Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu

Palmiye özentisi Karadeniz’e sıçradı

25 Haziran 2007
Bilen varsa söylesin: Doğu Karadeniz’de palmiye ağacının işi ne? İstanbul’da benzin istasyonları ile yayılan palmiye ağaçları, bin bir ton doğa yeşili ile ünlü Karadeniz’e de dikilmeye başlandı. Soruyorum: Yeşilin her tonunun bulunduğu Karadeniz Bölgesi’ne uygun sayısız ağaç türü varken palmiye gibi bir Akdeniz bitkisinin uyarlanmaya çalışılması hangi akla hizmet? Bu özenti niye?

Maalesef belediyelerimizin bazılarında palmiye özentisi var. Hele hele çoğu Anadolu kasabasında bunların plastikten olanını ve ışıklısını gördüm ki kusmamak elde değil. Şimdi bunlara Karadeniz’de sökülen çam ağaçlarının yerine dikilen palmiyeler eklendi. Karadenizlin ne tarihiyle, ne kültürüyle, ne doğasıyla, ne de iklimiyle bir ilgisi var palmiyenin. Üstelik Karadeniz sahilinde çok alakasız bir görüntü sergiliyor. Bu çaba anlamsız bir "özenti" değilse cahilliktir, doğasına yapancılaşmaktır, kendi bitki türünden utanmaktır...

Ansiklopedilere göre palmiye, tropik iklimlerde yetişen ağaç türlerinin ortak adı. Eski Hıristiyanlarda palmiye, zaferin simgesi olarak kabul edilirdi. Bugün bayraklarında palmiye olan ülkeler Haiti ve Guam’dır. Bayrağında palmiye olan Amerika eyaletleri ise Florida ve South Carolina’dır. Yani bir Akdeniz bitkisi olan palmiye ağacının Karadeniz’e uyarlanması bir özentidir...

KARADENİZ FLORASI YETMEDİ Mİ?

Geçtiğimiz hafta bir teknik gezi kapsamında gittiğim Doğu Karadeniz’in doğal güzelliklerini yaşayarak İstanbul’a döndüm. Ama örneğin Ordu sahillerinde gördüğüm palmiyeler beni şoke etti. Orman Yüksek Mühendisi ve Doğa Gözcüleri Derneği Üyesi Muhlis Kılıçoğlu da gönderdiği aşağıdaki mektubunda soruyor: "Bu özenti niye?" Kılıçoğlu, birçok alternatif önermiş:

"Dünya florasının büyük bir bölümü Türkiye’de, özelliklede Karadeniz Bölgesi’nde yaşam ortamı bulmuştur. Dünyada sadece Doğu Karadeniz’de yaşayan endemik türler çoktur. Ben mandalinada çekirdek olduğunu Trabzon Lisesi’ni bitirip İstanbul’a geldiğimde gördüm. Tirebolu’da balığa turunç sıkardık, portakalımız sulu ve ince kabukluydu. Trabzon Lisesi’nde iç bahçedeki manolyaya konan kuş sesleriyle uyanırdık.

Tirebolu’ya her gidişimde Kavraz ve Örümcek ormanındaki bir ulu kayın ve ladini sevmeden edemem, konuşurum onlarla. Yayladan göçü sorbus (üvez) haber verir. Dişbudak Allah’ın bir nimetidir bize. Tuzda, denizde, her yerde gelişen nefis bir ağaçtır. Ya çınar yapraklı akçaağacımıza ne demeli (acer platanoides); sonbaharda renk cümbüşü yapar kayın ve göknar ile. Ayrıca, kokar ağaç (ailanthus altissima) adında bir ağacımız var hatırlanacak. Çiçek meyveleriyle çok dekoratif kanaatkár, su, bakım istemeyen bir ağaç neden dikmeyiz? Dikmeye gerek yok, dokunmayın yeter kendi kendine gelir.

BU AĞAÇLARI HATIRLAYIN

Şimdi tekrar sorayım: Doğu Karadeniz otobanında palmiyenin ne işi var, hangi akla hizmet? Bölgenin doğal bitki örtüsünde bu ağaç yok. Oysa Karadeniz’e has, dünyanın özendiği o kadar uygun türler var ki saymakla bitmez. Örneğin, çınar yapraklı akçaağaç (Ace Platanoides), dişbudak (Fraxinus Ornus, Fraxinus Excelcior), Doğu kayını, (Fagus Orientalis). Özellikle kıyı şeridi için gürgen (Carpinus Orientalis), kokar ağaç (Ailanthus Altissima), mürver (Sambucus Spp), üvez (Sorbus Aucuparia).

Ayrıca bir önerim var: Yöreleri vurgulayan ağaçlar vardır neden onları kullanmayız? Örneğin; otobanın özellikle Rize-Hopa bölümünde turunç ve portakal; Trabzon’da trabzon hurması (Diospiros Kaki), zeytin (olea); Rize’de çay (camelia), akasya; Giresun’da kiraz (prunus avium), kırmızı fındık (eana purpurea); Giresun, Ordu, Samsun’da Türk fındığı (corylus colurna); bölgenin tamamında karayemiş (prunus lauracerasus). Bunları dikersek Doğu Karadeniz Doğası’na bir şeyler vermiş olmaz mıyız? Saygılarımla."
Yazının Devamını Oku

Kutsal ekoloji

18 Haziran 2007
Biyolojik çeşitliliğin korunması yönünde son yıllarda tüm dünyada artan çalışmalara rağmen, türlerin korunarak kurtarıldığına dair olumlu haberleri çok nadiren duyuyoruz. Bu nedenle, doğanın korunmasına ilişkin yerel örf, adet, gelenek ve modern bilgiyle uyumlu olan "kutsal ekoloji" gibi yeni yaklaşımlar artık devreye sokuluyor.

