20 Nisan 2009
KATILIM Öncesi Ekonomik Program (KEP) ile birlikte tam yeni ekonomik hedeflere kavuştuk derken, piyasalar bu rakamların da yakında yeniden revizyona uğrayacağına inanıyor. Bazı piyasa oyuncuları açıklanan programı, "IMF ile imzalanacak anlaşmaya zemin oluşturacak bir program" olarak görme eğilimindeler. Yani bu programla belirtilen, revize edilen hedefler üzerinde yeniden müzakereler yapılacak ve IMF ile yapılacak anlaşma metni için bu rakamlar yeniden değiştirilecek. Programda yazılı olan hedeflerin, mart ayı bütçe rakamlarının açıklanmasıyla birlikte, yani üzerinden bir hafta geçmeden, yeniden geçersiz kaldığı ortaya çıktı. Piyasa oyuncularının çoğunluğu, programda yer alan tahminlerin büyük bölümünün artık iyimser kaldığını düşünüyorlar. Özellikle de mali alanda belirlenen yeni hedeflerin artık geçerli olamayacağını ifade ediyorlar.
Beklentiler, IMF ile yeni stand-by programı hazırlıklarının bitiminde, 2009 yılına ilişkin konulan yüzde 3.6 düzeyindeki ekonomik daralmanın, yüzde 13.5 olarak belirtilen işsizlik oranının, yüzde 5’lik bütçe açığının, yüzde 0.5 düzeylerindeki faiz dışı açığın ve yüzde 43.1 düzeyindeki belirlenen borç stoku/GSYH oranı tahminlerinin bir kademe daha kötüleşmesi yönünde.
Bu revizyonların IMF ile masaya oturulduktan sonra yapılması konusunda fazla bir kaygı bulunmuyor. Buna karşılık IMF ile yapılacak müzakerelerde asıl sorunun, bu yılı aştıktan sonra yeniden mali disipline dönüş konusunda yaşanması bekleniyor. Özellikle mali kural uygulamasına geçmek için Hükümetin 2011 yılını bekleme taraftarı olduğunun açığa çıktığını kaydeden piyasa oyuncuları, IMF’in ise bu kadar bekleyeceğini sanmadıklarını belirtiyorlar. Yani asıl sıkıntı yeniden mali disipline dönüşün dozu ve zamanlaması konusunda yaşanabilir.
IMF geçmiş deneyimlerinden yola çıkarak, yapılacak seçimler nedeniyle hükümetin programı yarıda bırakma riskini de, bence göz önünde bulunduruyor. Bu nedenle de mali kurala geçiş için 2010 yılı konusunda bastıracağını tahmin ediyorum.
Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in tahminlerine göre bu ay sonuna kadar görüşmelerin tamamlanması bekleniyordu ama bir türlü IMF Türkiye Heyetinin Ankara’ya gelmesini sağlayacak aşamaya gelinemedi. Belki de mali kural konusundaki görüşmeler uzadığı ve bu konuda ön anlaşma sağlanamadığı için somut adım atılamıyordur, kim bilir.
FAİZ İNDİRİMİ SÜRECEK BEKLENTİSİ
Merkez Bankası, eskisi kadar büyük olmasa da, yine bir sürpriz yaparak, faiz oranlarını 0.75 puan indirdi. Böylece Merkez’in faiz oranları tek haneye inmiş oldu. Bunun da ötesinde Merkez Bankası’nın faiz indirirken yaptığı açıklama, piyasalarda bundan sonra da faiz indirimlerinin süreceği beklentisi yarattı. Banka iktisatçılarının yaptığı analizlerde yapılan açıklamadan yola çıkılarak, Merkez Bankası’nın önümüzdeki ay da 0.50 ya da 0.75 puan indireceği yolunda bir beklentinin oluştuğunu gözlüyoruz.
Merkez Bankası’ndan yapılan açıklamada daha önceki açıklamalardan farklı olarak, küresel ekonomiye ilişkin göstergelerde henüz somut bir iyileşme gözlenmediğinin altı çizildi. Yanı sıra petrol ve diğer emtia fiyatlarındaki birikimli düşüşlerin de katkısıyla kısa vadede enflasyondaki düşüşün hızlanacağının tahmin edildiği kaydediliyor. Bir evvelki Merkez Bankası açıklamasında, petrol ve diğer emtia fiyatlarındaki birikimli düşüşlerin enflasyon üzerindeki olumlu etkilerinin devam ettiği belirtilirken, son açıklamada bu etkinin hızlanacağı ayrıca belirtildi. Merkez Bankası son dönemde risk algılamasını azaltan gelişmeleri de göz önüne alarak, kısa vadeli faizlerin 75 baz puan indirilmesine karar ver diğini belirtiyor. Umarız risk algılamasını azaltan IMF ile anlaşma konusunda bir sorun çıkmaz.
