7 Ağustos 2008
DÖVİZ kurları düştükçe dalgalı kurdan şikayetler artıyor. Ama, şikayet etmekte geç kaldık. Şikayet etmemiz gereken dönemde "dalgalı kur en iyisidir, her derde devadır" diye fikirler yürüttük. Şimdi, eski dalgalı kur savunucuları dalgalı kurdan şikayetçi oluyor.
Zaman değişti. Ekonomik dengeler çok farklı yerlere geldi. Dün iyi olan sistem bugün iyi olmuyor. Artık dalgalı kur sistemini içimize sindirmek zorundayız. Aksi takdirde, ekonomide çok daha farklı sorunlara davetiye çıkarırız.
GEÇMİŞİN HESABI
2000 yılı sonunda tüketici fiyatlarındaki artış yüzde 39’a düşmüş, ekonomik büyüme yüzde 6.3’e fırlamıştı. O yılın tümünde cari işlemler açığımız 10 milyar doların biraz altındaydı. Ödemeler dengesi bazında dış ticaret açığımız 22 milyar dolardı.
Ekonomik istikrar yolunda enflasyonun aşağı çekilmesi için döviz kurlarının önceden ilan edilen bir çizgide gitmesi öngörülmüştü. Bu sistem 2001 yılının şubat ayında çöktü. Çöküşü tetikleyen siyasi bir nedendi. Ama, çöküşün asıl nedeni siyasi otoritenin uygulamadaki ekonomik programı benimsememesi ve dolayısıyla gereklerini yerine getirmekte isteksiz olmasıydı.
Programın çöküşüyle beraber döviz kurları serbest bırakıldı. Dalgalı kur sistemi, beklendiği gibi, döviz kurlarını sürdürülebilir bir düzeyin de üzerinde (overshooting) fırlattı. Bunun maliyeti reel ekonominin çökmesiydi. Halbuki, o dönemde döviz kurlarının daha makul bir çizgide artmasına izin verilseydi, ekonomik çöküntü çok fazla olmayabilirdi.
2001 yılında ekonomi reel olarak yüzde 9.5 küçüldü. Cari işlemler dengesi 3.8 milyar dolar fazla verirken, ödemeler dengesi bazındaki dış ticaret açığı yalnızca 3.4 milyar dolar oldu. Enflasyon ise yüzde 68’i geçti.
Döviz kurları o dönemde mutlaka artacaktı. Ama artışın daha makul sınırlarda olması reel ekonominin küçülmesini daha düşük boyutlarda tutarken, enflasyonu da bu denli zıplatmayacaktı. O dönemde dalgalı kur sistemi kabul gördü. Başta ihracatçılarımız olmak üzere iş dünyası (belki bankacılar hariç) yeni sistemi desteklediler ya da destekler göründüler. Dalgalı kur sisteminin yabancı sermayeyi, ülkeden çıkması durumunda, cezalandıracağı iddia edildi. Cari işlemler açığının artması durumunda dalgalı kur sisteminin sorunu çözeceği sanıldı. Beklentilerin hiçbiri gerçekleşmedi. Hatta, belki tersi oldu. Dalgalı kur sistemi cari işlemler açığının artmasını teşvik eder duruma geldi. Yabancı yatırımcı cezalandırılmadı, aksine ödüllendirildi.
YANILMAYALIM
Bu yılın ortasında, ekonomik büyüme yıllık yüzde 5 civarında. Enflasyon yüzde 10’un üzerinde ve henüz inme eğiliminde değil. Cari işlemler açığı yıllık 45 milyar dolara yaklaşmış görünüyor. Ödemeler dengesi bazındaki dış ticaret açığı 50 milyar doların üzerinde. Türkiye ekonomisi her yıl 50 milyar doların üzerinde yabancı kaynak çekmek zorunda. Bu kaynak gelmediği zaman başımıza gelebilecek felaket 2001 yılını dahi aratabilecek boyutlarda olabilir. Çünkü, bu kez daha yüksekten düşeceğiz.
Sekiz yıl evvel dalgalı kur sistemini savunanlar bir gün aynı sistemin döviz kurlarını artırma yönünde değil, arzulanmayacak boyutlarda düşürme yönünde de çalışacağını göz ardı ettiler. Aradan geçen zamanda ekonominin temel dengelerini oluşturan en önemli parametrelerden biri yalnızca "döviz kuru" değil, "düşük döviz kuru" oldu.
