7 Mayıs 2009
İKİ banka iktisatçısı ile dün sohbet ederken başlıca konumuz "Piyasadaki bu olumlu havanın daha ne kadar süreceği" idi. Tartışmalardaki ortak kanı; "ABD başta olmak üzere gelişmiş piyasalarda psikolojik bir hava yaratılarak, daha dibini görmeden krizin bu noktadan çevrilmeye çalışıldığı" idi. ABD yönetiminin yeniden gidip bankaların sermaye eksikliği için 1 trilyon dolar daha isteyemeyeceğini kaydeden yurt dışında görev yapan iktisatçı arkadaşımız, İngiltere ve diğer gelişmiş Avrupa ülkelerinde de durumun aynı olduğunu, yönetimlerin yaşanan balonun tam olarak sönmediğini bildiğini ama "sanki krizden çıkıyormuşuz gibi yapıp, maliyeti azaltmaya çalıştıklarını" söyledi. Yani maliyeti bir noktada tutmak için, bir başka deyişle tüketicilere yöneticiler tarafından "sanki işler artık iyiymiş" gibi hava verilerek, yeniden çarkların işletilmesine çalışılacağını, böylece yaratılacak canlılık ile bir-iki yıl içinde normale dönmenin planlandığını söyledi.
KRİZİ BİR NOKTADA TUTMAK
Benim de aklıma 2001 krizinden çıkarken yaşadıklarımız geldi. Biz de krizin bir noktasında maliyeti azaltmak için özellikle bankaların sermayelerine dönük suni iyileştirmeler sağlayıp, krizi bir noktada tutmuştuk. Ardından, küresel canlılığın da büyük katkısıyla, birkaç yıl içinde dengelerin yeniden oturtulmasını ve bankacılığı sağlam yapıya kavuşturmayı başarabilmiştik.
Ta ki AKP Hükümetinin 2007 yılında işleri yeniden tersine çevirmeye başlamasına kadar.
Biz bu konuda şanslıydık ve "iyileşmeyi öne alma" planı tuttu. Ancak küresel krizin bizim lokal krizimizden çok daha büyük, karmaşık ve kötü bir dönemde yaşandığını unutmayalım.
Kısacası; bence küresel piyasalardaki bu bahar havasının hep böyle sürmesi mümkün değil. Buna bağlı olarak içeride de sürekli bir bahar havası yaşanması mümkün değil.
Demem o ki; Hükümet bu olumlu havaya bakıp, "nasıl olsa işler iyi gidiyor" diye, başta IMF ile anlaşma olmak üzere, alınması gereken kararlara almazsa, vay halimize...
ROUİBİNİ’NİN YENİ KEHANETİ
Öğlen saatlerindeki bu sohbetin ardından gelip bilgisayarın başına oturduğumda, internet sitelerinde, meşhur "Kriz kahini" Rouibini’nin bir konuşmasına rastladım.
Nouriel Roubini, borsalardaki hızlı çıkışların bir süre sonra tam terse dönme ihtimalinin yüksek olduğunu söylerken, zayıf bilançolar ve olumsuz ekonomik haberlerin yatırımcıları şaşırtacağını ifade etmiş.
Son günlerde yaşanan olumlu havayı, "Bu yaşananlar bir ayı piyasası rallisi" olarak tanımlayan Rouibini, bundan sonra makroekonomik haberlerin ve şirket bilançolarının beklentilerden kötü geleceğini, bankacılık sektörü ve gelişen ülkeler krizi ile ilgili olarak da daha fazla kötü haberler duyulacağını kaydet miş.
Roubini, "Yakın zamanda birçok finansal şok yaşayacağız. Piyasalar kendilerini tamir etmeye çalışırken önümüzdeki birkaç çeyrekte kötü sürprizler göreceğiz" de miş.
Dolayısıyla, tam da kafamda yazıyı kurgulamaya çalışırken okuduğum bu haber, "bu kadar iyi havada yine kötü bir şey söyleyen adam" konumuna düşme cesaretimi de artırdı.
Şurası kesin; Türkiye’nin bankacılık sektörü gelişmiş ülkelere kıyasla çok daha sağlam ve düzenleyici kurallar çok daha katı. Dolayısıyla bu bizim doğal olarak krizi daha hafif yaşamamızı sağladı ve sağlamaya devam edecek.
Ancak Hükümetin bu sağlamlığın ilelebet sürecek bir yapı olmadığını, krizin etkilerinden muaf olmadığımızı da görmesi gerek. Bu nedenle de elini çabuk tutmak zorunda.
Küresel krizde işler yeniden kötüleştiğinde çok geç kalmış olabiliriz...
Yazının Devamını Oku 
5 Mayıs 2009
EKONOMİDEN sorumlu Başbakan Yardımcılığına getirilen Ali Babacan, ayağının tozuyla Katılım Öncesi Ekonomik Programı (KEP) savunmak için Brüksel’e gitti. Yani daha önceki yönetimin hazırladığı KEP’i savunmak Ali Babacan’a kaldı... Babacan’ın bu göreve getirilmesi hem mali çevrelerde hem de iş aleminde genel olarak olumlu karşılandı. Nedeni ise belli; daha önceki Hazine’den sorumlu Devlet Bakanlığı döneminde başta IMF ile ilişkiler olmak üzere, ekonomi gayet iyi yürüyordu.
