Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu

Ekofaşist ya da çevre emperyalisti kimdir

5 Mart 2007
"İneklik Edip Taksi Tut"madığım için binmek zorunda kaldığım İETT’nin 1A nolu eski tip otobüsünden inerken nazlanarak açılan kapı çarpıp gözümü fena halde şişirdi. Sonradan fark ettim gözlüğüm de otobüste hatıra kalmış! Gözüm böyle şişmeden önce Özden Bilen’in dopdolu "Çevre Emperyalizmi ve Ilısu Barajı Örneği" kitabını merakla okuyor, bir yanda da "Türkiye Kyoto Protokolü’nü İmzalasın" kampanyasına katıldığım için acaba ben de "radikal (köktenci) bir çevreci mi oldum?" diye düşünüyordum.

Ben aslında 169 ülkede olduğu gibi ülkemde de enerji verimliliğinin artırılması, yenilenebilir enerjinin geliştirilmesi, sürdürülebilir tarımın desteklenmesi, metan emisyonlarının geri kazanılması, emisyonların azaltılması, sera gazı yutaklarının korunması ve yaygınlaştırılmasını istiyorum. Diğer bir deyişle, sera gazlarını artıran emisyonların salınımının kontrol altına alınarak doğaya verdiğimiz zararların azaltılmasıyla birlikte enerji tarım, orman, katı atıklar, kıyıların kullanımı, vb. gibi konu ve sektörlerde uyum çalışmaları yapmayı istemekteyim. Bütün bunlar, adı Kyoto olan protokol, cezai yaptırım vb. olmadan küresel iklim değişiminin kötü etkilerinden korunmak için zaten kendiliğinden yapmamız gereken çalışmalardır diye düşüyorum.

*

19 Şubat günü Alanya’da verdiğim "Küresel İklim Değişimi ve Akdeniz" konulu konferansta karşımda kasketli ve şalvarlı insanları görünce şaşırdım. Köylüleri tarlasını, evini, işini bırakıp şehirdeki böyle "entel ve dantel" bir çevre konferansına katılmaya sevk eden neydi? Konuşmam bitince, "Bizim içme suyumuza mazot karıştırdılar, ne yapalım?" gibi sorularla karşılaşınca daha da şaşırdım. Köylüler çok haklı, ama hak ararlarken haksız duruma da düşmemeleri gerekiyor. Mahkemeler, protestolar, vb. yani çok uzun ve zahmetli bir yolları var. Ama onlar şimdiden mazotlu suyu içmeye mahkûm edilmiş...

Alanya’nın Konaklı Beldesi’ne bağlı Elikesik köyünde taş ocağı için başlatılan doğa bozunumuna karşı, Elikesik köylüleri, Çevreciler ve muhalefet partilerin ilçe başkanları ve milletvekili şimdi bir araya gelip çözüm aramak zorunda kalmış. Köylerinin içme suyu kaynağında başlatılan taş ocağı şantiyesi, daha şimdiden köylülerin içme sularında petrol kokusu ve bulanıklığı olarak kendini belli etmiş. Temiz bir hava ve berrak suyundan başka değerli bir şeyi olmayan köylülerin düzeni ve huzuru tamamen bozulmuş.

Ben Elikesik köylülerine doğru dürüst bir yanıt veremedim. Yüksek Peyzaj Mimarı Zihni Yayla, hákim tepede çam ağaçları kazınarak yapılacak taş kırmanın ve bir kilometre altında işlenecek şantiyenin Elikesik köyünden sahiline kadar temiz hava sirkülasyonunu bozacağını, bir tepesindeki tarihi burçla yaman bir çelişki yaşattığını söyledi. Sekiz aylık hamileliğine rağmen bu çalışmalara katılan YAYÇED Başkanı Emine Eker, tüm Akdeniz’de yaygınlaşan taş ocakları çılgınlığının yoksulluk sınırında yaşam mücadelesi veren köylüler için nasıl bir tehdit haline geldiğini anlattı.

*

Şimdi "radikal (köktenci) çevreci", "ekofaşist" ya da "çevre emperyalisti" kim? Kyoto Protokolü imzalansın diyen on binlerce insan mı? Yoksa hiçbir maddi menfaat gözetmeden köylülerin haklı davalarında haksız duruma düşmemeleri için çaba gösteren Zihni Yayla ve Emine Eker gibi çevreciler mi? Ya da maden arama ruhsatı alarak doğa katliamı yapan, ormanları tahrip eden ve halkın sağlıklı içme suyunu kirleten taş ve kum ocakları gibi işletmeler mi?

Patlak gözüm hele bir iyileşsin bunların yanıtını bulmak için okumaya devam edeceğim. Size de başka hiçbir yerde bulamayacağınız kadar çok değerli bilgileri içeren ve bir ASAM yayını olan bu kitabı okumayı tavsiye ederim.
Yazının Devamını Oku

Kuyruksuz ve beyaz olmayan yalanlar

26 Şubat 2007
Sonunda küresel iklim değişimine TBMM el attı. Ama AKP ve CHP milletvekillerini ortak bir noktada buluşturan bu problemle kuraklık arasında kurulan ilişki hálá sağlıklı değil. Hálá ülkemizde kuraklıkların periyodlarını tespit edip havanın olmayan hafızasını arayanlar var. Bu tür çalışmaların varlığını bakanlarımızın yaptığı tuhaf açıklamalarda görüyoruz.

