31 Mart 2009
BUGÜNLERDE seçim sonuçlarını analiz eden çok sayıda yazı okuyacaksınız. Siyasi olarak yapılacak analizlerin yanısıra bu sonuçların ekonomiden nasıl etkilendiği ve ekonomiyi nasıl etkileyeceği de önümüzdeki günlerde yoğun olarak tartışılacak. Daha çok AKP’ye yakın yorumcular tarafından, küresel ekonomik krizin AKP’nin oylarını olumsuz etkilediği söylenip, "Aslında siyasi olarak Başbakanın tavrının etkisi yok ama bizim olmayan krizin olumsuz etkisini ister istemez biz gördük" denilmeye çalışılıyor.
2001’de yaşanan krizin koalisyonun ortağı 3 partiyi birden sandığa gömdüğünü hatırlıyorum da, yaşanan krizin AKP Hükümeti’nin oylarını olumsuz etkilediğini söylemem mümkün olamıyor.
Elbette krizin etkisi olmuştur ama şahsi düşüncem; halkın, abartılan tek adamlığa tepkisinin, baskıcı tavıra karşı duruşunun, AKP’nin oylarının düşmesinde, ekonomik krizden çok daha önemli rol oynadığı yönünde.
Sanayisi güçlü olan illerde AKP’nin, belediye başkanlıklarını kaybetmese bile, önemli oy kayıplarına uğradığı bir gerçek. Ancak belediye başkanlığını değiştirme aşamasına bile gelmediğine göre, bence ancak "krizin etkilerinin sandığa daha yeni yansımaya başladığını" söyleyebiliriz.
Bu da, AKP’nin bundan sonraki işinin çok daha zor olduğunun bir kanıtı.
Şurası gerçek ki, yerel seçimler bu yılın sonbaharında yapılmış olsaydı, krizin etkilerini çok daha fazla görecek, dolayısıyla AKP’nin oylarının mevcut orandan çok daha aşağıda gerçekleştiğini görecektik.
AKP böyle bir analiz yapacak mı, buna göre davranacak mı bilemiyoruz.
AKP’nin görmesi gereken gerçeklerin başında, "küresel krizi yok saymanın faydadan çok zarar getirdiği" geliyor. Aynı konuda önlem almak yerine "bir şey olmaz" demenin, işsizlik gibi somut gerçekler için işalemini suçlamanın, bence bir yararı olmadı, aksine zarar verdi.
AKP ve CHP’nin analizlerinin önemi
BAZI kendine yakın medya organlarında AKP’nin oy kaybına "güvenoyu aldı" bile denildi.
Umarım AKP yönetimi, böyle basit bir analiz yaparak kendini tatmin etmek yerine, gerçekten neden oy kaybına uğradığını daha gerçekci olarak araştırır.
Bunu şunun için söylüyorum ki; eğer AKP siyasi analizini rasyonel yaparsa, artık partilere, işalemine, sendikalara, medyaya, yani önüne gelene çatmaktan vazgeçip, herkesin kendi işini yapmasını engellemeye çalışmaz, eleştirilere karşı daha hazımlı davranır. Bunun bir neticesi olarak da işbirliğine, daha yumuşak bir siyasi ortama doğru adım atılmış olur.
Yine düzgün bir analiz yaptığı takdirde, AKP iktidarı ekonomide de bir an önce gerçekleri kabul edip, geniş bir mutabakatla istenen IMF anlaşmasını yapar, dış kaynak temin eder, ülkenin geleceğine katkı yapacak IMF’in de istediği yapısal tedbirleri alır diye düşünüyorum. Bunun için de şimdiye kadar suçladığı tüm kesimlerle masaya oturup, ülkenin geleceği için atılacak adımları, imkanları da göz önünde tutarak, birlikte atmak ihtiyacını duyar.
İşte AKP’nin seçim sonuçlarını rasyonel bir analize tutması bu açılardan çok önemli.
Tabii ki sadece AKP’nin değil, muhalefet partilerinin de seçim sonuçlarını rasyonel bir biçimde analiz etmesi gerekiyor. Yine bu partilerin düzgün analiz yapmaları ve ona göre davranmaları da ülkenin lehine, demokrasinin gelişmesi için çok önemli olacaktır.
Örneğin; Deniz Baykal’ın bu seçimde öne çıkan aktörleri, bunların yanına genç ekipler de katarak, parti yönetimine dahil etmesi, artık misyonlarını doldurmuş bazı eski yöneticilere veda etmesi ve yeni bir vizyonla yeni seçimlere hazırlanması gerekiyor. Hiç oy alamadığı bölgelerde şimdiden çalışmaya başlamak, etnik analizler yerine daha sınıfsal bakış açısıyla doğu ve güneydoğuya, hatta iç anadolu bölgesine yaklaşması gerekiyor. Artık çağdaş sosyal politika araçlarını öne çıkararak kapsamlı bir politika değişikliğine gitmesi gerekiyor.
Seçim sonuçları için partiler akılcı analizler yaparlarsa, bundan herkes yararlanır.