Şimdi ise birkaç farklılık var. Bence en temel fark da, küresel ekonomideki bahar havası yaşanırken bakanlık yapan Babacan, şimdi ekonomik krizin hala sürdüğü bir dönemde yeniden görev almış durumda. Tek şansı krizden çıkış döneminin geldiği yönündeki beklenti.
İkinci fark ise Babacan’ın göreve geldiğinde elinde hazır IMF programı bulunması ve hazır bir metin üzerinden gidilmesi. Daha sonra bu anlaşma tazelendi ama genel perspektifte bir değişiklik yapılmamıştı. Şimdi yeniden bir program oluşacak...
Bence büyük farklardan biri de Babacan’ın ekonomiden sorumlu bakanlığı döneminde Abdullah Gül’ün önce Başbakan, daha sonra Başbakan yardımcısı olarak kabinede yer almasıydı. Babacan’ın sıkıştığı zaman Abdullah Gül’ü devreye sokarak Başbakana ekonomide gerekli olan kararları aldırttığını, hepimiz çok yakından biliyoruz.
Yani Babacan’ın bu dönemi ile eski bakanlık dönemi arasında ciddi farklılıklar var.
Buna karşılık Babacan’ın IMF ile ilişkiler konusunda Washington ile Mehmet Şimşek’e kıyasla çok daha iyi bir ilişki kurduğunu, bürokrasi ile çok daha yakından çalışabildiğini, yine kamuoyu gözündeki imajının Şimşek’e göre çok daha olumlu olduğunu söylemek gerek.
Burada kilit soru şu: Başbakan son iki yılda ekonomi yönetiminde oynadığı "tek belirleyici" konumunu devam ettirecek mi, ettirmeyecek mi? Yani ekonomide işleri Başbakan Yardımcısı yaptığı Ali Babacan’a bırakacak mı, yoksa her konuda kendisi mi karar vermek isteyecek?
Şurası açık; son iki yılda mali disiplin çok bozuldu ekonomi yönetimine olan güven azaldı ama bunda en büyük pay Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bizzat kendisine aitti. Şimdi bu değişirse iş yeniden teknisyenlere bırakılırsa, bence Babacan ancak o zaman başarılı olur...
EKREN’E HAKSIZLIK YAPMAYALIM
Bu arada Babacan’ın ekonomi yönetiminde çok başarılı olacağını söyleyenlerin gösterdiği dayanaklardan biri de daha önce Başbakan Yardımcılığı yapan Nazım Ekren’in uygulamada pasif kalması, iş bitirici olmaması... Bence Ekren’e büyük haksızlık yapılıyor.
Nazım Ekren’in tüm kesimlerle iyi diyalog içinde olduğunu, özellikle işleminde tepkilerin büyümesini önlemekte etkin olduğunu biliyoruz. Bunun da dışında Nazım Ekren’n sadece toplantı yapan bir bakan olduğu, iş yapmaya yanaşmadığı suçlamaları da doğru değil.
Nazım Ekren’in birçok kararı hazırlayıp hükümete sunduğunu, ancak dediğimiz gibi, ekonomide tek belirleyici olmak için özel çaba gösteren Başbakan Erdoğan’ın bu tavrı nedeniyle bir sürü kararın çıkamadığını ya da gecikerek çıktığını da iyi biliyorum.
Onun için diyorum ki; Başbakan’ın ekonomideki rolü belirleyici olacak...
Ekren, açık söyleyelim AKP iktidarında hemen hemen hiç görülmeyen, "medeni, birikimli, anlayışlı, entelektüel bir bakan" izlenimi vermişti. Hoşgörülü tavrıyla herkesin açık açık sorunlarını anlatıp, önerilerini sunduğu bir ekonomi yönetimi tablosu çizmişti.
Şimdi kabine değişikliğini, ekonomi yönetimindeki değişikliği değerlendirirken "Babacan’a kıyak çekeceğim diye Nazım Ekren’e haksızlık edenler" da çok iyi biliyorlar ki, son iki yılda ekonomi yönetiminde yaşanan başarısızlığını nedeni Nazım Ekren değildir.
Tersine, bence daha fazla bozulmayı önleyen kişilerin başında Nazım Ekren gelmektedir.
Yazının Devamını Oku 
4 Mayıs 2009
TÜRKİYE Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Genel Kurulu, işaleminin ihtiyaçlarını ve hissiyatını göstermesinin yanı sıra hükümetin, daha doğrusu Başbakanın olaylara bakışını göstermesi açısından da ilginç bir toplantıydı. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, Genel Kurul konuşmasında kendi tabanının hissiyatını "Güçlü ekonomi kaliteli demokrasi istiyoruz" diye özetledi. Tüm tabanın asıl istediğinin bu olduğunu söylemek tabii ki doğru değil. Ancak genel olarak baktığınızda, hem demokrasi dışı hareketlere hem de hukuksuz uygulamalara değindiğinde büyük alkış aldığını gözledik. Hem de işaleminin sıkıntılarını, işsizliği ve baskıları dile getirdiğinde... Yani bu konulara karşı işaleminin genel bir duyarlılığının oluştuğunu söylemek mümkün.
