11 Haziran 2009
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, Gelir İdaresi’nin bağımsızlığını "siyasi konu" olarak gördüğünü açık açık söyledi. ATV’de soruları yanıtlayan Başbakan, IMF’nin özellikle Türkiye’nin siyasi geleceğini etkileyecek konulara karışmasından rahatsız olduğunu belirterek, "Kalkıp da bizim teşkilatlanma yapımız üzerinde sizler kalem oynatırsanız, bu olmaz. Gelir İdaresi Başkanlığı’nın özerk kuruluş haline getirilmesine sıcak bakmamız mümkün değil" dedi.
Yani Başbakan, ben Gelir İdaresini siyasi kararlardan ayrı tutmam, Gelir İdaresini siyasi olarak kullanırım, bu hakkım vardır demek istiyor herhaldeÖÖ
Tüm işalemi vergiler konusunda siyasi etkinin çok artmasından rahatsız iken, Gelir İdaresi’nin teknik bir kuruluş olarak çalışmasını isterken, Başbakan çıkıyor "Gelir İdaresi bağımsız olmaz, siyasi olarak bana bağlı olması lazım" diyor.
Her şeyden önce Türkiye’nin vergi gelirlerini artırması, bunun için çok yüksek olan kayıt dışını kayda alması, bunu yapabilmek için de siyasi etkilerden uzak, tümüyle teknik kaygılarla çalışacak, kurallar koyup kuralları herkese, her kesime, her şirkete aynı biçimde, tavizsiz uygulayacak bir Gelir İdaresine ihtiyaç var.
IMF ile masaya oturulduğunda kayıt dışını kayda almak için önlemler konuşuluyor ama hükümet, bunun temel unsuru olan Gelir İdaresi’nin bağımsızlığını istemiyor.
Yani IMF’in kayıt dışını kayda almak için istediği tedbir "siyasi" oluveriyor.
Aksi takdirde bir Başbakan çıkıp, Gelir İdaresi başkanını, Bakanlık Müsteşarını, hatta bakanı da atlayıp, bizzat atadığı bir ilin vergi dairesi başkanıyla baş başa verip, vergiyi bazı kızdığı kişilere karşı silah olarak kullanabilir. İşte o zaman da vergi sistemi adil olmaz; adil olmayan vergi sistemine güven kalmaz, her kes siyasi olarak ayrıcalık ister, değil mi?..
IMF de işalemi de artık kayırmacılık ya da özel cezalar olmasın diye Gelir İdaresi başkanlığının bağımsız olmasını istiyor. Ama tam da bu nedenlerle Başbakan istemiyor.
Bunun da ötesinde küreselleşme ile birlikte tüm dünyada siyasi iktidarların artık günlük ekonomi uygulamalarından ellerini çektiğini, teknik işlerin küresel anlamda regülasyonlarla götürüldüğünü biliyoruz. bağımsız kurumlar da bu nedenle ortaya çıktı. Yani Türkiye’nin küreselleşme entegrasyonu da Gelir İdaresinin bağımsızlığını gerektiriyor. Ancak Başbakan bunu da göz ardı edip ille de "vergiyi siyasi koz olarak kullanırım" demek istiyor.
HARCAMALARI KIS DEMEK SİYASİ OLUYOR
Bu tür konuların çağdaş artık siyasi konular olarak kabul edilmediğini biliyoruz.
Siyasi iktidarlar yapacakları bütçeler ile kimden ne kadar kaynak alacaklarını, kime dağıtacaklarını, hangi kesimlere ne kadar kaynak vereceklerini, açık, şeffaf biçimde ilan ederler. Siyasi hak bunu gerektirir. Ancak hükümetin çizdiği makro çerçeve içinde günlük ekonomik uygulamalar artık bu kurumlar tarafından yerine getirilir.
Küresel krizi hala yaşıyoruz ve eğer Merkez Bankası ve Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) zamanında bağımsız kılınmayıp, hükümete bağlı olarak çalışıyor olsaydı, herkes biliyor ki şu anda biz küresel krizi çok daha ağır yaşıyor olacaktık.