Yazının Devamını Oku 
30 Mart 2009
BUGÜN sabah uyandığımızda, seçim sonuçlarını, "resmi kesin rakamlar" ile olmasa da öğreneceğiz. Şimdiye kadar seçim sonuçlarının ne olabileceği, hangi sonuç çıkarsa nelerin yaşanabileceği konusunda çok şeyler yazıldı. Seçim sonucu olmasa da şurası belli ki; seçim sonuçları ne olursa olsun gündemde artık ekonomi olacak.
Seçim kampanyaları başladığında, özellikle Başbakan Tayyip Erdoğan, gündemi ekonominin dışına çıkarmak istedi. Tarihin en yüksek küçülme oranları, işsizlik oranları gelirken bile sanki ülkenin gündemi başkaymış gibi davrandı ama sonunda rakamların gücüne dayanamadı.
Hükümet, zaman içinde belli oldu ki, küresel krizin ülke ekonomisinde yaratacağı zararın daha sonra ortaya çıkmasını bekliyordu.
O nedenle de muhalefet önlem alın dedikçe "siz işinize bakın" dedi ama sonunda muhalefetin de söylediği önlemlerin bir bölümünü almak zorunda kaldı. Tahmin ettiklerinden daha hızlı gelen krizi etkisi, "teğet geçti" edebiyatının bırakılıp, seçim kampanyalarının son haftalarında artık zorunlu olarak önlem alınmasını ve meydanlarda alınan önlemlerin konuşulmasını da beraberinde getirdi.
Şimdi yine, "biz fazla zarar görmedik" edebiyatı devam ettirilmek istenecektir.
Ancak herkes görüyor ki, son haftalarda bizim gibi ülkeler, kriz içinde yaşanan iyileşme dönemlerini olumlu kullanırken, Türkiye olarak iyileşme hareketlerinden yeterince nasibimizi alamıyoruz. Bu da gelişmekte olan ülkeler içinde Türkiye’nin daha riskli göründüğünün, yani çok daha fazla ekonomiye eğilip acil kararlar alınması gerektiğinin çok somut bir işareti.
Artık seçim bitti ve başta iktidar partisi AKP olmak üzere herkes, küresel krizin etkilerini yaşamaya başladığımızı, önümüzdeki günlerde çok daha ağır yaşayacağımızı, bu krizin etkilerinin uzun süre devam edeceğini, mutlaka önlem alınması gerektiğini, önlem alınırken Türkiye ekonomisinin önümüzdeki yıllardaki gücünü düşünmek zorunda olduğumuzu mutlaka göz önünde tutmak zorundadır. Özetle; artık seçim bitti ve hep beraber ekonominin sorunlarına çözüm bulmak zorundayız.
G-20 toplantısı belirleyici olacak
BAŞBAKAN Erdoğan, seçim öncesinde olduğu gibi, yaşanan sorunlar ve gün geçtikçe büyüyen işsizlikle ilgili hala işvereni suçlamaya devam mı edecek, onu da yakında göreceğiz.
Şahsen güvendiğim en önemli unsur; Başbakan ekonomiyi gündemin başına almak istemese bile, uluslararası gelişmeler bunu dayatacaktır. Daha açıkcası; bu hafta yapılacak G-20 Zirvesinden çok somut kararlar çıkmasa bile, uluslararası ekonomik işbirliğinin, belli ilkeler çerçevesinde pekiştirilmesinin zorunlu olacağını, bunun da ister istemez Türkiye ekonomisinin sorunlarının dışarıda ve içeride konuşulmasını beraberinde getireceğini düşünüyorum.
Yani bu zirvede ülke ekonomilerinin belirlenecek standartlarda kalması için IMF’le işbirliğinin artırılması üzerinde tekrar durulacağını, artık AKP Hükümetinin de daha fazla direnemeyeceğini düşünüyorum.
Öyle ya, artık herkes IMF ile anlaşma imzalıyor, o nedenle fazla sakınca da kalmadı.
IMF olsun ya da olmasın, olaya gerçekçi bakıp ona göre davranmak zorundayız.
Sorunları görüp buna göre önlem almak yerine, sorunları görenleri suçlamakla krize çare bulunamaz. Kimseye, "gözünüzü kapatın kriz yokmuş gibi davranın" diyemezsiniz.
Böyle yaptıkça topluma güven vermek yerine güvensizlik aşılar, yaşanan krizin daha ağır yaşanmasına neden olursunuz. Yani "moralsizlik aşıladığını" söylediğiniz gerçekleri, kendinizin değil, ülke insanının hayırına olacak biçimde, akılcı değerlendirmeniz gerekiyor.
Ekonomide bizi hala çok zor günler bekliyor. Bu zor günlerde alınması gerekecek zor kararlar da olacaktır.
Umarım, seçim sonucu ne olursa olsun, AKP iktidarı artık çatışmayı körüklemek ve herkesle kavga etmeyi bırakır da, bu zor günleri daha rahat atlatabiliriz...