Kanada’daki Manitoba Üniversitesi Doğal Kaynaklar Enstitüsü’nden Prof. Dr. Fikret Berkes, "Kutsal Ekoloji" kavramını şöyle tanımlıyor: "Gelenekler, görenekler, inançlar ve yerel kültürlerdeki ekolojik yaklaşımlar." İşte bu bağlamda kutsal ekoloji, doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımı amacıyla, şimdilerde yeniden keşfedilmeye başlandı. Hint ve Çin gibi köklü ve göçebe olmayan kültürler içinde doğal kaynakların korunarak kullanılmasına yardımcı olacak kutsal ekoloji örnekleri dünyanın en itibarlı bilimsel dergilerinde yayınlanıyor artık.

Çünkü gittikçe artan çevre tahribatını durdurabilmek için önerilen yeni ve modern yaklaşımlar, çoğu zaman yerel halk tarafından reddedilmekte. Oysa kabul edilen geleneksel uygulamalar asırlardır devam ediyor. O zaman modern ekolojinin gereklerini yerine getirirken, geleneksel ekolojiden faydalanmak, yerel halkların asırlardır kültürleri ile yaşattıkları uygulamaları modernize etmek doğal kaynakların korunmasına önemli katkılar sağlayacaktır.

ANADOLU’DA ÖRNEĞİ ÇOK

Ülkemizde kutsal ekoloji uygulaması sayılabilecek çok örnek var aslında. Ancak bu örnekler şimdiye kadar bu açıdan bütünsel olarak değerlendirilmemiş, ülkemizin birçok yerindeki uygulamalar tekil orijinallikler olarak topluma takdim edilmiştir.

Örneğin, Urfa civarında 300 yıl önce akarsularda, göllerde yaşayan balıkların acaba bu gün kaç tanesi halen varlığını sürdürebiliyor? Oysa Balıklı Göl’deki kutsal balıklar asırlardır "kutsal" kabul edildikleri için korunuyor. Bugün Van Gölü’nün endemik balık türü inci kefali, üreme zamanında yapılan yanlış avcılıkla karşı karşıya kalmış durumda. On yıldır üniversite, sivil toplum kuruluşları ve kamu kurumları elbirliği ile bu yanlış avcılığı önlemeye çalışıyor. Oysa Evliya Çelebi’nin bildirdiğine göre 1650’li yıllarda dere boylarındaki yatırları ziyarete gittiğine inanılan balık, yumurtlamaya giderken avlanmıyordu. Ayrıca, Erzurum’da bulunan Şehit Balıklar, Malatya-Arguvan’da bulunan kutsal balıklar ve daha birçok yörede kutsallaştırılmış "şehit", "gazi", "ermiş" balıklar var.

ORMANI LANET KORUYOR

Diğer taraftan ülkemizin birçok yerinde "beddualı/lanetli orman" kavramı vardır. Köyün bir tarafındaki orman belli bir süre için lanetlenir. Bu süre içinde kimse bu ormandan ağaç kesmez. Bir süre sonra oradan lanet kaldırılır ve başka bir bölüm lanetlenir. Böylece orman sürdürülebilir bir şekilde işletilmektedir.

Ayrıca eskiden posta hizmetlerinde kullanılan güvercinler, çekirge istilasından çok çekmiş Anadolu’da çekirge popülásyonunu kontrol eden leyleklere "taş atanın kolu kırılacağı"na inanılır. Geyik ve karaca avlanmasının uğursuzluk getireceği kanısı da bugün hálá geçerli.

Görüldüğü gibi ülkemiz kutsal ekoloji örnekleri açısından oldukça zengin. Bu örneklerin, kutsal ekoloji perspektifiyle sunulması, doğal kaynakların en önemlileri olan biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilir kullanımına önemli katkılar sağlayacaktır. Bu nedenle, ilinde, ilçesinde, köyünde kutsal ekoloji örneği olanlar, bana ya da Prof. Dr. Mustafa Sarı’ya (msari@yyu.edu.tr) bilgi iletebilirse çok seviniriz. Ülkemizde çok sayıda örnek olduğunu düşünüyoruz ama onları sizin yardımınız olmadan ortaya çıkarmamız zor.
Yazının Devamını Oku

İnci kefalinin aşk ve ölüm yolculuğu

11 Haziran 2007
Somon balığının üreme göçünü seyretmek için artık Alaska ya da Norveç’e gitmeniz gerekmiyor. Her ne kadar hálá bazı ders kitaplarında Van Gölü’nün tuzlu, sodalı sularında hiçbir canlının yaşamadığı iddia ediliyorsa da, bu gölde yeryüzünün başka hiçbir yerinde rastlayamayacağınız bir balık türü yaşıyor. İnci kefalinin mayıs, haziran aylarında üremek için akarsularda akıntıya karşı göçü büyüleyici görüntüler oluşturuyor. Gitmeye, görmeye, türü tükenen bu canlıyı korumak üzere harekete geçmeye değer.

