Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu

Deprem ışıkları karanlık bir nokta alev topu ise başka bir yerde!pp

30 Ekim 2006
20 Ekim akşamı Manyas’ta yaşanan 5,2’lik depremde vatandaşlara göre patlama sesiyle sarsıntı başladı ve gölün üzerinde kırmızı bir ışık görüldü. Sarsıntı sırasında Manyas Gölü’nde "alev topu" görüldüğü iddiaları halk arasında paniğe neden oldu. Bunun üzerine Balıkesir Valiliği tarafından MTA uzmanlarınca gölde bir inceleme yapılması istendi.

Alaska Üniversitesi’nin Jeofizik Enstitüsü sismolojisti T. N. Davis’e göre "deprem ışıkları" sismolojide en karanlık noktalardan biridir. Şaka ile karışık yapılan bu tespitle bu tür ışıklara katı yer bilimlerinde yeterince önem verilmediği anlatılmaktadır. Atmosferdeki optik olayları inceleyen meteoroloji mühendisleri ise yıldırım topları vb. dünya ışıklarından ayırt edebilmek için, deprem ışıklarını da incelemek zorunda.

*

Eskiden beri bu tür ışıklar her yerde görülüyor. Antik Hindistan ve Çin’de bu tür ışıkların görüldüğü yerlere tapınaklar yapılmış. Japonlar bu tür ışıklara "samurailerin ruhu" demek olan "hito dama" demiş. Japon banknotlarında İmparator Hirohito bir yıldırım topu içinde gösterilmiş. Batılı ülkelerde bu tür ışıklar eskiden "define ışıkları" ve "düşman savaş uçağı" şeklinde adlandırılmış. Günümüzde ise bu tür ışıklara UFO da deniliyor.

Deprem ışıklarına ait ilk kayıtlar M.Ö. 373’e, Antik Yunan’a kadar geriye gitmekte. Bu tür ışıklar üzerine bilinen ilk araştırmalar 1930’lu ve 1960’lı yıllarda yapılmış ve bir seri fotoğrafla kayıtlara geçirilmiş. Örneğin, 26 Kasım 1930’da Japonya’nın Izu yarımadasında deprem sonucu tektonik stres bölgelerinde ortaya çıkan ışık topuna "deprem ışığı" denilmiş. 1976 Çin depreminde geceleyin deprem ışıkları, deprem merkezinden 320 kilometre uzaklığa kadar bir alanı gündüz gibi aydınlatmış ve insanları odalarında elektrik ampullerinin yakıldığına inandırarak uyandırmış.

USGS, 29 Kasım 1975’de Hawaii Kalapana depremi ve sonrasında beyaz ile açık mavi renklerde deprem ışıkları gözlemiş. Kanada’da Kasım 1988’den Ocak 1989’a kadar gözlenen ışıklar Nature dergisinde "Earthquake Lights and Seismicity" başlıklı makaleye konu olmuş. 1995’de Japonya’daki Kobe depreminde benzer ışıklar gözlenmiş ve ortaya çıkan "deprem bulutunun" resmi de çekilmiş. Benzer şekilde, Hindistan 22 Mayıs 1997 Jabalpur ve 17 Ağustos 1999 İzmit-Gölcük Depremi’nde de deprem ışıkları rapor edilmiş.

USGS’den J. S. Deer, Laurentian Üniversitesi’nden M. A. Peringer ABD’nin orta bölgesinde 19 yıl boyunca açığa çıkan sismik enerji ile rapor edilen ışık olayları arasında önemli bir ilişki olduğunu ortaya koyuyor. 1954’de yapılan bir araştırmaya göre de dünya ışıklarının yüzde 80’ni, jeolojik kırıkların olduğu bölgelerde gözleniyor. Deprem olmadan görüldükleri zamanlar, fay hatları vb. tektonik stres olan yerlerdeki dünya ışıkları yanlışlıkla "yıldırım topları" olarak da adlandırılabiliyor.