Yazının Devamını Oku 
16 Nisan 2009
GEÇEN hafta başbakana yakınlığı ile bildiğim bir bakanla konuşurken, artık şundan iyice emin oldum ki; eğer kriz olmasaydı, ya da bizi bu kadar derinden vurmasaydı, AKP Hükümeti’nin IMF ile anlaşmaya hiç niyeti yokmuş... Yani ocakta yapılan görüşmelerden sonra IMF’yle kesilen görüşmeler belli ki, zorunda olmasalar yeniden başlamayacaktı.
Peki, hükümetin bu tavrı ne getirdi derseniz, bence açık...
İşte önceki gün açıklanan mart ayı bütçe rakamları, dün açıklanan işsizlik rakamları...
Arada sırada soruyorlar; sanki IMF ile anlaşmayı geciktirmemiz daha doğru olmuş gibi, şimdi daha uygun bir anlaşma yapabileceğiz, değil mi?
İşte IMF ile anlaşmada gecikilmesinin Türkiye ekonomisinde yarattığı tahribat ortada, böyle bir şey düşünülemez bile...
Küresel kriz olmasaydı da IMF ile anlaşmaya ihtiyaç vardı çünkü 2007 yılının sonundan itibaren zaten bütçe bozulmaya başlamış, yapılması gereken reformlar tümüyle durmuştu. Kriz bunun üzerine tüy dikti ama hükümet ne krizi, ne de bize etkilerini göremedi.
Şimdi 2007 yılında çıkarılmış harcama artırıcı önlemleri bile önümüze canlandırma paketi olarak çıkarıyorlar ama bunun makyajdan ileri geçemediğini herkes biliyor.
Yani Mayıs 2008’de, IMF anlaşması bittiğinde Türkiye paralı ya da parasız yeni bir anlaşma yapmış olsaydı, şu anda işsizliğimiz de bütçemiz de bu durumda olmayacaktı. Bırakın mayısta anlaşma yapmayı, geçen yılın sonu ya da ocak ayındaki görüşmeler sonrası üzerinde mutabık kalınan metinlerle anlaşma yapılsaydı, bu tablo yine bu kadar kötü olmayacaktı...
O zaman de söyledim; bunun adı kötü yönetimdir. Başka bir şey değil...
Şimdi işi nasıl toparlayacağız? Bir yandan bozulan bütçe rakamlarının düzeltilmesi için ciddi harcama kısmamız, gevşek de olsa, rayından çıkan mali disiplini hiç olmazsa biraz disipline etmemiz gerekiyor. Öte yandan bütçenin gelirlerini de etkileyen, o ekonomik yavaşlamayı biraz olsun canlandırmak için yeni tedbirlere ihtiyaç var.
Bu iki amaca dönük tedbirleri birbirleriyle nasıl uyumlaştıracağız?
Bu hassas denge, ince ayar gerektiren kararları ülke ekonomisini bu hale getiren, kesinlikle kötü yönetim gösteren bu hükümet mi yapacak?
IMF ile anlaşmadan başka çare bırakmayan bu politikayı, bu ekonomi uygulamalarını, seçim meydanlarında IMF’ye meydan okuyan başbakan çizmedi mi?
Yani sizce o umacı gibi gösterdiği IMF’i yaldızlı davetiyi ile çağıran bu politika değil mi?
BİR SİYASİ GERGİNLİĞİMİZ EKSİKTİ
Seçim bitti, AKP seçim sonuçlarından gereken dersi çıkardı, artık daha merkezde bir politika izleyecek, artık ekonomide hata yapmayacak diyorduk. Bir kez daha hayal kırıklığına uğruyoruz. Son Ergenekon dalgasında yaşananları hemen herkes hükümete bağlıyor. Hükümet de çıkıp bizim ilgimiz yok diyor, doğal olarak. Ama kesinlikli inandırıcı değil...
Peki bu tepki çekeceği bilinen kişiler, niye daha önce değil de, seçim bittikten, NATO toplantısı yapılıp, Obama gittikten sonra bu işleme tabi tutuldu?. Bu zamanlama bile tek başına bu davanın artık siyasi bir dava olduğunu çok açık şekilde göstermiyor mu?
Önceki gün Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un İstanbul’da yaptığı konuşmayı izledim. Ben kabaca kendi izlenimimi aktarayım: Başbuğ askerin bir süredir esnekleştirip, çağa uygun hale getirdiği Türkiye’nin gerçeklerine ilişkin yeni kırmızı çizgileri ortaya koydu. Bundan sonra bu çerçeve içinde askerin güncel gelişmelere bakışını anlatmaya da hazır hale geldi.
Kamuoyuna açıklanan kırmızı çizgiler, hükümete, daha çok da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dikkatle incelemesi gereken çizgiler. Şimdi iş hükümete kalıyor. Hükümet ya bu kırmızı çizgilerle mutabık kaldığını ortaya koyacak ya da benimsemediğini söyleyecek.
Uzlaşma olup olmayacağı, nerelerde farklı düşünce ve uygulamalar ortaya çıkacağını artık daha net görebileceğiz. Umarım son dalga ile hükümetin yeniden tırmandıracağı anlaşılan siyasi çatışma havası, bu ekonomik ortamda daha fazla büyümez..