Belediyelere aktarılan kaynakla ilgili olarak istenenleri de Başbakan IMF’n siyasi müdahalesi olarak görüyor. Halbuki IMF, "Belediyeye bütçeden verilen parayı kesip, bunun yerine belediyelere ayrı vergi koy" dememiştir. IMF, buraya aktarılan paranın mali disiplini bozduğunu, buralara aktarılan kaynağın yerine yeni gelir yaratılması gerektiğini söylemiştir. Başbakan da büyük ihtimalle IMF’in bu tür tedbir isteğini, "IMF belediyelere verdiğim parayı kıs diyemez" diye, yani "siyasi istek" diye kamuoyuna lanse ediyor.
Yazının Devamını Oku 
9 Haziran 2009
BAŞBAKAN Yardımcısı ve Devlet Bakanı Ali Babacan, ilk kez dün NTV’ye kapsamlı bir ekonomi değerlendirmesi yaptı. Babacan’ın en çarpıcı cümlelerinden biri "En kötüyü gördük demek için erken. Birkaç ay daha izlemek gerekecek, ihtiyati elden bırakmayacağız" idi. Bence Babacan’ın konuşması uzun zamandır bir hükümet üyesinden görmediğimiz kadar gerçekçi bir konuşmaydı. Babacan’ın böyle bir dönemde piyasalara güven vermek açısından yaptığı bu konuşmanın yararlı olduğunu sanıyorum.
Çünkü piyasaların her şeyden önce gerçekçi değerlendirmelere ihtiyacı bulunuyor.
Babacan eksi 3.6 olarak revize edilen 2009 yılı büyüme rakamının daha olumsuz bir oranla yeniden revize edileceğini söyledi. Devlet Planlama Teşkilatı’nda (DPT) bir süredir bu yeni revize rakam üzerinde çalışıldığını biliyoruz ama yeni oran hala kesinlik kazanmış değil. En iyi ihtimalle eksi 4 olacağı tahmin ediliyor.
Babacan’ın önümüzdeki döneme ilişkin olarak yaptığı analiz de bence yerinde bir analizdi ama bu yerinde analizi umarım Başbakan Erdoğan’a da anlatıp, ikna edebilmiştir.
Babacan, geçmiş yıllardaki kazanımların heba edilmesine göz yumamayacaklarını, gelecek kuşakların aksi takdirde kendilerini affetmeyeceğini söyledi. Bu yılın tüm dünya için kayıp bir yıl olduğunu kaydeden Babacan, önlem alıp önümüzdeki yılları kurtarmak gerektiğini, IMF olsa da olmasa da köklü yapısal tedbirler alınması gerektiğini kaydetti.
Bence açıkça söylemiyor ama Başbakan Yardımcısı Ali Babacan da çok iyi görüyor ki; IMF ile anlaşma olmadan yani bağlayıcı bir metin olmadan, hükümet gerekli olan yapısal tedbirleri zamanında ve yeteri dozda alamaz. Hele ki seçimler yaklaşınca hiç alamaz...
Babacan’ın "İlle de IMF ile anlaşma olması lazım" diyemediğini ama anlaşma istediğini hemen herkes biliyor. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de aynı durumda.
IMF Başkan Yardımcısı Lipksy’nin iki hafta içinde Ankara’ya geleceğini ve görüşmelerde bulunacaklarını kaydeden Babacan, IMF ile anlaşma konusunda net bir mesaj vermekten kaçınıyor. Hem IMF’li hem IMF’siz senaryoya hazırlıklı olmak gerektiğini kaydeden bakan, bütçenin bu yıl, uzun yıllar sonra ilk kez faiz dışı açık vereceğini hatırlatarak, "Bu, Hazine’nin borçlanma ihtiyacının yüksek olacağı demek. Bu sürdürülebilir bir şey mi? İlelebet böyle devam edemez. Bu seneki bütçedeki faiz dışı açığı kapatmak için yapmamız gereken işler var" şeklinde konuştu. Bu yıl pek çok ülkenin faiz dışı açık verdiğini, borç stoklarının arttığını kaydeden Babacan, Türkiye’nin borç yükünün de artacağını ama dünyayla karşılaştırıldığında bizim durumumuzun yine de iyi olacağını söyledi.
Bir-iki yıl şimdiki durumun tolere edilebileceğini ama 2011’e geldiğinde kimsenin "neden faiz dışı açık var" dememesi gerektiğini kaydeden Babacan, kalıcı olarak bütçeyi daha sıhhatli hale nasıl getir menin ancak yapısal reformlarla mümkün olabil eceğinin altını çizdi.