İnci kefali, suları Karadeniz’den daha tuzlu ve sodalı Van Gölü’nde yaşamaya alışmış tek balık türü. Adı kefal olmasına rağmen, ülkemiz akarsularında çok sayıda üyesi bulunan sazangiller ailesinin bir mensubu. Ortalama 20 cm boya ve 80-90 g ağırlığa sahip, torpil görünümünde vücudu parlak gümüşi pullarla kaplı. Yaşamını gölde sürdürmesine rağmen, gölün tuzlu-sodalı suları üremesine imkán vermediği için ilkbahar aylarında büyük sürüler oluşturarak akarsulara göç eder; yumurtasını akarsulara döktükten sonra tekrar göle döner. Yöre halkı da inci kefalini en çok bu dönemde görür.

Geçen hafta Van’da tanıştığım Hakkı Amca, "Biz tutmazsak bu balıklar su olur gider Mühendis Bey" diyordu. Balık hiç su olur mu Amca, diye sorduğumda kendinden emin bir ifadeyle cevapladı: "Bu balık yıl içinde hiç gözükmez, sadece baharda Allah’ın lütfu olarak, bizim için yaratılır. Eğer biz tutmazsak 2 ay sonra su olur denizde kaybolur." Gerçekten de geleneklere, adetlere ve beslenme alışkanlıklarına yerleşmiş, dünyada sadece bu gölde yaşamını sürdüren inci kefalinin bahar ayları dışında su olduğu söylencesi yaygın yörede. Göldeki balığı yıl içinde bir daha hiç görmeyen Hacı Amca, belki işine de geldiği için "avlanmayan balıkların su olduğu"nu sanmakta.

DEREDEN ÇIKAN ÇEYİZ PARASI

İnci kefali, böyle talihsiz birçok düşüncenin sonucu, yıllardır üreme göçü esnasında avlanmış. Hiçbir av aracı gerekmeksizin binlerce ton balığı dere ağızlarından, derelerden toplamak o kadar kolay ki bu alışkanlık son yıllara kadar sürüp gitmiş. Hatta Van Gölü çevresinin "borçları ödeme takvimi" olmuş inci kefalinin göç zamanı. Oğlunun düğününü, kızının çeyizini, sarı ineğin borcunu, kamyonun tamir parasını halk hep "balığa" havale etmiş. 1992 yılından itibaren inci kefalı üstündeki bu bilinçsiz avcılık baskısının oranı, balık popülásyonunu nasıl etkilediği ve sürdürülebilirlik açısından durumun ne olduğu araştırılmaya başlandı.

Yüzüncü Yıl Üniversitesi ve Van Valiliği tarafından 1992-1997 yılları arasında desteklenen bir proje ile gölde ne kadar balık yaşadığı, bunların yaşlara göre dağılımları, üreme potansiyelleri, mevcut avcılık yöntemleri, her yıl avlanan balık miktarı ve bunun mevsimlere göre dağılımı araştırıldı. Aynı proje kapsamında mevcut avcılığın balık popülásyonunu nasıl etkilediği belirlenerek, sürdürülebilir balıkçılık için her yıl avlanması gereken balık miktarı tespit edildi. Yeni bir balıkçılık yönetim planı oluşturuldu. Çalışma sonuçlarına göre, inci kefali, sürdürülebilir balıkçılık için avlanması gerekenin yaklaşık iki katı kadar avlanıyor. Üstelik yanlış bir zamanda. Yani yumurtalarını bırakmadan. Önlem alınmazsa kısa sürede inci kefalinden geçinenlerin işsiz kalacağı belirtiliyor.

GÖSTERİ SİZİ BEKLİYOR

Günümüzde 15 Nisan - 30 Haziran arasında av yasağı uygulanıyor. Kış avcılığına geçiş ile sağlanan büyük ilerlemede başta Van Valiliği olmak üzere ilgili tüm kamu kurumları, STK, özel sektör ve güvenlik birimlerinin özverili çalışmasının büyük payı var. Akademik hayatını bu konuya ithaf eden Yüzüncü Yıl Üniversitesi Ziraat Fakültesi Su Ürünleri Bölümü Öğretim Üyesi ve Doğa Gözcüleri Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mustafa Sarı, inci kefaliyle ilgili samimi gayret gösteren tüm kişi ve kurumlara teşekkür ediyor.