Yazının Devamını Oku 
14 Nisan 2009
DÜN 3 bakan tarafından açıklanan yeni ekonomik hedefler, genel olarak gerçekçi sayılabilir. Özellikle 2009 yılı için daha önce yüzde 4 olarak belirlenen büyüme hedefinin, yapılan revizyonla yüzde 3.6 oranında gerilemeye çevrilmesi, siyasi sakıncalarına rağmen bunun yapılabilmesi bence çok önemli idi. Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren, saptanan yeni hedeflerin amacını, "orta vadede mali disipline dönülmesi için gerekli olan güveni sağlamak" olarak belirtti. Bu güvenin oluşturulması için ise gerçekçi revizyonların yapılmasının önemi büyüktü ve bence ekonomi yönetimi gereken cesareti gösterdi. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın daha önce söylediği "eksi büyüme olmaz" sözleri nedeniyle, açıkcası böylesine gerçekçi büyüme rakamları saptanmasını beklemiyordum. Yine iyimser bir revizyon yapılıp, yüzde 2.5, en çok yüzde 3 eksi büyüme yani gerileme rakamının revize rakam olarak açıklanacağını sanıyordum ama bence çok daha ileri bir adım atılmış, yani güven vermek açısından çok iyi oldu.
Dün açıklanan katılım öncesi ekonomik program hedefleri nihai hedefler olarak kalacak mı, yoksa IMF görüşmeleri sonrası bu rakamlar da değişir mi derseniz, açıkcası değişse bile çok önemli değişiklikler olacağını sanmıyorum. Belki Nazım Ekren’in takvim vererek belirttiği, "mali kuralın 2011’de uygulamaya girmesi" gibi, bazı yapısal tedbirlerin IMF müzakereleri sonrası öne çekilmesi söz konusu olabilir ama bütçe ve makro büyüklükler konusunda çok önemli değişiklikler yapılmasını beklemiyorum.
Ancak buna rağmen ekonominin baz alacağı asıl hedefler, mayıs ayında açıklanacağı söylenen orta vadeli ekonomik program ve bununla birlikte açıklanacak orta vadeli mali programla kesinlik kazanmış olur. Çünkü bu metinler içinde IMF ile yapılacak anlaşmanın kesin hali de bulunacak.
IMF ile yapılacak görüşmelerde ekonominin çok daha detaylı inceme fırsatı olacağı ve küresel ekonomi için IMF’in 22 Nisan’da açıklayacağı, küresel ekonomiye ilişkin son revizyonların da yer alacağını unutmayalım. Bu nedenle kesin ekonomik hedeflere IMF anlaşmasından sonra bakmak lazım.
ENFLASYONA DİKKAT
2009 yılı için açıklanan yeni hedefler piyasalar tarafından da genel olarak "gerçekçi, dolayısıyla da olumlu revizyonlar" olarak algılandı. Buna karşılık 2010 ve 2011 yılına ilişkin revize edilen rakamlara biraz daha şüpheyle yaklaşmak mümkün. Gerçi 2010 yılında artık baz yıl olacak 2009 yılı eksi büyüme ile düşük kalacağı için, artı bir büyüme rakamına ulaşılması mümkün ama bu rakam programda yazan yüzde 3.3’e ulaşır mı, bence biraz şüpheli.
Bunun da dışında asıl sorun 2010 ve 2011 enflasyon oranlarında çıkabilir. Çünkü büyüme ile birlikte, yani talebin artması ile birlikte birikecek olan fiyat artışlarının peşi sıra gelmesi, mali disiplin sıkı tutulmadığı takdirde bunun enflasyona yansıması kaçınılmaz gibi görülüyor. Aynı şekilde 2011 yılı için alınan yüzde 5.5’lik enflasyon hedefinin gerçekleşmesi de, şu anki koşullarla bakıldığında çok zor gözüküyor.
Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren, revize rakamlarla birlikte alınacak tedbirleri de kaba hatlarıyla açıkladı. Ancak bu tedbirlerin içinin çok daha detaylı biçimde doldurulması, daha güvenilir olması için belki tek tek takvimlendirilmesi de gerekiyor.
IMF ile yapılacak yeni teknik görüşmelerin biraz gecikeceği de bu toplantıyla ortaya çıktı. Bu bence her şeyden daha dikkatli bakmamız gereken bir gelişme. Çünkü açıklanan bu rakamların tam olarak güven vermesi için IMF ile yapılacak görüşmeler sonrası, 3 yıllık stand-by anlaşmasının yapılması, dolayısıyla bu rakamların tescil olması gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 
13 Nisan 2009
BU ay çok sayıda ekonomik programla karşı karşıya kalacağız. Bu nedenle ekonomi bakan ve bürokratlarını çok yoğun bir ay bekliyor. AB’ye Ocak ayında, en geç Şubat ayı başında verilmesi gereken Katılım Öncesi Ekonomik Program seçimler nedeniyle ertelenmişti. Ekonomi yönetiminin gündemindeki ilk program bu olacak. IMF ile yeni stand-by anlaşması kesinleşmeden önce bu program verilmek zorunda kalınacak çünkü artık yeni bir süre alınamıyor. Bu hafta başında ekonomi bürokratları hazırlanan taslak üzerinde çalışmalarını tamamlayıp, hafta sonuna bunu yetiştirmek zorundalar. IMF Heyeti belki bu hafta sonuna yetişir ama daha öncesinden, sanıyorum kabaca tahminleri alınıp bu programın içine yedirilecek. Önümüzdeki hafta başında AB’ye Katılım Öncesi Ekonomik Programın verilmesi gerekiyor. Çünkü teknik toplantılar yapılacak ardından Devlet Bakanı Mehmet Şimşek 3 Mayıs’ta AB’ye gidip bu programı anlatacak.
