Peki, ekonomi yönetimi, hükümet, nasıl bir program yapmalı ki, piyasalarda inandırıcılığı olsun, piyasadaki karar alıcılar artık bu programa göre plan-programlarını yapabilsinler.
Öyle ya, aynı hükümet bundan birkaç ay önce AB’ye de sunduğu, yeni bir ekonomik program yaptı, 2009 bütçe ve programında yazılı olan rakamları ve hedefleri neredeyse tümüyle değiştirdi ama bu programa kimse inanmadı...
Demek ki; her şeyden önce gerçekçi rakamlara sahip olmak gerekiyor.
Ekonomi yönetiminin bu yönde çaba sarfettiğini biliyoruz. Aslında daha önceki ekonomik program revizyonu yapılırken de bürokratlar gerçekçi hedefler saptamış, dönemin Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren bu gerçekçi rakamların programa girmesini istemişti...
Ama ne oldu; ekonomi yönetimi 2009 yılı için eksi 5 büyüme rakamının alınmasını isterken, hükümet oturdu tartıştı, Başbakanın talimatıyla 5 değil, eksi 3.6 oranının alınmasına karar verildi. Çünkü o zaman Başbakan hâlâ “kriz teğet geçecek” diyordu...
Yani ekonomi yönetiminin gerçekçi rakamlar saptaması, ilgili başbakan yardımcısının bu gerçekçi rakamları programa almaya çalışması da yetmiyor, demek ki...
Dolayısıyla önce ekonomi yönetiminin gerçekçi bir program hazırlaması, sonra da bunu Başbakana kabul ettirmesi bir ön şart olarak önümüzde duruyor.
Geçen hafta Referans’ta Hacer Boyacıoğlu’na konuşan, programı teknik olarak dizayn eden Devlet Planlama Teşkilatı’ndan (DPT) sorumlu Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz, hazırladıkları orta vadeli programda “yüzde 3.6’dan daha negatif bir büyüme rakamın yer alacağının kesin olduğunu” söylemiş. Orta vadeli program birkaç ay önce revize edilirken yüzde 5 rakamı telaffuz ediliyordu ama o günden sonra gelen üretim rakamlarıyla yüzde 5’den daha kötü bir rakam konuşulur oldu. Bakalım ekonomi yönetiminin “gerçekçi büyüme rakamı” ne olacak.
Bugün bazı gazetelerde dün açıklanan rakamlar doğrultusunda, “işsizliğin azalmaya başladığını” okuyacaksınız. Mart sonunda yüzde 15.8 olan işsizlik oranının nisan ayı sonunda yüzde 14.9’a inmesi bir açıdan bakıldığında, işsizlik oranında azalma olduğu, krizin hasarının artık tamirine başlandığı, dolayısıyla ekonomide işlerin nasıl iyi yola girdiğinin bir göstergesi olarak yorumlanabilir.
Ancak çok yönlü yani tarafsız bakılmaya çalışılıp rakamların altına inildiğinde, mevsimsel etkiler nedeniyle böyle bir düşüş göründüğü, geçen yılın aynı ayıyla kıyaslandığında önemli artışların yaşandığı, mevsimsel etkilerden arındırıldığında ise işsizlik oranında artışın devam ettiği gözükecektir.
Türkiye’nin, sağlam mali yapısıyla bu küresel krizden en az etkilenecek ülkeler arasında yeralması gerekiyordu. Ancak en hızlı küçülen dolayısıyla işsizliği en hızlı artan ülkeler sıralamasında başı çeken ülkeler arasına girdi.
Yani nisan ayında işsizlik oranının mart ayına kıyasla düşmüş olması, ülkenin,ekonominin kötü yönetildiği gerçeğini değiştirmediği gibi, rakamların dibine inildiğinde, doğrudan kötü yönetimi ispat ettiği ortaya çıkıyor
Dün gelen ikinci haber akaryakıta yapılan vergi zammıydı. Bu zam bence çok yönlü olarak değerlendirilmesi gereken bir zam.
Herşeyden önce de, kötü yönetimin bir faturası olarak değerlendirilmeli.
Dün açıklanan vergi zammı, aynı zamanda Hükümetin piyasa ekonomisine ters düşen senaryolar içine girdiğini, ülkenin bağımsız kurumlarını bu senaryolara alet ettiğini de gösteriyordu.
EPDK’NIN BAĞIMSIZLIĞI SIFIRLANDI
Önceki gün ABD Büyükelçisi’nin Resmi Konutunda ABD Başkanı Barack Obama’nın Kafkas Bölgesi özel enerji temsilcisi Richard Morningstar ile sohbet imkanı bulduk. Morningstar bu anlaşma törenine Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev’in neden gelmediği yönündeki soruları yanıtlarken, Aliyev’in önceden belirlenmiş, iptal edemediği Londra ziyareti olduğunu, gelmemesine büyük bir önem atfetmemek gerektiğini söyledi.
Ancak biliyoruz ki; Aliyev bundan birkaç yıl önce olsaydı yani Ermenistan sınırının açılmasıyla ilgili son ihtilaf olmasaydı mutlaka Ankara’ya gelirdi.