Buna karşın Başbakan Tayyip Erdoğan’ın konuşmasında, bence vizyon yoktu. Başbakanın genel olarak savunmadaki tavrını koruduğunu gözlüyoruz. Hep yaptıkları işin iyi olduğunu söylüyor, yanlışları özellikle ekonomik yanlışları, bence bile bile savunmaya devam ediyor.
Halbuki Başbakanın karşısında bu kez kriz nedeniyle işletmeleri, aile şirketleri, dükkanlarını yaşatmak için çok büyük zorluklar yaşayan, işçi çıkarmak zorunda kalan küçük ve orta boy işadamları bulunuyor. Kaldı ki; Başbakan tam da bu kesime yönelik olarak "beceriksiz olanlar batıyor" demişti ve bu konuşmasında "beceriksiz" dediği kesimin gönlünü almak için bir fırsat vardı. Başbakan bu kesimin karşısına çıkıp, "Tamam bizim de eksiklerimiz oldu, tam olarak krize müdahale edemedik ama işte yeni kabineyi kurduk bundan sonra çok daha aktif biçimde krize müdahale edeceğiz" dese, bu kesimin gönlünü yeniden kazanma imkanı olurdu. Başbakan bunu yapmadığı gibi, "Krize zamanında, gerekli önlemlerle müdahale ettik" diyerek, zor durumda olan, beceriksiz dediği kesime sanki bu tanımı tekrarlamış oldu.
Bence Başbakanın bu hareketi aynı zamanda, hem seçim sonuçlarını hálá doğru okumadığını gösteriyordu hem de yaptığı Kabine değişikliği için kafasında belirli bir amacın, yol planının hálá bulunmadığını gösteriyordu. Kabine değişikliğini ekonomi yönetiminde yaptığı değişikliği ön plana çıkarsa, "Bak, söylemiyor ama kabine değişikliğini ekonomide yeni bir atak için yapmış" dedirtebilirdi. Ama böyle bir fırsatı, belli bir planı olmadığı için, heba etti.
ÇAĞDAŞ TALEPLER
Eski bir TOBB delegesi "Başbakan kendisini iktidara taşıyan Anadolu sermayesini hiç düşünmediğini, onları batmaya mahkum ettiğini görmüyor herhalde" diyordu.
TOBB delegeleri tabii ki konuşmaların bankalara çatılan, bürokrasiye kızılan, yerli malların kullanımı istenen, tipik popülist söylemlerin geçtiği bölümlere yine büyük alkış tuttu. Ancak bu kez işalemi üzerindeki baskılardan yakınılan, adalet ve hukukun doğru işlemesi gerektiğini içeren cümlelere, kriz yönetiminin ve artan işsizliğin eleştirildiği noktalara da yoğun alkışlarıyla, büyük ölçüde destek verdiklerini de gösterdiler. Bu bence ilginç bir değişimdi.
TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu yine, küçük ve orta boy sermayenin taleplerini daha çağdaş bir noktaya çekme amacını içeren, aslında geleneksel kültüre sahip bu kesimi geleceğe hazırlayacak ilerici taleplerini öne çıkaran bir konuşma yaptı. "Güçlü ekonomi, kaliteli demokrasi" sloganı bence bu amacı özetleyen bir slogandı. Bu amaca dönük, "demokrasiyi sloganlaştırmak değil kurumsallaştırmak lazım", "ilişkilerin değil kuralların belirleyici olmasını istiyoruz", "şeffaf bir kamu yönetimi anlayışının yerleşmesini istiyoruz" "cumhuriyet kazanımlarının korunduğu değerlerimize saygılı ve dünya standartlarında bir yaşam tarzı istiyoruz" "güçlünün haklı değil, haklının güçlü olmasını istiyoruz" diyordu.
Krizin iyi yönetilemediğine, bu nedenle işsizliğin arttığına değinen Hisarcıklıoğlu, mahallelerde, aynı sofralarda arada duvarlar olmadan yaşayan bir toplum olduğumuzu hatırlatıp, "Geleceğe güvenle bakamayan bir toplunun sonu, Güney Amerika gibi 7 metrelik duvarlarla çevrili evlerdir" dedi. Bu cümleyle hükümete en büyük eleştirilerden birini getirdi.
Böyle bir vizyona karşı hükümetin yanıtı bildiğini okumaktan başka bir şey değildi...
Yazının Devamını Oku 
30 Nisan 2009
MERKEZ Bankası açıkça söylemiyor ama, parasal politikaların artık sınırına geldiğini, mali disiplinin sürdürüleceğine ilişkin piyasalara güven verilmesi gerektiğini, bunun için de IMF ile biran önce anlaşmanın yapılması gerektiğine inanıyor... Merkez Bankası dün, 0.75 puanlık faiz indirimi kararı aldığı son Para Politikası Kurulu’na ilişkin değerlendirme notlarını açıkladı. Bu açıklama, bugün Başkan Durmuş Yılmaz tarafından açıklanacak Enflasyon Raporu’nun da bir anlamda temelini oluşturacak.