Bunun ardından DPT’nin orta vadeli ekonomik programı, onun da ardından orta vadeli mali programın çıkarılması gerekiyor. 2009 yılı bütçe hedefleri ilk iki ayda fiilen kadük hale geldiği için, ekonomideki aktörlerin önlerini görebilmeleri açısından revize edilmiş rakamlara ve 3 yıllık perspektif sunacak bu programlara ihtiyaçları aciliyet kazandı.
Bu programın içine IMF ile yapılacak, 3 yıl olması beklenen, yeni stand-by anlaşması hedeflerinin de konulması gerekiyor. O nedenle niyet mektubu taslağı çıktıktan sonra, bu ayın sonunda orta vadeli bu programların da kesinleşeceğini tahmin ediyorum.
Bütün bu çalışmalar DPT’nin bağlı olduğu Devlet Bakanı, Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren tarafından yürütülüyor. Ekren’in geçen hafta bir yandan ekonomi yönetimiyle toplantılar yaparken öte yandan piyasadan ve akademisyenlerden, büyüme ve enflasyon başta olmak üzere 2009 ve sonrası için tahminlerini ve ekonomik analizlerini aldığını öğrendik.
Bilgi veren ekonomi yöneticileri, 2009 için saptanacak, özellikle büyüme rakamının kritik önem taşıdığını söylüyorlar. Bu konuda piyasadaki tahminlerin belli olduğunu, eksi 2 ile eksi 5 arasında değiştiğini kaydeden bir üst düzey yönetici, ilk önce çıkacak AB katılım öncesi ekonomik programla birlikte yeni hedefin de belli olacağını, 2009 için artı yüzde 4 olan bu rakamın, piyasaların beklentisi doğrultusunda revize edileceğini söyledi.
Yani Başbakan Tayyip Erdoğan her ne kadar "eksi büyüme hedefi olmaz" dese de, önümüzdeki hafta, en geç bir sonraki hafta revize edilmiş büyüme rakamı ortaya çıkacak. Bu rakamın eksi 2’den daha iyi olması ise artık imkansız.
1 Mayıs bu hafta kesinleşiyor
GEÇ kalmış bir karardı, nihayet alındı ve 1 Mayıs bayram ve tatil olarak ilan edilecek. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik ile yaptığımız sohbette, Çelik’in aslında bu kararı geçen yıl çıkarmak için çalıştığını ama gündem bir türlü uygun olmayınca çıkaramadığını öğrendim. Çelik, bununla birlikte İLO ve AB standartlarında bir sendika yasası değişikliği planlıyor. Bence her ikisi de geç kalmış ama olumlu adımlar.
Bakan Çelik, Pazartesi günü (bugün) TBMM’de grubu bulunan tüm partileri ziyaret edip hazırladıkları taslağı anlatacak ve önerilerini alacak. Biran önce çıkarılması için partilerden destek isteyecek olan Çelik, önemli bir sıkıntı çıkmasını beklemiyor. Dolayısıyla yasanın bu hafta içinde, en geç Perşembe günü TBMM’den çıkarılmasını bekliyor. Sendika yasasında yapılacak değişiklikler için işçi ve işveren sendikalarının doğal olarak farklı görüşlere sahip olduğunu hatırlatan Çelik’i, bu anlaşmazlıkların aşılabileceği konusunda umutlu gördük.
Çelik’in gündeminde bunun ardından, Mayıs ayında kıdem tazminatı konusunda yapılması gereken düzenleme bulunuyor. Kriz döneminde bu uygulamanın değiştirilmesinin artık zorunlu hale geldiğini, bu konuda da bir uzlaşma arayacaklarını söyledi.
Çalışma Bakanlarının en önemli özelliklerinden birinin "uzlaşma" olması, sabırla tarafları ve görüşleri ortak noktada buluşturması gerektiğini, Bakan Çelik’in bu konuda başarılı olduğunu düşünüyorum. 1 Mayıs ve sendika yasalarıyla Bakan tarafların güvenini daha fazla kazanacak.
Yazının Devamını Oku 
9 Nisan 2009
OBAMA’nın ortaya attığı "model ortaklık" tanımını daha çok konuşacağız. Obama’nın açıklamalarından, bu tanımın içinin henüz tam olarak doldurulmadığını, zaman içinde işbirliği yapılacak alanlarla birlikte doldurulup geliştirilmeye çalışılacağını anlıyoruz. Ben de dahil, bazı yorumcular bu ortaklığın içinin, siyasi işbirliğinin yanısıra ekonomik işbirliği ile doldurulması gerektiğine inanıyor ve bunu dile getiriyor.