Şimdi dalgalı kur sistemini döviz kurları artsın diye terk etmek istiyorsak, büyük bir yanılgı içindeyiz. Dalgalı olmayan döviz kuru sisteminde dahi, bugünkü dengeleri sürdürebilmenin yolu düşük döviz kurları olacaktır. Bunun dışındaki çözümler macera aramaktır, 2001 yılını geri getirmeye çalışmaktır. Önce krizi çıkaralım, sonra doğrunun ne olacağını düşünürüz anlayışı gerçekçi olmaktan çok uzaktır.
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2008
EKONOMİK sorunlara çözümler bulma konusunda kafalarımız hayli karışık. Olmayacak bir denge arzuluyoruz. Halbuki, her şeyden önce ekonomideki önceliklerimizi iyi tespit etmemiz gerekiyor. İstiyoruz ki; ekonomik büyüme yüksek olsun; enflasyon düşük olsun; cari işlemler açığı tedirginlik yaratmasın; yatırımlar artsın; işsizlik düşsün; ihracat artsın; ithalat artmasın; üretimde katma değer yüksek olsun; döviz kurları enflasyonla paralel gitsin; faizler düşük olsun; kamu finansmanı dengede olsun; ücretler artsın; vergiler düşsün; emeklilik yaşı yükseltilmesin; sosyal güvenlik sistemine kesilen primler düşük kalsın; sağlık yardımları artsın; gelir dağılımı düzelsin.
Bunlar gibi daha birçok şey sıralayabiliriz. Ama, yok böyle bir şey.
Hiçbir ekonomi politikası bütün bu istekleri bir arada başaramaz. Önceliklerimiz olmalı. Politika önerilerimizi de bu öncelikler doğrultusunda oluşturmalıyız.
KİMLİK ARAYIŞI
2001 yılında Merkez Bankası Kanunu’nda yapılan değişikliklerle fiyat istikrarı (düşük enflasyon) yasal olarak öncelikli ekonomik hedef haline getirildi. Merkez Bankası bu hedeften sorumlu tutuldu. Bu alanda topluma hesap vermesi ilkesi getirildi. Dolayısıyla, enflasyon ve para politikası duruma göre öneri geliştirme seçeneklerinin dışına itildi.
Ekonomide ne yapılacaksa, para politikasının dışında seçenekler aranması gereği ortaya çıktı. Bu durumdan rahatsızsak, Merkez Bankası’nın politikalarını eleştirmeyi bırakıp Merkez Bankası Kanunu’nu yeniden değiştirmeyi düşünmeliyiz!
Yürürlükteki Merkez Bankası Kanunu ile yaşayacaksak, sorun diye gördüğümüz ekonomik gelişmelere para politikasının dışındaki ekonomi politikası araçları ile çözüm aramak zorundayız. Çözümü bulurken de fiyat istikrarı hedefini göz ardı edemeyiz. Çünkü, fiyat istikrarı hedefi yer ve zamana göre değişebilen hedef olmaktan çıkarılıp yasal bir zorunluluk haline getirildi.
Galiba, konunun bu yanı ile pek aynı fikirde değiliz. Durumu kabullenemiyoruz. Yasa kağıt üzerinde kalırken, bizlerin aklı farklı çalışıyor. Çünkü, hangi sorun olursa olsun, çözümleri genellikle faizlere ve kurlara dayandırıyoruz. "Biraz enflasyondan zarar gelmez" anlayışıyla aslında yer ve zamana göre önceliklerin değişebileceğini ima ederek Merkez Bankası’na siyasi bir kimlik yakıştırmaya çalışıyoruz. Konunun en tehlikeli tarafı da bu.
FİKİR BİRLİĞİ İÇİN
Oturup yeniden düşünmek durumundayız. Fiyat istikrarı olmadan tüm ekonomik isteklerimizi bir arada gerçekleştirebilir miyiz? Yürürlükteki yasa bu sorunun yanıtının olumsuz olduğu anlayışıyla gündeme gelmişti. Çünkü, yasa çıkmadan evvelki otuz yılda fiyat istikrarı olmadan ekonomide hiçbir şey başarılamayacağını yaşayarak görmüştük. Hatta, fiyat istikrarı olmadan işlerin daha da kötüye gittiğinin farkına varmıştık.
Şimdi toplum olarak yeniden farklı düşünüyorsak, çözüm Merkez Bankası’na fiyat istikrarını dışlama anlamına gelecek politikalar önermek değil, olası sonuçlarına da katlanarak Merkez Bankası’nın Kanunu’nu değiştirmektir.