Bu işbirliği devam ettiği sürece inci kefalinin sürdürülebilir balıkçılığa ve bölge halkına daha fazla hizmet edeceği muhakkak. İyi de ben ne yapabilirim, diyorsanız, öncelikle inci kefalini tanıyın (www.incikefali.net). Tanıdıktan sonra hálen bir şeyler yapmak istiyorsanız inci kefalini, mayıs-haziran aylarındaki üreme göçünü görmeniz ve çabasına şahit olmanız için Van Gölü çevresindeki Deliçay, Bendi Mahi, Engilsu, Karasu sizleri bekliyor.
Yazının Devamını Oku

Aral örneği hepimize ders olsun

4 Haziran 2007
Bugün komşu gezegenden getirilebilecek bir bardak su, dünyada fırtınalar koparmaya yeter. Ama koca göllerin kuruması karşısında insanlığın duyarsız kalması, ne hazin bir çelişki! Dünya artık milyarlarca insanın zeká ve hırsını taşımakta zorlanıyor. Gezegenimizin, gelecekte de yaşanılabilir olması için daha fazla merhamet ve dayanışmaya ihtiyaç var. Bunun için Aral Denizi’nin derslerle dolu hazin hikáyesine bakmalıyız.

Büyük bölümü çöller ve kurak bozkırlardan oluşan Orta Asya’da su, hayatın lokomotifi. Zorlu coğrafi koşullar, Sırderya ve Amuderya nehirlerini bölgenin can damarları haline getirmişti. Doğudaki Pamir ve Tanrı dağlarından kopan iki karayağız nehir, binlerce yıldır dünyanın en büyük iki çölü Karakum ve Kızılkum’u yenip batıya ulaşıyor, çölün mavi gözü Aral’ını oluşturuyordu. Aral, 1960’lara kadar dünyanın en büyük dördüncü iç deniziydi. Marmara Denizi’nin 6 katı genişliğinde bir alanı kaplıyordu. Amuderya ve Sırderya deltaları ise Aral havzasındaki biyo çeşitliliği zenginleştiren son derece verimli doğal yaşam alanlarıydı. 20’den fazla balık türünün yaşadığı koca deniz, berekete yelken açanları hiç mahcup etmezdi.

DENİZİ PAMUK KURUTTU

20. yüzyılda Orta Asya için İpekyolu’nun yerini "Pamukyolu" almıştı. Bölgede üretilen pamuk, Muynak limanına yükleniyor, buradan kuzeydeki Aral limanına taşınıyor ve demiryoluyla diğer tüm Sovyet ülkelerine dağıtılıyordu. Orta Asya’da bulunmayan mallar da kuzeyden yine aynı yol izlenerek getiriliyordu. Aral’ın gemileri canla başla taşıdılar beyaz altını, balya balya, akın akın. Bir gün onun kurbanı olacaklarını bilmeden. Aral çevresinde yüzyıllardır yaşanan maviden düş, bir gün bir karabasana döndü. Deniz kıyılarına küstü, gemiler çöle demir attı.

Muynak’ta bir zamanlar şarkılara, şiirlere, aşklara katılan deniz kokusu unutulur oldu. Ve Aral’sız büyüyen kuşaklara bırakılmak üzere, gemi enkazları üzerinde son üniformalı pozlar verilmeye başladı. Aral Kasabası’nda varlığı denize bağlı tüm tesisler işlevsiz kalmıştı. Tek servetleri deniz olan balıkçı köyleri, değil balık tutmak; kendilerini, evlerini, çöl fırtınalarından koruyamaz hale gelmişti. Aral kıyılarında artık iki kuşak yaşıyordu: çölle büyüyenler ve denizi özleyenler. Hayatlarının baharını Aral kıyılarında yaşayanlar, koca denizin nasıl olup da kuruduğuna akıl sır erdiremiyordu. Oysa neden çok yakınlarında, gemilerin limanlar arasında akın akın taşıdığı pamuk balyalarında gizliydi.

Aral’daki esas trajedi Karakum Kanalı’yla başladı. Nehirlerin Aral’a taşıdığı yıllık su miktarı 110 kilometreküpten 5 kilometreküp seviyesine kadar düştü. Deniz 1960’tan 1990’a kadar alanının yarısını, hacminin yüzde 70’ini kaybetti. 90’larda kuzey ve güneyde iki parçaya bölünen deniz, Küçük Aral ve Büyük Aral diye anılmaya başladı. Aral’ın kolları kesilebildi, çünkü Sovyet planlamacılarının hesaplarına göre, Orta Asya’da pamuk yetiştirmek, balıkçılığın 100 misli bir ekonomik değer yaratacaktı.

YAPAY GÖL YAPILIYOR

Planlamada atlanan çevre faktörü, upuzun bir çarpıklıklar zinciri örecekti. Bu zincirin başını sulama çekti. Pamuk çok fazla su isteyen bir bitkiydi ve Orta Asya’dan sürekli ve hep daha fazla üretmesi bekleniyordu. Ancak aşırı sulama, yeraltındaki tuzları yüzeye çıkarmaya ve tarlaları tahrip etmeye başladı. Pamuk üretimi düşmeye başlayınca Moskova hemen devreye girdi. Başlatılan kimyasal gübre ve zirai ilaç seferberliği, kısa zamanda trajik bir ize dönüştü. Tarlalarda biriken tuz ve tarım ilaçları drenaj kanallarıyla Aral’a gidiyordu. Aral ise çekilirken gerisinde zehirli bir çöl bırakıyordu.