Bence siyasi konulardaki işbirliğinin zemini de bu ekonomik işbirliği ile oluşturabilir. Daha doğrusu; ekonomik zemindeki ortaklığın daha kalıcı ve sağlıklı olacağı kesin.
İşte tam da bu noktada, böyle bir işbirliğinin kurulup kurulamayacağı sorusu akla geliyor.
Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki, kurulacak ekonomik işbirliğini Obama’nın kendisi ya da artık arkadaş oldukları Abdullah Gül ya da Tayyip Erdoğan kurmayacaklar. Ekonomik işbirliğini kuracak olan iki ülkenin şirketleridir. Liderler ancak bu zemini oluşturup, siyasi desteklerini verebilirler, asıl işi yapacak olan özel sektör kuruluşlarıdır.
KALICI İŞBİRLİĞİ MÜMKÜN MÜ
Bu açıdan bakıldığında ABD ile kalıcı ekonomik ve ticari işbirliğinin kurulabilmesi, Türkiye’nin bu şartları altında mümkün mü?
Bu sorunun yanıtını almadan önce de ABD’li şirketlerin nasıl iş yaptıklarına kabaca bakmak gerekir herhalde. ABD’nin siyasi olarak işbirliği yaptığı ülkelerde piyasa ekonomisinin işlemesini ve demokrasiyi şart koşmasının nedeni de işte bu özel sektörün iş yapacağı ortamı hazırlamak içindir. Yani ABD’li şirketler eğer gelip Türkiye’de iş yapacaklarsa, Türkiye’de yani gelip milyarlarca dolar yatırım yapacakları ülkede piyasa ekonomisinin kurumları ve kurallarıyla işlemesine bakarlar. Yatırdıkları paraların keyfi uygulamaların geçerli olduğu, kuralsız ekonomilerde heba edilmesini doğal olarak istemezler.
Yine üçüncü ülkelerde birlikte iş yapmak için de, işbirliğine girdikleri ülkenin şirketlerinin piyasa ekonomisi içinde çalışan, şeffaf kuruluşlar olmasını isterler.
Peki Türkiye’deki duruma bakacak olursak ne görüyoruz?
Son dönemde ortaya çıktı ki; siyasi iktidarlar, istedikleri firmalara, istedikleri biçimde ceza kesebiliyor, kendisini eleştirenlere hayat hakkı vermemeyi kendi doğal haklarıı sayabiliyor. Böyle bir sistemin adına herhalde piyasa ekonomisi de, demokrasi de denemez.
ABD’li şirketler çalışacakları Türk şirketlerinin belli bir büyüklüğe, bilanço yapısına ve dolayısıyla uluslararası standartlarda şeffaflığa sahip şirketler olmasını isterler. Türkiye’de böyle şirketler var ama biliyoruz ki sayıları az. Yine herkes biliyor ki, mevcut iktidar "büyük sermaye" adı verilen bu şirketleri hazmedemiyor ve bunları mümkün olduğunca küçültüp yerine kendine yakın bir sermaye grubu oluşturmak istiyor. Böyle bir yola girdi, bazı adımları da attı ama kısa sürede yandaşlarla gerekli sermaye birikimini sağlaması çok zor.
SİYASİ OTORİTEYE BAĞLI KILMA
ABD’li şirketler, uluslararası standartları koyan sektör düzenleyicilerinin o ülkede varlığına, yani bağımsız denetleyici ve düzenleyici kurumların olmasına bakarlar. Yine herkes biliyor ki mevcut iktidar, hem atadığı partili kişilerle, hem mevzuatlarını sürekli değiştirerek, 2000 yılında başlatılan bağımsız kurum oluşumunu, bunların bağımsızlığını her fırsatta tırpanlayıp, bu kurumları her açıdan siyasi otoriteye bağlı kılmak istiyor.
Yine ABD’li şirketler, iş yapacakları ülkede kayıt dışının mümkün olduğunca azaltılmasını, yani gittikleri yerde haksız rekabetle karşı karşıya kalıp sermayelerini eritmek istemezler. Herkes biliyor ki, kayıtdışı Türkiye’de hálá çok yaygın ve IMF’nin son taleplerindeki gibi kayıtdışını azaltmak için alınacak tedbirler de siyasi otoriteden geri dönüyor.
Böyle bir ortamda siz ABD’li bir şirketin yöneticisi olsanız, ülke yönetiminiz "hadi gidin işbirliği yapın" dese bile, Türkiye’de gelip iş yapar, milyarlarca doları bağlar mısınız?
Özetle; ABD’nin model ortaklığı Türkiye ekonomisinin gelişimi için büyük bir fırsat ama bu fırsatı değerlendirmek için kurallı piyasa ekonomisi ve demokrasi şart. Keyfilikle bu iş olmaz.