Önceliklerde anlaşamadığımız takdirde, çözümlerde de fikir birliği içinde olmak olanaksız gibi görünüyor.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2008
Yıllık enflasyon temmuz ayı itibariyle yüzde 12’yi aştı. Geçen yılın temmuz ayında aynı bazda tüketici fiyatları endeksindeki artış yüzde 6.9 idi. Ne oldu da enflasyon bir yıl içinde neredeyse ikiye katlandı? Enerji fiyatları arttı. Gıda fiyatları da arttı. Bütün dünyada artan bu fiyatlar elbette ortalama enflasyonu yukarı çekti. Bu olgu tüm ülkelerde yaşanıyor. Ama, enflasyonla açıkça mücadele ettiğini iddia eden ülkelerde bir yıl içinde enflasyon nerdeyse ikiye katlanmadı.
Bizde, genel seçimler sonrasında yaşanan olumlu havayla geçen yıl para politikası erken gevşetildi. Yıllık enflasyonun dip yaptığı noktada para politikası gevşetilmeye başlandı. İleriye doğru değil, geçmişe bakarak para politikası kararlarının verildiği görünümü verildi.
Şimdi yanlıştan dönülmeye çalışılıyor. Ama, enflasyonun yeniden eski düzeylerine gelmesi yükselişinden çok daha fazla zaman alacak. Dış şartların yardımcı olmadığı bir dönemde enflasyonla mücadelede zaman kaybettik.
AYRINTILAR
Döviz kurlarına çok hassas olan üretici fiyatları döviz kurlarının küçümsenmeyecek düzeyde düştüğü bir dönemde dahi temmuz ayında ortalama yüzde 1.25 arttı. Üretici fiyatlarından tüketici fiyatlarına olumsuz geçişin yaşanması kaçınılmaz. Yıllık bazda üretici fiyatlarındaki artış yüzde 18.4 oldu. İmalat sanayindeki artış da yaklaşık bu civarda.
Ekonomik büyüme yılın ilk yarısındaki düzeylerde devam ettiği takdirde, üretici fiyatlarından tüketici fiyatlarına olumsuz geçiş daha kolay olabilecektir. Büyümenin düştüğü diğer ülkelerde dahi bu olgu yaşanmaya başlamıştır. Türkiye’de de benzer bir gelişmeyi izlemek şaşırtıcı olmayacak.
Merkez Bankası’nın para politikasının etki alanında diye tanımladığı kalemlerden oluşan fiyat endeksi (H) temmuz ayı itibariyle yıllık yüzde 10.6 arttı. Bu endeksteki yıllık artış geçen yılın ekim ayında yüzde 6 olmuştu.
Son dönemlerde bilgi sahibi olduğumuz I endeksi bu yılın temmuz ayında yüzde 0.85 düştü. Geçen yılın aynı döneminde ne olduğu hakkında bilgimiz yok. Ama, H endeksi bu yılın temmuz ayında yüzde 0.44 düşerken, geçen yıl aynı dönemde 0.63 düşmüştü. Geçen yıl ile karşılaştırıldığında, bu yılın temmuz ayında artan endeksler bu yıl daha fazla artmış, azalan endeksler bu yıl daha az azalmışlar.
ENFLASYONUN GELECEĞİ
Para politikasının son aylarda sıkılaştırılmaya başlaması enflasyon eğilimleri üzerine mutlaka olumlu, ama sınırlı bir etki yapacaktır. Bu etkiyi sonbahar ayları ile birlikte görmeye başlayabileceğiz. Aynı dönemde, petrol fiyatlarının belli bir ölçüde geri gelmesi de ölçülen enflasyona azaltıcı yönde etki yapacak. Dolayısıyla, son aylarda gözlenen enflasyondaki bozulma sonbahar aylarında en azından durabilecek.
Bu yılın enflasyon hedefinin (yüzde 4) anlamsız bir hale gelmesi dikkatleri doğal olarak gelecek yılki enflasyon hedefine (yüzde 7.5) yoğunlaştırıyor. Bu hedefin itibarlı olup olmayacağı bu yıl sonu gerçekleşecek enflasyon ile çok yakından ilişkili. Dolayısıyla, bu dönemde enflasyona yönelik alınacak politika kararları gelecek yıl hedefinin itibarına ve gelecek yıl enflasyonun hedef civarında oluşmasına odaklanmak zorunda.
Son dönemde enflasyonda yaşanan eğilimler bu yıl sonunda yıllık enflasyonun temmuz ayında gözlenen yıllık enflasyon civarında gerçekleşeceğini gösteriyor. Yani, enflasyonda daha gidecek çok yolumuz var.