İklim değişimi araştırma komisyonunun kurulduğu Genel Kurulda konuşma yapan Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, "Türkiye’de her 6 yılda bir hafif kuraklık, 18 yılda bir orta kuraklık yaşanıyor" dedi (14 Şubat 2006, Hürriyet). Benzer şekilde, Jeoloji Mühendisi Nalbantçılar, "Akşehir gölleri, kurak periyottan çıkıp, 2008’de yağışlı periyoda geçilmesi halinde kurtulabilecek. Konya ve çevresinin kurak periyottan kurtulmasına 2 yıl kaldı. Bu hesaba göre 2008’de yağışlı döneme geçmemiz lazım" demişti (15 Ekim 2006, Hürriyet).

*

Yıllardır, havanın ne kadar "havai" bir şey ve atmosferin ne kadar kaotik bir ortam olduğunun farkında olmayanlar bu tür hesapları yapmış durmuştur. Aynı zamanda, yıllardır bu tür dönemsel tahminler hep yanlış çıkmıştır. Buna rağmen bazıları geçmişteki bu tür tahminlerin tutarsızlığına ve dünyada kuraklıkla mücadeledeki gerçekçi yaklaşımlara bakmadan meteoroloji verileriyle oynar durur. Bu tür çalışmaları yapanlar genellikle "hava" ve "iklim"in gerçek karakterini tanımayan, bunları "havadan sudan" konular olarak düşünen ve bu konunun uzmanı olmayan kişilerdir. Bu nedenlerden dolayı, yıllardır bu tür ifadeleri hayret ve şaşkınlıkla duyar ve okurum. Ama bakanlarımızın ve dolayısıyla halkımızın bu tür şeylerle yanıltılması ve oyalanması doğru değildir.

Örneğin bu tür tahminlere göre 2007, aslında yağışlı bir yıl olacaktı! 20 Mart 2001’de Sayın Tarhan Erdem’in yönetiminde Demokratik Değişim Derneği Ankara’da "Kuraklık Kıranı Yuvarlak Masa Toplantısı"nı düzenlemişti. Buradaki konuşmalar Güncel Yayıncılık tarafından "Kuraklık Kıranı" adıyla bir kitap olarak yayınlanmıştır. Bu kitap’ta açıklanan kuraklık periyotlarına göre şu an sulak bir yılda olmamız gerekiyordu!

Örneğin, o toplantıda bir "yetkili" şöyle diyordu: "...Bugünkü tarihteki verilerle üst üste çakıştırdığınızda da karşınıza Türkiye’de 8 yıllık yağışlı ve kuraklık periyodunun çıktığını çok net olarak görürsünüz. Ve bu eğri gittikçe azalan bir eğridir. Türkiye ciddi bir kuraklık içindedir ve 2004 yılına kadar da bu kuraklık devam edecektir. Önümüzde bu tür toplantıları yapmak zorunda kalacağımız en az 2 yılımız daha var ki 2004’ten sonra da birdenbire yağışlı bir sezona değil, yine periyodik olarak sistemli bir geçişe geçeceksiniz. Bu demektir ki, yaklaşık 6 yıllık bir süremiz var önümüzde." Yani bu açıklamaya göre, (2001 yılına 6 yıl eklerseniz) 2007 yılında ülkemizde kuraklığın bitmiş olması gerekirdi.

*

Özet olarak, yağışların zaman serisine bakarak "şu kadar zaman sonra kuraklıktan kurtulabiliriz" gibi dönemsel bir öngörüde bulunmak yanlış bir yaklaşımdır. Doğru kaynak ve bilimsel temelden yoksun olan bu tür tahminler, halkımızı ve yetkililerimizi yanlış bilgilendirip yönlendirerek problemin gerçek çözümünü de engellemektedir. Kısa dönemlerde genellikle günlük hava olayları kuraklığa neden olur. Ve günlük hava olaylarında mevsimlerde olduğu gibi bir periyodiklik beklemek veya bir düzen aramak sadece ham bir hayaldir. Genellikle hava olayları kaotik, yani karmaşık, bir davranış gösterir. Mevsimler gibi hava şartlarının, çok önceden bilinen tekrarlı bir hareketi yoktur.

Sonuç olarak, fiziksel bir dayanağı olmayan kuraklık periyotları, bir tür (kuyruksuz ve beyaz olmayan) istatistiksel veya matematiksel bir "yalan" olarak kabul edilmelidir.
Yazının Devamını Oku

İşimiz Allah’a ve kuraklığın k’sından anlamayanlara kaldı

19 Şubat 2007
Çarpılmaktan korkmuyorum! "Türkiye’de Yaşanan Kuraklık ve Etkileri" raporundaki "bilgi kuraklığı"nı ve bakanlarımızın kuraklıkla ilgili yaptığı yanlış açıklamaları defalarca dinledikten sonra "Bu ülkede bilim ve bilimsel etik iflas etmiştir" diye yemin edebilirim. Ayrıca bu tür raporları yazanların ve bakanlarımızı bilgilendirenlerin, "kuraklığın k’sından bile haberi olmadığına" da yemin edebilirim. "İşimiz Allah’a kaldı" başlığıya verilen haberde ortak basın toplantısı yapan üç bakanımızın açıklamalarına itirazlarım aşağıda...

