Hatta tam tersine...
İşçinin emeğini savunan, hakkını koruyan, sesini yükselten yapılar olması gerektiğine inanıyorum.
Ama mesele şu: Sendikalar, sadece “ücret sendikacılığı” yaparak kendilerini sınırlandırmamalı.
Bugün dünya öyle hızlı değişiyor ki... Teknolojiden çalışma koşullarına, iş tanımlarından endüstrilere kadar her şey yeniden yazılıyor.
Ama sendikalara baktığınızda; hala “maaş pazarlığı” yapan ve bunun ötesine pek geçmeyen yapılar görüyoruz.
Peki, sendikaların görevi sadece ücret artışı istemek mi olmalı?
Kesinlikle hayır.
Ceyhan ve Fatma Olten çifti, klasik müzikle büyüyen, hayal kuran ama bu hayalleri gerçeğe dönüştürmek için cesurca yola çıkan iki insan olarak İzmir’in sanat dünyasında silinmeyecek izler bıraktı.
Yıl 2013...
İki mühendis, klasik müziğe olan tutkularını sadece dinlemekle sınırlı tutmak istememişlerdi. Aksine, enstrüman çalamadıkları halde, dünyaca ünlü orkestraların verdiği zarafeti kendi şehirlerinde de görmek istemişlerdi.
Bu düşünceyle kendi filarmoni orkestralarını kurma fikri doğdu. İzmir’de klasik müzikseverlerin sayısı ne kadar fazlaysa, o kadar az konser salonu vardı. Ve işte bu noktada; Olten Filarmoni, İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerin gerisinde kalan İzmir’in kültür sanat alanındaki eksikliğini dolduracak bir soluk oldu.
Bu projenin en ilham verici yanlarından biri de Ceyhan ve Fatma Olten’in “yardım” kavramını sanata dönüştürmeleriydi. Evet, onlar birçok sosyal sorumluluk projesine imza attılar. Ancak asıl farkı, kültür ve sanata olan derin tutkularını sadece kişisel kazançla değil, toplumsal fayda için bir araç olarak kullanmalarıydı.
Onlar, klasik müziği bu toplumla tanıştırmak, müziğin zarif dünyasını herkese ulaştırmak için cesurca bir adım attılar.
Ve o adımlar bugün, her konserle birlikte büyüyen bir orkestraya dönüştü.
Bugün Michelin yıldızlarının Türkiye’de restoranlara verilmesi büyük bir heyecan yaratıyor. Ancak gastronomi sahnesinde İzmir Gourmet Guide, 15 yıl önce çok önemli bir misyon üstlendi. Yerel mutfakları, şefleri ve mekanları tanıtmakla kalmadı; aynı zamanda gastronomiye emek verenleri bir adım öne çıkararak ödüllendirdi. Rehber, şehrin lezzet haritasını çizerken bu alanda bir farkındalık yarattı.
Bu “kaliteyi belirleme ve takdir etme” misyonuydu. Bu rehber, yalnızca şeflerin değil, gastronomi sektörünün tüm emekçilerini sahneye çıkardı.
Bu rehber, “iyi fikirlerin desteklenmesi gerektiğini” gösteren bir örnekti. İzmir’in gastronomik potansiyelini ulusal ve uluslararası sahneye taşımak, yerel üreticiden dünya çapındaki gurmelere kadar herkesi aynı sofrada buluşturmak... İşte İzmir Gourmet Guide’ın farkı burada gizliydi.
Ege, yalnızca zeytinyağı ya da ot yemekleriyle sınırlı değil. Bu bölgenin hikâyesi, sofralara taşınan kültürle birlikte yazılmıştı. İzmir Gourmet Guide’ın yaptığı da tam olarak buydu; yerelin değerini ortaya çıkararak global bir vizyon yaratmak. Bugün İzmir, gastronomi turizminin yükselen yıldızıysa, bu rehberin payı yadsınamaz.
Bu 15 yılda gastronominin sesi, sektörün pusulası olundu. Mekanları listelerken sadece menülere değil, mutfak kültürüne, hikayelere ve emeğe odaklanıldı. Her ödül töreninde, sahnede ödül alan bir şefin gözlerindeki mutluluğu görmek, bu misyonun ne kadar doğru bir şekilde yerine getirildiğini de gösterdi. 1. yılını kutlayan İzmir Gourmet Guide’ın hikayesi belki de bundan sonra farklı bir yöne gidecek. Gastronomi dünyası değişiyor, dönüşüyor. Yeni trendler, yerel üretimle buluşuyor. Belki de sadece bir gastronomi kitabı değil, aynı zamanda bir kültür manifestosu da yayınlamak gerekecek.
Bu manifestonun özeti de yerelin artık çok daha değerli olduğu olacak.
Bu 15 yıllık yolculuğa ben de tanıklık ettim. Kurul üyesi olarak, öne çıkaranlara oyumu verdim, onların bu mutluluğuna ortak oldum.