*

Özetle fay hatları üzerinde tektonik sıkışma ve gerilmeden dolayı herhangi bir sallantı veya deprem olmadan da bu tür alev topları zaman zaman görülebiliyor. Yani deprem anında fay hattında alev topu gördük diye paniğe ve araştırma yaptırmaya pek lüzum yok. Aslında depremde ışıklar veya alev topu değil; kötü yapılmış binalar, sabitlenmemiş eşyalar, deprem anında ve sonrasında halkın yapacakları konusundaki hazırlıksızlık ve eğitimsizlik bizi korkutmalı. Eğer acilen bir araştırma veya inceleme yapılacaksa; 1999 Marmara Depremlerinden sonra birey, aile, kurum, mahalle, ilçe, il ve ülke olarak neden hálá afetlere karşı gerektiği gibi hazırlanmadığımız ve eğitilmediğimiz üzerine yapılmalıdır.

Şimdi görülmese bile bir "kızıl elma" gibi esas alev topu tam da bu noktada durmaktadır.
Yazının Devamını Oku

Ozonun iyisi ve kötüsü

16 Ekim 2006
Ozon, 19. yüzyılda keşfedilmiş çok garip bir gaz. Yerde olunca "kötü" ama yukarı seviyelerde olunca "iyi" olarak adlandırılıyor. İşin daha da tuhafı, günümüzde ozonun iyisi azalırken kötüsü hızla artıyor. Sonuç olarak, Birleşmiş Milletler 16 Ekim’i ozon tabakasını korumak için "Ozon Günü" olarak ilan edip dikkatimizi bu gaza çekmek istemiş.

Çünkü yukarı seviyedeki ozon tabakası güneşin zararlı ışınlarına karşı tüm canlıları bir kalkan gibi koruyor. Onun incelmesi; cilt kanseri, katarakt, bitkilerin zarar görmesi ve bazı okyanus canlılarının azalması gibi çeşitli biyolojik tehlikelerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Kötü ozon ise yer seviyesinde azot oksitler, hidrokarbonlar ve güneş ışığı etkisinde belli sıcaklıkta çeşitli fotokimyasal reaksiyonlar sonucu oluşan ikincil bir kirletici. İstanbul gibi büyük kentlerde kötü ozon, diğer kirleticilerle birlikte astım başta olmak üzere solunum sistemi rahatsızlıklarında artışlara yol açmakta.

DELİK NASIL KEŞFEDİLDİ

Ozonun kısa ve talihsiz hikáyesi şöyle: 1839 yılında elektrik boşalmalar gözlenirken keşfedilmiş, 1850’lerde soluduğumuz havada da olduğu gösterilmiş, 1880’de güneşin morötesi ışınlarını yuttuğu ispatlanmış, 1913’te atmosferdeki ozonun yüzde 90 gibi büyük bir kısmının yerden 10 km. ve yukarıdaki tabakalarda olduğu anlaşılmış, 1920’de G.M.B. Dobson atmosferdeki ozonu ölçmek için bir alet geliştirmiş ve 1928’de insan kısaca CFC olarak adlandırılan kloroflorokarbon adlı gazı icat etmiş. 1950-70 yılları arasında CFC, spreyler, buzdolapları, klimalar ve yapay köpüklerde kullanılmış. 1971’de bu yapay gaz atmosferde ölçülmüş. 1974’te CFC’nin iyi ozonu kemirip bitirdiği fark edilmiş.

Bunun üzerine, 1977’de BM "Ozon Tabakası" için eylem planı yapmış. 1978’de ABD, CFC kullanımını kısıtlamış. 1979’da ozon ölçümleri uydularla yapılmaya başlanmış ama Antarktika üzerinde kayıt edilen düşük değerler ölçüm hatası olarak algılanmış!

1984’te Antarktika üzerindeki ozon seyrelmesi bir kutupsal gün doğumunda fark edilip 1985 yılında ilan edilmiş. Antarktika’daki seyrelmenin uydu gözlemlerindeki görüntüsü nedeniyle halk arasında "Ozon Deliği" olarak adlandırılmış. Bunun üzerine 1987’de Montreal Protokolü ile dünya CFC üretimini 2005 yılına kadar yüzde 50 kesmek için anlaşmış. Ama Antarktika’daki "delik" büyümeye devam etmiş.