"Şu anda kuraklıktan bahsetmek doğru değil. Nisan-mayıs yağışlarını beklemek gerekiyor" sözlerine: Aslında kuraklığı, yağış gibi tek bir parametreye göre açıklanmak doğru değil. Yağışların azlığı kuraklığın ilk işaretidir. Tarımsal kuraklık, meteorolojik kuraklıktan hemen sonra oluşur. Böylece tarım, kuraklık tarafından etkilenen ilk sektördür. Yağışların akışa geçerek nehir ve göllerin su seviyelerini etkilemesi belli bir zaman alır. Bu nedenle, hidrolojik gözlemler kuraklığın ilk işaretlerinden sayılamaz. İçme ve kullanma su sıkıntılarıyla birlikte tarımsal ve hidrolojik kuraklığın sonuçları son aşamada sosyo-ekonomik kuraklık olarak kendini gösterir. Diğer bir deyişle ve en basit anlamda kuraklık, (arz ve talep ilişkisinde) su sıkıntısıdır. Yani kuraklık, ülkemizin farklı yerlerinde farklı çeşit ve seviyelerde hep yaşanmaktadır, çünkü biz yarı kurak bir ülkede yaşıyoruz.

*

"İlkbahar yağmurlarını bekliyoruz. Türkiye’de yağışlar en fazla, yüzde 50-55 oranında mart-mayıs ayları arasında düşer" sözlerine: Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerinde büyük ölçüde Akdeniz iklimi hüküm sürmektedir. Akdeniz ikliminin görüldüğü bu bölgelerde yağış daha çok kış aylarında alınır; ilkbaharda değil. Akdeniz ikliminden karasal iklime geçişin yaşandığı Orta ve Doğu Anadolu’da ise yağışlar daha çok baharda gerçekleşir. Yani mart ve mayıs aylarında Türkiye’nin her tarafına "en fazla yağış" düşmez. Ayrıca karasal geçiş iklimi görülen bu yerlerde yağış yağmur şeklinde değil; daha çok kar şeklinde olur.

"Küresel ısınmanın Türkiye’yi uzun vadede etkilemesi bekleniyor" sözlerine: Bir kere "küresel ısınma" değil; "küresel iklim değişimi" denilmesi gerekiyor. İklim denince akla sadece sıcaklık gelmemeli. Yağış da önemli bir iklim parametresidir. Ayrıca küresel iklim değişimi nedeniyle şu an Türkiye’de de kuraklık (orman yangınları, su kıtlığı, tarımsal haşereler, tropikal hastalıklar) ve ani sellerle birlikte yıldırımlardan ölenlerin sayısı artmış ve artmaya devam etmektedir. Yani etkilerini görmek için uzun vadeli beklemek gerekmez.

*

Ayrıca, "10- 15 yılda bir görülen aşırı kurak yılı", veya "döngüsel kuraklık" vb. gibi söylemler de uydurmadır. Türkiye, kuraklık gibi meteoroloji karakterli afetlere, gelişmiş ülkelere nazaran daha fazla kayıp vermekte. Çünkü kuraklık başta olmak üzere meteorolojik afetlerle ilgili resmen görevli bir birim, tanım, plan, mevzuat, politika, doğru bir anlayışımız vb. yok. Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi yerel yönetimlerimizde ve afetlerle ilgili kurumlarımızda meteoroloji mühendisleri çalışamamakta. Böylece yetkililerimiz, bilimsel, yasal ve kurumsal destekten yoksun bir şekilde basit hava durumu bilgileriyle bu tür olaylara kısa vadeli ve çok kısıtlı bir şekilde baktığı için filin tamamını görememekte...

"Reşit reşit, sen de, sen eşit" sözüne uygun olarak tekrar söylüyorum: Meteoroloji, hava ve iklim işi ciddi bir iştir. Kulaktan dolma bilgiler, bir yerde çalışarak veya okunan bir-iki ders veya kitapla öğrenilemez. Kendisine saygısı olan herhangi bir mühendis, bilim insanı veya herhangi birisi uzmanı olmadığı meteoroloji gibi oldukça çetrefilli bir konuda uzmanmış gibi asla konuşamaz. Bakan, vb. idarecilerimizi ve halkımızı yanlış bilgilendirerek ve yönlendiren, bilgi kirliğine neden olan sözde uzmanları Allah ıslah etsin!
Yazının Devamını Oku

Uygunsuz gerçekler

12 Şubat 2007
Küresel iklim değişimi ve etkilerinin konu edildiği "Uygunsuz Gerçek" filminin özel gösterimine katılmaktan mutluluk duydum. Bence çoluk-çocuk sinemaya gidip seyredebileceğiniz, güzel görüntüleri ve müziği olan, güldürüp eğlendirerek de çok şey öğretebilen ve sizde davranış değişikliği yaratabilecek kadar da etkili olabilen bir film.

Ülkemizde adı, unvanı, makamı, vb. her ne olursa olsun havadan-sudan konuşanların büyük bir kısmında cahillik diz boyu. Bu nedenle, bu filmi görmeden artık havadan-sudan konularda kimse konuşmasın. Herkes bu filmi en az bir kez seyretmeli. Aslında bir kez yetmez; anlaşılamayan bir şey, aklında şüphe ve soru işareti kalmayana kadar seyretmeli...