Yazının Devamını Oku 
26 Mart 2009
DÜNKÜ haberlerden bazıları; 2. Ergenekon iddianamesi, Başbakan’ın hemen seçim öncesinde açıkladığı vergi indirimlerini içeren 5. paket, Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in birdenbire dönüp "Nereden buldun çözülürse IMF heyetini çağırırız" açıklaması olarak sayabiliriz. "Herhalde, haber açısından bu kadar verimli bir ülke yoktur" dedirtiyor değil mi insana...
Bu haberleri takip ederken, önceki gün Siirt’te şahit olduğum, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun slogan gibi şu sözleri geldi aklıma:
"Güçlü ekonomi, kaliteli demokrasi istiyoruz."
Önceki gün Siirt’te yapılan "Ortak Geleceğimiz Avrupa Birliği: Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım süreci ve tarım" adlı toplantıdaydım. Bu toplantı TOBB; AB genel sekreterliği ve Türkiye Ekonomi Politikaları araştırma Vakfı’nın (TEPAV) birlikte hazırladığı kapsamlı programın ilk ayağı idi. Bu tür toplantılar sırayla başka illerde de devam edecek.
AB Başmüzakerecisi Devlet Bakanı Egemen Bağış ve TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ile gidilen ilin oda başkanı açılış konuşmaları yapıyor ardından panel yapılıyor, katılımcılar sürece ilişkin sorular yöneltip, AB sürecinin detaylarını öğrenebiliyorlar.
Bakan Bağış, memleketi Siirt’te yaptığı konuşmada, mümkün olduğunca teknik bir konuşma yapıp, AB sürecinin ne anlama geldiğini açıklamaya çalıştı. Bir ara seçim havasının etkisiyle muhalefete laf attı ama sonradan yaptığımız sohbette "Havaya kapılıp böyle bir şey söyledim" diye kendi kendini eleştirdi. Bağış’ı, seçim sonrasında tüm kesimlere ziyaret edip, belirli bir uzlaşma zemini oluşturmak için çaba göstermeye kararlı gördük. Bu sürecin yeniden canlandırılabileceği ve radikal kararların alınması konusunda kendisini umutlu gördük.
TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ise amacın "Güçlü ekonomi, kaliteli demokrasi" olduğunu, 72 milyonun bu standartlara sahip olması gerektiğini, AB sürecinin de bu açıdan çok önemli olduğunu belirtti. Daha önce de söylediği "Hesap veremeyen hesap soramaz" ve "72 milyonun hepsinin defolu yapılıp, hesap soramaz hale getirildiği" sözlerini tekrarlayıp, örnek olarak tapuda işlem yapan herkesin düşük değer göstermesini verdi.
BU NASIL ÜLKE?
Dünkü haberleri izlediğimde aklıma gelen sorular, Hisarcıklıoğlu’nun "güçlü ekonomi, kaliteli demokrasi" talebinin ne kadar haklı olduğunu gösteriyordu: İşte bazı sorular:
Bu nasıl bir ülke ki;
Hálá darbe girişiminde bulunanlar, bunu düşünebilenler var.
İçinde partilere ilişkin de ciddi spekülasyonlar olan bir iddianame, ilginç bir zamanlama ile tam da seçimin 3 gün öncesinde açıklanabiliyor.
Savunma hakkı olmadan, onlarca kişi yıllarca içeride tutulabiliyor.
İlgili ilgisiz telefonlar dinleniyor, herkes dinlendiğinden şüpheleniyor.
Yargı bağımsızlığının her gün ihlal edilmesini kimse artık umursamıyor.
Küresel krizin bizi etkilemesi kaçınılmaz iken, herkes bunu söylerken, Başbakan çıkıp "bizi teğet" geçer deyip, umursamazlığı piyasayı iyice bozabiliyor.
İşsizlik 13.6 olmuşken, hálá "teğet geçer" demeye devam eden Başbakan, paket üzerine paket açıp, ekonomiyi canlandırmaya çalışmaktan da geri durmuyor.
IMF’nin anlaşma için istediği bazı düzenlemeler bu halkın menfaatine iken, Hükümet çıkıp bunları "ülke menfaatine aykırı" diye lanse edebiliyor, sonunda bu şartları ister istemez kabul ediyor ve kimsenin sesi çıkmıyor.
Bu nasıl bir ülke ki, ekonomiyle ilgili bakanların hepsi ayrı telden çalabiliyor, bir bakan bir gün arayla farklı açıklamalar yapabiliyor, kimse buna katılmıyor.
Hiç hesapta yokken, makama dönen bakanlar "bu da benden olsun" deyip, yeni vergi indirimlerini hazırlayıp açıklattırabiliyor.
Sendikacısı, işadamı, basını kimsenin siyasi otoriteyi eleştirmesine izin verilmiyor...
Bu soruların sorulduğu ülkede, bu talepler haklı değil mi?