Zehirli çölden rüzgárlarla savrulan kumlar doğal yaşamı vurmaya başladı. Kara hayvanları, su kuşları birer birer kayboldu. 1960-1990 arasında Aral havzasındaki 100’den fazla bitki türü yok oldu. Aynı süreçte deniz canlılarının etrafındaki çember iyice daralıyordu. 1980’de deniz suyundaki tuz oranı tam 3 kat artmıştı. Bu, tüm balıkları yok etti. Balıkçılığı da. 80’lerden itibaren Aral halkı için artık hava solumak, sebze yemek, su içmek tehlikeli eylemlerdi. Halk akın akın hastaneleri doldurmaya başladı.

Bugün, Aral’da taş, demir ve çimento kullanılarak yeni bir Gökaral inşa etmeye çalışılıyor. Aral’ın iyi bir başlangıç olması dileğiyle... Dünya Çevre Günü vesilesiyle, TEMA Vakfı’nın yukarıda hikáyesi özetlenen Aral Belgeseli’ni herkes seyredip gerekli dersleri almalı.
Yazının Devamını Oku

Büyük şehirlerin susuzluğu düdüklü tencereyle çözülür mü

28 Mayıs 2007
Sonunda ilgili bakan ve belediye başkanlarımız kabul etmek zorunda kaldı: "Kuraklık var ve su tasarrufu yapmak gerekiyor." Ne diyelim, günaydın! Kışın başından beri "Dikkat kuraklık var. Belki de yazın içeceğimiz suyla şimdi otomobil, yol, meydan, halı, vb. yıkıyoruz. Yapmayın etmeyin," dedikse de dinletemedik. Sakalımız olmadığı için herhalde!

Neymiş efendim, yağışların yüzde 60’ını nisan ve mayıs aylarında alırmışız. Neymiş efendim 6 yılda bir hafif, 18 yılda bir de şiddetli kuraklık yaşarmışız. 27 yıldır meteoroloji bilimi ile uğraşan biri olarak, hayretle okuyorum. Türkiye’nin en yetkili kişilerine söylettirilen bu tür saçmalıklar yüzünden önlem almakta yine geciktik. Yazın içecek olduğumuz suyu yine bilim dışı tartışmaların arasında yanlış kullanıp yanlış yönettik. Geçmişten de ders alamadık gitti!..

BORU DÖŞEMEK ÇÖZÜM DEĞİL

Bu işi, düdüklü tencere ile ya da her yere boru döşeyerek çözemeyiz. Olayı bir bütün ve bilimsel olarak ele almalıyız. Su kıtlığının belli başlı nedenleri genel hatları ile şunlardır:

İklim: Türkiye, 36 ila 42 derece enlemlerindedir. Bu nedenle kışın kuzeyde yer alan alçak basınç merkezleri ve ona bağlı cephelerin güneye inmesi ile yağış alır(dı). Yazın ise güneyimizde yer alan yüksek basınç merkezlerinin etkisinde kalırdık. Böylece Akdeniz iklimine sahip bölgelerimizde "yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı" geçer(di). Bu yıl, kış "ılık ve kurak" geçti. Akdeniz iklimine sahip bölgelerimizde hava şartları normal olsaydı da bahar aylarında önemli bir yağış olmazdı. Aslında sadece yağışın miktarı değil, kar ya da yağmur şeklinde yağıp yağmadığı ve yıl içindeki sürekliliği daha önemlidir.

Kuraklık: Bu yıl yeterince cephesel yağış görülmeyince ve gerekli önlemler de zamanında alınmayınca meteorolojik kuraklık gelişerek sosyo-ekonomik kuraklığa dönüştü. Türkiye, teknik anlamda zaten "yarı kurak" bir ülke. Anadolu’da kuraklıklar nedeniyle birçok medeniyet yok oldu. Küresel iklim değişimi ile birlikte, ülkemizde dünya var olduğundan beri hüküm süren kuru dönemlerin sıklığı ve şiddeti de giderek artmaktadır.

NÜFUS YOĞUNLUĞUNA DİKKAT

Çölleşme: Kuraklık, ormansızlaşma ve aşırı otlama çölleşmenin belli başlı nedenleri. Kuraklıktan dolayı ölen bitkilerin kökleri ile tuttukları toprak ve kumlar rüzgár ile taşınır. Bu tür çölleşme Karapınar gibi bölgelerimizde artıkça büyük şehirlere olan göç de artıyor.

Su stresi: Büyük şehirlerdeki yüksek nüfus ve yoğun sanayi su talebini aşırı miktarda artırıyor. Örneğin, İstanbul ve İzmit gibi yerel su kaynaklarının taşıyamacağı kadar fazla nüfus ve sanayinin biriktiği şehirlerimizde yağışlar normal olsa da susuzluk yaşanır. Bu nedenle, Başbakanımızın önerdiği İstanbul’a vize, vb. gibi uygulamalar ile yeterli suyun olmadığı yerlerde suya olan talebin daha fazla artması kesinlikle önlenmelidir.

Çevre tahribatı: Oy avcılığı ve yap-satçıların rant hırsı ile su havzalarının yapılaşmaya açılmasına da bir son verilmeli. Avrupa’dan kovulan tekstil, çimento fabrikalarının sularımızı kirletmesine de göz yumulmamalı. Bu şekilde, su havzalarının amaç dışı kullanımı ve su kaynaklarının kirletilmesi ile ülkemizi kendi elimizle kuraklaştırıyoruz. Su havzalarımızı yok ederek, küresel iklim değişiminden dolayı azalan yağışlarımızdan su elde etme imkánlarımızı da yok ediyoruz...