Ağzımızdan çıkan kelimeleri, kulaklarımız duyup anlamalı. Yıllardır anlamını bilmeden yanlış kullandığımız "havalı" kelime ve kavramları artık düzeltmeliyiz. Böylece, "küresel iklim değişimi" yerine "küresel ısınma", "sıcaklık" yerine "ısı", "ozon seyrelmesi" yerine "ozon deliği", "tayfun" yerine "kasırga" ya da "tropikal kasırga", "sıcak hava dalgası" yerine "sıcak dalga" gibi yanlış şeyler söylemekten sakınmalıyız. Bilgi kirliliği üretecek bir şekilde sadece sözlüğe bakarak kavramlara kendimize göre Türkçe bir karşılık bulmadan önce bu konuya yıllardır kendini adamış gerçek uzmanların ne dediğine bakmalıyız.

*

Özellikle kitap okuma özürlüler, ezbere ve kulaktan dolma bilgilerle konuşmaktan çekinmeyenler Uygunsuz Gerçek belgeselini birkaç kez seyretmeli. 1985’ten beri küresel iklim değişimi konusunda yazıp konuşan uzmanları "felaket tellallığı"yla suçlayanlar, bilgisizlikten, daha doğrusu neyi bilip neyi bilmediğini bilememekten dolayı sürekli olarak kurguyla gerçekleri birbirine karıştıranlar ise bu filmi en az 10 kez seyretmeli...

Al Gore’u seyrederken yıllardır konferanslarda yaptığım sunumları hatırladım. Al Gore’un filmde takip ettiği konu sırası, yaptığı vurgular ve verdiği örnekler çok doğru. Eski ABD Başkan Yardımcısı Al Gore, özel hayatıyla kurduğu bağlantılar, ulaştığı ilginç bilgiler ve filmde kullanılan teknolojiyle bu konuyu, çok güzel, doğru ve herkes tarafından anlaşılır bir şekilde sunup bizleri uyarıyor. Bunu yaparken anlamsız övünme gibi hiçbir komplekse kapılmadan kendi ülkesindeki yanlışları da gözler önüne seriyor.

Filmi seyrederken ülkemizde şahit olduğum, birilerinin veya ülkemizin yararına olmayan bazı "uygunsuz gerçekleri" de hatırladım. Örneğin Tahtalı Barajı’ndaki su seviye düşüşü nedeniyle bir asırlık Bulgurca Camii’nin sulak alanın tamamen dışına çıkarak görünür olması... Adana, vb. birçok yerde insanlarımızın son çare olarak yağmur duasına çıkması... Bütün bunlar, "Yağış azlığı var ama kuraklık yok" ya da "Kuraklık yok vatandaşlar kanmasın" diyen yetkililerimiz için birer "uygunsuz gerçek" değil midir? Bu tür açıklamaları yapanların "yağış", "kuraklık", vb’nin tanımını bildiğinden de şüpheliyim.

*

Başbakanımızdan mahallemizdeki muhtara kadar yönetici ve idarecilerimizin hiçbiri hayatında bir kere bile bir meteoroloji mühendisiyle görüşmemiştir. Benzer şekilde, bünyesinde meteoroloji mühendisi barındırmayan şirketlerin ülkemizde ezbere meteoroloji istasyonu kurması ve/veya meteoroloji istasyonu işlet(eme)mesi... TÜBİTAK ödülleri almış olsa da hiçbir meteoroloji mühendisi akademisyenin TÜBİTAK’taki ilgili birimlerde yer alamaması... Yani, bilen ve bakıp görebilen için ülkemizde havadan-sudan gibi çok önemli konularda pek çok "uygunsuz gerçek" var.

Ayrıca görüldüğü gibi elde bazı bilgi ve rakamların olması da yetmez; her konuda olduğu gibi meteorolojide de doğru uzmanlarla çalışarak ve temel kavramların gerçek anlamlarını bilerek konuşmak gerek... Aslında sadece konuşmak da yetmez, artık hayat tarzımızı gerçekten değiştirmek gerek!
Yazının Devamını Oku

Mühendisi olmadan yol havası yönetimi olamaz

5 Şubat 2007
Havayı değiştiremeyiz, ama şiddetli havanın yol güvenliğine olan kötü etkisini azaltabiliriz. Havayla uyumlu ulaşımın kazançları büyüktür. Bu nedenle günümüzde trafik yönetim sistemi, trafik modellerine hava bilgilerini entegre etmek ve şiddetli hava olaylarının yollardaki trafik akışını nasıl etkilediğini belirlemek üzerine yoğunlaşmıştır. Böylece gelişmiş ülkelerde, "Yol Havası Yönetimi"yle yol havasındaki değişiklikler tahmin ediliyor, trafiğe oluşturduğu riskler belirleniyor ve proaktif olarak anında karşılık veriliyor.