Bunun üzerine protokol 1990, 92, 95, 97, 99 yıllarında tekrar ele alınarak azaltılması veya tümüyle yasaklanması gereken gazlar arasına başka gazlar da alınmış. Sonuç olarak, iyi ozondaki seyrelme artık eski hızıyla devam etmiyor ve iyileşme işaretleri var. Fakat atmosferde eskiden kalan CFC emisyonları nedeniyle ozon tabakası, 2050 yılına kadar yoğun bakımda kalacak... Bununla birlikte, günümüzde CFC yerine ikame edilen hidrokloroflorokarbonlar (HCFC) da hem ozona zarar verip hem de küresel ısınmaya neden olduğu için Kyoto Protokolü’ne aykırı! Bu nedenle, ülkemizde de HCFC yerine, hidrokarbon, vb. bir teknoloji tercih edilmeli...

OZON DOSTU OLUN

İnsan sağlığı için çok zararlı olan yerdeki ozon ise egzoz gazları vb. diğer kirleticiler güneş ışığıyla etkileşince yer seviyesinde oluşmakta. Şehirlerimizdeki doğalgaz kullanımı sadece klasik hava kirliliği problemini hafifletiyor. Araç sayısına bağlı olarak emisyonlardaki artış ve doğalgazın yaygınlaşmasıyla İstanbul başta olmak üzere tüm şehirlerimiz yeni bir hava kirliliği türüyle karşı karşıya. Bu kirletici yüzeydeki ozon.

Ozonun insan sağlığına, tarımsal üretime ve plastik malzemelere verdiği zararlar gelişmiş ülkelerde milyar dolar mertebesine ulaşmakta. Özetle şehirlerimizde gündüz ve gece ozonu konsantrasyonları da sağlığımız için tehdit edici mertebelere ulaşıyor, aman dikkat!

Bu nedenlerden dolayı bu gün size, "Ozon Dostu Olun - Güneşten Korunun" deniliyor.
Yazının Devamını Oku

Hava ve iklimle birlikte bizler de mi çıldırdık

11 Ekim 2006
"Ankara sular altında kaldı" gibi haberleri görünce, aklıma "şehir selleri" konusundaki büyük cahillik ve çılgınlıklarımız geliyor. Kentlerimizde kırılan yağış rekorları, artan su baskınları, büyüyen hasarlar ve sel sularında bilinçsizce dolaşan insanlar üzerinde durmamız, adını ve nedenlerini doğru belirlememiz gerekiyor. Bugünlerde şehirlerimizde yüzlerce su baskını yaşanıyor. Sağanak yağışlarda cadde ve sokaklarımız hemen derelere dönüşebiliyor. Yollarda ve araçlarında mahsur kalanlar pis sel sularına girmek zorunda kalıyor. Evi veya işyeri sular altında kalanlar ise bir yandan eşyalarını kurtarmaya çalışırken, diğer yandan da kirli sel sularını dışarı atmaya çalışıyor. Neden bunları hep yaşayıp duruyoruz? Hava ve iklimle birlikte bizler de mi çıldırdık?

Ülkemizde her zamanki gibi ancak yağan, yağıp ıslanan, ıslandıktan sonra söylenebilen yağış miktarlarına göre geçen hafta İzmir, Cumhuriyet tarihindeki yağış rekorunu kırdı. Bu rekorun İzmir’de son 83 yılda kırılan kaçıncı yağış rekoru olduğunu bilemeden "havalar çıldırdı mı?" türünden bir soruya yanıt veremem ama küresel ısınmayla birlikte sağanak yağışların şiddetinde artışlar olduğu kesin. Küresel iklim değişimiyle birlikte Türkiye’de de artması beklenen önemli problem ve afetlerden biri de şehirlerdeki ani sellerdir.