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2008
2001 yılından sonra enflasyonda yaşanan düşüşe çok önemli katkılar yapan etkenlerden biri kamu finansmanındaki toparlanmaydı. 2006 yılına gelindiğinde, bütçe neredeyse dengedeydi. Dolayısıyla, o noktadan sonra enflasyonla mücadele açısından kamu finansmanının düzelmesi değil, bozulmaması önemli olmaya başladı. 2007 yılı seçim yılıydı. 2007 yılı bütçesinde öngörülen ve gerçekleşen açık 2006 bütçe gerçekleşmelerine göre neredeyse beş katı oldu. Yıl içinde bütçe tahminlerinin güncellendiği, aslında açığın öngörülenin yarısı olacağı açıklandı. Ama, gerçekleşme tahminler doğrultusunda değil, daha çok hedefler doğrultusunda oldu.
Yıl içinde yapılan düşük tahminin piyasaların kaygılarını gidermek için olduğu izlenimi doğdu. Güncellenen tahmin ile gerçekleşme uyuşmayınca, "kim yaptı o tahmini?" diye köstebek arandı. Kısacası, 2007 yılında kamu finansmanı 2006 yılına göre bozulma eğilimine girdi. Bu yıl farklı mı?
İLK YARI HARİKA
Maliye Bakanlığı’nın yayınladığı verilere göre bütçenin bu yılın ilk altı ayındaki performansı tek kelime ile harika. Geçen yılın ilk altı ayına göre, bu yılın ilk altı ayında toplam harcamalar yüzde 1.6 azalırken, bütçe gelirlerinde yüzde 8 bir artış gerçekleşmiş. Sonuç olarak, geçen yılın ilk yarısında bütçe açığı 7 milyar YTL olmuşken, bu yılın ilk yarısında bütçe 2 milyar YTL civarında fazla vermiş. Böyle devam ettiği takdirde, bütçede şaşırtıcı bir iyileşme söz konusu.
Geçen yılın tümünde bütçe açığı hedefi 16.7 milyar YTL iken, gerçekleşme 14.7 milyar YTL oldu. Bu yıl için hedeflenen bütçe açığı hedefi 17.9 milyar YTL. Yani, hedef gerçekleşirse, yılın ikinci yarısında 20 milyar YTL’ye yakın bütçe açığı verebilme olanağı var. Bu olanak kullanılırsa, bütçenin yılın ikinci yarısında mali piyasalara baskı yapacak ölçüde ciddi bir biçimde bozulacağı aşikar.
Bu gelişmelere bakarak geçenlerde Maliye Bakanlığı bütçe gerçekleşme tahminlerini güncellediğini açıkladı. Bütçe açığının 15 milyar YTL civarında geçekleşebileceği tahmini yapıldı. Geçen yılki deneyimden yola çıkarak, şimdi yapılan güncellemenin piyasalar açısından çok itibarı yok gibi görünüyor. Harcamalar 10 milyar kadar artırılıyor. Gelirlerin daha fazla artacağı öngörülüyor. Halbuki, gelirlerin daha fazla artabileceği yönünde çok güçlü işaretler yok.
GELİRLER
Yılın ilk altı ayında, toplam faiz dışı harcamaların yarısını oluşturan cari harcamalardaki artışın yüzde 5 gibi düşük kaldığı anlaşılıyor. Faiz harcamaları da geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 23 azalmış görünüyor. Faiz harcamalarındaki azalmanın büyük bir bölümü iç borç faizlerinden kaynaklanıyor. Faiz oranının düşmesinden değil, daha çok borç vadesinin uzaması faiz harcamalarını azaltmış görünüyor.
Vergi gelirlerindeki artış yüzde 17 olmuş. Gelir vergisi tahsilatı yüzde 20 artarken, kurumlar vergisi tahsilatı yüzde 26 artmış. Doğrudan vergilerin artması anlamına gelen bunlar sevindirici gelişmeler. Ama, dahildeki dolaylı vergi tahsilatındaki artışlar ortalama enflasyonun oldukça altında.
Dahilde alınan katma değer vergisinde artış yüzde 4.7’de kalmış. Bu dönemde ortalama enflasyonun yüzde 9.6 olduğu düşünülürse, katma değer vergisinde kaçakların arttığı söylenebilir.