İşsizlik ile ilgili henüz artışın durmayacağını kaydeden Babacan’n iyi gelişmeler olarak gösterdiği enflasyon ve cari açık rakamları ise zaten ekonominin gereği olarak iyileşen rakamlar. Bakanın nedenlerini söylemeden "iyi gelişmeler" diye açıklaması, belli ki "çok iyimser olamıyorum ama bunlar da iyi gelişmeler" demek içindi.
Özetle; Babacan’dan geçmiş dönemde ekonomideki başarısını tekrarlaması bekleniyor. Ancak hem ülke, hem Babacan’ın başarısı için IMF anlaşmasının gerektiği de ortada.
Bunun için ise Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ikna edilmesi gerekiyor...
Yazının Devamını Oku 
8 Haziran 2009
AÇIKLANAN son teşviklerden sonra yapılan yorumlara baktığınızda genel olarak "olumlu" bulunduğunu rahatlıkla görebilirsiniz. Bunun yanında "yetersiz" yorumları da yapılıyor... Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki; eski teşvik sistemine göre epeyce ilerlemiş, gerçekten "teşvik sistemi" denebilecek, en azından bunun başlangıcı sayılabilecek bir düzenleme yapıldı. Bence bu durum, yıllardır eski teşvik sistemini eleştiren ve bu nedenle Başbakan’ın tepkisi çeken teknisyenlerin ve gazetecilerin haklılığını ortaya koymuş oldu.
Yeni teşvik sistemi üzerine eleştiriler gelmeye başladı ve önümüzdeki dönem bu eleştirilerin daha da artması sürpriz olmamalı. Bence bu eleştirilerin içerisinde haklılık payı çok yüksek olanlar da var, sadece kişisel ve bölgesel çıkar temini için yapılan eleştiriler de...
Bu eleştirilerin sonunun olmayacağını herkes baştan kabul etmeli. Ekonomi yönetimi önceden göremediği olumsuz yönleri daha sonradan değiştirmek için komplekssiz davranmalı ama genel anlayışında da diretmeli. Aksi halde bu işin sonu alınamaz...
Tabandan gelen tepkiler nedeniyle AKP içinde sıkıntı çıkacak, bu nedenle de politikacılar siyasi kaygılarla sistemi delmeye çalışacaklardır. Ekonomi yönetiminin, asıl olarak hükümetten önümüzdeki dönem gelecek bu tür baskılara mutlaka direnmesi gerekecek.
Evet, ekonomi yönetiminin işi zor ama zaten her zaman öyledir...
Ekonomi yönetiminin işi, daha doğrusu "yönetmek" dediğiniz şey, zaten var olan kaynakların optimum kullanımı, bir başka deyişle imkanlar ölçüsünde en uygun çözümü bulmak demektir.
Ekonomi yönetiminin en başta yerine getirmesi gereken denge; ekonominin genel dengesidir. Yani gelire göre harcamaların ölçüsünü bulmak, makro ekonomik istikrarı koruyarak en sağlıklı ve kalıcı büyümeyi sağlamak için var olan imkanları dengeli biçimde yönetmek...
Teşvik sistemi de bu kapsamda, genel makro ekonomik dengeyi, ekonomik ve mali istikrarı bozmayacak biçimde, ayrılan kaynağın en uygun ve verimli kullanımı amacıyla saptanmalı.
TÜSİAD’IN HAKLI SORULARI
Peki böyle mi yapıldı derseniz, benim ciddi kuşkularım var. Başbakanın "ucu açık" bir faturadan söz etmesi bile, tek başına bu dengelerin gözetilmediğini, bence ortaya koyuyor.
Böyle durumlarda hep 1994 yılındaki IMF anlaşmasından sonraki dönemi hatırlıyorum... Alınan tedbirler, yapılan IMF anlaşması Çiller Hükümeti tarafından, herkesin istediği doğrultuda bir oraya bir buraya çekildi ve bir kaç ay sonra program diye bir şey kalmadı.
Şimdi de birçok kesim küresel kriz var, işsizlik var diyerek, bol keseden her tarafa para saçılmasını istiyor. Bunlar yerine getirilse, istikrarın kaybolması kaçınılmaz olacaktır. Ekonomi yönetimi eğer "yönetim" ise, makro ekonomik dengeyi bozacak taleplere karşı koyar, gerekirse hükümete ve Başbakan’a da bu konuda direnmeyi bilir...
TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ geçen hafta şunları söyledi: "Maliye ve para politikaları kullanılarak uzun dönemli büyümeyi yakalamak mümkün değil. Türkiye uzun dönem büyümesini, refahını ve istikrarını piyasa ekonomisi ışığında sağlamalıdır."
Sizce haksız mı? Ekonomi yönetimi kalıcı ve istikrarlı büyümeyi sağlamak için yapısal tedbirlere ağırlık verip, mali disiplini korumakla görevli değil mi?
Yalçındağ, "Bu teşvikler çok iyi, krizi atlatmak için maliye politikalarının biraz genişlemesi normal ancak bu sürdürülebilir mi, bankacılık sektörü Hazine’nin borçlanmasını finanse ederse reel sektöre nereden kaynak gelecek, yüksek büyüme için kaynağa nereden ulaşacağız" diye soruyor.
Ekonomi yönetiminde bu soruların yanıtı var mı acaba?
Yazının Devamını Oku 
4 Haziran 2009
YAŞANAN küresel kriz ile Türkiye’nin AB’ye tam üyelik çabası arasında çok yönlü bir etkileşim yaşamaya başladık. Her şeyden önce; son günlerde AKP hükümetinin AB’ye üyelik için, bir süredir ara verdiği çabalarını yeniden canlandırmaya başladığını görüyoruz. Bu canlandırma çabasının Egemen Bağış’ın AB ile ilişkilerden sorumlu Devlet Bakanı ve Başmüzakereci olarak atanmasıyla başladığını söyleyebiliriz. Seçim sonrasında ise hükümetin çabasının artmasında küresel krizin etkilerini azaltmak, piyasalara yeniden güven verme amacının öne çıktığı görülüyor.
Yani AB çıpasını güçlendirerek, IMF çıpasının olmadığı bir dönemde, ekonomik istikrarı yeniden oluşturmak için piyasalara güven verme kaygısının öne çıktığını düşünüyorum.
Ancak şunu söylemem gerek ki; hem AB’nin kendi içinde yaşadığı sıkıntılar, hem başlıca AB ülkelerinin Türkiye’ye karşı açıktan aldığı tavırların da etkisiyle, AB çıpası bundan 3-4 yıl öncesindeki kadar ekonomide belirleyici olamaz. Kısacası; IMF çıpası olmadan sadece AB çıpasını güçlendirerek bu dönemde ekonomik istikrara sağlamak çok zor.
KRİZ AB ÇABASINI ARTIRDI
Buna rağmen AB’ye tam üyelik çabalarının artmış olması, bence son derece yerinde bir karar.
Küresel kriz AB çabasını artırırken, öte yandan da krizin AB’ye üyelik için gösterilen çabaları sekteye uğrattığı gözleniyor. Yani çift taraflı bir etkileşim söz konusu.
Egemen Bağış’ın dün AB Genel Sekreterliğinde bir grup gazeteciye verdiği yemekli sohbet toplantısına katıldım. Bence bu yemekteki en önemli açıklamalardan biri "Sendikalar Yasası’nın küresel kriz nedeniyle ertelendiğinin" resmi olarak açıklanmasıydı. Böyle bir sorun olduğu biliniyordu ama dün Bakan Bağış açık açık, işveren ve işçi temsilcileri ile uzun uzun toplantılar yaptıklarını, küresel krizin etkilerinin yoğun olarak hissedildiği bu ortamda sendikalar yasasının ertelenmesi için tüm tarafların mutabakata vardıklarını söyledi. Dolayısıyla açılması muhtemel fasılların başında gelen sosyal politikalar faslının açılması da, sendikalar yasasına takılmış oldu. Yani kriz fasıl açılmasını engellemiş oldu.
FASILLAR HIZLI AÇILMAYABİLİR
Başmüzakereci Egemen Bağış, AB’ye tam üyelik süreciyle ilgili olarak fasıl açılmasına, artık en önemli kriter olarak bakılmamasını istiyor. Reformların gerçekleşmesinin artık daha önemli olduğunu, çünkü kolay açılacak fasılların şimdiye kadar açıldığını, zaten Kıbrıs sorununa bağlı çok sayıda fasıl olduğunu kaydeden Bağış, bundan sonra açılacak fasıllar için yapılacak düzenlemelerin hem içeride hem de Avrupa’da çeşitli kesimlerde sıkıntı yaratacak düzenlemeler olacağını, bu nedenle fasılların o kadar hızlı açılamayabileceğini hatırlattı.