Havayı, bir günah keçisi olarak görmekten vazgeçmeliyiz. Ülkemizde artık gelişmiş ülkelerde olduğu gibi "kuraklık risk yönetimi" uygulanmalı. Böylece, her yerel yönetim su yıllarının başı 1 Ekim’de yürürlüğe girmek üzere su bütçesini hazırlamalı, su kaynaklarını bir bütün olarak takip etmeli ve su tasarrufuna yönelik önlemlerini önceden belirleyip "kuraklık planı"nı gerektiğinde yürürlüğe koyabilmelidir. Özetle, kuraklık belediye başkanlarının ya da bakanların "yok" demeleri ile yok olmuyor, ama onların ihmalleri ile oluşabiliyor ve/veya şiddetlenebiliyor...
Yazının Devamını Oku

Yağmur bombası çözüm değil cahil ülkeleri sömürme aracı

21 Mayıs 2007
İstanbul’da olası su sıkıntısını gidermek için "yağmur bombası" yine çözüm olarak ısıtılıp önümüze konmaya başlandı. Akılcı (rasyonel) değil, radikal (köktenci) yöntemlere meraklı bir millet olarak, bu dışa bağımlı, çok pahalı ve yararsız yönteme umut bağlıyoruz.

"Yağmur bombacıları"na göre herhangi bir anda dünya atmosferi 10 trilyon ton su içermekte ve bunu yer yüzeyine indirmenin tek yolu bulutları tohumlamak. Bununla beraber, yapay yağış firmaları bulut tohumlamayla "yağmurların artırılarak barajların doldurulamayacağını" söyler. Yani hiçbir gelişmiş ülke kuraklığa çare olarak bu yöntemi kullanmaz.

Bizde köşe yazarlarına "yağmur bombası ihale edilsin" diye mektuplar gönderen eski bir İSKİ Genel Müdürü ve bu konuyu gündeme getiren köşe yazarlarıyla birlikte, 22-24 Ekim 2007 tarihlerinde Antalya’da yapılacak olan uluslararası bir konferansa ilk defa ev sahipliği yapmaya hazırlanan Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürü gibi meteoroloji cahilleri aslında ne yaptığının ve ne söylediğininfakında değil!

*

Havayı kontrol altına almak çok uzun yıllardır insanlığın en büyük rüyalarından biri. Bu nedenle asırlardır yağmur yağdırdığını ve/veya havayı kontrol edebildiğini iddia eden kişiler ortaya çıkmış. Bunlar ellerindeki teknolojiyle sel, don ve buzlanmayı önlemekle birlikte havaalanlarındaki kötü hava şartlarını da ortadan kaldırabileceklerini, yağışı artırabileceklerini ve hatta yağışı istenilen bölgeye yönlendirebileceklerini iddia ederler.

Bu kişiler bu işin uzmanı olan şahıslarla hiçbir zaman temas kurmaz, daha çok konunun uzmanı olmayan STK, yazar ve bürokratları etkilemeye çalışır. Bunda başarılı olanlar da bulut tohumlama vb. işlemleri, başarıları veya başarısızlıkları yoğun bir şekilde tartışılan bir ortamda, milletin sırtından çok yüksek meblağlar kazanana kadar devam ettirirler.

"Bulut tohumlama deneyi" için öncelikle uygun atmosferik ve topografik şartların mevcut olması gerekir. Yağmur yağdırmak için yapılan bulut tohumlama işlemlerinde birinci problem tohumlamaya uygun bulutun bulunmasıdır (tohumlama bulut oluşturmaz!). Bulut tohumlama işlemindeki ikinci problem ise yoğuşma çekirdeği olarak hizmet edecek olan kimyasal maddelerin bulut içindeki en uygun yere zamanında ve doğru miktarda ulaştırılmasıdır. Ayrıca iyi bir sonuç almak için, bulut yeterince soğuk da olmalıdır.

Bugünlerde Türkiye cephesel yağış mevsimini geride bırakmıştır. Yani yağışı artırılacak "soğuk bulut" bulunmamaktadır. Yaz aylarındaki güzel hava cumuluslerinin tohumlanması ise kırk ikindi yağışlarının da azalmasına yol açabilir. (ABD’nin Missouri ve Arkansas eyaletlerinde yapılan "Whitetop Cloud Seeding Experiment" deneyi böyle sonuçlanmıştır.)

Görüldüğü gibi böyle bir projeye başlamadan önce fizibilite çalışmaları yapılmalı. Yani hemen bugünden yarına yağışı artırmak için "yağmur bombası" ihale edilemez. Fakat aşırı tohumlamayla bulutların dağıtılması sonucunda yağış ve sisi önlemek şu an mümkündür. Yani "yağmur bombası", birçok ülkede "yağış artırmakta" değil; "yağış önlemede" kullanılmaktadır.

Şüphesiz istenildiğinde Türk atmosfer bilimcileri de "bilimsel bulut tohumlama deneyleri" yapabilir. Bunun için ihale açmaya gerek yoktur. Proje, ülkemizdeki tek bölüm olduğu için direkt olarak İTÜ Meteoroloji Mühendisliği Bölümü’ne verilebilir.