Buna karşılık, ithalde alınan katma değer vergisindeki artış yüzde 27’yi geçmiş. Zaten, toplam vergi gelirleri içinde ithalde alınan katma değer vergisi ile özel tüketim vergisi tahsilatı bu yılın ilk yarısında yüzde 43’e dayanmış durumda. Bu rakam aslında vergi gelirlerinin petrol ve doğal gaz fiyatları ile ithalata ne derece bağımlı olduğunu gösteriyor.
Bütçe gerçekleşmeleri açısından ilk yarı çok iyi. Ama, ikinci yarıda tam tersi bir resim görmek de olası.
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2008
KAMU idaresinde yapılan her hatanın maliyeti eninde sonunda vergi verenlerce ödenir. Maliyetin halka yansımaması için çeşitli manevralar yapılır. Borçlanmanın çözüm olduğu düşünülür. Enflasyon yaratılır. Ama, hiçbiri sürdürülebilir olmadığından, eninde sonunda maliyetin vergi veren halka yansıtılması zorunlu olur. 2001 yılından sonra büyük ölçüde bu olguyu yaşadık. 1970’lerden 2001 yılına kadar kamu finansman dengesini tutturamayan hükümetler önce dış, ardından iç borçlanmaya ağırlık verdi. Aynı zamanda enflasyon yaratıldı. Hiçbiri çözüm olmadı. 2001 Krizi’nden sonra kamu finansman dengesi ancak vergi verenlere abanılarak tutturulabildi. Geçmişte toplam devlet gelirleri milli gelirin yüzde 20’sinin altındayken, son yıllarda, eski milli gelire göre, yüzde 30’un üzerine geldi.
Şimdi sorunlarımız farklılaştı.
FAİZLERİN YERİNE
Daha hálá tam olarak oturtamadığımız sosyal güvenlik sisteminin mali dengesi ileride yeniden vergi verenlere yüklenilmesini gerekli kılabilecek. Çünkü, sosyal güvenlik sisteminin açıklarının finansmanı giderek vergi gelirlerinin daha büyük bir bölümünü yemeğe başladı. Bu düzeydeki vergiler de yetmeyebilecek.
1991 yılına kadar sosyal güvenlik sisteminin nakit açığı diye bir olgu yoktu. Aktüeryel açıklar söz konusuydu. Gelir-gider dengesindeki açıklar birikimlerin eritilmesiyle karşılanabiliyordu. Birikimler bitti. Açıkların finansmanı için sosyal güvenlik sistemi Hazine’ye yaslanmak zorunda kaldı.
1995 yılında sosyal güvenlik sisteminin açıklarının finansmanı için Hazine’den aktarılan para vergi gelirlerinin yüzde 10’una ulaştı. O dönemde devletin faiz harcamalarının vergi gelirlerine oranı yüzde 53 civarındaydı. 2001 yılında faiz harcamaları vergi gelirlerini aştı. Ekonomi battı. Sosyal güvenlik sistemine bütçeden aktarılan meblağ ise toplam vergi gelirlerinin yüzde 13’üne ulaştı.
2001 yılı ve sonrasında uygulamaya konan ekonomik istikrar programı ile beraber kamu finansmanındaki disiplin (vergi gelirlerini artırma yoluyla) ve düşen enflasyon sayesinde faiz oranlarının da hızla düşmesine neden oldu. Geçen yıl devletin bütçeden yaptığı faiz harcamaları toplam vergi gelirlerinin yüzde 32’si kadar oldu. Ama, sosyal güvenlik sistemine bütçeden aktarılan para vergi gelirlerinin yüzde 22’sine yaklaştı. Geçen yıl toplam faiz harcamaları 49 milyar YTL olurken, sosyal güvenlik sisteminin bütçeden aldığı yardım 33 milyar YTL’yi aştı.
Bu yılın ilk altı ayında faiz harcamaları 20.7 milyar YTL olurken, sosyal güvenlik sistemine bütçeden giden para 17.6 milyar YTL oldu.
KAÇINILMAZ SON
1990’ların kanayan yarası devletin hesapsızca borçlanıp üstlendiği borç faizi yüküydü. Bundan sonrasının kanayan yarası, borçlanmada yeniden saçmalamazsak, sosyal güvenlik sistemi olacak. Faiz yükü eninde sonunda nasıl vergi verenlere yıkılmışsa, er ya da geç sosyal güvenlik sisteminin faturası da aynı şekilde vergi verenlere kesilecek.