SEL SULARIYLA ASLA TEMAS EDİLMEMELİ

Dünyada seller oluşum yerine göre beşe ayrılır. Bunlardan birisi akarsu selleri, yani bizim "taşkın" dediğimiz sellerdir. Diğer önemli sel çeşidiyse "şehir selleri" (urban flood). Şehir selleri, şehir içinde her yerde oluşabilir. Özellikle binalar, yollar ve otomobiller için inşa edilen parklar nedeniyle doğal bitki örtüsü yok edilmiş yerlerde yağışın toprağa sızması mümkün değildir. Böylece şehirleşme, yüzeysel su akışını doğal yüzeylere göre altı kat artırabilir. Mazgallar bu suları hemen tahliye edemez ve kısa bir süre içinde caddelerimiz ve sokaklarımız derelere dönüşebilir. Fakat mevzuatımız ve istatistiklerimizde tüm seller yoktur, sadece taşkın vardır. Böylece, ülkemizde kayıtdışı ve sahipsiz olsalar da şehir, kıyı, vadi ve baraj selleri de olabilmektedir.

Şehir sellerinde ölümlerin çoğunu, gelişmiş ülkelerde otomobillerinin içinde sürüklenenler; Türkiye’de ise sel yataklarına yerleşmiş ve sel için gerektiği gibi uyarılmayan insanlar oluşturur. Ülkemizde sellerle ilgili yeterince istatistiki bilgi mevcut değil. Ama örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde her yıl ortalama olarak 140 kişi sellerden ölmekte.

Bu ölümlerin yarısı otomobillerin içinde. Çünkü 15 cm (yani bir karış) yüksekliğindeki sel suyu insanları sürükleyip götürebilir. 60 cm’lik su ise otomobilde insanın hayatını kaybetmesine neden olabilir. Çünkü 60 cm’lik su, otomobilin ağırlığını 1.5 ton azaltabilir. Sel sularına tehlikeli kanalizasyon suları da karışabilir. Bu nedenle, sel sularıyla asla temas edilmemeli ve sel sularına hiçbir şekilde girilmemelidir.

YAĞMUR DOĞANIN, SELLER CAHİLLİĞİMİZİN ESERİ

Küresel ısınma, ülkemizdeki plansız yerleşimler, plansız-yetersiz altyapı gibi nedenlerle sayısı ve şiddeti her gün artan şehir selleriyle yüzleşmeye devam edeceğiz. Bu nedenle, Şehir İmar, Metropoliten Alan Nazım, vb. gibi planların ve altyapının sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi için ilgili bakanlıklarda ve belediyelerde meteoroloji mühendisleri de bulundurulmalıdır. Ülkemizde yanlış bir şekilde zannedildiği gibi meteoroloji sadece hava tahmini veya sağanak yağış uyarısı yapmaz. Meteorolojinin bir de "mühendislik" yönü vardır. Bu nedenle, ülkemizde şehir, altyapı, her türlü ulaşım, vb.’nin planlanması ve işletilmesinde meteoroloji mühendisliğini hiç kullanmamak, resmen yaptığımız cahillik ve çılgınlıklarımızdan biridir! Yani; yağmur Allah’ın, seller ise cahilliğimizin bir eseridir!
Yazının Devamını Oku

Ramazan vesilesiyle Kuran’daki yağmurlu açıklamalar

3 Ekim 2006
Bu yıl İslam áleminin kutsal ayı ramazan başlamadan bir gün önce İstanbul’da sağanak yağmurlarla birlikte birçok ev ve işyerini su bastı. Televizyonun karşısında kaplarla su boşaltanları, otomobiliyle sel sularında mahsur kalanları seyrederken dinimizde yağmurla ilgili neler söylendiğini merak ettim.

Şüphesiz esas kaynak olarak Kuran-ı Kerim’e bakmalıydım. http://www.kurandaara.com/ web sitesine baktığımda Kuran’ın 5 farklı Türkçe meali olduğunu gördüm. Yağmuru unutup bir an için Kuran-ı Kerim’in nasıl ve kimler tarafından Türkçe’ye çevrildiğini merak etmeye başladım. Bunu, geçen sene Diyanet İşleri’nin çok eski bir başkanına da sormuş, ama kısa bir sürede derdimi ifade edemediğim için net bir cevap alamamıştım.