Merkez Bankası yaptığı açıklamada, IMF ile anlaşma konusuna girmedi, etrafından dolaştı. Açıklamada "Küresel krize karşı ekonomimizin direncini koruması için basiretli bir para politikası gereklidir, fakat bu tek başına yeterli değildir. Dolayısıyla, orta vadede mali disiplinin sürdürüleceğine dair taahhütlerin ve yapısal reform sürecinin güçlendirilmesi, gerek beklenti yönetiminin etkinleştirilmesi gerekse para politikası kararlarının olumlu etkilerinin desteklenmesi açısından büyük önem arz etmektedir" denildi. Bu çerçevede, AB’ye uyum ve yakınsama sürecinin devam ettirilmesi ve Katılım Öncesi Ekonomik Program’da (KEP) da yer alan düzenlemelerin hayata geçirilmesi konusunda atılacak adımların önemine dikkat çekildi.
Sizce orta vadede mali disiplinin sürdürüleceğine dair taahhütlerin ve yapısal reform sürecinin güçlendirilmesi nasıl sağlanabilir?
Bunun tek yolu bence IMF ile yeni stand-by anlaşması imzalanmasıdır. Merkez Bankası IMF ile anlaşma konusuna girmeden KEP ve AB’ye atıfta bulunuyor ama bunların yeniden güvenin sağlanmasında yeterli olamayacağını, bence çok iyi biliyor.
KEP hedefleri, açıklanmasının üzerinden iki hafta geçmeden, artık geçersiz kalmış durumda ve artık bu rakamlar piyasalara güven vermek için yetmeyecektir.
Peki, Merkez Bankası neden açık açık "bunların sağlanması için IMF ile yeni stand-by anlaşması gerektiği"ni söylemiyor derseniz, inanın kesin olarak bilmiyorum...
İki neden aklıma geliyor. Birincisi; siyasi otoritenin kararı olduğu için teknisyen olarak buna karışmak istememesidir. Ancak bence işe karışmalı ve IMF ile anlaşma olmadan bu güvenin sağlanamayacağını açıkça söylemeliydi.
İkinci nedeni ise hükümetin IMF ile anlaşma konusunda yeniden sıkıştığını anlayıp, üzerine gitmemek için bu konuya girmemesi yani siyasi davranması olabilir. Bu ihtimal bence hem ekonominin geleceği için hem de Merkez Bankası yönetiminin bakışı açısından tehlikeli bir ihtimal. O nedenle umarız birinci ihtimal geçerlidir...
’ÖLÇÜLÜ’ FAİZ İNDİRİMİ
Merkez Bankası açıklamasında ayrıca büyümeye ilişkin tahminlerin daha korkutucu geliştiği, canlanma için daha önceki kendi senaryolarının tutmayacağını, canlanmanın öteleneceği, buna karşılık artık "ancak ölçülü faiz indirimleri" yapabilecekleri söyleniyor.
Kurulun, son dönemde açıklanan veriler doğrultusunda, yılın ilk çeyreğinde büyüme hızındaki daralmanın çift haneli rakamlara ulaşabileceği değerlendirmesinde bulunduğu belirtilirken, iktisadi faaliyetteki toparlanmanın zaman alacağı ve enflasyon üzerindeki aşağı yönlü baskıların süreceğinin düşünüldüğü ifade edildi.
Hızla bozulan bütçe dengesini düzeltmek için gerekebilecek dolaylı vergi düzenlemeleri veya yönetilen/yönlendirilen fiyat ayarlamalarının, kısa vadede enflasyonda oynaklığa neden olabileceğini belirten Merkez Bankası yönetimi, kamu kesiminin artan finansman gereksiniminin, para politikası kararlarının ve son dönemde uygulanan mali tedbirlerin iktisadi faaliyet üzerindeki olumlu etkilerini zayıflatma potansiyeli taşıdığına da dikkat çekti.
Özetle; Merkez Bankası yaşanan gelişmeler ışığında Türkiye’nin mevcut politikalarla, tek başına ekonomide istikrar sağlayamayacağını, mutlaka bir şeyler yapmak gerektiğini çok açık biçimde görüyor. Ancak buna rağmen ağzındaki asıl baklayı çıkarmadan, dolaylı çözüm önerileriyle yetinmeye çalışıyor. Umarım IMF konusunda bildikleri kötü bir şey yoktur...
Yazının Devamını Oku 
28 Nisan 2009
IMF yönetiminin, uzun süre "tek başarı hikayesi" olduğu için esnek davrandığı Türkiye’ye artık eskisi kadar toleranslı davranmayacağı anlaşılıyor. Özellikle son bir yılda, yani IMF anlaşmasının sona erdiği 2008 Mayıs ayından bu yana geçen süre içerisinde mali disiplinin umulmadık ölçüde bozulduğuna şahit olan IMF yönetiminin, Türkiye’de mali disiplinin kalıcı biçimde sağlanması yani kurumsallaştırılması açısından ekonomi yönetimine esnek davranarak hata yaptığını, şimdi kabul ettiği görülüyor.