*

Gelişmiş ülkelerde yıllardır yol planlanmasında, işaret ve sinyalizasyon aygıtlarının yer seçiminde hava endeksleri kullanılıyor. Ayrıca şiddetli hava şartlarında yolları idare etmek ve gerektiğinde de sürücüleri uyarmak için yollar üzerinde sürekli meteorolojik ölçümler ve değerlendirmeler yapılıyor. Böylece, örneğin köprülerdeki sensörler buz oluşmadan önce özel bir kimyasalla buzlanmayı önleyebiliyor. Birçok Avrupa ülkesinde, ABD ve Kanada’da kullanılan "Yol Havası Yönetimi", trafikte kaza riskini azaltıyor. Örneğin Idaho’da buzlanmayı-önleyici uygulamaları gerçekleştirmek için yol havası sensörleri kullanılarak, kazalar yüzde 83, çalışma saatleri yüzde 62 ve kullanılan malzeme giderleri yüzde 83 azaltıldı. Tennessee’de, I75 üzerindeki sis detektörü ve uyarı sistemi sayesinde, 1973-1993 yılları arasında 200’den fazla sisin neden olduğu kazalar, 1994-2002 arasında sadece 1’e düştü.

*

Geçenlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve İtalya Başbakanı Romano Prodi’nin ulaşıma açtığı, D100 Karayolu Bolu Dağı geçişinin 27 Ocak’taki ilk kar yağışında ulaşıma kapanması tepkilere neden oldu. Haberlere göre, TEM Otoyolu’nun Bolu’nun Gerede ilçesi yakınlarında kar yağışı ve buzlanma nedeniyle kayarak kontrolden çıkan araçlar, zincirleme kazaya neden oldu. Hálbuki Türkiye’de ilk defa Bolu Dağı Geçişi’nde uygulanan "Yol Havası Yönetim" (Trafik Bilgilendirme) Sistemi hizmete girmişti.

Bu sistemle, yol yüzeyi ve çevresindeki her tür bilgi anında alınarak bilgisayarlı trafik merkezine ve oradan da güzergáh üzerindeki ışıklı mesaj panolarına gönderilecekti. Bu sayede yola giriş yapan veya yolda seyreden sürücüler anında yol ve trafik durumuyla ilgili bilgileri izleyebilecekti. Burada söz konusu olan yol bilgileri; yol yüzeyi durumu, sıcaklığı, buzlanma olup olmadığı, buzlanmayı önleyici kimyasal çözelti miktarı, yüzeyin ıslak mı kuru mu olduğu, yol çevresindeki hava durumu, yağış tipi ve miktarı, hava sıcaklığı ve bağıl nem, rüzgár yönü ve şiddeti, toprak sıcaklığı, görüş mesafesi, sis durumu gibi yola özel meteorolojik bilgilerdir.

Karayolları Genel Müdürlüğümüzün de otoyollarda (özellikle köprü, viyadük ve rampalarda) trafik güvenliğini artırmak üzere, yollarda seyreden araç sürücülerini noktasal, yol, hava ve trafik durumu hakkında anında bilgilendirmek ve ekiplerini daha iyi bir şekilde yönlendirip koordine edebilmek için 21. yüzyılın teknolojisini kullanması kadar doğru bir uygulama olamaz. Yani, 7 gün/24 saat, karayollarında meteorolojik parametreleri ölçmesi ve yol yüzey şartlarını belirlemesi, görüntülemesi ve bu bilgileri değerlendirilmek üzere veri toplama merkezine iletmesi... Ama ülkemizde ne bu sistemleri kuranlar, ne de bu şekilde toplanan meteorolojik verileri analiz edenler arasında tek bir tane bile meteoroloji mühendisinin bulunmaması anlaşılamaz bir eksiklik.

*

Her ne kadar buzlanmayla ilgili uyarılar ve spreyleme, sistem tarafından otomatik olarak yapılıyorsa da kar küreme vb. gibi birçok kararın hálá uzman personel tarafından alınması gerekir. Yani "Yol Havası Yönetimi", tecrübeli karayolcularla birlikte kullanılan meteorolojik teknoloji ve parametrelerden anlayan meteoroloji mühendisleri olmadan asla başarılamaz. Umarım yetkililerimiz bu işi tamamına erdirirler.
Yazının Devamını Oku

El Nino’nun gecikmeli etkisi ve biriken sera gazları nedeniyle, 2007 en sıcak yıl olmaya aday, demiştim

29 Ocak 2007
"2007, dünyanın gördüğü en sıcak yıl olabilir" şeklindeki dış kaynaklı haberleri görmüşünüzdür. Hálbuki aynı açıklamayı ben yaklaşık 4 ay önce burada yapmıştım. Peki, neden medyamız ve bazı kurumlarımız kendi meteorologlarını dikkate almıyor?

Dünyadaki meteorolojik ve iklimsel değişimleri çok yakından takip eden biri olarak 2007 yılının en sıcak yıl olabileceğini bu köşeden 18 Eylül 2006 tarihinde "2007 en sıcak yıl olacak Allah beni ıslah etsin!" başlığı ile vermiştim. Bunun nedenini şöyle açıklamıştım: "Şimdi gözler yine El Nino’da. Bulgulara göre şuan El Nino da önemli gelişme işaretleri var. Eğer bu durum devam eder kuvvetli bir El Nino ortaya çıkarsa, 1998’den beri artan sera gazları ile birlikte 2007 yılı en sıcak yıl olmaya aday."