Vergi faslında yapılan düzenlemeler konusunda Maliye Bakanlığı ile AB yetkililerinin görüştüklerini birkaç küçük pürüz kaldığını kaydeden Bağış, 26 Haziran’da yapılacak toplantıda bu faslın açılmasını beklediklerini söyledi. Bağış, 1 Temmuz’dan itibaren dönem başkanlığını alacak İsveç’in başkanlığı döneminde, bu yılın ilk yarısında olduğu gibi "sıfır fasıl" olmayacağını, mutlaka açılacak fasıl olacağını söyledi. Bağış, bu dönemde zor olduğunu bildiklerini ama çevre faslını açmak için çaba sarfedeceklerini de kaydetti.
KAYGILARI GİDERECEK ORTA PROJE
Egemen Bağış’ın AB projesi için getirdiği "farklı ve aynı düşünenlerin hepsinin kaygılarını giderebilecek ortak bir proje" tanımı, bence çok yerinde bir tanımdı.
Bence bu tanımın üzerine gidilmeli, geliştirilmesine çalışılmalı ve geniş kesimlerin desteğini alabilmek için, Türkiye’de uzlaşma ortamının sağlanması için, üzerinde daha fazla durulmalı.
Egemen Bağış’ın AB üyelik sürecini canlandırmak için yoğun çaba sarf ettiği ortada. Ancak kendisine de ilettiğim gibi; bence başmüzakerecilik makamını "daha az siyasi daha çok teknik bir makam" haline getirmek gerek. Bu değişiklik içeride uzlaşma imkanını da artırır.
Yazının Devamını Oku 
2 Haziran 2009
DÜN bir gazetede AKP’nin ekonomiden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Bülent Gedikli’nin manşet olan demeci vardı. Gedikli, "Özel sektörün son başvurması gereken yol olan işten çıkarma, krize karşı verilen ilk tepki oldu" demiş. Gedikli özel sektörün krizi bahane ederek işçi çıkardığını iddia ederek, "bu bir fırsatçılıktır" suçlamasında bulunmuş.
Farkında mısınız, son günlerde özel sektöre çatmak yine moda oldu.
Sadece özel sektöre değil, özel olarak bankalara da çatıyorsanız, bir de bunun üzerine IMF’ye küfretmeyi ekliyorsanız, son dönemlerde AKP medyasında en muteber kişi oluyorsunuz.
Bırakın büyük işadamlarını, küçük ve orta ölçekli sanayicilerle konuştuğunuzda da işadamlarını en fazla üzen, almak zorunda oldukları kararın "işçi çıkarma" olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz. Tabii ki işçi çıkardığı için dediğim kadar içi acımayan işadamları da vardır. Ancak işadamlarının çoğunun işçi çıkarmaktan hiç de hazetmediğini yakından biliyorum. Özellikle Anadolu’da işçi çıkarmak, itibar kaybı demektir. İşçi çıkardığınız zaman sizin işinizin kötü olduğu ortaya çıkar, ki hiçbir işadamı bu duruma düşmek istemez.
Daha önce de Başbakan işadamlarına dönük olarak "beceriksiz olanların işyeri kapanıyor" demişti. Şimdi de yardımcısı özel sektörü fırsatçılık yapıp, işçi çıkarmakla suçluyor...
AKP’lilerin bir bölümünün, özel sektörün yanısıra bankalara çatmaya, özellikle bugünlerde bu tür demeçler vermeye özel önem verdiklerine şahit oluyoruz. Hatta bazı AKP’li bürokratların kulislerde, "IMF ile anlaşma olmasın da o çok kar elde eden bankalar faizler yükselince biraz zor duruma düşsünler" diye konuştuklarına bile şahit oluyoruz.
Bunun sebebi de tabii ki bankalara sık sık yüklenen Başbakan. Kimse bankaların niye kárlı olduğunu, ne tür risklerle karşı karşıya olduğunu sorgulamıyor. Yüksek kárların bankaların dolayısıyla ekonominin yapısını bu kadar sağlam kıldığını görmüyor, durmadan yükleniyorlar.