Ülkemizde "tavuk döner"in, "chicken translation" ya da "May Day!"in, "Mayıs Günü" gibi tercüme edilmesine benzer bir şekilde ilgili konuyu ve dili çok iyi bilmeden her önüne gelenin sözlüğü açıp yaptığı çok kötü tercümelere örnekler var. Aslında tercüme, "bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek" demek değildir. Bu nedenle hiçbir tercüme aslının yerini tutamaz; önemli olan, konuyu doğru bir şekilde aktarabilmek veya açıklayabilmektir. Kuran’da, örneğin yağmurdan en az 43 yerde bahsediliyor. Bu durumda bana göre yağmurla ilgili ayetleri, din adamları/alimleri tek başlarına değil; mutlaka konunun yetkin insanlarıyla birlikte açıklamaya çalışmalı.

*

Örneğin, Araf Suresi’ndeki (57) yağmurdan Kuran-ı Kerim’in Türkçe meallerinde şöyle bahsediliyor: Diyanet; "O, rüzgárları rahmetinin önünde müjde olarak gönderendir. Nihayet rüzgárlar ağır bulutları yüklendiği vakit, onları ölü bir belde (yi diriltmek) için sevk ederiz de oraya suyu indiririz..." Muhammed Esed; "Yaklaşan rahmetinin önünde müjdeci olarak rüzgárları gönderen O’dur; yağmur yüklü bulutlar toplandıklarında, onları çorak bölgeye doğru sürükleyip bu yolla su indirelim..." Suat Yıldırım; "O’dur ki, rahmeti olan (yağmurun) önünden müjdeci olarak rüzgárlar gönderir. Nihayet bu rüzgárlar o ağır bulutları hafif bir şeymiş gibi kaldırıp yüklendiklerinde, bakarsın biz onları, ekinleri ölmüş bir ülkeye sevk eder, derken oraya su indiririz..." diyor.

Bu ayetin hangi mealde doğru veya daha doğru tefsir edildiğine karar vermek benim hiç haddime değildir... Ama bu ayeti tefsir etmeden önce (tanıdık, rastgele veya profesör unvanlı herhangi birine değil!) bulut ve yağış fiziği konusunda gerçek anlamda bilgili bir atmosfer bilimciyi bulup "bana yağmuru anlat" diye bir sorsaydılar, kelimelere yükledikleri anlamlar ve dolayısıyla yaptıkları tefsir belki de farklı olurdu.

Çünkü "yağmur yüklü" bulutlar havadan daha ağır değil; hafiftir! Yağmurun önünde görülen rüzgárlarla yağmuru bir yerden başka yere taşıyan rüzgárlar birbirlerinden farklıdır. Örneğin, İstanbul’a bir soğuk cephe yaklaştığında yağmurdan önce önündeki lodosu hissederiz. Sonra soğuk cephenin yağışını alırız. Fakat bu cephe sistemleri dünyanın batıdan doğuya doğru olan dönüşüne uygun bir şekilde genellikle batıdan gelirler. Bu nedenle biz "Balkanlardan gelen yağış" deriz. Bizim için cephe sistemlerinin en büyük kaynağı Atlantik Okyanusu ve Akdeniz’dir. Buralarda doğup Avrupa ve üzerimizden geçen cepheler, Pakistan ve civarındaki kurak bölgede ölürken de yağış bırakırlar. Cepheleri yönlendiren ve taşıyan ise jet akımları dediğimiz yukarı seviye rüzgárlarıdır.