Azerbaycan sadece Nabucco projesi için değil tüm dünya enerji oyunu için kilit konumda bir ülke. Yani Türkiye “kardeş”i saydığı Azerbaycan kartını bu büyük oyunda söz sahibi olabilmek için kullanabilirdi ama yapamadı. Hükümetin süreci iyi idare edememesi nedeniyle Azerbaycan’la aramıza ciddi bir mesafe girdi ve bu durum ülke çıkarlarını olumsuz etkiliyor.
Peki, Azerbaycan neden bu kadar önemli?
Çünkü Avrupa’nın mevcut 500 milyar metreküp olan talebi 2020 yılında 700 milyar metre küpe çıkacak, 200 metreküplük kendi üretimi de 100 milyar metreküpe inecek. Dolay ısıyla şu anda 300 milyar metreküp olan olan ihtiyaç bir o kadar artacak. Yani Rusya’dan gaz almaya devam edilirken 300 milyar metreküp daha ek gaz alması gerekiyor. Burada en önemli noktalardan biri ülkelerin gazda bağımlılık dereceleri. Rusya gazına bağımlılık seviyesi Kuzey ve Doğu Avrupa’da yüzde 80-85’e kadar çıkarken, Orta ve Güney Avrupa’da yüzde 40-60 arasında. Gaz bağımlılığı, enerji bağımlılığı, doğal olarak siyasi bağımlılığı da belirleyen çok önemli bir unsur. Bir ülkeye bağımlılıkta ideal oran; en fazla yüzde 50 olması.
“ABD niye bu kadar işin içinde” diye soruluyor ya, işte Avrupa ülkelerinin Rusya’ya bağımlılık tabloları, bu sorunun yanıtını veren en önemli tablo...
NABUCCO BÜYÜYECEK
Özetle; Rusya en büyük tedarikçi olduğu kadar, aynı zamanda bu oyunu çok iyi oynayan bir aktör ve ABD bunu dengelemeye çalışıyor. Son dönemde ABD’nin Azerbaycan Türkmenistan arasındaki ihtilafı çözmek için, Irak enerji kaynaklarının harekete geçirilmesi için bu kadar yoğun çaba sarfetmesinin altında yatan neden de bu.
Ancak bu anlaşmaya rağmen proje için hâlâ önemli soru işaretleri bulunuyor.
Bu soru işaretlerini bildiğiniz zaman son birkaç gündür projenin imza töreni konusunda yazılanların bir kısmının da abartılı olduğunu anlarsınız.
Şu kadarını söyleyelim ki; proje Avrupa’ya, Türkiye üzerinden Kafkas gazını geçirmek için hayata geçiriliyor ama hâlâ bu boru hattından hangi gazın geçeceği belli değil. Rusya son anda Ermenistan sınırı nedeniyle Azerbaycan’la çıkan ihtilafımızı kullanıp, Azeri gazını, yani bu boru hattı için en fazla bel bağlanan gazı almak için anlaşma yaptı. Azerbaycan’dan hâlâ gaz gelme ihtimali yok mu? Var tabii ama anlaşması ve gaz miktarı henüz belli değil. Enerji Bakanımız, “Rusya da bu hatta girerse şaşırmayın” diyor. Belli ki Rusya ile konuşulmuş yani AB’nin Rusya gazına alternatif diye istediği, enerji arz güvenliği için kritik konumda olan bu boru hattına da yine Rusya dahil olabilir. O zaman nerede kaldı alternatif enerji kaynağı?
Hükümete yakın medyada sanki proje AKP’nin projesiymiş gibi gösteriliyor ama öyle değil. Bu proje için ilk imza Ekim 2001’de Romanya ile imzalandı ve daha sonra 2002 ortasına kadar 5 imza daha atıldı. Avrupa ile Türkiye arasında yani projenin asıl hedefi olan hat konusundaki anlaşma da, güzergah alternatifleri anlaşması da AKP öncesi imzalandı.
AKP Hükümeti bu projeyi devam ettirdi ama sürekli ikircikli bir tutum izledi. Gerçi Avrupa da yeterince bu projeye sahip çıkmadı ama son anda Türkiye’ye istediklerini de kabul ettirdi. Bence bu gidişle AB’ye tam üyelik için elimizde koz olması planlanan Nabucco Projesi’nde inisiyatifimiz çok azaldı yani koz olarak kullanabileceğimiz pek bir şey kalmadı.
Yanı sıra, Bakan’ın açıklamalarından anlıyoruz ki; yüzde 15 indirimli gaz alma talebimiz de kabul edilmedi, yani bu oyunu oynarken sürekli geri adım attık.
Bunun ötesinde hükümet geçen gün, Rusya’nın Nabucco Projesi’ne alternatif olarak çıkardığı Güney Akım projesine katılabileceğimizi de söyledi.