Yazının Devamını Oku 
24 Mart 2009
SEÇİM meydanlarında o kadar saçmalıklar yapıldı ki, umarız seçimden sonra liderlerin ayakları suya erer, gerilimi daha fazla artırmadan, düzey sorununu artık göz önüne alırlar. Başbakan’ı bu seçimde en çok zorlayan unsurların başında ekonomik krizin geldiği açık. Bunun için meydanlarda Başbakan "aslında kriz yok, medya böyle söylüyor" demeye çalıştı. Baktı ki işsizlik rakamları devlet kurumları tarafından giderek daha yüksek açıklanıyor, bu sefer döndü suçu iş dünyası atıp, "işçi çıkarandan hesap soracağız" diye tehdit etti.
Daha önce de Başbakan’ın bu tür söylemleri olmuştu ama iş dünyası fazla sesini çıkarmamıştı. Ancak bu kez dayanamamış olacaklar ki, yakınmaya başladılar. Geçen hafta Türkiye İşverenler Sendikası (TİSK) Başkanı Tuğrul Kutadgobilig, "tehdit etme, teşvik et" diye açıklama yaptı. Dünkü gazetelerde de Türkiye İşadamları Derneği (TÜSİAD) Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın bu konudaki baskılardan yakındığına şahit olduk.
Yalçındağ, sorular üzerine, "Başbakan işçi çıkaran işverenleri eleştiriyor. Hesabını sorarız diyor ama iş kaybının sorumlusu biz değiliz. İşadamları ekonomi kötü demeye korkuyor. Tehditle yönetim olmaz. Hiçbir işadamı yetişmiş elemanını çıkarmaz. Önceliği bu olmaz. Ama mecbur kalabilir, kaçınılmaz olabilir" şeklinde konuşmuş.
Krizin geç algılandığını, tedbirlerde geç kalındığını belirten Yalçındağ, otomobildeki ÖTV indiriminin geçtiğimiz ekim ayında, kredilerdeki KKDF düzenlemelerinin daha önce yapılması gerektiğini söylemiş. Krizin hafife alındığının altını çizen TÜSİAD Başkanı, "2001 önlemleri bize bazı bağışıklıklar kazandırdı, bize bir şey olmaz diye düşündük. Müthiş bir talep daralması var. Bu koşullarda enflasyon endişesi yaşamamız söz konusu değil. Maliye ve para politikalarını kullanmalıyız" demiş. Yalçındağ, TÜSİAD olarak "kontrollü bir maliye politikası genişlemesi gerektiğini" düşündüklerini, şu andaki bütçenin sanal olduğunu ve yüzde 4 büyüme öngördüğünü, bunların mutlaka revize edilmesi gerektiğini söylemiş.
GELİR İDARESİ BAĞIMSIZLIĞI
Başbakan’la görüştüklerinde IMF’nin isteklerinin "işi, yatırım engelleyecek istekler olmadığını" gördüklerini hatırlatan Yalçındağ, "Ancak iktidar için başka öncelikler varmış ki bunu yapmadılar" şeklinde konuşmuş. "Seçim sonrası için en büyük beklenti IMF anlaşmasının yapılması ve bütçenin yenilenmesidir" diyen TÜSİAD Başkanı, tedbirlerde acele etmemiz gerektiğini, işsizlik rakamlarının açıklananlardan çok daha büyük olduğunu belirtmiş.
TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, kendisinin de mensup olduğu Doğan Yayın Holding’e verilen ceza konusunda yöneltilen soruları da yanıtlamış. Bence hükümetin bu yolla TÜSİAD’ı susturma yönündeki baskısı da, bu yanıtla birlikte sona ermiş oldu.
Vergi denetiminin siyasallaştığını, her gittiği yerde bunun örneklerini gördüğünü kaydeden Yalçındağ, vergi denetiminin özerkleşmesinin "çok elzem olduğunu" söylemiş.
TÜSİAD olarak bunu şimdi savunmadıklarını, 2003 tarihli TÜSİAD raporunda bu hususun yer aldığını hatırlatan Yalçındağ, "Bu olmadığında siyaset de işadamı da zan altında kalabilir. Doğan Grubu’na verilen vergi cezası hakkında ben ’doğrudur, haklıdır’ diyen bir tek uzman görüşüne rastlamadım" şeklinde konuşmuş.
2001’den sonra kurulan özerk kurumların çok önemli olduğunu, Merkez Bankası’nın özerkliğinin çok uzun zaman aldığını hatırlatan Yalçındağ, "Özerk kurumlar yapısal reformların en önemli ayağıydı" demiş.
Şahsen, Yalçındağ’ın söylediklerini bir adım ileri götürüp, "Merkez Bankası ve BDDK eğer özerk kurumlar olmasaydı, şu anda krizi çok daha ağır yaşayacaktık, çünkü hükümet adım atmıyor, bağımsız kurumlar teknik olarak üzerlerine düşeni yapıyorlar" diyorum.
Aynı şekilde, ben de gittiğim yerlerde tüm işadamlarından "il başkanlarının vergi dairesi başkanları üzerindeki etkilerinden" ve "vergi baskısı"ndan yakındıklarına şahit oluyorum. Neden dile getirmiyorsunuz diye sorduğumuzda ise "korkuyoruz" yanıtını alıyoruz.