Aslında son 1400 yılın en sıcak 1. yılı 1998 yılıdır. Bunun havada biriken sera gazları ve kuvvetli bir El Nino gibi 2 büyük nedeni vardı. Böylece, 1998 en sıcak 1. yıl, 2002 en sıcak 2. yıl, 2003 en sıcak 3. yıl, 2004 en sıcak 4. yıl, 2005 en sıcak 5. yıl ve 2006 en sıcak 6. yıl oldu. Bir ara 2005 ve 2006 yılında da El Nino doğacak diye bir beklenti vardı. Bu nedenle, 2005 ve 2006 yılları da en sıcak yıl olmaya adaydı. Fakat El Nino kuvvetli bir şekilde ortaya çıkmayınca 2005 ve 2006 yılı, en sıcak 1. yıl yerine; en sıcak 5. ve 6. yıl oldu. Benzer şekilde mart ayında kaybolacak olan El Nino’nun gecikmeli etkisi ve zamanla artan sera gazları nedeniyle 2007’nin de en sıcak yıl olabileceği söyleniyor.

ONLARI DUYDULAR BENİ DUYMADILAR

Bugünlerde medyamızda "2007 ateş gibi!" vb. başlıklar ile yer alan haberlerin kaynağı İngiltere’deki İklim Araştırma Birimi Başkanı ve East Anglia Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Phil Jones. Bu meslektaşım Independent gazetesine verdiği demecinde şunları söylüyor: "Küresel ısınmayla birlikte bu yıl etkili olması beklenen El Nino, 2007’yi dünyanın gördüğü en sıcak yıl haline getirebilecek." Bu haber birçok gazetemizde ve televizyonumuzun ana haber bültenlerinde yer adlı. Ama benim yaklaşık 4 ay önce yaptığım benzer açıklamayı ise sadece bu köşeyi takip edenler duyabildi.

Geçen haftaki yazımda ise "Özetle, IRI’ya göre 2007 Kış mevsimi Ocak ayının son günlerine doğru (Türkiye’de) kendini iyicene göstermeye başlayacak ve bu yıl uzun yıllar ortalamasında bir kış mevsimi yaşanacak." dedim. Benzer bir açıklamayı birkaç ay sonra İngiliz meslektaşım yaparsa onun artık Türkiye’de bir haber değeri olacağını sanmıyorum. Bunun bir örneğini 2005 yılında şöyle yaşamıştık: "NASA’ya göre 2005 yazı, son yılların en sıcak yazlarından birisi olacak" şeklinde bir haber çıktı. Tahminler yenilenip değiştirilmesine rağmen ancak, "’En sıcak yaz’ korkusu bitti. NASA’nın en sıcak yaz tahmini tutmadı. Son meteorolojik gelişmeler, ’2005, son yılların en sıcak yazı olacak’ iddiasında bulunan NASA’yı yalancı çıkardı." şeklinde çok sonra bu haber takip edilebildi.

Dünyanın en iyi üniversitelerinde eğitim almış ve çalışmalar yapmış olsak da çoğu kez söylediklerimizin bir İngiliz’in söyledikleri kadar kıymeti yok. Benzer şekilde, TÜBİTAK Bilim ve Teşvik Ödülleri de almış olmalarına rağmen, bölümümüzdeki hiçbir öğretim üyesinin kendi konularındaki TÜBİTAK’ın hiçbir çalışmasında yeri yok. Aynı şekilde meteoroloji kurumumuz için, adı meteoroloji olan bölümümüzde hayatlarını meteorolojiye adamış öğretim üyelerinin, hayatında hiç meteoroloji ile ilgilenmemiş olan ne öğretim üyelerinden ne de herhangi birinden hiçbir farkı ve artı bir değeri yok. Maalesef yıllardır bir türlü kırılamayan bir yabancı hayranlığı, kurumsal milliyetçilik ve körlük, hizipçilik, vb. komplekslerimiz var. Özetle, hiçbir gruba dáhil olmadan, siyaset, kulis, vb. şeyler yapmadan Türkiye’de sadece bilim insanı olarak bir şeyler yapmaya kalkışmak çok zor. Bu ülkede dost-ahbap ilişkilerinin yerini kurumsal ilişkilerin almasını ve gerektiğinde de takdir edilmeyi beklemek ise sadece ham bir hayal.
Yazının Devamını Oku

Dikkat: Üstgeçitler, köprü ve viyadükler yoldan önce donar!

22 Ocak 2007
Kışın yüksek ve geçit vermeyen çok zorlu yollarımızı açık tutmak için büyük bir mücadele verilir. Yollarda ne kadar buz olabileceğini sıcaklıklar ve yağış miktarı belirler, ama genellikle şehirlerde kurulu olan meteoroloji istasyonlarından alınan bilgiler veya genel hava tahminleri yetersiz kalır. Birçok kurumda olduğu gibi Karayolları Genel Müdürlüğümüzde de tek bir meteoroloji mühendisi yoktur. Bu durumda herkesin bildiğini zannettiği bir konu olsa da buzlanma tahminiyle ilgili çok basit bilgiler vermek istiyorum.

Buzlanma sıcaklığı sıfır dereceye, yani donma noktasına veya altına inen cisimlerin yüzeylerinde oluşur. Köprü, viyadük ve üst geçitler iki taraftan birden soğur. Yollar ise altlarında bulunan toprak nedeniyle sadece üst yüzeylerinden, yani bir taraftan soğur. Yol, üst yüzeyinden soğurken bir yandan da altındaki toprak yüzey tarafından belli bir süre ısıtılabilir. Bir buçuk metre yükseklikte ölçülen hava sıcaklığı donma noktasına kadar düşse bile yol altındaki toprak yüzeyden dolayı yol yüzey sıcaklığı sıfır derecenin üzerinde kalabilir.