ANLAŞMAYINCA NE OLACAK BİLEN VAR MI
Bankalara yüklenmenin en geçerli argümanlarından birini de "özel sektöre kredi vermemeleri" oluşturuyor. Başbakan başta olmak üzere tüm AKP’liler koro halinde bankalara "reel sektöre kredi vermiyorsunuz" diye çatıyorlar. Bankacılar, Türkiye İstatistik Kurumu’nun yayımladığı anketleri örnek gösterip, "üretimin düşmesine neden olan faktörlerde kredi bulmanın, çok küçük bir oranla son sırada olduğunu" gösteriyorlar ama kimse dinlemiyor.
Bu moda zincirinin son halkası, belki de en gösterişlisi ise IMF’ye çatmak... Hükümetin aslında ekonominin, ülkenin çıkarlarını ne kadar düşündüğünün altını çizip, "bu hükümetin daha öncekilere benzemediği"ni söyleyip, "IMF bizim şartlarımızı kabul ederse anlaşma olur yoksa anlaşma yapmayız" diye rest çekmek, son günlerin en gözde sözleri.
Geçen gün bir bankacı arkadaşım soruyordu; "İyi de, IMF ile anlaşma yapmayıp ne yapacağımızı, yerine ne koyacağımızı, bu ekonominin nasıl gideceğini, rakamlarla birlikte açıklayan, bunu bilen kimse var mı?"
Bankacı arkadaşım bence de haklı, ben de anlaşma yapılmadığı takdirde yerine ne koyulacağını, nelerin olabileceğini bilimsel anlamda söyleyen, açıklayan birine rastlamadım.
Son günlerde, AKP’liler "Hükümetlerinin en önemli ekonomi başarısını IMF’le anlaşma döneminde kazandığını" unutmuş gibiler. Bu da AKP’li siyasi yazarların bile IMF’yi siyasi malzeme yapmak için çaba göstermelerine neden oluyor.
Kimbilir belki de işadamları ve piyasalar anlaşma istiyor diye, bu kez IMF’yi tu-kaka ediyorlar.
Biraz daha işi uzatırlarsa, hangisinin ülkenin yararına olduğunu zaten hep birlikte göreceğiz...
Yazının Devamını Oku 
1 Haziran 2009
BAŞBAKAN Yardımcısı Ali Babacan, artık rutin hale getirdiği, Bakanlar Kurulu Toplantısı öncesi Ekonomik Koordinasyon Kurulu Toplantı’sını, bu sabah da gerçekleştirecek. Haberlere yansıdığı gibi olur da, Başbakanın ekonomi yönetimine hafta içinde ilettiği tüm talepleri yerine getirilirse, bu sabah üretimi ve istihdamı artırmak için kapsamlı teşvik kararlarının çıkması gerekiyor. Daha doğrusu Bakanlar Kurulu’nun onayına sunulması.
Bunun içinde bölge ve sektör teşviklerinin yanı sıra istihdamı artırmak için vazgeçilecek SSK primleri, on binlerce kişiye açıktan para verilmesi gibi önlemler var. Yani bu kararlar çıkarsa, çok büyük bir harcama kalemi daha doğacak. Onun da ötesinde yeni vergi ve SSK yükleri oluşacak. Bu da şu anlama geliyor ki; zaten vergi ve primler toplanamaz, bütçe ve SSK’nın açığı iyice artarken, bu açıklar daha da büyüyecek. Dolayısıyla hem kaybedeceği vergi geliri hem de sosyal güvenliğe bütçeden ayrılan pay nedeniyle bütçe açığı daha da büyüyecek.
Bürokratlar, bakanlar hatta Türkiye Temsilciliği bile, hükümet ile IMF arasındaki görüşmelerin sürdüğünü söylüyor ama yapılanlara bakıyorsunuz, bunun tam tersi.
IMF ile müzakerelerin temel noktalarından birini "mali uyum" oluşturuyor. Yani bütçe o kadar açıldı ki, her ne kadar "2009 yılı kayıp yıl artık bu yılın açıklarına bakmamanız lazım" deseniz bile, mutlaka harcamaları kısmak için önlem alınması gerekiyor. Bu yıla ilişkin zaten çok önemli harcama kısıcı önlemler alınamasa bile, bir yerinden başlayıp, 2010’dan itibaren yapısallarla sıkılaştırarak bir mali uyum tablosu üzerinde anlaşmak gerek. İşte bu noktada hükümetin bu uyumun çok gevşek olmasını hatta mümkünse hiç olmamasını istediğini, IMF’in ise bunun imkansız olduğunu belirtip, bir ortak nokta bulmaya çalıştığını biliyoruz.