*

Bu tür hayali projeler nedeniyle ülkemizde kuraklığın etkilerini azaltmak için yapılması gerekenler yapılmayacak ve bir dahaki kuraklıkta da yine bulut tohumlamasına mecbur kalacağız. Bu, çok pahalı, her seferinde yabancı firmalara bağımlılık gerektiren çıkmaz bir yoldur. Böylece bu projenin tüm harcamaları ve bu proje nedeniyle uygulanamayan gerçek çözümler, uzun yıllar katlanarak artacak olan Türkiye’nin zararı olarak kabul edilmelidir.

Bütün bunları ben Türkiye’de "Bulut ve Yağış Fiziği" derslerini veren bir bilim insanı olarak yazdım. Bu konuda gazetelere mektup gönderenler, köşe yazıları yazanlar ve "bilimsel etkinlik" kisvesi altında toplantılar düzenleyenler hangi bilgi ve bilimsel birikimine göre hareket ediyor acaba? Hálbuki İstanbul’da çok basit su tasarrufu yöntemleriyle bile, iddia edileceği üzere "yağmur bombası"ndan artırılacak olan yüzde 14’lük, vb. yağış artışlarından çok daha fazla suyu bedava elde edilebiliriz. Ama önce bu tür akılcı bir yolu tercih etmek gerekiyor. Sonra da işi ehline verip kılavuzumuzu doğru seçmeliyiz.
Yazının Devamını Oku

Uyuma efendim, sıtma tutuyor!

14 Mayıs 2007
Hükümetlerarası İklim Değişikliği paneline (IPCC) göre küresel iklim değişiminin sağlık üzerine etkileri geniş alanlarda hissedilecek ve çok sayıda kişi etkilenecek. Örneğin, sıcaklıkta 23 C derecelik bir artış sıtma riskini yüzde 35 oranında artırmakta. Böylece IPCC, iklim değişikliğinin insan sağlığı üzerindeki etkilerinin tüm dünya, özellikle tropikal ve subtropikal ülkelerde ve düşük gelirli toplumlarda giderek artacağı sonucuna varmış. Sıtma, ülkemizde çok eskiden beri bilinen ve uğruna neredeyse tüm sulak alanlarımızı kurutmamıza rağmen yeniden hortlayarak kuzeye ve yüksek kesimlere yayılan bir problem.

"Hem Avrupa ve hem de Asya Türkiye’sinin iklimi, bazı sıtma bölgeleri dışında genellikle rahatlatıcı ve sağlıklı olarak tanımlanabilir. Ateş nöbetleri ve sıtma dar, dolambaçlı ve hava akımlarının engellendiği vadilerde, suları azalan dere yataklarında, bazen oldukça yüksek kesimlere kadar görülür. Ancak ateşli hastalıklara genellikle alçak kesimlerde ve deniz kıyılarına yakın nehir deltalarında rastlanır.

*

Sıtmanın bulaşması ve mücadelesi konusunda yerli halkta belki de binlerce yıllık geleneklere dayalı görüşler vardır. Günümüzün yolcusu seyrek olarak içlerinde iskelet derecesinde zayıf, kızgın yaz sıcağına rağmen sıtmadan titreyerek ve üşümekten dişleri tıkırdayarak ateşin karşısında oturdukları birkaç fakir kulübeye rastlayabilir. Daha sonra kavurucu öğle sıcağının etkisiyle yolcu atının üzerinde uyuklamaya başlarsa, birdenbire yanındaki zaptiyenin yumruğunu kaburgalarında hissedebilir: ’Uyuma efendim, sıtma tutuyor!’

Sıtma bulaştıran buğuların, insan uyanık kaldığı sürece etkili olamayacağına, ama kendini uykunun kollarına bırakırsa sıtma zehrinin içine işleyeceğine ve hastalığa karşı direncinin kalmayacağına inanılır. Bu inanış yüzünden, meskûn yerlerde 12-15 metre arası yüksekliklerde direkler üstüne kurulmuş sekilere sık sık rastlanır. İnsanlar, geceleri bu sekiler üzerinde uyur." Bu satırlar 1916 yılında Osmanlı İmparatoru Hükümet Danışmanı Paul R. Krause tarafından yazılmış olan "Türkiye 1915"ten alınmıştır. (Kitabın Türkçesi Heyemola Yayınevi tarafından 2005 yılında basılmış.)

Ulusal Doğa ve Kültür Belgeselleri Derneği’nden (DoğaBel, www.dogabel.org.tr) Behiye ve Serkan Yılmaz’ın fotoğraflarıyla bezenmiş "Sulak Alanlarımız Su ile Güzel" adlı, İç Anadolu Doğa Koruma Federasyonu’nun (İÇDOĞA, www.icdoga.org) hazırladığı broşürde ise şöyle deniyor: "...1950’li yıllarda başlayan devlet politikaları ile sulak alanlar kurutularak tarım arazilerine dönüştürülmeye başlanmıştır. Ayrıca bu alanları besleyen akarsuların barajlarda tutulması, yönlerinin değiştirilmesi veya sistemden su alınması, tarım ve sanayiden kaynaklanan kirlenmeler nedeniyle su kalitesinin bozulması, yabancı türlerin sisteme bırakılması, saz yakılması ve kontrolsüz saz kesimi gibi sorunlar yaşanmaktadır."