*

Böylece köprü ve viyadüklere göre yolların donması gecikir. Yolların donması için ya hava sıcaklığı donma noktasının çok altına düşmeli, ya da uzun süre donma noktasında seyretmelidir. Fakat köprü, viyadük ve üst geçitler her taraftan havayla temastadır. Diğer bir deyişle köprü ve viyadüklerin, hava sıcaklığı donma noktasına düşünce sıcaklıklarını donma noktasının üzerinde tutabilecek yolun altındaki toprak yüzey gibi, nispeten sıcak bir yüzeyle temasları yoktur. Böylece köprü ve viyadükler hava sıcaklıkları düşünce hızla ısı kaybeder. Bunun sonucu olarak hava sıcaklığının donma noktasına düşmesiyle köprü ve viyadüklerin donması arasındaki zaman farkı çok küçüktür.

*

Hava sıcaklığı donma noktasının altına düşünce, köprü ve viyadük yüzeylerinin sıcaklıkları da hemen sıfır derecenin altına düşebilir. Eğer hava yağışlıysa veya yüzeyleri ıslak ise sıcaklık sıfır derecenin altına düşünce su hızla donarak köprü ve viyadüklerin üzerinde buza dönüşür. Toprak bir yüzey üzerindeki yolun yüzey sıcaklığı, hava sıcaklıkları -5’lere düşse bile donma noktasının üzerinde kalabilir. Bu özellikle güneydeki yollar için doğrudur. Çünkü soğuk havalar etkili olmadan önce bu yolların olduğu yerlerde hava sıcaklıkları 10 -15 derece arasında veya yüksektir.

Bu nedenle yer yüzeyi sıcak havalarda depoladığı güneş enerjisi nedeniyle, hava sıcaklığı donma noktasının altına düştüğü zaman, toprak sıcaklığının da donma noktası sıcaklığına kadar soğuması birkaç saat alır.

Tahminler yapılırken yollar üzerinde ne kadar donan yağışın birikeceğini bilmek de önemlidir. Eğer yüzeylerin sıcaklığı sıfır derecenin altındaysa donan yağış yollarda birikecektir. Eğer hava sıcaklığı donma noktasının altında ama yüzeylerin sıcaklığı üzerindeyse, köprü ve viyadüklerde buzlanma olacak ama yollar ıslak kalacaktır. Yol yüzeylerinin sıcaklığı da donma noktasına ulaştığında tüm yol yüzeylerinde buz birikmeye başlar. Eğer yağış yağmurla karışık kar veya tamamen kar olarak düşerse, erime esnasından yoldan gizli ısı alınacağı için yol yüzeyi soğumaya başlar.

Eğer yağmurla karışık kar veya kar yağışı şiddetli ise yol yüzey sıcaklığı sıfırın üzerinde olsa bile yolun üzerinde birikirler. Yağış durunca, kar hızla sulu kara dönüşür ve erir. Yağmur veya çisenti sadece sıfır derece veya daha düşük sıcaklığa sahip olan yüzeylerde donar.

*

Görüldüğü gibi genel bir hava durumu bilgilerine bakarak yollarda buzlanma (çiy, kırağı ve donan sis) tahmini yapılamaz. Ya da en pahalı aletleri alıp yollara koyarak da bu işin herhangi birisi tarafından yapılması mümkün değil. Birçok meteorolojik parametreyi dikkatlice belirlemek ve değerlendirebilmek gerekir. Yani meteorolojik teknoloji, ancak meteoroloji mühendisleriyle birlikte kullanılınca bir anlam kazanıp katma değer üretebilir.
Yazının Devamını Oku

Tsunami bir çeşit karate numarası mıdır

15 Ocak 2007
Kendinizi Salacak’ta Boğaz’ın kıyısına oturmuş melül melül İstanbul’u seyrederken hayal edin. Birden "hişşşt" diye bir sesle Boğaz suları çekilirse ne yapardınız? a) Ortaya saçılan derya kuzusu balıkları toplamaya başlardım.

b) "Hayırdır İnşallah!" deyip bunun arkasından hangi çapanoğlu çıkacak diye beklerdim.

c) "Canını seven kaçsın!" deyip Ayazma’ya doğru koştururdum.

d) Bir ibriği kaptığım gibi "haydin Kabe’ye!" diye bağırırdım.

*

Peki, tsunami nedir?

a) Bozulmuş suşidir.

b) Bir çeşit ton balığıdır.

c) Bir çeşit karate numarasıdır.

d) Deprem, heyelan, meteorit çarpması, vb. ile oluşabilen deniz dalgasıdır.

*

Aslında işin şaka kaldırır bir yanı yok! Güneydoğu Asya ülkelerine benzer bir şekilde biz de afetlere karşı henüz zihnen, bireysel ve kurumsal olarak yeterince bilgili ve hazır değiliz. Örneğin, bugünlerde Florida kıyılarındaki bir tayfunun görüntüsü, "tsunaminin uydudan çekilen resmi" diye e-posta listelerinde dolaşıyor! Halbuki bu tsunamiden dersler çıkartmalıyız. Bunun için tsunamiye ve geçmişte erken uyarı için yapılanlara bir bakalım:

22 Mayıs, 1960’da yıkıcı bir deprem Şile kıyılarını vurdu. Saatler sonra kıyı boyunca insanlar denizin hızla fakat tek bir kütle halinde en yüksek gel-git seviyesinden daha yüksek bir seviyeye yükseldiğini gördü. Daha sonra banyo küvetinden emilip giden suyunkine benzer dev bir ıslık sesiyle dalga kıyıya hamle yaptı. Suyun altında saklı olan batmış gemiler, sürüklenen balıklar ve diğer kalıntılar açığa çıktı. Sadece çılgınlar ve cahiller bunun ardından ne gelecek diye kıyıda bekledi.

