Bunu çok değerli buluyorum.
Konu; İzmir’in, Ege bölgesinin geleceğiydi. Tabii Türkiye’nin gündemi her şeyin önünde...
Yani çok sade bir dille söylersek, bu insanlar “kendi şehirleri için ne yapabiliriz?” diye kafa kafaya veriyor.
İzmir’in dört bir yanından gelen sanayi, tarım, ticaret temsilcileri...
Kimisi ticaretten, kimisi tarımdan, kimisi lojistikten, sanayiden konuştu.
Ama hepsi aslında aynı şeyi yaptı; ortak akıl çalıştırdı.
Bu ülkede hep bir şeyin eksikliğini çektik.
Fransa’dan...
François Hollande 70, Michel Barnier 73, François Bayrou 74, Dominique de Villepin 71 yaşında.
Hepsi bir dönem Fransa siyasetinin ağır toplarıydı.
Ve biz sanıyorduk ki artık yerlerini gençlere bıraktılar.
Ama hayır; birer birer dönüyorlar.
Dönüyorlar çünkü siyaset galiba benim zor anlayabileceğim bir tutku...
İnsan bırakmayı bile bilemez bazen; hele ki bir kere en tepeye çıkmışsa… O sahneye yeniden çıkmak için her fırsatı kollarsın.
Daha ekim ayında, yine sahnede kalp krizi geçiren Metin Arolat’ı kaybetmiştik. O da gençti, 52 yaşındaydı.
Ve birkaç ay önce Vural Çelik; Avrupa Yakası’nın Kubilay’ı, 51 yaşındaydı.
Şimdi yine aynı sözler dönüyor...
Herkes birbirine fısıldıyor: “Aşılar mı?”
Baştan söyleyeyim.
Ben aşılara güveniyorum.
Ve yine hatırlatayım...
Ki o Denizli; Fenerbahçe’yi son maçta şampiyonluktan eden Denizlispor’du.
Bu bir protesto mu? Bir feryat mı? Yoksa sadece, “Artık bir şeyler değişmeli” diyen sessiz ama derin bir mesaj mı?
Bugün Denizlispor’un yaşadığı şey, aslında Türk futbolunun içinde bulunduğu çıkmazın bir özeti.
Bir zamanlar Süper Lig’de 19 sezon mücadele eden, Avrupa’da ses getiren, tribünleri coşturan Denizlispor, bugün 3. Lig’de kümede kalma savaşı veriyor.
Bu sadece bir takımın düşüşü değil; bir şehrin futbol ruhunun erimesi, bir neslin futbol sevgisinin yok olması, bir kültürün kaybolması demek.
Bugün Denizlispor, dün Eskişehirspor, Kocaelispor, Sakaryaspor, Orduspor...
Bir zamanlar Süper Lig’in güçlü takımlarıydılar. Bugün çoğu ya kapanma noktasında ya da alt liglerde sürünüyor.
Peki neden?
Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu unutmayalım. Anayasa ve yasalar, bireylere demokratik haklar tanıyor. İfade özgürlüğü, toplanma hakkı, protesto hakkı... Bunlar, demokratik sistemin olmazsa olmazları. Ancak bu haklar hukukun çizdiği sınırlar içinde kaldığında demokrasi gelişir ve güçlenir.
Bu sınırları aşmak, kontrolsüz bir öfkeye kapılmak, demokrasiyi savunmak adına demokrasiye zarar vermek demektir. Siyaset, doğal akışı içinde yürümelidir. Hukuk devletinin gereği olarak, süreçler hukuk içinde takip edilmeli ve verilen tepkiler demokratik çerçevede kalmalıdır.
Bu tür olaylar siyasetin gerilimini artırır. Tansiyon yükseldiğinde bazı isimler, rakiplerine yönelik ağır ifadeler kullanabiliyor. Ama unutulmaması gereken bir şey var. Aileler, anneler, babalar, eşler ve çocuklar siyasetin dışında kalmalıdır.
Kim olursa olsun, hangi görüşten olursa olsun, siyasetin bu hassas çizgiyi aşmaması gerekir. Siyasi çekişmelerin, toplumun değer yargılarını zedeleyecek bir noktaya gelmesi tehlikelidir. Rakiplere yönelik eleştiriler, siyasetin doğasında var. Ancak kişisel hayatlara, ailelere ve özel yaşama uzanan sözler ve tavırlar, siyasetin doğasını da toplumsal dengeleri de bozar.
Demokrasi, hakları bilmek ve onları korumakla güçlenir. Bugün Türkiye’de herkesin yapması gereken, bu hakların farkında olmak ve demokratik zeminde mücadele etmektir.
Bazen bir şehrin siluetinde, bazen bir şarkının içinde, bazen de bir sofranın ortasında çıkar karşınıza.
Çanakkale Savaşları da öyledir.
Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki en büyük zaferlerinden biri ama aynı zamanda en ağır kayıpları verdiği cephe.
Ve belki de Türk milletine özgüven ve milli şuur kazandıran en büyük sınav.
Her 18 Mart’ta, bu ruh bir kez daha anılır.
Ama bazen anma törenlerinden, resmi konuşmalardan daha etkileyici olan şey, o günü gerçekten hissetmektir.
Tıpkı Mustafa Reşitpaşa İlkokulu’ndaki o küçük tören gibi...
Bütün bu tartışmaların ortasında, çözüm için herkesin konuştuğu ama bir türlü adım atmadığı bir gerçek var; o da Türkiye’nin tam üyeliği...
Öyle ya Avrupa Birliği her ne kadar yıllardır Türkiye’yi oyalasa da bugün Avrupa’nın en büyük derdi olan iş gücü açığını kapatacak en güçlü aday Türkiye.
Türkiye genç bir ülke. Avrupa’nın 2050’ye kadar her yıl 1 milyon iş gücü kaybedeceği öngörülüyor.
Türkiye, Avrupa’nın ihtiyacı olan alanlarda hem tecrübeli, hem de eğitimli bir iş gücüne sahip.
Kültürel ve coğrafi avantajlar var. Avrupa ile tarihsel bağları güçlü olan Türkiye, hem adaptasyon açısından hem de ulaşım açısından en uygun kaynak.
Dijital dönüşüm, ekolojik dönüşüm, demografik kriz... Avrupa’nın üst üste binen sorunları var. Türkiye ise bu sorunlara çözüm sunabilecek en mantıklı ülke.
Avrupa bunu biliyor ama görmek istemiyor.
Borçlanmadan kaçındı, bütçe disipliniyle övündü, devasa teşvik paketlerinden uzak durdu. Ama artık işler değişiyor.
Avrupa’nın ekonomik motoru, şimdi direksiyonu başka bir yöne kırıyor. 500 milyar euroluk altyapı fonu kurarak; savunma harcamalarına da ekstra bütçe yaratacak.
Ve yatırımcıların gözünde Almanya, nihayet “durgunluktan çıkış” için ciddi bir adım atıyor.
Bu, Almanya için tarihi bir U dönüşü.
Ve belki de Almanya’nın mali doktrinini tamamen terk edişi.
Türkiye son yıllarda tam tersi bir yol izliyor.
Özellikle enflasyonla mücadele için sıkı mali politikalar devrede.