Seçimde kime ne kadar oy çıkarsa çıksın, böyle bir sisteme demokrasi denebilir mi?
Yazının Devamını Oku 
23 Mart 2009
PİYASANIN umudu da bu yönde; eğer G-20 Zirvesi’nde bu yönde bir karar alınır ve ülkeler bu kararla sınırlandırılırsa, Türkiye’nin IMF ile artık anlaşma yapacağını söyleyebiliriz. Aslında böyle bir karar çıkma ihtimali yüksek görünüyor.
Bir düşünün; gelişmiş ülkeler de artık gelişmekte olan ülkelerde yaşanacak ek sıkıntılardan etkileneceklerini biliyorlar. Yani gelişmiş ülkeler şu anda yaşadıkları sıkıntıları atlatmaya çalışırken, bünyeleri zayıf düştüğü için, dışarıdan gelecek, eskiden küçük sayacakları etkilerden, şu anda önemli ölçüde olumsuz etkilenmekten korkuyorlar. Krizin hálá derinleştiğini göz önüne alır, 2010’dan sonra iyileşme başlayacağını ve iyileşme sürecinin de çok sancılı olacağını düşünürseniz; gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin birbirlerine olan ekonomik bağımlılıklarının en az 3-4 yıl daha süreceğini de rahatlıkla görebilirsiniz.
İşte son dönemde G-20 organizasyonuna bu kadar büyük önem verilmesinin nedeni de bu karşılıklı bağımlılığın artmasından kaynaklanıyor.
Bu nedenle de mümkün olduğunca ortak ve bağlayıcı kararlar alınmasına çalışılıyor, Nisan başında yapılacak G-20 zirvesi için bu kadar çok hazırlık toplantısı yapılıyor.
Buna rağmen ülke menfaatleri çok farklı olduğu için, İngiltere’de yapılacak bu zirveden somut karar çıkma ihtimali, hálá küçük görünüyor.
Herkesin ortak kanısı; nisan başındaki zirveden somut ve bağlayıcı bir karar çıkmaması halinde, küresel krizin derinleşerek süreceği yönünde. Bu öneme rağmen, somut ve bağlayıcı bir karar çıkma ihtimali hálá düşük göründüğü için de, uzlaşma çabaları artarak sürüyor.
Şahsen somut bir karar çıkmasa bile, bazı konularda mutabakat sağlanacağını düşünüyorum. Bunlardan ilkesel olanları; kamu müdahalelerinin düşük tutulması, korumacılığın artmaması için çaba gösterilmesi gibi kararlar olabilir. Ancak bunun yanında pratikte tüm ülkelerin "2009 yılındaki mecburi gevşemeden sonra, 2010 yılından itibaren mali disipline yeniden dönülmesi için şimdiden harekete geçmeleri" şeklinde bir karar çıkabileceğini düşünüyorum.
Çünkü tüm ülkeler yeniden mali disipline dönüş için ortak hareket etme, gelişmenin yönünü aynı yöne birlikte çevirmek zorunda kalacaklar. Bu arada 2011’den sonra enflasyonla mücadele için de ortak çaba gerekeceğini tahmin ediyorum.
IMF ALEYHİNE ATIP TUTANLAR...
İşte bu noktada tüm bu ortak hareketlerin uyumlaştırılması önem taşıyacak ve uluslararası bağlayıcı bir gözetim ve denetim mekanizmasının kurulması gerekecek.
Son dönemde IMF ve Dünya Bankası’nın işlevinin değiştirilmesi şeklindeki tartışmalar da buradan kaynaklanıyor. IMF ve Dünya Bankası yeniden organize edilip, aynı zamanda G-20 ülkeleri, (belki G-24-25 şeklinde değiştirilebilir) arasındaki uygulamaların, ortak yönde olup olmadığını denetleme görevi verilebilir.
İşte bu kapsamda, kaynak ihtiyacı olan ve mali disipline yeniden dönüş için sıkıntı çekmesi muhtemel ülkelerin IMF gözetiminde bu işleri yapması istenebilir. Belki de IMF, fonksiyonu değişmeden önce, hem klasik görevini yapıp, hem de uluslararası denetim ve gözetim kurumu olarak yeniden yapılandırılmasını gerçekleştirebilir.
Bu tanıma Türkiye tam olarak uyuyor. Bu nedenle G-20 için yapılan çalışmaları, sadece ekonomi yönetimi değil, piyasa oyuncuları da artık çok yakından izlemeye başladılar.
Yaklaşık 1 yıldır süren IMF görüşmeleri konusunda hükümetten artık umudunu kesen piyasa, G-20 zirvesinden zorunlu olarak IMF anlaşması kararı çıkacağı konusunda umutlandı.
Özetle; hükümetin yapamadığını mecburen uluslararası organizasyonlar yapacak.
Sadece piyasa oyuncularının değil, ekonomi bürokratlarının da bu gelişmelerden umutlandığını, seçimden sonra IMF ile anlaşma yapılacağı doğrultusunda hareketlenmeye başladıklarını söyleyebiliriz. Son bütçe rakamlarından sonra, yeniden mali disipline dönüşün çok zor olduğunu bilen bürokratlar, biran önce IMF anlaşmasının yapılmasından yanalar.