Ama durun, hemen heyecanlanmayın. Çünkü bu sistem bizim için yani Türk vatandaşları için aslında pek bir şey değiştirmiyor. Zaten Schengen vizesi almak zorundayız. ETIAS, daha çok Avrupa’ya vizesiz giden ülkeler için bir kontrol mekanizması.
Avrupa Birliği Hukuku Uzmanı Avukat Barış Kaşka’ya sordum...
“Bu sistem sayesinde AB vatandaşı ve AB’de oturum izni olmayanların biyometrik verileri toplanarak kaydedileceği ve bu sistem sayesinde Schengen bölgesinde kalışları ve ayrılışları daha kolay izleneceği için başta düzensiz göç, kimlik bilgi dolandırıcılığı ile mücadele ve küresel terörizm ile daha etkin mücadele edileceği düşünülüyor. Türkiye dahil değil, herkesin içi rahat olsun” dedi.
Sistem bizim için yani Türk vatandaşları için aslında pek bir şey değiştirmiyor.
Schengen vizesi almak zaten başlı başına bir dert. Banka hesap dökümleri, maaş bordroları, otel rezervasyonları derken, her şeyimizi ortaya döküyoruz.
Avukat Barış Kaşka’nın dediği gibi “Türk vatandaşları bu sistemden muaftır...”
Nokta...
Sürdürülebilirlik, günümüzde bir tercih değil, bir zorunluluk. Ancak bu kavramın tam anlamıyla hayatımıza girebilmesi için toplumsal bir bilinç oluşturmak, bu bilinci eyleme dökmek ve iş dünyasıyla bütünleştirmek gerekiyor.
1987’de yayımlanan “Ortak Geleceğimiz” raporundan bu yana sürdürülebilirlik kavramı hayatımızın içinde. Ancak bugün geldiğimiz noktada, bu kavramı sadece çevre koruma ile sınırlamak büyük bir yanılgı olur. Sürdürülebilirlik, yaşam ve iş yapış biçimimizin kökten değişimini gerektiriyor. Gereken kadar tüketmek, doğayı koruyarak üretmek, kaynakları verimli kullanmak... Bunlar artık birer slogan değil, yaşam rehberimiz olmalı.
Ancak şunu da unutmamalıyız.
Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, doğanın sınırsız bir kaynak olmadığını kabullenmediğimiz sürece sorunları çözmek mümkün değil. İklim krizleri, doğa tahribatları, tükenen kaynaklar... Bunlar, bizim yanlış varsayımlarımızın bir sonucu. Ve bu sonuçları düzeltmek için her bireyin, her işletmenin, her kuruluşun üzerine düşen sorumluluklar var.
Zirvenin programına baktığımızda, iş dünyasının ve akademinin önemli isimleri bir araya geliyor. Her biri, sürdürülebilirlik konusunda farklı bir perspektif sunacak. İzmir Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı Mahmut Özgener, bu zirvenin mimarı ve bu konuya çok önem veriyor. Çünkü Türkiye’nin rekabetçi olabilmesi için sürdürülebilir adımlar atmasını çok iyi biliyor. Ege Bölgesi Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı Ender Yorgancılar, İzmir Ticaret Borsası Yönetim Kurulu Başkanı Işınsu Kestelli ve Ege İhracatçı Birlikleri Koordinatör Başkanı Jak Eskinazi, sürdürülebilir kalkınmanın iş dünyasına entegrasyonu üzerine görüşlerini paylaşacak.
Özellikle ikinci oturumda karbon emisyonlarına yönelik hazırlıklar önemli bir konu... Bugün karbon ayak izini azaltmak, hem çevre hem de ticaret için hayati önem taşıyor. Avrupa Yeşil Mutabakatı kapsamında uyum sürecinde olan Türkiye’nin bu konuda alacağı her önlem, hem ekonomik hem çevresel bir kazanım sağlayacak.
Üçüncü oturumda İzmir Planlama Ajansı Başkanı Prof. Dr. Koray Velibeyoğlu’nun sunacağı “İklim Şehir Sözleşmesi ve Misyon Şehir İzmir” konusu, İzmir’in bu alandaki öncü rolünü gözler önüne serecek. İzmir, sürdürülebilirlik konusunda Türkiye’de bir model olabilir. Hem sanayi hem ticaret hem de sivil toplum kuruluşlarının bir araya gelerek ortaya koyduğu projeler, gelecekte daha yaşanabilir bir şehir inşa etmenin temelini oluşturuyor.
Hatta tam tersine…
Her zam döneminde yeniden masaya gelen şu büyük gerçek, bir kez daha karşımızda duruyor. Yeni emeklilerle eski emekliler arasındaki maaş farkı her geçen gün daha da açılıyor.
Bu fark öyle küçük bir fark değil. Bir uçurumdan bahsediyoruz. Aynı prim gün sayısını doldurmuş, aynı emekleri vermiş insanlar arasında büyük bir eşitsizlik var. Ve bu eşitsizlik, hem vicdanları rahatsız ediyor; hem de sosyal adaletin temel prensiplerine aykırı.