Yazının Devamını Oku 
7 Nisan 2009
ABD Başkanı Barack Obama’nın gelişinden önce Türkiye ile ilişkilerin yeni boyutu, Bush dönemine göre oluşacak farklılıkları çok tartışıldı. Herkesin üzerinde mutabık kaldığı konu; artık ABD’nin Türkiye için "ılımlı İslam" söyleminden vazgeçeceği yolundaydı. Şahsen ABD Büyükelçiliği yetkililerinden aldığımız izlenim de bu şekildeydi ve Obama’nın muhalefet partileriyle görüşmesinde ısrar edilmesi, bence "ABD’nin sadece iktidar partisi ile değil, tüm Türkiye ile işbirliği istediğini" göstermesi açısından olumlu bir tutumdu.
Obama’nın ziyaretinde "ılımlı islam"ın yerine ne konulacağını, birçok kişi gibi ben de çok merak ediyordum. Obama’nın konuşmalarından anladığım kadarıyla bu söylem "modern ve müreffeh Türkiye" olarak formüle edilmeye çalışılmış.
Obama, Anıtkabir’de Şeref Defteri’ne "ABD’nin 44. Başkanı olarak, Türk-Amerikan ilişkilerini güçlendirmeyi, Atatürk’ün, halkına umut veren modern ve müreffeh bir demokrasi olarak Türkiye vizyonunu desteklemeyi ve ’Yurtta barış, dünyada barış’ ilkesini gerçekleştirmeyi sabırsızlıkla bekliyorum" diyerek, bu mesajı dillendirmiş oldu.
Burada "laiklik" vurgusu yoktu ama Cumhurbaşkanı ile görüşmeden sonra yaptığı açıklamada "laik cumhuriyet"ten söz etti. TBMM’deki konuşmasında ise belli ki Obama, İslam dünyasına mesaj vermeyi öne çıkarmıştı. Türkiye ile ilişkili konularda ise bir yandan bizim hoşumuza gidecek unsurları sayıp, öte yandan Ermeni meselesinde "demokrasilerin dinamik olduğunu", "tarihimizle sorunları halletmek gerektiği"ni söyleyerek, konuşmanın genel dengesini sağladı.
Bence Obama’nın verdiği mesajlardan öne çıkarılması gereken unsurlar "Türkiye’nin modern ve müreffeh" olması ve Doğu’ya giderken ABD’nin Türkiye ile gitmek istediği olmalı.
Obama’nın sözünü ettiği, "model ortaklık" tanımlamasının içinin, Türkiye’nin ekonomik gelişimini sağlayacak biçimde doldurulması gerektiğinin önemine dikkat çekmek istiyorum. Küresel krizle ilgili birlikte mücadelede etmenin yanısıra, ileriye dönük ekonomik işbirliği alanlarının artırılmasına çalışmak da hayati önem taşıyor.
Bu işbirliğinin bence "ülke insanlarının dini aidiyeti"ne bağlı olmadan geliştirilmesi önemli. Belki de Obama’nın "Ülkemizde çok sayıda Hıristiyanın yaşamasına rağmen, biz kendimizi Hırıstiyan bir ulus olarak görmüyoruz. Laik bir ülke, inanç ve hukuk üstünlüğüne bağlılık vaadini desteklemeye devam edeceğiz" sözleri de bu amaca dönüktü...
IMF de dibin görülmediğini teyit etti
BAŞKAN Obama, ABD’nin çıkarları için de artık barışa ihtiyaç olduğunu, Doğu ile barışmak ve işbirliği yapmak gerektiğini, bunu da Türkiye ile birlikte yapmak istediğini söyledi. Ancak bunu yaparken Obama’nın ricası "yanında gezdireceği arkadaşının üstünü başını düzeltmesi gerektiği" idi...
Yani birlikte yürümek için Türkiye’nin uluslararası sorunlarını çözmesini istedi...
Bence hamaseti bırakıp, sorun çözmek için bu tür akılcı bir yola biz de girmek zorundayız.
Bu uluslararası sorunları çözmek kadar; mevcut ekonomiyi anlamak için de geçerli.
Örneğin dünkü yazımda Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in henüz küresel krizin dibinin görülmediği yönündeki gerçekçi tahminini size aktarmıştım. Dün de IMF yönetiminden bu tahmini teyit eden yeni bir yorum geldi. IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn, ABD’deki ev fiyatlarının yakında en düşük seviyesine inebileceğini belirtirken, bu söylem henüz fiyatların dibe inmediğinin de bence bir itirafı idi.
Le Figaro gazetesine konuşan Kahn, "Krizin ne zaman biteceği" şeklindeki soruyu yanıtlarken bunun ilk belirtilerinin ABD’de görüleceğini belirtti ve ABD’deki ev fiyatlarının durumunun bunun ilk göstergesi olabileceğini ifade etti. ABD’deki ev fiyatlarının olabileceği en düşük seviyeye yakın olduğunu kaydeden IMF Başkanı, ekonominin 2010 yılının ilk döneminde düzelmesinin beklendiğini belirtti.
Unutmayalım ki; boş sözlerle beklenti yönetimi yapılmaz, sorun gerçekleri söyleyerek çözülür...