IMF’nin 1. Başkan Yardımcısı John Lipsky’nin Türkiye ile ilgili özel sohbetlerde, "Son bir yılda Türkiye ekonomisinde özellikle de mali alanda şahit oldukları bozulma"dan ders çıkaracaklarını söylediğini öğrendik. Lipsky’nin, ileride bir daha böyle bir durumla karşılaşmamak için bu kez işi sıkı tutacaklarını söylediği de ifade ediliyor.
İşte bu nedenle Türkiye ile öngörüşmeleri devam eden yeni IMF stand-by anlaşmasında yapısal tedbirlerin ağırlıklı olması bekleniyor. Bilgi veren yetkililer, mali disiplinin kurumsallaştırılması için IMF’nin bu kez yapısal tedbirlerde kararlı olacağını belirtiyorlar.
Aslında sadece yapısal tedbirlerde değil, bunların uygulanması konusunda da IMF yönetiminin "işi sıkı tutmak" taraftarı olduğu gözleniyor. Yetkililer bu nedenle IMF’nin yapısal tedbirlerin uygulama takvimi üzerinde de titizlikle durduğunu, verilecek kaynağın da belirlenecek bir takvime göre, ağır şartlara yani performans kriterlerine bağlanmasını beklediklerini kaydediyorlar.
Bu arada IMF’nin "önşartlar" konusunda da titiz bir çalışma yürüttüğü, hazırlanacak niyet mektubunun onay için IMF yönetimine girmeden önce hükümetten belirli şartları yerine getirmesinin isteneceği tahmin ediliyor. Bu önşartların IMF yönetiminin bu kez işi sıkı tutmak istemesinin bir göstergesi olarak ortaya çıkacağı da belirtiliyor.
2010 VE 2011 BÜTÇELERİ TARTIŞMALI
IMF’in işi sıkı tutmak istemesinin ve geçmişte yapılan hataları tekrarlamama niyetinin bir göstergesi olarak, daha önce IMF masasında görev almış, halen IMF’nin başka birimlerinde görev yapan eski heyet başkanlarının görüşüne de başvurulduğunu öğrendik. Cotarelli, Kahkonen, Giorgianni gibi eski Türkiye Masa Şeflerinin yeni niyet mektubunun nasıl hazırlanması gerektiği konusunda ortak çalıştıkları ve mevcut Türkiye masası ile irtibat içinde oldukları belirtiliyor. IMF yetkilileri, geçmiş deneyimlerden ders almak ve Türkiye’de mali disiplinin kalıcı kılınması amacıyla böyle bir yola girildiğini belirtiyorlar.
Bu arada yapısal tedbirler içinde, mali disiplinin önemli ayaklarından biri olan "sürdürülebilir gelir performansı" üzerinde özellikle durulduğu, bu kapsamda gelir idaresinin ve vergi denetiminin objektif olması, kayıt dışının önlenmesi amacıyla gelir vergisi ve idare reformunun yeni niyet mektubunda önemli bir yer tutması bekleniyor.
Bu arada 2009 yılı bütçesi üzerinde müzakerelerin sürdüğü ama asıl sıkıntının yapısal tedbirlerin yanısıra 2010 ve 2011 bütçe müzakerelerinde yaşanması bekleniyor.
IMF yönetiminin Türkiye’ye karşı takındığı yeni tutum kapsamında, bütçe disiplininin kalıcı biçimde sağlanması ve bir daha bozulmayacak biçimde gerekli yapısal tedbirlerin alınması konusunda titiz davranması sonucunda, 2010 ve 2011 bütçe dengeleri için ekonomi yönetimiyle görüş ayrılığına düştüğü biliniyor.
Bu kapsamda hükümetin 2011 yılında uygulamaya koymayı planladığı mali kural uygulamasının öne çekilmesi ve mali kuralın çok daha mali disiplin sağlayıcı biçimde oluşturulması üzerinde durulduğu tahmin ediliyor.
Özetle; hükümet ertelediği IMF anlaşmasının eskisine kıyasla çok daha zor biçimde karşısına dikildiğini görüyor. Ancak artık başka çaresi de bulunmadığı için, kabul edip imzalayacak.
Yazının Devamını Oku 
27 Nisan 2009
BEKLEDİĞİMİZ oldu; IMF yeni stand-by anlaşması için yapılan görüşmelerde, hükümetin yeni revize ettiği ekonomik hedeflerin tekrar revize edilmesini istedi. Yapılan görüşmelerde hükümetin yüzde, eksi 3.6 olarak revize ettiği 2009 yılı büyümesi için IMF’in öngördüğü rakamın eksi 5.5 olduğu öğrenildi. Daha geçen hafta yayımlanan IMF’in Küresel Görünüm Raporu’yla Türkiye’nin bu yıl yüzde 5.1 oranında küçüleceği tahmini açıklanmışken, IMF Türkiye Masasının yapılan görüşmelerde 2009 büyümesi için yüzde 5.5 küçülme öngördüğünü öğrendik.