Peki çözüm ne?
“İntibak Yasası” bir lüks değil, ihtiyaçtır.
Türkiye’de emeklilik sistemi, bir intibak düzenlemesi olmadan asla tam anlamıyla hakkaniyetli olamaz. Eski ve yeni emekliler arasındaki bu maaş farkını gidermek için geçmişte adımlar atılmıştı ama yarım kaldı. Oysa ki bu konu, sadece emeklilerin değil, hepimizin sorunu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir dönem bu konuda oldukça hassastı. Ancak enflasyonla mücadele, ekonomiyle ilgili öncelikler derken, ‘İntibak Yasası’ konusu rafta kaldı.
Sigara yasağı hayatımıza girdiğinde hepimiz bir “oh” çekmiştik. Kafeler, restoranlar, kapalı alanlar... Hepsi bir anda temiz hava cennetine dönmüştü. Ama sonra... İşin rengi değişti.
Ne mi oldu? Kimi işletmeler, yasağı delmenin “ince” yollarını buldu. Adı açık alan ama aslında kapalı. Öyle mekânlar türedi ki dışarıda oturuyorsunuz zannediyorsunuz ama bir bakıyorsunuz; üstü kapanmış, dört tarafı camla çevrilmiş, içerisi dumandan geçilmiyor. Sigara yasağı? Kâğıt üzerinde var tabii! Ama uygulamada işler pek öyle yürümüyor.
Bunlar artık standart oldu. Bir kafeye gidiyorsunuz, size “sigara içilmeyen alan mı istersiniz, açık alan mı?” diye soruyorlar. Açık alan deyince insanın aklına temiz hava geliyor değil mi? Ama gelin görün ki o “açık alan” dedikleri yerin üstü plastik brandayla kapatılmış, yanınızda oturan sigarasını tüttürüyor, siz de pasif içiciliğin dibine vuruyorsunuz.
Bu nedir arkadaşlar? Madem sigara yasağı var, o zaman neden izin veriliyor?
Eskiden bu yasağı harfiyen uygulayan mekânlar şimdi göz göre göre yasağı deliyor. Çünkü denetim yok. Bir dönem denetimler sıkıydı, insanlar kurallara uymak zorundaydı. Ama şimdi bakıyorsunuz, ne yasağı denetleyen var, ne de kurallara uyan...
Denetimlerin yeniden sıkılaştırılması gerekiyor. Yoksa bu “yarı açık, yarı kapalı alan” kandırmacasıyla herkes keyfine bakar, biz de duman altında kalmaya devam ederiz.
Sigara yasağını sadece bir sağlık meselesi olarak görmemek lazım. Bu yasağın amacı, sigara içmeyenleri korumak. Çocukları, yaşlıları, nefes almak isteyenleri... Sigara içenlerin tercihine saygı duyuyorum. Ama birinin sigara içmesi neden benim temiz hava hakkımı elimden alsın?
Ama bir konu var ki, İzmir gibi şehirlerin uzun vadeli planlamaları, yerel yönetimlerin ötesine geçmeli.
Burası Türkiye’nin geleceğini şekillendirecek en kritik şehirlerden biri. İstanbul’u ayrı bir kenara koyuyorum. Onun yeri zaten belli. Ama İzmir, hem Ege Bölgesi’nin dinamosu hem de Türkiye’nin modern yüzü olarak, bu ülkenin geleceğinde çok özel bir rol oynayabilir.
Bunun için İzmir’de yapılan vizyon çalışmalarının mutlaka ulusal bir perspektife taşınması gerekiyor. İzmir’in geleceğiyle ilgili alınacak kararlar, yerel yönetimlerin çabalarıyla sınırlı kalmamalı. Bu vizyon, devletin en üst kademesiyle paylaşılmalı. Hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın desteği alınarak ulusal politikalarla entegre edilmeli.
Şunu açıkça söyleyeyim.
İzmir’in geleceği bir siyaset meselesi değildir, olmamalıdır. İzmir, bu ülkenin ortak değerlerinden biridir. Stratejik önemi de buradan gelir. O yüzden bu şehir için yapılacak uzun vadeli planlar, günlük siyasi hesaplara kurban edilmemeli.
“Nasıl Bir İzmir” panel serisinin beşinci ayağı “Bölgesel Kalkınma ve Kentsel İnovasyon” başlığıyla düzenleniyor. İşte bu panelde tartışılacak konular, tam da İzmir’in sadece Ege Bölgesi’ni değil, tüm Türkiye’yi nasıl ileriye taşıyabileceğini gösteriyor. Bölgesel kalkınmanın ve sosyal inovasyonun nasıl bir aracı olabileceği konuşulacak. Kritik altyapılar ve kentsel hizmetlerin daha sürdürülebilir hale getirilmesi masaya yatırılacak.
Ama bu çalışmalar ne kadar değerli olursa olsun, ulusal bir planlamayla desteklenmezse İzmir’in potansiyelini tam anlamıyla ortaya koymak mümkün olmaz.