Yazının Devamını Oku 
6 Nisan 2009
DEVLET Bakanı Mehmet Şimşek, bu kez IMF ile anlaşmanın kısa sürede yapılacağını tahmin ediyor. Şimşek, kendisinin 3 yıl vadeli bir stand-by anlaşmasından yana olduğunu, çünkü süre uzadıkça yapısal tedbirlerin daha sağlam uygulanıp, mali istikrarın daha kalıcı biçimde sağlanacağını açık açık söyledi. Ancak buna rağmen IMF’in geliş tarihi, anlaşmanın süresi konusunda şimdiden kesin bir şeyler söylemenin de yanlış olacağını belirtmeden edemedi. Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, Londra’daki G-20 Zirvesi’nin dönüşünde, önceki gün Ankara’da bir grup gazeteci ile sohbet toplantısı yapıp, hem Zirve’de alınan kararlar ve konuşulanlar hakkında bilgi verdi, hem de IMF ile ilişkilerin geldiği noktayı anlattı.
Şimşek’in IMF’in istekleri konusunda kamuoyunda yanlış izlenim olduğunu, IMF’in ille de şu önlem diye ısrar etmediğini, seçeneklere her zaman açık olduğunu belirtmesi dikkat çekiciydi. Yaptığımız bu sohbette Şimşek’in IMF ile anlaşma konusunda üzerinde varolan siyasi baskının seçimlerin geçmesiyle azaldığını, artık daha teknik konuşmalara girmeye başladığını gözledik.
Bu baskının ortadan kalkması bence ekonomi yönetimi açısından olumlu olacak. Çünkü bakanlığından önce teknik yönüyle bildiğimiz Şimşek, yeni girdiği politikada, belli ki kendisi öyle yönlendirildiği için, şimdiye kadar fazlasıyla siyasi bir tavır ortaya koydu. Bence bu kadar politik davranmasına gerek yoktu, umarız bundan sonra teknisyenliğini öne çıkarır.
Çünkü teknik konulara girdiğinizde, Şimşek’in hem IMF konusunda hem Türkiye ekonomisi konusunda çok daha rasyonel konuştuğunu da gözlemliyorsunuz. Örneğin, Şimşek’in son haftalarda küresel ekonomide yaşanan olumlu havanın geçici olduğuna inandığını söylemesi, özellikle ABD’de batışlara izin verilmemesinin sıkıntıyı büyüttüğünü kaydetmesi, tam da bu nedenle küresel krizin bir süre daha devam edeceğini tahmin ettiğini belirtmesi, bence teknisyenliği ortaya çıktığında olaya daha objektif baktığının da birer göstergesi idi.
Yine canlandırma paketleri ile sağlanan mali gevşemenin daha sonra geri alınması gerektiğini, bu konudaki taleplerin haklı olduğunu söylemesi, IMF ile yapılacak görüşmelerde bunun ele alınacağının altını çizmesi, bunun Türkiye’nin orta vadeli kalıcı istikrar için yararlı olacağını belirtmesi, beklediğimiz akılcı yorumlardı.
IMF KAYNAKLARININ ARTMASI
IMF ile yapılacak görüşmelerde, saptanacak süreye de bağlı olarak gelecek kaynağın değişebileceğini kaydeden Şimşek, anlaşma süresince Türkiye’nin dış finansman ihtiyacının büyük bölümünü karşılayacak bir rakam saptanacağını söyledi. Şimşek’in anlaşma yapılınca önden beslemeli yani yüklü bir peşinatla anlaşmaya girilmesine gerek olmadığını söylemesi de ilginçti. Şimşek, yıllar itibariyle, örneğin 3 yıllık anlaşma yapılırsa 3 yıl boyunca, Türkiye’nin cari açığı konusunda yapılacak tahminle, kamu-özel toplam dış borç çevirme oranının saptanmasının, gelecek kaynağın miktarını belirleyeceğine dikkat çekti.
G-20 konusunda olumlu- olumsuz haberler diye iki kategoride değerlendirme yapan Şimşek, IMF kaynaklarının önemli ölçüde artırılmasının, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin çekeceği dış kaynak temini sıkıntısına çare olacağını, olumlu bir adım olduğunu söyledi. Yine aynı şekilde gelişmiş ülkelerin Asya ülkeleriyle kurdukları ve finansal denetimi yürütmek için güçlendirilecek Kurula G-20 bizim de alınmamızın olumlu bir adım olduğunu kaydetti.
Buna karşılık uluslararası finans kesiminde yoğunlaştırılacak denetimin, kurulacak kontrolün, karar alınmasına rağmen henüz uygulamaya giremeyeceğini, zaman içinde uygulamalara bakılarak bu denetim sürecinin şekil değiştirebileceğini ima etti.
Şimşek özetle, bir miktar tasarruf tedbiri alınmakla birlikte, çok sıkı harcama kısıcı önlemlere gerek olmadan, 3 yıllık bir stand-by anlaşması imzalanmasına yakın olduğumuzu söyledi. Bence geç oldu ama Hükümetin bu noktaya gelmesi yine de olumlu bir gelişme.