Yani seçim meydanlarında IMF’e atıp tutmakla bu iş olmuyor.
Yazının Devamını Oku 
19 Mart 2009
BAŞBAKAN Yardımcısı ve Devlet Bakanı Nazım Ekren, bir yandan krize karşı önlem paketleri üzerinde çalışırken, öte yandan krizden çıkışı da planlamaya çalışıyor. Ekren ile yaptığımız sohbette diğer ülkelerin krize karşı aldığı önlemlerle bizim aldığımız önlemleri, G-20 toplantılarını, bütçe ve program hedeflerinin revizyonunu konuştuk. Ekren, küresel krize karşı alınan önlemleri Mayıs 2008’de, IMF ile de anlaşarak, faiz dışı fazla (FDF) hedefinin 0.7 puan aşağı çekilmesiyle başlattıklarını söylüyor. 2008 yılının ikinci yarısında alınan önlemleri 1’inci paket olarak nitelendiren Bakan Ekren, altyapı ve talep arttırıcı nitelikte bu paketin maliyetinin 11.3 milyar TL olduğunu, ikinci paketin ise 2009 bütçesinde birinci paketteki düzenlemelerin sürdürülmesi için alınan kararlar olduğunu ve maliyetinin 15.8 milyar TL olduğunu kaydetti. Üçüncü paketin bu yılın başlarında çıkan ve torba kanun ile yapılan düzenlemeler olduğunu, maliyetinin 5.6 milyar TL ettiğini kaydeden bakan, bu hafta yürürlüğe giren 4’üncü paketin maliyetinin ise 2.7 milyar TL olduğunu belirtti.
Dolayısıyla Ekren, krize karşı önlem için 4 paket açıldığını bu paketlerin toplam maliyetin ise 34-35 milyar TL olduğunu kaydediyor. Ekren de, özellikle milli gelirlere ve bütçe büyüklüklerine kıyasla ele alınan kriz önlemlerinde, Türkiye’nin gerilerde kaldığını kabul ediyor. Ancak daha büyük paket açan ülkelerin bankacılık sektörlerinde kriz olduğunu ve paranın büyük bölümünün buraya gittiğini, bu nedenle kendi açtıkları paketlerin büyüklüğünün de makul olduğunu ifade ediyor.
Peki, paketler açılan 4 paketle sınırlı mı kalacak?
Bakan net bir şey söylemek istemiyor ama bence yakında kredi mekanizmalarının açılması için kredi garanti fonu gibi bir uygulama yürürlüğe sokulacak. Bakan Ekren, "kredi mekanizmalarının çalıştırılamaması halinde alınan önlemlerin etkisinin de az olacağı" savına hak veriyor. Bu nedenle de kredi mekanizmalarının çalıştırılması için çalışmalar yapıldığını söylüyor. Bununla birlikte Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) da kredi mevzuatına ilişkin yeni kolaylıklar getireceğini tahmin ediyorum.
Yani krize karşı önlem paketleri bitmiş değil. Ekren, yıl içinde, kredi önleminin de dışında, krizin sürmesi halinde, ek paketler olup olmayacağı sorusuna ise "gerekirse çıkacak" diyor.
YENİ PROGRAM VE YAPISAL TEDBİRLER
G-20 toplantılarında ilke kararı alınan konular arasında, ülkelerin milli gelirlerinin yüzde 1-2’si civarında, "krizden çıkış için ulusal canlandırma paketleri" açmaları ama bu yılın ardından mali disiplini yeniden sağlamak için gerekli tedbirlerin de şimdiden planlanmasının bulunduğunu söyledi.
Türkiye olarak kendi çalışmalarını da bu doğrultuda yürüttüklerini kaydeden Bakan Ekren, nisan ayı başındaki G-20 toplantılarından dönüşte, yani 10 Nisan gibi AB’ye sunulacak katılım öncesi ekonomik program ve hemen ardından hazırlanacak orta vadeli program ve mali planla birlikte 2009 yılı bütçe ve program rakamlarının revize edileceğini kaydetti.
Bununla birlikte aynı metinlerde 2010, 2011 yıllarına ilişkin alınacak mali ve yapısal tedbirlerin listesinin verileceğini kaydeden Ekren, mali dengelerde kriz önlemleriyle yapılan esnekliklerin, gelen ek yüklerin, yapılacak yeni programla yeniden rayına oturtulacağını, yani mali disiplinin yeniden sağlanacağı ifade ediyor.
Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren’in üzerinde durduğu başka bir konu ise özellikle bankacılık sistemindeki sağlam yapının sağladığı imkanla, daha az kriz önlemleriyle yetinmemizin, krizden çıkışta bize büyük avantaj sağlayacak olması. Yani mali bozulmamız diğer ülkelere göre daha az olacağı için, krizden çıkışta daha rahat edeceğimizi düşünüyor.
Umarım; Ekren’in beklediği kadar, bu işi ucuz atlatabiliriz...