Aslında hükümet olmasa da bürokrasinin de IMF’ye benzer bir görüşte olduğunu söylemeliyiz.
Ancak bir türlü ortak nokta bulunamadığı için de, IMF ile görüşmeler uzayıp gidiyor, bir türlü uzlaşma zemini bulunamıyor. Biz de bu nedenle bir "olacak", bir "olmayacak", bir "anlaşmaya yakınız", bir "uzağız" diye yazıp, havanda su dövüp duruyoruz.
MALİ UYUM KADAR EK YÜK
Kimsenin endişesi olmasın ki; hükümet bir yandan IMF ile mali uyumu görüşüp öte yandan böyle harcamaları artıracak kararlar almaya devam ederse, bizim işimiz çok daha zorlaşır. Sonunda IMF ile anlaşma yapsak da zorlaşır, yapmasak da
Çünkü böylesine büyüyen açıkları bu ekonominin kaldırması mümkün değil.
Sadece bugün görüşecek teşvik tedbirleri değil ki... Daha önce belediyelerin genel bütçe gelirleri üzerinden ayrılan paylardan vergi ve sosyal güvenlik primleri borçlarını otomatik olarak kesme uygulamasına, 4 ay için ara verildi. Amaç belli; belediyeler inşaat sezonu olan 4 ay boyunca harcamaya, yatırımlarına devam etsinler.
Bunun faturası 1 ile 1.5 milyar TL arasında hesaplanıyor. Bu doğrudan ek bütçe açığı demek.
Geçen hafta, yapısal olarak zaten 2000 yılı öncesine dönüş anlamı taşıyan, dolayısıyla çok tehlikeli tarım sübvansiyonu sistemine geri dönülme kararı çıktı. Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) ne 2.6 milyar TL’lik Hazine kağıdı verilmesi kararlaştırıldı. Bu şimdilik bütçe dışında görünüyor ama borç yükünü doğrudan etkiliyor ve ileride zaten bütçeye yazılması gerekecek.
Uzun zamandır beklenen Hazine’nin 1 milyar TL’lik Kredi Garanti Fonu desteği de kapıda.
Hesap ettiğiniz zaman, hepsi şimdi görünmese de sonunda, bütçeye 5 milyar TL’lik bir ek yük daha gelmiş demek. Teşviklerden gelecek ek yük de, bence bir bu kadar tutabilir.
Kabaca 10 milyar TL’lik 2009 mali uyumunu tartışırken, bir o kadar yük daha geliyor demek...
IMF’yle masaya ek yükle oturup, "yeni şartlar istiyorlar" diye şikayet etmenin anlamı var mı?
Hükümet, IMF’li ya da IMF’siz, bu işin sonunu hiç düşünüyor mu acaba?
Yazının Devamını Oku 
28 Mayıs 2009
KAYBEDİLEN mali disiplinin yeniden oluşturulmasının başımıza ne kadar büyük sorunlar açacağını, küresel piyasa canlansa bile Türkiye’nin piyasalara mali disiplin güvencesi vermeden büyümeye geçemeyeceğini, çünkü büyümesi için ihtiyacı olan yabancı sermayeyi çekemeyeceğini tekrarlayıp duruyorum. Hükümetin mali disiplini sağlayacak tedbirleri tek başına alamadığını, IMF ile anlaşmanın kaçınılmaz olduğunu, Merkez Bankası’nın sanki Hükümete, "IMF’siz de yola devam edilebileceği" anlamına gelen demeçler vermesinin de bu nedenle yanlışlığını söylemiştim.
Dün kamuoyuna açıklanan, Merkez Bankası Para Politikası Kurulu’nun (PPK) 14 Mayıs’ta yarım puanlık faiz indirim kararı verilen toplantısına ilişkin notlar, açıkcası beni umutlandırdı.
Çünkü Merkez Bankası yönetimi bu açıklama ile bir süredir aksattığı mali disiplin uyarılarına yeniden ağırlık vermeye başlamış. Merkez Bankası yönetiminin doğal olarak, IMF ile anlaşma sağlanıp mali disiplinin yeniden sağlanması görüşünde olduğunu, dış kaynak temininin özellikle büyüme için hayati önem taşıdığına inandığını, çoğu kimse yakından biliyor. Ancak Merkez Bankası’nın inandığı bu doğruları daha yüksek sesle dillendirme gereği bulunduğunu düşünüyorum.