Yazının Devamını Oku 
2 Nisan 2009
HER şeyden önce seçim yorumları içinde ağırlıkla yeralan "küresel kriz AKP’nin oylarını düşürdü" saptamasını çok doğru bulmadığımı söylemek istiyorum. Aslında bir kaç açıdan bu yorumu doğru bulmuyorum. Birincisi; elbette yaşanan ekonomik krizin iktidarın oy kaybında etkisi olmuştur ama bu etki özellikle işsizliği artan sanayi illerinde "belediye başkanlıklarını değiştirecek kadar" yaşanmamıştır. Sanayi illerinde kaydedilen yüzde 10-15’lük düşüşler, aslında sanayisi güçlü olmayan illerde de yaşanmıştır. Yani AKP’nin oylarında krize bağlı olmayan genel bir düşüş sözkonusu ve bu nedenle oy kaybını tümüyle krizle açıklamak mümkün değil. Elbette etkisi olmuştur ama başka unsurlarla birlikte, belki bazı unsurlardan daha az etkili olmuştur.
İkincisi; oy kaybındaki ekonomik faktörü "küresel krizin oy kaybındaki etkisi" olarak görmemek gerekir. Olsa olsa "küresel krizin etkileri konusunda Türkiye’de yaşanan kötü yönetimin oy kaybına yol açtığı" söylenebilir. AKP iktidarı, çok yakından yaşadığımız gibi, küresel krizi ve Türkiye’ye yapacağı etkileri uzun süre yok saymıştır. "Teğet geçti" deyimi bu anlayışı gösterdiği için siyasi literatüre girmiş bir deyim oldu. AKP Hükümeti, daha doğrusu Başbakan Tayyip Erdoğan, krizin etkileri konusunda yapılan uyarıları da kasıtlı gördü, bu tür yorum yapanları ülkeye kötülük yapmakla suçladı, sanki hiçbir şey yokmuş gibi hayatın devam ettiğinin varsayılmasını istedi.
Bu nedenle küresel krize karşı uzun süre hiçbir önlem alınmadı, ancak mızrak çuvala sığmaz hale geldiğinde, yani başta işsizlik olmak üzere etkiler çok somutlaştığında, canlandırma paketleri açılmaya başlandı ve bunlar da sanki seçim yatırımı gibi sunuldu.
Çıkan son veriler, geçen yılın son çeyreğinde ekonomisi en fazla küçülen ikinci ülkenin Türkiye olduğunu ortaya çıkardı. Bu da küresel krizin iyi yönetilmesi halinde bu kadar olumsuz etkisinin görülmeyeceğini, hükümet kötü yönettiği için Türkiye’de krizin etkilerinin bu kadar yoğun hissedildiğini açıkca gösterdi.
İşte bu nedenle de AKP’nin oy kaybı için, "krizin etkisi" değil, "krizin iyi yönetilememesinin etkisi" demek daha doğru olacaktır.
Pastanın küçülmesi sadece oyları düşürmez
AYRICA, bu yorumun kasıtlı olarak öne çıkarıldığını da düşünüyorum. Bilinçli olarak "AKP’nin oy kaybı küresel kriz yüzünden" denilerek, hükümetin bu oy kaybında sanki suçu yokmuş gibi gösterilmek istendiğini görüyoruz. Küresel yani "bizim olmayan" kriz nedeniyle AKP’nin oyları azalmış gibi gösterilerek, AKP yönetimindeki hata yokmuş varsayılıyor.
Küresel krizin Türkiye’ye etkisi, kötü yönetim nedeniyle hissedilmeye başlamıştır ama unutmamak gerekir ki, bundan sonra etkileri çok daha derinden hissedeceğiz.
AKP yönetiminin seçim sonuçları için yapacağı analizi, objektif ölçütlerle yapması halinde, bundan sonraki işinin çok daha zor olacağını da görmesi gerekecek.
Geçmiş deneyimlerden yola çıkarak, ekonominin küçüldüğü dönemlerde yaşanan siyasi etkinin sadece oy kaybıyla sınırlı kalmayacağını da söylememiz gerek.
Sıkça işlediğimiz "pastanın küçülmesi" ve bunun getireceği siyasi etkileri, asıl bundan sonra hep birlikte yaşayacağız. Hatırladığımız kadarıyla böyle dönemlerde yani pastanın küçüldüğü süreçlerde, pastadan pay kapma kavgası iyice kızışır ve bu kavga siyasi sonuçlara yol açar. Yani bundan sonra pastadan aldığı payı azalan ya da artık hiç pay alamayacak olanların geçmiş defterleri karıştırdığını görürsek şaşırmayalım.
Yolsuzluk iddiaları hep böyle dönemlerde artmıştır.
Ayrıca pastadan pay kapma kavgaları iktidar partisi içinde ve bürokrasi içinde şimdiye kadar hep keskin kavgaların, ayrışmaların yaşanmasına da neden olmuştur. Genellikle lidere yakın kişilerin, küçüldüğü zaman pasta kavgasına giriştiklerine sık sık şahit olduk.
Bakalım bu kez neler yaşayacağız, hep birlikte göreceğiz...
Yazının Devamını Oku 