20 dakika sonra sekiz metre yükseklikte bir tsunami dalgası 200 kilometre hızla kıyıya vurdu. Binaları kibrit çöpü gibi parçaladı. Sadece 20 saniye, 800 evin yerle bir olması için yetti. Bir saat sonra ikinci dalga geldi. Bu daha yavaştı fakat 10 metre yükselmişti. Daha sonra iki dalga daha kıyıya vurdu ama ortalıkta tahrip edecekleri bir şey kalmamıştı.

Her ne kadar tsunami, okyanusların tabanında çok hızlı hareket ediyorsa da havadan görülemez ve altlarından geçtikleri gemiler tarafından fark edilemezler. Böyle yıkıcı bir tsunami 1896 yılında Japon balıkçı gemilerinden oluşan bir filo tarafından fark edilememişti. 30 metre yükseklikteki tsunami dalgası Japon adasına vurunca yolu üzerindeki her şeyi yutup 27 bin kişiyi öldürmüştü. Japon balıkçılar adaya geri döndüklerinde köylerinin haritadan silindiğini ve her tarafı cesetlerin doldurduğunu görmüştü.

*

Yine Güney Asya’da 26 Ağustos 1883’te Endenozya’daki Krakatoa volkanının patlaması çok yıkıcı bir tsunamiye neden olmuştu. Oluşturduğu 30 metre yüksekliğindeki dalga, Sumatra ve Java adalarını etkilemişti. 26 Aralık 2004’te olduğu gibi dev dalgalar Sumatra adasında binlerce evi yıkmış, gemileri batırmış ve 36 bin cana mal olmuştu. Alaska’da Lituya Körfezi’nde, 9 Haziran 1958’deki tsunamiye, heyelanlar neden olmuştu. 90 milyon ton kaya 915 metreden körfeze akmış ve 530 metrelik dalga oluşmuştu. 10 kilometrekarelik bir alanda orman, altındaki çıplak kayalar ortaya çıkacak bir şekilde yok oldu.

Yıkıcı bir tsunami 1946’da Hawaii’yi vurup 159 kişiyi öldürünce bir çeşit tsunami uyarı sistemine ihtiyaç olduğu düşünülmeye başladı. İki sene sonra Sismik Deniz-Dalga Uyarı Sistemi Honolulu’da uygulamaya girdi. Birkaç küçük tsunami tespit edildiyse de sistemin büyük bir tsunami tarafından test edilmesi için dört yıl beklendi. Tsunami 800 bin dolarlık zarara neden oldu ama hiç can kaybı olmadı. Erken uyarı sistemi işe yaramıştı.

Bugün Pasifik Tsunami Uyarı Merkezi (PTWC), NOAA’nın Ulusal Meteoroloji Servisi tarafından işletilmekte. Tsunami tahmini için; depremin yeri ve şiddetini belirleyen sismograflar, dalgaları takip etmek için gel-git gözlem istasyonları, bilgileri toplamak ve iletmek için haberleşme uyduları kullanılmakta. Fakat bazen karalara yakın depremlerde uyarı yapmak mümkün olamamakta. Örneğin, 1964’te Alaska kıyılarında oluşan deprem 107 kişiyi öldürdü. Tsunami tahmin merkezi, tsunamiyi belirleyene kadar kıyı bölgesi tahrip olmuştu. Bundan sonra Alaska ve Hawaii’de iki hızlı bölgesel uyarı merkezi kuruldu.

*

Şimdi diyelim ki "9P/Tempel 1" isimli kuyruklu yıldızdan kopan bir göktaşı Mısır açıklarında Akdeniz’e düştü. CNN’den Mısır kıyılarını vuran tsunami dalgalarının yaptığı yıkımla ilgili haberleri izliyoruz. Akdeniz’de de tsunami uyarı sistemi yok. Ama TV’deki flaş haberden sonra, "aynı denizin kıyısındayız ve birkaç saat sonra bu dalgalar bizi de vurabilir" diye düşünebilir miyiz? Telefonu açıp polis karakoluna tsunami geliyor, halkı uyarın desek bir işe yarar mı? Ne yapacağını polise ve halka öğrettik mi?

Sel suları, ayak bileğimize kadar yükseldiğinde insanları ve dizimizin hizasına kadar yükseldiğinde de araçları alıp götürebilmektedir. Bu durumda Marmara Denizi’nde olası bir deprem ve heyelanların neden olacağı tsunaminin yüksekliğinin "3 ya da 6 metre mi?" olacağını kamuoyu önünde tartışmanın fazla bir anlamı ve kıymeti harbiyesi yoktur. Afetlere neden olanolaylar, öyle her gün, her ay, her yıl görülen sıradan ve alışık olduğumuz olaylardandeğildir. Marifet; beklenmeyene hep birlikte hazırolabilmektir!
Yazının Devamını Oku