Hükümet geçen yıl sonunda açıkladığı hedeflerde sanki kriz yokmuş gibi davranma yolunu seçmiş ve 2009 için yüzde 4 büyüme öngörmüştü. Ardından Başbakan Tayyip Erdoğan IMF’e çatmış ve "eksi büyümenin kabul edilemeyeceğini" söylemişti. Buna rağmen krizin etkilerinin ağır hissedilmesi üzerine, katılım öncesi ekonomik programda 2009 için yüzde 3.6 küçülme öngörülmüştü. Bu rakamın Başbakana kabul ettirilmesi bürokrasi açısından olumlu bulunurken, şimdi IMF ile yapılacak anlaşmada küçülmenin yüzde 5’in üzerine çıkmasına Başbakan ne diyecek, açıkçası bürokrasi de merak ediyor...
Sadece büyüme rakamında değil, hemen hemen tüm ekonomik hedeflerde, yapılan yeni revizyonların yeterli olamayacağı da ortaya çıktı. Bir tek enflasyon rakamında aşağı doğru yapılan revizyonun IMF tarafından da kabul görebileceği kaydedilirken, geri kalan neredeyse tüm hedeflerin tekrar değişmesi gerekecek.
Özellikle bütçe rakamlarında yapılacak revizyonların büyük boyutlara ulaşabileceğini belirten ilgili çevreler, buna bağlı olarak harcamalarda önemli tasarruflar yapılmasının da söz konusu olmasını bekliyorlar. IMF’in gelir açısından yeni yapılan tahminleri de iyimser bulduğu, gelir rakamının daha aşağı çekilmesiyle tasarruf tedbiri boyutunun büyüyebileceği belirtiliyor.
Tüm bunlar aslında IMF’in isteyeceği tedbirlerin boyutunu da yükselten unsurlar. Bu nedenle ön uzlaşma sağlanıp masaya oturulduğunda, bütçe üzerinde çetin müzakerelerin olması kaçınılmaz görülüyor.
VERGİ DENETİMİNDE ISRARLI
Ekonomi bürokratları, kendi rakamlarıyla IMF’in rakamları arasında önemli farklar oluşacağını kabul ediyor ama, ne olursa olsun bütçe konusunda yapılacak müzakereler sonrası bir ortak noktanın bulunacağını düşünüyorlar.
Buna karşılık bürokratları asıl korkutan ise yapısal tedbirler için yapılacak müzakereler. IMF’in yapısallar konusunda bu kez işi çok sıkı tuttuğu öğrenilirken, daha önce yerine getirilmeyen yapısal tedbirlerin mutlaka hayata geçirilmesi konusunda bastırdığı belirtiliyor.
Bu yapısal tedbirlerin başında da gelir vergisi ve idaresine ilişkin reform başta geliyor. Başbakan Erdoğan’ın seçim öncesi sert bir tonda karşı çıkıp, "asla olmaz" dediği gelir idaresine ilişkin reformlar konusunda IMF’in çok da geri adım atmadığı anlaşılıyor. Gelir idaresinin bağımsızlığından açık açık söz edilmese bile, IMF’in özellikle vergi denetimlerinin siyasi otoriteden bağımsızlaştırılması konusunda radikal tedbirler istediği ifade ediliyor.
Yanı sıra IMF’in yine kayıt dışı ekonominin önlenmesi amacı başta olmak üzere, gelir vergi reformunda da kapsamlı yapısal tedbirler istediği, bu konuda ısrarlı olduğu kaydediliyor. Bilgi veren yetkililer IMF ile stand-by anlaşması için resmi olarak masaya oturulmasında bu kadar gecikilmesinin nedenlerinin başında, IMF’in bu yapısal tedbirler konusunda ısrarlı olmasının ve asıl pazarlıkların bu noktalarda yürümesinin etkili olduğu görüşündeler.
Yanı sıra IMF’in 2011’de yapılacak seçimler nedeniyle hükümetin uygulanacak programı yarıda bırakma riskini azaltmak için; verilecek kredinin dilimleri ve gözden geçirmeler için belirlenecek yapısallardaki performans kriterleri konusunda da çok hassas olduğu söyleniyor.
Umarız IMF işi sıkı tutar, ekonominin geleceği için elzem olan, gelir idaresi de dahil, sağlıklı bir piyasa ekonomisinin kurumsallaştırılması için gereken adımlar atılabilir...
Yazının Devamını Oku 
23 Nisan 2009
ÇALIŞMA ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, istihdama katkı amacıyla geçici iş yaratma, mesleki eğitim ve işsizlik ödeneğine hak kazananların işini kaybetmeleri halinde primlerinin İşkur tarafından ödenmesini içeren, üçlü bir çalışma yaptıklarını açıkladı. Türkiye’de finans sektörü ve kamu maliyesinde bir sıkıntı söz konusu olmamasına rağmen özellikle sanayi üretiminde ve ihracattaki daralmanın istihdama olumsuz yansımaları olduğunu kaydeden Çelik, önümüzdeki hafta çalışmayı Bakanlar Kurulu’na sunacaklarını söylemiş.
