç yıl da elektrik ve doğalgaz özelleştirmelerinden gelecek para ile sıkıntısız geçirilmeye çalışılacak.

İşte hem Hükümetin hem yabancı sermayenin işine gelecek bir özelleştirme sürecine giriyoruz. Bu nedenle şimdiye kadar enerji ile ilgisi olan olmayan, Hükümete yakın ya da uzak, bütün girişimciler patır patır elektrik ve doğalgaz şirketleri kuruyorlar, bu enerji özelleştirme furyasına şimdiden hazırlık yapmak istiyorlar.

Enerji sadece Türkiye açısından değil tüm dünya açısından, tüm dünyadaki özel sektör şirketleri açısından, önümüzdeki 5-10 yılın gözde sektörü olacak. Bir yandan kıt enerji kaynaklarının paylaşımı üzerine, devlet-özel sektör girişimleriyle yeni dünya düzeni kurulurken, öte yandan da tüm dünyada enerjide piyasa ekonomisine geçiş yaşanıyor. Bu nedenle de enerji çok büyük bir fırsat alanı oluyor. Bunun da ötesinde AB kapsamında Türkiye enerji sektörü Avrupa ile entegre oluyor ve bu süreç fırsatları daha da büyütüyor.

AB’DE KARTEL OLUŞTU

Bu genel girişten sonra özel sektör için oluşan bu geniş fırsatlar sürecinin aynı zamanda halk yani tüketici açısından, aynı zamanda önemli riskler barındırdığını söylemek gerekir.

Her şeyden önce enerji temini, kár güdüsünün hakim olmasıyla birlikte önemli bir risk unsuru olarak önümüze çıkacak. Kár güdüsündeki artış, enerji fiyatlarının önemli ölçüde yükselmesine neden olabilir. Bu yeni ortam, hem enerji tüketimi yapan tüketiciler için, hem de yoğun enerji kullanım zorunluluğu nedeniyle başta reel sektör olmak üzere, enerji dışı tüm sanayi ve hizmetler sektörleri için, yani ekonomi açısından önemli bir risk oluşturacak.

Daha sonraki yazılarımızla detaylarına gireceğiz ama en önemli risklerden birinin özelleştirme ve Avrupa ile entegrasyonla birlikte fiyatlarda önemli oranlarda yükselme tehlikesi olduğunu söyleyelim. Bazı uzmanlar şu anda, gelecek zamların ardından 10-11 sent olması gereken elektrik fiyatlarının, AB ile tam entegrasyon ve yeterli kontrol olmadığı takdirde 18 sent’e kadar çıkma tehlikesine dikkat çekiyorlar. Çünkü şu anda Avrupa’da, bizdeki toptan ticaret şirketlerine denk gelen, 7-8 şirketin kartel kurarak, piyasayı gizli anlaşmalarla kontrol altına alıp, çok yüksek fiyat dikte ettikleri tartışılıyor, araştırılıyor.

2000 yılından bu yana, bu az sayıdaki şirketin yazdıkları kár 90 milyar Euro’yu bulmuş. Dolayısıyla sağlıklı rekabet ortamı oluşturulamamış ve fahiş aracılık kárları şu anda Avrupa’yı tehdit ediyor. İşte Türkiye’de elektrik özelleştirmesi başladığında, bu kartel oluşturduğu iddia edilen Avrupalı şirketler ya doğrudan ya da dolaylı biçimde Türkiye piyasasını da ellerine geçirmek için harekete geçecekler. Elbette bu durum elektrik pazarının serbest piyasa koşullarına geçmesine engel olmamalı. Ama dikkat etmek gerekiyor...
Yazının Devamını Oku