Gelinen noktada ne vergi gelirleri ne de özelleştirme gelirleri sosyal güvenlik sisteminin maliyetini karşılayacak düzeyde değil. Kaldı ki, özelleştirme gelirleri bir gün bitecek, ama gerekli adımlar atılmazsa, sosyal güvenlik sisteminin maliyeti artarak devam edecek. Vergi gelirleri bu çeşit açıkları finanse etmek ise uzun dönemde olanaksız. Dolayısıyla, önce vergi gelirlerine güvensek de, sonunda çok daha büyük haksızlıklar yaparak sosyal güvenlik sistemini adam etmek zorunda kalacağız.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2008
2007 yılı ortasındaki genel seçimlerden iktidar partisinin oylarını artırarak çıkması siyasi istikrarın güçlenmesi olarak algılanmıştı. Hakim beklenti, siyasi nedenlerle 2005 yılından sonra yavaşlayan ya da duran ekonomik reform uygulamalarının zaman kaybetmeden yeniden gündeme gelmesiydi. Göreli olarak olumlu bir hava yaratılmıştı.
Baştaki olumlu hava 2007 yılının ikinci yarısında çok çabuk dağıldı. Hükümet, yeni gündeminde ekonomik konulardan çok siyasi konulara ağırlık vermeyi tercih etti. Daha güçlü iktidara gelmişken, gündemiyle daha güçsüz bir görüntü sergiledi. Siyasi belirsizlikler arttı. Ekonomik konular gündemden düştü. Aynı dönemde gelişmiş ülkelerin finans piyasalarında yaşanan kriz Türkiye ekonomisi açısından durumu daha da ağırlaştırdı.
KARAR DEĞİL ORTAM
Önce, genel seçimler dolayısıyla kamu finansmanındaki bozulma, gündemdeki reformların savsaklanması ve sulandırılması, ardından siyasi belirsizliklerin yoğunlaşması ve küresel çalkantılar Türkiye ekonomisine ciddi maliyetler yükledi.
Enflasyon hedefi değiştirildi. Para politikasının itibarı ciddi bir biçimde yara aldı. Ama, itibarın giderek daha fazla yitirilmesi yerine, haklı olarak yeni bir başlangıç yapmak tercih edildi. Şimdi, para politikasında itibar kazanımı için çalışılıyor.
Benzer bir yaklaşımı hükümet de sergilemeli. Anayasa Mahkemesi’nin son kararı ile bundan sonra siyasi belirsizlikler yaratmayacak gidiş yolu çok şimdi daha iyi tanımlanmış oldu. O yoldan gidilmesi ve ekonomik reformların yeniden gündeme taşınması Türkiye ekonomisi açısından yeni bir başlangıç olabilir.
Anayasa Mahkemesi’nin kararı ile Merkez Bankası’nın faizleri düşürmesi gerektiği düşünülmemeli. Aynı şekilde, cari işlemler açığı sorununa çözüm için farklı bir döviz kuru politikasının gündeme gelebileceği de hayal edilmemeli.
Ekonominin ne yönde gideceği Anayasa Mahkemesi’nin kararı ile değil, karardan sonra hükümetin uygulamalarının ve alacağı kararların ekonomiye nasıl yansıyacağı ve yaratılacak ortam ile belirlenecek. Karar olumlu ortamın yalnızca bir parçası. Bunların yanında, yurt dışındaki gelişmeler de belirleyici olmaya devam edecek.
RAHATLAMA
Türkiye ekonomisinin rahatlaması içeride ve dışarıda birkaç önemli gelişmeye bağlı. Siyasi istikrar beklentisinin güçlenmesi yeterli değil. Türkiye’nin enflasyonu hedeflenen doğrultuda düşürüp düşüremeyeceği çok önemli bir parametre haline geldi. Bu alanda verilebilecek tavizler ekonomide yeni maceraların kapılarını açar. Dolayısıyla, enflasyon görünümü ekonomik gidişatın artık barometresi durumunda.
Türkiye ekonomisinin rahatlaması için gerekli ikinci önemli gelişme dünyada hammadde ve petrol fiyatlarının düşmesidir. Rahatlamayı ekonomik büyümenin fırlaması, döviz kurlarının ihracatçıyı destekleyeceği, işsizliğin azalması ya da enflasyonun fazla bir şey yapmadan düşmesi olarak da almamak gerekir. Aksine, faizler arzulanmayan düzeylerde yüksek kalabilir. Döviz kurları daha da düşebilir. Ekonomik büyüme de yüzde 3-5 arasında gidip gelebilir.