*

Halbuki "Günlük hayatımızda fazla önemsenmeyen, verimsiz ve atıl alanlar olarak nitelenen, hatta uzun yıllar sıtma hastalığının kaynağı olarak görüldüğü için kurutulan sulak alanlar; doğal dengenin ve biyolojik çeşitliliğim korunmasındaki rolünün anlaşılması ve balıkçılık, turizm gibi faaliyetlerle ülke ekonomisine sağladığı katkılar nedeniyle tüm dünyada koruması öncelikli alanların başında yer almaya başlamıştır."

Özetle, TEMA Vakfı’nın gözüne uyku girmeyen, genç ve dinamik müdürü Dr. Uygar Özesmi’ye göre "Doğaya rağmen değil, doğa ile uyum içinde yaşamalıyız." Bunun için de deniz, göl, dere, vb. sulak alanlardan uzak durmalı ve sürdürülebilir bir yaşam için buralardaki sivrisinekler dáhil olmak üzere tüm biyolojik zenginliklerimize sahip çıkmalıyız...
Yazının Devamını Oku

Arabanız sağlığınızı etkiliyor mu

7 Mayıs 2007
Arabalarla ilgili güvenlik sorunları düşünüldüğünde akla ilk gelenler emniyet kemerleri ve hava yastıklarıdır. Oysa günümüzde şoförlerin ve yolcuların farkında olmadığı başka tehlikeler de var. Bu tehlikelerden HÜTF Halk Sağlığı Doçenti Songül A. Vaizoğlu’nun "Arabanız sağlığınızı etkiliyor mu?" başlıklı yazısını okuyana kadar benim haberim yoktu.

Normalde beni araba tutmaz, ama arada bir özellikle de ilk defa bindiğim otomobillerde kendimi iyi hissetmediğim de olur. Bu durumda kendimde kusur arar ve kendime kızarım. Meğerse bunun nedeni Uçucu Organik Bileşikler’miş (UOB). Bunlar arabada kullanılan pek çok malzemede (yapıştırıcılar, boyalar, viniller, plastikler) bulunmaktaymış ve yeni araba kokusunun da en önemli kaynağıymış.

Bütün bunlar başağrısı, bulantı, boğaz ağrısı, burun akıntısı ya da tıkanıklığı gibi belirtilere neden oluyor. Araba kokularının çoğunda da bu tür sorunlara yol açan UOB’ler bulunuyor. Bu nedenle, araba kokularından da hiç hoşlanmam.

*

Songül Hoca’ya göre bu tehlikeler arabaya girer girmez daha kontağı çalıştırmadan bizleri etkileyebilir. Çünkü koltuklar, döşemeler, kol ve baş yastıkları, yer döşemesi, aksesuvarlar ve plastikten yapılmış pek çok parça kapalı bir ortam olan arabalarda hava kalitesini bozarak bazı sağlık sorunlarını gündeme getiriyor.

Kapalı ortam hava kalitesine bağlı olarak ortaya çıkan sorunlar, Çevre Koruma Örgütü’nün (EPA) toplum sağlığına zararlı çevresel etmenler içinde belirttiği riskler arasında 5. sırada yer alıyor. İnsanların zamanlarını geçirdiği kapalı ortamlar sırasıyla ev, işyeri ve otomobiller. ABD’de yapılan bir araştırmada Amerikalıların büyük çoğunluğunun günde yaklaşık 100 dakikalarını arabalarında geçirdikleri belirlenmiş. Türkiye’de özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde işe gidiş ve dönüş saatlerinde arabalarda geçirilen süre çok daha uzun olabilmekte.

*

Yapılan çeşitli çalışmalarda araba içlerinde çok sayıda toksik kimyasalların konsantrasyonlarının evlerde ve işlerlerinde ölçülenlerden daha fazla olduğu görülmüş. Özellikle egzoz dumanı çok olan dizel kamyonlarının arkasında seyredildiğinde, yavaş akan trafikte, yani sabah akşam iş çıkışı saatlerinde, güneş altında bekleyen otomobillerde kapalı ortam kirleticileri çok yüksek düzeylere ulaşabilmekte. Bu da arabalarda geçirilen zaman kısa da olsa buradaki kirletici konsantrasyonların yüksek olması nedeniyle yol açacağı sağlık sorunlarının göz ardı edilemeyeceğini göstermekte.

Arabaların içlerinde bazı kimyasalların çok yüksek düzeylere ulaştığının belirlenmesi otomobil endüstrisini harekete geçirmiş. Benzer şekilde biz sürücüler ve yolcuların da harekete geçerek bazı noktalara dikkat etmesi gerekiyor. Örneğin, arabaları mümkün olduğunca gölge alanlara ya da garajlara park edebilir, güneşlik kullanabilir ya da camların özelliklerine dikkat edebiliriz. Bunlar araba içi sıcaklığın azaltılmasında etkili olabilir. Ayrıca birikmiş olan kimyasalları kısmen azaltabilmek için, sık sık arabayı havalandırabiliriz.
Yazının Devamını Oku