Bence Bakana biraz eksik bilgi verilmiş, çünkü bu kriz sadece istihdamı vurmuş değil.
Bankacılık sektörü kárlılığını koruyor ama şimdilik... Daha önce sağlamlaştırılan bankacılık, kamu finansmanında sıkıntı olduğu için bu kadar kárlı. Yani kamu maliyesinde de sıkıntı var ve o nedenle Hazine’nin borçlanması çok artıyor, Hazine’ye borç veren bankalar da kár ediyorlar.
SUÇLU OLAN YÖNETİM
Öte yandan bankaların kaynakları tekrar kamu borçlanmasına kaydığı için, özel sektör kredilerine yeterli kaynak kalmıyor. Hem iç hem de dış talep durduğu için üretim geriliyor, üretim olmadığı için işçi çıkartıyorlar.. Bu kısır döngü nedeniyle de bankalar, riskli hale gelen üretim sektörüne para satmak yerine, artan kamu borçlanmasına ellerindeki parayı aktarmak zorunda kalıyorlar.
Peki, bütün bu gelişmelerden bankalar mı suçlu?
Bence kesinlikle hayır. Eğer bir suçlu varsa bu, ülkeyi yönetenlerdir. Gerekli tedbirleri alıp talebi canlandırmak yerine kamu borçlanmasını artırırsanız bu sonuç kaçınılmaz olur. Bir Kredi Garanti Fonu’nu bile aylardır uygulamaya koyamayan, bir başka deyişle kredi kanallarının açılmasını sağlayamayan yönetimdir, suçlu olan.
Bankalar ticari kuruluşlardır ve kamunun koyduğu kurallara, özellikle de riski azaltan kurallara göre çalışırlar. Elindeki parayı iki katı faizle reel sektöre kredi vermek yerine, yarısı bir faizle kamu borçlanmasına aktaran banka yöneticisi, aslında daha fazla kár elde etmek istemez mi? Ancak ülkeyi yönetenler riski azaltamazlarsa, kurallara göre hareket eden bankacı, parayı Hazine kağıdına yatırmaya yani daha az getiri ile daha sağlam yatırıma gitmeye mecbur kalır.
Demek istediğimi o ki; ekonomi bir bütün ve işsizlik tek başına ortaya çıkmış, diğer parametrelerden bağımsız bir sorun değil. Bu nedenle soruna bütüncül bakılmalı...
MALİYETİ 2.4 MİLYAR TL
Sorunu çözmek için o sonucu yaratan sorunlara el atmazsanız, o sonucu önleyemezsiniz.
Bakanın açıkladığı projelerden en dikkat çekici olanı; işsizlerin yaratılacak bazı kamu işlerinde asgari ücretle çalıştırılması projesi. Bakan bu proje için, "Toplum yararına çalışma projesi dediğimiz ya da bir başka ifadeyle geçici iş yaratma projesidir. Bu konuyla 81 ilde valilerle görüşmeye ve onların toplum yararına işlerle ilgili tespitleri ve bizim yapacağımız çalışmanın bütünleşmesiyle olacak" demiş.
Özetle; askerde erleri oyalamak için söylenen "Hiç iş yoksa önce çukur açtır sonra çukuru doldurt, milleti oyala" deyişi gibi bir şey. Sanki iş yaptırıyormuş gibi gösterip, kamudan işsize para aktar..
Bakan Çelik, bu yöntemin yeni bir icat olmadığını, dünyanın muhtelif yerlerinde kriz dönemlerinde uygulanan bir proje olduğunu söylemiş. Doğrudur, daha önce başka ülkelerde uygulanan bir yöntemdi ama bildiğim kadarıyla sadece o ülkelere özel krizler sırasında uygulandı. Dış kaynaklı, krizden çıkışın da iç ve dış talebin ikisine birden bağlı olduğu krizler aslında daha önce yoktu ki, uygulansın...
Ayrıca kamu finansmanı bu kadar bozulmuşken, bu yük nasıl karşılanacak? 500 bin kişiye 6 ay böyle para verseniz, bunun bütçeye maliyeti 2.4 milyar TL. IMF’le bütçeye çeki düzen verecek tedbirler konusunda anlaşamazken, bu artı harcamayı nasıl kabul ettireceksiniz?
İşsizliğin bu kadar yükselmesinde, küresel krizin etkilerinin hükümet tarafından küçümsenip önlem alınmaması, bu nedenle zamanında kapsamlı önlem alınmamasının etkisi büyük. Önlemlerin en etkilisinin IMF ile anlaşma olduğu, burada 1 yıl gecikildiği de ortada.