Rahatlama, bu cari işlemler açığı ile, şimdiye kadar olduğu gibi, çok fazla sorun yaşamadan ekonomik dengelerin sürdürülmesi olacaktır. Ancak, böyle bir rahatlama yaratıldıktan sonra, Türkiye üretimde verimlilik artışları gibi hayati konularda çok daha rahat hareket etme olanağı bulacaktır.
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2008
2006 yılının ortalarında gelişmekte olan ülkeler piyasalarına yönelik oluşan kaygılar bir dönüm noktası olarak alınabilir. O dönemden bu yana, Türkiye ekonomisine dış piyasalar diğer gelişmekte olan ülkelere göre farklı bir gözle bakmaya başladı.
2000’li yılların başlarında Türkiye ve Brezilya aynı sepete konuyordu. Hatta, o dönemde, hangi ülkede kriz daha önce tartışmaları yapılıyordu. Biraz tesadüf olan yanları olsa da ,
Türkiye’de ve Brezilya’da ekonomik kriz yaklaşık aynı dönemlerde çıkmıştı.
AYNI EĞİLİMLERBizim gibi ülkelerde, "
kriz" kelimesi ile "
döviz kurlarının fırlaması" olgusu aynı anlama gelir, aynı gelişmenin bir başka şekilde ifadesidir. 2001 yılı ortalarında Türkiye’de de, Brezilya’da da döviz kurları fırlamıştı.
2001 yılı başında Brezilya’da dolar kuru 2 Real’in altındayken, 2002 yılı sonunda 3.5 Real’i geçmişti. Türkiye’de de 2001 yılı başında dolar kuru 670,000 TL civarındayken, 2002 yılının ortalarında 1,650,000 TL’yi görmüştü.
Gelişmekte olan piyasalara yönelik yatırımcıların ruh halini o dönemde Türkiye ve Brezilya tayin eder olmuştu. Bu iki ülkedeki olumsuz gelişmeler tüm piyasayı bozarken, olumlu gelişmeler piyasaları havalandırırdı. 2002 yılıyla beraber iki ülkede de olumlu gelişmeler yaşandı.
Bizim gibi ülkelerde ekonomide olumlu gelişmeler döviz kurlarında istikrar, hatta döviz kurlarının düşmesi anlamına gelir.
2006 yılının ortalarına geldiğimizde Türkiye’de dolar kuru 1.3 YTL’ye inerken, Brezilya’da 2.17 Real civarına gelmişti.
BREZİLYA KOPTU
Grafikte Real ve YTL cinsinden aylık ortalama dolar kurları gösteriliyor. Real sol eksende, YTL sağ eksende gösteriliyor.
2004 yılı sonlarında bir kopma yaşandı.
2006 yılı ortasında yaşanan gelişmekte olan ülkelere yönelik çıkan kaygılar karşısında Türkiye bocaladı. Real dolar karşısında değer kazanmaya devam etti. YTL hapşırdı. Türkiye’de enflasyon çift hanelere yükselirken, Brezilya’da enflasyon yüzde 6 civarında tutundu. Enflasyon hedeflemesi politikası uygulayan Brezilya’da bu yıl da enflasyon hedeflenen doğrultuda gidiyor. Biz hedef değiştirmek zorunda kaldık.
Türkiye’ye yönelik olarak,
cari işlemler açığı riski 2006 yılkı ortalarından sonra bir anlamda fiyatlandırılmaya başlandı. Küresel düzeyde artan emtia (petrol) fiyatları Brezilya’nın konumunu güçlendirirken, Türkiye’nin konumunu daha riskli hale getirdi.
Aynı dönemde, Türkiye’de siyasi riskler de artma eğilimine girdi. Dolayısıyla,
Türkiye ekonomisinin yabancı yatırımcılar gözünde Brezilya’dan ayrılmaya başladı. Brezilya ile Türkiye küresel gelişmelere mutlaka "
aynı yönde tepki verir" anlayışı bir ölçüde kırıldı. Uluslararası yatırımcılar gözünde
Brezilya ile aynı sepette olmadığımız izlenimi güçlendi.
Türkiye ekonomisinin diğer gelişmekte olan ülke ekonomilerinden olumsuz yönde ayrışması herhangi bir küresel çalkantıda ilk darbe yiyen ülke olmamız riskini artırıyor. Olası darbenin şiddetinin daha güçlü olması olasılığını yükseltiyor.
Bugünlerde yaşanan olumlu hava aldatmasın.