Elbette toplam 8 milyar dolarlık bir proje, içeride önemli bir iş potansiyeli yaratacak, çoğu bizim ülkemizden geçen hat nedeniyle yıllık vergi gelirimiz olacak. Ancak tüm bu olanlar sadece jeostratejik konumumuzdan kaynaklanan, yani zaten konumumuz gereği alacağımız asgari kazançlardı. Kullanamıyoruz ama Allah’tan coğrafi konumumuz önemli.
Yılın ilk çeyreğinde ekonomi tarihi rekor kırıp yüzde 13.8 oranında küçülmüş, işsizlik almış başını gidiyor, tabii ki mutsuz olacaklar diyebilirsiniz. Haklısınız da…
Ancak hem işveren hem de işçi kesiminin bu küresel kriz ortamında çok sağduyulu davrandığını hatırlamalıyız. Olayı büyütmemeye çalıştılar, maaşların düşürülmesine razı olup işçi çıkarılmasın diye toplu sözleşme imzaladılar, mümkün olduğunca sekter demeçlerden kaçtılar, hatta hükümete yardımcı olmak üzere ortak tüketim kampanyaları düzenlediler…
Krizin Türkiye’ye etkisinin aslında daha az olabileceğini, yönetim hatası ve kötü yönetim nedeniyle krizi bu kadar ağır yaşadıklarını bildikleri halde hükümete fazla ses çıkarmadılar.
Özetle; işçi kesimi de işveren kesimi de, şimdiye kadar hükümete anlayışlı davrandılar.
Ancak şimdi bir şeyler olmaya başladı. Başbakan Tayyip Erdoğan, bence kendisine ve hükümetine karşı gösterilen bu anlayışlı ve yumuşak tavrı hep böyle gidecek, aslında olması gereken bu tavırmış, mağdur olsalar da kesimler hiç sesini çıkarmayacak biçiminde algıladı. Türk-İş hakkını arıyor ama Başbakan buna bile tahammül edemiyor. Son olarak toplu iş sözleşme için anlaşmazlığa girdiği Türk-İş’e, hafta sonunda AKP Sakarya il kongresinde seslenip, “Kusura bakmasınlar, eğer greve gideceklerse buyursunlar gitsinler” resti çekti.
Başbakan’ın açıklamalarına yanıt veren, Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu da “talihsiz” olarak nitelendirdiği bu açıklamaya yanıtı eylemlerle vereceklerini söyledi. Başbakan’ın toplu iş sözleşmesi düzenini kavrayamadığını belirten Kumlu, “Bu düzende, ‘vermiyorum’ diye bir yaklaşım kabul edilemez, müzakere esastır” demiş. Haksız mı?
Yani Başbakan bu tavrıyla durup dururken grevleri tahrik etmiş olmuyor mu?
TÜSİAD’IN YASA YAPMA YÖNTEMİNE TEPKİSİ
Gerçi piyasalar beklentilerin üzerinde gelen bu rakamı satın almadılar ama bu riski biriktirmedikleri, ileride fiyatlara dahil etmeyecekleri anlamına gelmiyor.
Yaşanan bu keskin daralmada yönetim hatası olduğu, gerekli kararların zamanında alınmamasının etkisinin büyük olduğu açık. İlk çeyrek itibariyle en fazla olumsuz etkilenen ülkelerin arasında Türkiye’nin başı çekmesi zaten bu yönetim hatasını çok somut biçimde ortaya koyuyor.
Ancak artık ileriye bakmak gerektiği de ortada. Daralmanın nedenlerini iyi araştırıp, bundan sonra ekonominin daha çabuk ve hızlı toparlanması için nelerin yapılması gerektiğinin saptanması gerekiyor.
ÖZEL SEKTÖR KAYNAKLI ÜRETİM
İşte tam bu noktada uzun süre Türkiye’de iç talebin üretimi sürükleyecek ölçüde canlandırılamayacağı gerçeği karşımıza çıkıyor. Çünkü mali disiplin çok bozuldu ve içtalebi artırmak için yapılacakların makro ekonomik denge üzerinde yaratacağı tahribat mutlaka düşünülmek zorunda. Bu nedenle iç talebin kamu harcamalarını artırmadan, Hazine’yi borç sarmalına sokmadan canlandırılması, bunun için de özel sektör kaynaklı bir üretim planlaması yapmak gerekiyor.
Bu konuda adım atılmaya başladı ama yeterli değil. ÖTV ve KDV indirimleri kendisinden beklenen etkiyi yaptı ama artık yetmiyor. Haziran ayı üretim rakamları, Nisan-Mayıs’taki kıpırdanmanın yeniden yavaşladığını gösteriyor. Yani ÖTV ve KDV indirimlerinden sonra şimdi yeni bir şeyler yapmak gerek.
Bu açıdan, örneğin Kredi Garanti Fonu’nun işlemesi neden bu kadar geciktiriliyor bence anlaşılabilir gibi değil. Belli ki kamuya mümkün olduğunca yük getirmeden, bu tür önlemlerin sırayla devreye sokulması gerekiyor
İHRACATÇI IMF’İ İSTEMİYOR AMA