İşte bu açıdan dünkü açıklamada yeralan mali disiplin uyarısı beni umutlandırdı. Böylesine kritik bir dönemde bence Merkez Bankası’nın bu uyarılarını sıklaştırması, daha yüksek sesle dillendirmesi ve bir anlamda hükümete, ya da IMF’e karşı olan AKP’lilere, durumu daha çıplaklığıyla anlatıp, görevlerinden biri olan danışmanlık işlevini yerine getirmesi gerekir.
Bu kapsamda Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’a elbette büyük iş düşüyor. Örneğin önümüzdeki hafta Samsun’da yapacağı konuşmada, Başkanın daha açık bir şekilde mali disiplinin önemine hatta IMF ile anlaşma ihtiyacına değinmesini bekliyorum.
Böylesine kritik bir dönemde, piyasaların önlerini görebilmeleri açısından en saygın kuruluş olan Merkez Bankası böyle bir tavırla, çok daha saygınlık kazanacaktır. Unutulmasın ki, Merkez Bankası’nın saygınlığı aynı zamanda ekonomik gidişatı da doğrudan etkiler...
BÜTÇE AÇIĞI BÜYÜYOR
PPK toplantı notunda neden yarım puanlık faiz indirim kararı alındığı açıklanıp, küresel gelişmelerdeki iyileşmeye dikkat çekiliyor ve parasal koşullardaki iyileşmelerin iktisadi faaliyet ve enflasyon üzerindeki gecikmeli etkisi hatırlatılıp, "Bu çerçevede Kurul, Kasım 2008 döneminden bu yana yapılan birikimli faiz indirimlerini göz önüne alarak, bundan sonraki faiz indiriminin ölçülü olabileceği değerlendirmesinde bulunmuştur" deniliyor.
İktisadi faaliyetteki daralmanın vergi gelirlerini olumsuz etkilemeye devam ettiği, yanı sıra, küresel krizin yurt içi iktisadi faaliyet üzerindeki etkilerini hafifletmek amacıyla uygulanan dengeleyici mali tedbirlerin kamu harcamalarında hızlı artışlara neden olduğu kaydedilen PPK notunda, mali disiplin uyarısı şu şekilde yer alıyor:
"Bütün bu gelişmeler sonucunda bütçe açığındaki genişleme eğilimi devam etmektedir. Kamu kesiminin artan finansman gereksinimi, para politikası kararlarının ve son dönemde uygulanan mali tedbirlerin iktisadi faaliyet üzerindeki olumlu etkilerini zayıflatma potansiyeli taşımaktadır. Bu bağlamda Kurul üyeleri, kısa vadedeki mali gevşemenin, borç dinamiklerinin sürdürülebilirliğini ve bütçe disiplinini gözeten orta vadeli somut bir mali çerçeve ile desteklenmesinin önemini bir kez daha vurgulamıştır."
Basiretli bir para politikasının gerekli olduğunu ama bunun yetmeyeceğini hatırlatan Merkez Bankası, mali disiplinin sürdürüleceğine ilişkin taahhütlerin ve yapısal reform sürecinin önemine tekrar vurgu yapıyor. Yani adını koymadan IMF anlaşması istiyor...
Yazının Devamını Oku 
26 Mayıs 2009
The Turkish government continues to impede the markets over the possible deal with the IMF. In Referans business daily, we reported that Prime Minister Erdogan signaled the IMF agreement will be finalized at the earliest in September, during a weekend meeting with businessmen.
Some market players, looking for some good news, interpreted this article as a positive development, while others perceived it as just another tactic for continuing to delay.
As the author of the article, I have nothing else to add. I believe I wrote a very important article, but if you ask me whether the signal that the Prime Minister gave was accurate or not, I would say no. But still it was newsworthy and I wrote on it.
Everybody knows my thoughts about the agreement with the IMF. It requires fiscal discipline and radical structural measures to close the black gaps which started to appear. We need foreign capital that will give impetus to economic growth, and in order to do that, we need a strong mid-term economic program.
I think the economy management is capable of doing this. But I am not sure whether the government is allowing them to. The government will not sign off on such a decision by itself.
Yazının Devamını Oku 