Yazının Devamını Oku 
21 Nisan 2009
MALİYECİLİK Türkiye’de itibar görmesi gereken mesleklerin başında gelmeli. Ancak her meslekte olduğu gibi, o mesleğe itibar sağlamak, her şeyden önce o meslek mensuplarının gayretleriyle olur. İtibar sağlamanın yolu da mesleğini icra ederken adil olmak, objektif olmak, ayrıcalıklara izin vermemek, mesleğini daha iyi yapabilmek için çağdaş uygulamaları izlemek ve teknik olarak güçlü olmaktan geçer. Meslek mensupları, ait oldukları mesleği uygulayanların yetkinliklerini yukarı çıkarmak için de kurallar koyar, uygularlar.
"Türkiye’de tüm bunları yerine getiren meslek var mı ki, maliyeciler konusunda bunları söylüyorsun" diyebilirsiniz. Aslında haklısınız da... Bu bilinçle mesleklerine yaklaşanların sayısı az olduğu gibi, böyle bilinçli bir sistem kurabilen meslek de yok.
Ancak bazı meslekler bu konuda en azından gerekliliği görüp, buna göre davranmaya başladılar ve epeyce de yol aldılar. Örneğin Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) kurulduktan sonra bir ara bocaladı ama son yıllarda bu konuda epeyce yol aldılar.
Maliyeciler aslında bu işe en yatkın meslek grubuydu. Aralarında müfettiş, hesap uzmanı, kontrolör ayrımları olduğu için belki birlikte davranamadılar ama yine de saygınlıkları vardı.
Gelir İdaresi’nin ilk gündeme getirildiği yıllarda Maliyeciler buna sahip çıkmadılar ve açıkçası beni çok şaşırttılar. O dönemde aklıma "Efsane Gelirci, rahmetli Altan Tufan bu dönemde olsa ne yapardı" sorusu gelmişti. Rahmetli Tufan bence bağımsız bir gelir idaresinin kurulması için elinden gelen her türlü çabayı gösterir, mesleğin yüceltilmesi için yaptıklarını bağımsız idare ile taçlandırmaya çalışırdı.
Halbuki dönemin maliyecileri, bağımsız gelir idaresi kurulması için açıkça çıkıp demeç bile vermediler. Çok ürkek, "Bakanımızın dediği olsun" tavrı içine girdiler.
Şimdi yine aynı tavrı görüyoruz. Gelir idaresinin bağımsızlığı yine gündemde, yine maliyecilerden açıkça çıkıp "Böyle olmalı" diyen yok. Vergi Konseyi bile demiyor...
SİYASİ ETKİ İDDİALARI HAKLI
Halbuki tüm maliyeciler de biliyor ki; eskiden da vardı ama şu anda her zamankinden çok daha yoğun biçimde gelir idaresinin tasarrufları siyasetin etkisinde bulunuyor. Özel sohbetler sırasında bağımsızlığın gerekli olduğunu belirtenler var ama bence haddinden fazla ürkekler.
Ben maliyeci olsam, örneğin Anadolu’da bir ilin vergi dairesi başkanı olsam, aynı ilin parti il başkanıyla bu kadar samimi olup, işime karışılmasını istemem... Ya da büyük bir ilin vergi dairesi başkanı olsam, işimi yaparken bakandan ya da Başbakandan talimat almak istemem...
Bunlardan kaçınmak için de, mesleğimi daha itibarlı kılacağı kesin olan bağımsız bir gelir idaresini sonuna kadar savunurum.
İşte bu nedenle hafta sonunda Türkiye Sanayi ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) tarafından yapılan gelir idaresinin bağımsızlığı ve kayıtdışı ile ilgili açıklamasında yer alan hususları, herkesten önce maliyecilerin benimseyip, savunmaları gerekirdi.
Eğer maliyeciler, "sadece emekli olup hangi özel sektörde iş yapacaklarını, kendi kurullarının etkinliğini nasıl artırırız"ı düşünmüyorlarsa, bunu ispat etmek istiyorlarsa, bu çok iyi bir fırsat. TÜSİAD "Kayıtdışı ile samimi mücadele ve objektif vergi denetiminin, gelir idaresinin siyasi iradeden bağımsızlığı ölçüsünde sağlanabileceğini" söylüyor. Son dönemde vergi denetimi uygulamalarına ilişkin iş dünyasında artan kaygı ve sıkıntılar a değinen TÜSİAD, "Özerk gelir idaresi ve vergi denetiminin amacı, vergi politikasını vergi denetiminden ayırarak kayıtdışılığı ve vergi kaybını engellemektir" diyor. TÜSİAD buna karşılık, mevcut denetim uygulamalarının, zaten kayıt içinde çalışan ve toplam vergi gelirlerinin önemli bir bölümünü ödeyen mükellefler üzerine yoğunlaşarak kolaycı bir yaklaşımı yansıttığını belirtiyor.
Maliyeciler de çok iyi biliyorlar ki; TÜSİAD söylediklerinde haklı. Yine yakından gördükleri gibi, siyasi etki artık had safhada ve bu durum en çok kendi mesleklerinin itibarını zedeliyor.
Maliyeciler bence mesleklerinin geleceğini belirleyecek çok önemli bir sınavdan geçiyorlar.
Yazının Devamını Oku 