Yazının Devamını Oku 
17 Mart 2009
2007 yıl sonu ile 2008 yıl sonu arasında işsiz sayısı yüzde 34.4 oranında arttı. 2008 yılının son ayında işsiz sayısı, bir yıl öncesine göre 838 bin kişi artarak, 3.3 milyon kişiye yaklaştı. Bu rakamlar tarihin en büyük işsizlik rakamları olarak dün TV kanallarında uzun uzun işlendi. Bu tanımlamaya belki şunu eklemek gerekir ki; işsizlik rekor üzerine rekor kırmaya devam edecek, en azından bir-kaç ay daha rekorlar sürecek.
Başbakan Erdoğan, geçen gün seçim mitinglerinden birinde, turizm sezonu açıldığında işsizliğin azalacağını söylüyordu. Birilerinin Başbakana, bunun geçen yılla kıyaslandığını, yani geçen yılki turizm sezonu sırasında çalışanlarla karşılaştırıldığı için, turizm sezonu gelse de işsizliğin artmaya devam edeceğini anlatması gerekiyor, herhalde...
İşsizlik oranı yüzde 13.6 ile Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK ) verileri hesaplamaya başladığı 1988 yılından sonrasında en yüksek orana ulaştı.
Tarım dışı işsizlik oranı da bir önceki aydaki yüzde 15.4 oranından, yüzde 17.3’e çıktı.
Bu da şehirlerde yani nispeten daha nitelikli iş gücünün olduğu bölgelerdeki işsizliğin arttığını gösteriyor. Devlet Bakanı Mehmet Şimşek de, bizde işsizlik sorunu olmadığını, mesleksizliğin olduğunu söylüyor, kalifiye herkesin iş bulacağını söylemeye çalışıyordu.
Bu rakamın anlamına da herhalde birilerinin Bakan Şimşek’e anlatması gerekecek.
Bu rakamlar büyüyecek çünkü işsizlik artmaya devam ediyor. İşsizlik maaşı için başvuranların sayısının neredeyse geometrik biçimde artmaya devam ettiğini unutmayalım.
Yanısıra kısa çalışma ödeneğinden yararlananların da arttığını, bunların da daha sonra işsizler arasına katılacağını unutmamak gerekiyor.
Verilere baktığınızda istihdam sayısının geçen yıla göre tarım ve hizmet sektörlerinde artış gösterdiği dikkat çekerken, istihdamın azaldığı başlıca sektörler ise inşaat ve sanayi olarak göze çarpıyor. İmalat sanayinde istihdamdaki azalma yıllık bazda yüzde 3.9 ile önceki aya göre hızlanırken; inşaat sektöründeki daralma yüzde 0.4 ile önceki aya göre daha sınırlı kaldı.
Vergi indirimi geçici çözüm
OCAK ve şubat aylarında işsizlik sigortasından yararlananların sayısının geçen yılın iki katının da üzerine çıkmış olması, işsizlik oranının 2009 yılı ilk çeyreğinde artmaya devam edeceğinin kanıtı. Kaldı ki; mart ayında işsizlik sigortasından yararlananların sayısının yine artması bekleniyor. Yani bu artışın ilk çeyreğin ötesine geçip devam etmesi de kaçınılmaz.
Hükümet, büyük ihtimalle, bu rekor oranlara karşılık önlem aldıklarını belirtip, buna örnek olarak son vergi indirimlerini sayacaktır.
Dün uygulamaya giren önlem paketinde, bence en önemli sonuç otomobilde alınacak. Beyaz eşyada da belki bir miktar satışı canlandırabilir ama konutta bir sonuç vermesi beklenmiyor.
Bu tür önlemler belki geçici olarak, belki küçük oranlarda rahatlık sağlayacaktır ama işsizlik oranındaki büyümeyi kesecek kadar etkili olamayacaktır.
Her zaman dediğimiz gibi; satışların artması, ticaretin canlanması, piyasaların eskisi gibi işlemeye başlaması için gereken en önemli unsur ’güven’dir.
Bu tür vergi indirimlerinin güveni sağlayacağına pek inanmıyorum.
Güveni sağlayacaksınız ki; insanlar iyi yönetildiklerini, ileride iyi yönetildikleri için rahat edeceklerini, bu nedenle harcamaları artırmakta bir sıkıntı çekmeyeceklerini görebilsinler.
Yarın daha kötü olacaksa, bu tür bir beklentileri varsa, vergisi ne kadar inerse insin, insanlar neden gidip yeni otomobil alsın, beyaz eşya alsın, biraz garip kaçmaz mı?
Güveni sağlamanın yolu ise "bu kriz bizim krizimiz değil" diyerek küçümseyip önlem almamakta direnmek, sizi rahatlatacağını bile bile IMF ile anlaşma konusunda ayak diremek değildir. Bu tavır, yaşadığımız gibi; güveni daha da zedeler, işsizliği daha da artırır.