Brezilya ve diğer gelişmekte olan ülkelerden ayrışmamız petrol fiyatlarının 100 doların altına gelmesiyle ve siyasi risklerin azalmasıyla son bulabilir. O takdirde, Türkiye ekonomisi, diğer tüm ekonomik risklerine rağmen büyük ölçüde rahatlayacaktır.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2008
BUGÜNLERDE herkes piyasada para olmadığından şikayetçi. "Piyasada para yok" ibaresi zamanında tahsilat yapılamadığının ve satışların nakit ile yapılamadığının bir başka şekilde ifadesi oluyor.
Zamanında tahsilat yapılamayınca, borçlar zamanında ödenemiyor. Zincirleme bir etki oluşuyor. Aslında, herkesin yapmak istediği elindeki paranın üzerine oturup mümkün olduğunca borçları geç ödemek, alımları ertelemek. İstenen, veresiye almaya çalışıp peşin satabilmek. Parayı bir başka türlü çalıştırabilmek. Teknik deyimiyle, para talebi artıyor.
Piyasada para olmadığından şikayet edenler çözüm yolunda da anlaşmış görünüyorlar. Merkez Bankası para bassa, ya da parayı sıkmasa (faizleri indirse) sorun çözülecek. Yani, piyasa, artan para talebi karşısında para arzının da aynı paralelde artırılmasını talep ediyor. Biraz enflasyon istiyoruz!
DURGUNLUK
Son aylarda, Merkez Bankası para politikasını sıkılaştırmaya başladı. Kısa vadeli faizleri artırıyor. Kısa vadeli faizlerin artırılmasından amaçlanan da zaten para talebinin artırılması, piyasadaki para miktarının eskisi kadar mal ve hizmet talebi yaratmaması. Aslında, piyasada yaşananlar sıkılaştırılan para politikası ile tutarlı. Para otoritesinin amaçladığı bu anlamda gerçekleşiyor.
Para politikasının sıkılaştırıldığı dönemlerde alacakların ortalama vadesi borçluların borçlarını ödemeden çekindikleri ya da ödeyemedikleri için uzar. Alıcılar vadeyi uzatmaya çalışırlar. Satıcılar vadeyi kısaltmayı, hatta peşin satış yapmayı yeğlerler. Eski vadelerde, hatta daha uzun vadelerde satış yapabilmek için daha fazla işletme sermayesine gerek duyulur. Bazıları banka borçlarını artırarak bu açığı kapatmaya çalışırlar. Ama, banka kredileri de eskiye göre artık daha maliyetlidir.
İşletme sermayesi göreli olarak daha pahalı hale gelir. Veresiye satış yapma belli bir noktadan sonra ekonomik olmaktan çıkar. Satışların azalmasına göz yummak zorunda kalınır. Yani, ekonomik faaliyetlerde bir yavaşlama söz konusu olur. Bunun da zincirleme etkileri vardır.
Kısacası, ekonomik büyümede bir yavaşlama, hatta durma söz konusu olabilir. Bu şartlarda, zaten arzulanan vadelerde satış yapmakta zorlanan satıcıların istedikleri gibi fiyatlarını ayarlayabilmeleri kabiliyetleri azalır. Artan maliyetleri fiyatlara yansıtmak dahi zorlaşabilir. Böyle bir konjonktürde, ekonomik faaliyetlerin durgunlaşmasıyla enflasyondaki artışın önüne geçilmesi söz konusu olur.
ÖNEMLİ SINAV
Piyasada para yok olgusunu ortadan kaldırmak için yapılan önerilerin ima ettiği Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadelesinden vazgeçmesidir. Halbuki, yaratılan ortam enflasyonla mücadeleyi hedeflemektedir.
2001 Krizi’nden bu yana ilk kez Türkiye ekonomisi böyle bir seçime zorlanmıştır. Şimdiye kadar düşen enflasyonla beraber çok yüksek ekonomik büyüme gerçekleştirilebilmişti. Şimdi, bozulan dış piyasalarla beraber, artan enflasyonla mücadele ancak ekonomik büyümeyi bir anlamda ikinci plana atarak sağlanabiliyor.
İktisadi ve siyasi açıdan Türkiye ekonomisi çok önemli bir sınavdan geçiyor. Türkiye fiyat istikrarı için ekonomik büyümeden geçici bir süre için de olsa fedakarlık edebilecek mi? Edebilirse, fiyat istikrarına yönelik olarak çok önemli bir eşik aşılmış olacak. Edilemezse, ekonomik büyümeyi hızlandırmak da mümkün olamayabileceği gibi, enflasyonla mücadele çok ciddi bir yara almış olacak.
Yazının Devamını Oku