Yazının Devamını Oku 
16 Mart 2009
IMF’in geçen haftaki açıklaması, Türkiye ile IMF ilişkilerinin yeni bir yola girmesine neden oldu. IMF yaptığı açıklama ile gönderdikleri yeni teklif doğrultusunda, Türkiye’den davet beklediklerini söyleyince, bu kez hükümetin biraz şaşırdığını söylemeliyiz.
IMF bu yeni atağı ile birlikte "IMF ile Türkiye ilişkilerinde anlaşmanın sağlanabilmesi için biz gerekli esnekliği tanıyoruz" mesajını vermiş oldu.
Bu atağı ile Başbakanın sürekli olarak "Bize kabul edilemez taleplerle geldiler" sözünü bir anlamda çürütmüş oldu. Yani anlaşma konusunda top hükümete geçmiş oldu.
IMF’in bu atağından sonra hükümetten gelen çelişkili açıklamalar, bence içine girdikleri bu yeni durumun telaşını da gösteriyordu. Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, gelir idaresinde esneklik teklif edildiğini, çapraz vergi denetiminde yeni bir teklif olmadığını söyledi. Başbakan, Bakan Şimşek’in bu açıklamalarının hemen ardından önce yeni bir teklif filan gelmediğini söyledi ama hafta sonunda Eskişehir’de yaptığı konuşmada, yeni bir teklif geldiğini kabul etti. Ama hemen ardından da içine girdikleri bu durumdan kurtulmak için çabalamaya, başka bir deyişle, mecburen aldığı topu çevirmeye başladı.
Başbakanın topu nereye atacağı ise bilinmiyor. Piyasaların, IMF’yle anlaşmaya doğru topu atmasını "gol" olarak değerlendireceğini, diğer alternatiflerin maçı kaybetmek anlamında algılanacağını da biliyor. İşte bu nedenle, başından beri yaptığı gibi bu algıyı değiştirmeye çalışıyor. Bu amaçla IMF ile Türkiye ilişkilerini yine uzun uzun anlatıp, "IMF ile anlaşma yapmamanın dünyanın sonu olmayacağını" söyledi.
Eskişehir’de işadamlarına konuşurken, yine gelir idaresinin bağımsızlığı, çapraz vergi denetimini "ülkenin menfaatlerine aykırı" olarak lanse eden ve kabul etmeyeceklerinin tekrar altını çizen Başbakan Erdoğan, "Dediğim gibi eğer bir anlaşma noktasına varırsak anlaşacağız. Aksi, Türkiye’de kıyametin kopması değildir. Bunu da bilmemiz lazım. Çünkü Türkiye yere sağlam basıyor, tedbirlerimizi ona göre alacağız" şeklinde konuştu.
Yürekli girişimcilerin IMF’ye bakışı
BAŞBAKAN Erdoğan bu sözlerinin hemen ardından ise, "İşte burada kendine güvenen, inanan yürekli girişimciler olduğu müddetçe de evel Allah biz yolumuza devam ederiz" dedi.
Biz hafta sonunda bir vesile ile, tam da Başbakanın "yürekli girişimci" tarifine uyan, içlerinde AKP’nin kurucularının da bulunduğu bir grup işadamı ile ekonomiyi, bu arada IMF ile ilişkileri de konuşma fırsatı bulduk.
AKP’li ya da değil, tüm işadamları IMF ile anlaşmanın yapılmasını istiyor. Bazıları gelir idaresinin bağımsızlığının olup olamayacağını sorguluyor, IMF’in vergi reformuyla ilgili talebiyle ilgili endişeleri olanlar var ama ne olursa olsun IMF ile bir an önce anlaşmanın yapılmasından yanalar. Çünkü hepsi biliyor ki; ne kadar önlem paketi açıklanırsa açıklansın, piyasaların tam olarak açılmasını sağlayamayacak, işleri düzelmeyecek.
Türkiye ekonomisinin canlanması için "güven"e acil ihtiyaç olduğunun, güveni sağlamanın en geçerli yolunun IMF ile anlaşma olduğunun farkındalar. Bu sayede hem güven sağlayacak bir program, hem de gerekli dış kaynağa kavuşulacağını iyi biliyorlar.
Aslında yeni değil, AKP’li işadamları bile son 6 aydır bunu açık açık dile getirmeye başladılar. Bu nedenle Başbakanın gazabına uğrayanlar olduğunu da biliyoruz ama işini bilen işadamı ile politikacı arasındaki fark da herhalde burada ortaya çıkıyor.
İşadamlarının bir bölümünün, Başbakana bir şey diyemedikleri ya da toz kondurmadıkları için içine girilen bu açmazdan sorumlu olarak Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’i gördüğünü de açıkca gözleyebiliyorum. Şimşek’in yetersizliğinden en çok yakınanlardan biri benim ama bu konuda, yani suçu tümüyle Bakana atmakla, bence Şimşek’e haksızlık ediyorlar.
Başbakan, Şimşek, başka bir bakan ya da bürokratın kendi söylediklerine aykırı bir şey söylemesine izin vermiyor. Herkes "hoşuna gidecek" şeyler söylüyor, olan ülkeye oluyor.
Yazının Devamını Oku 