Meraklısına; bu konularda şu ana kadar bize herhangi bir şey danışan olmamıştır. Ne de olsa herkesin çok iyi bildiğini zannettiği "havadan-sudan" konulardır! Hayırlı Ramazanlar...
Yazının Devamını Oku

1 Ekim’de yeni su yılınız kutlu ve varsa yeni su bütçeniz hayırlı olsun!

26 Eylül 2006
30 Eylül Cumartesi günü 2006 su yılının son günü. 1 Ekim’le beraber 2007 su yılı başlayacak. Yani 30 Eylül’ü 1 Ekim’e bağlayan gece 2007 su yılının yılbaşı oluyor. Yeni su yılınız kutlu olsun! Yöneticileriniz yaparsa yeni su bütçeniz de hayırlı olsun! Turist olarak bile, kimse susuz bir yerde yaşamak istemez. Su kıtlığı tüm canlılara her yerde hayatı zindan eder. Onsuz yaşam, tarım, sanayi, turizm, vb düşünülmez. Bu kadar önemli olan suyun gelişmiş ülkelerde kendine has bir yılı ve bir de bütçesi var.

Kuraklık haberlerini sıklıkla okuyorsunuzdur. Örneğin, "Başkentte susuz günler kapıda. Muş’ta kuraklık göçe zorluyor. Yeraltı suları çekiliyor. Konya Ovası can çekişiyor..." Türkiye Ziraatçiler Derneği "Kuraklık, Türkiye’nin geleceği... Uyanın, stratejik plan yapalım’" uyarısında bulunuyor. Ülkemiz yıllardır kuraklıklar yaşıyor ve birbirimizi uyarıp duruyoruz, ama ne su yılını kutluyor, ne de su bütçesi yapıp yürürlüğe koyuyoruz.

*

Evet, su yılı diye bir yıl var, ama o 1 Aralık’ta değil; yağışlı günlerle birlikte başlar. Böylece su yılı, yağışlı mevsimin başında başlar ve yağışlı mevsiminin sonunda biter. Ekim ayı yağış mevsiminin başını veya diğer bir deyişle eylül ayı kuru dönemin sonunu işaret etmek üzere su yılı, 1 Ekim’den 30 Eylül’e kadarki 12 aylık süreyi kapsar.

Ülkemizde takvimler her yeni yılı gösterdiğinde mali bütçelerimiz yürürlüğe girer. Merkezi ve yerel yönetimler yeni yıl başlamadan bütçe ve kesin hesap tasarılarını komisyonlara sevk eder. Sonra bütçe tasarıları meclislerin gündemine taşınır. Bütün bunların amacı eldeki kıt olan mali kaynakları verimli kullanmaktır. Benzer şekilde kıt olan su kaynaklarımızı da verimli kullanabilmek için merkezi ve yerel yönetimlerimiz her yeni su yılının başında su bütçesini hazırlayıp devreye sokmalıdır. Yoksa planlamadan yoksun bir çerçevede aşırı ve yanlış su tüketip su kaynaklarımızı verimli kullanamayarak büyük su (bütçe) açıkları ve su kıtlıkları oluşturur dururuz.

Halbuki nasıl ki ülkemizde 1 Aralık’ta yeni takvim yılıyla birlikte mali yıl bütçesi devreye girerse, 1 Ekim’de yeni su yılının başlamasıyla birlikte su bütçesi de devreye girmelidir. Nasıl ki mali kaynaklarımızı verimli kullanmak için bütçeler ve hesaplar yapıyorsak, su kaynaklarını da verimli kullanarak bütçe (su) açığı vermememiz için su bütçesi ve kullanım planlarını da yapmalıyız. Yoksa yağışların azalması, aşırı sıcaklar ve bilinçsiz su kullanımı, beraberinde çözümsüz sosyo-ekonomik birçok problemi beraberinde getirecektir.

*

Böylece, Türkiye’de sahipsiz afetlerin başında kuraklık gelmektedir. Kuraklık dünyada görülen 31 adet doğal afetin içinde de en tehlikeli afet olarak birinci sıradadır. Bununla birlikte, 1959 yılında çıkan 7269 sayılı Umumi Afetler Kanunu’na göre Türkiye’de kuraklık afet dahi sayılmamakta ve afet istatistiklerinde hiç yer alamamaktadır. Daha da kötüsü, yetkililerimiz bunun henüz farkında bile değil! Halbuki Türkiye’de "hava, su, iklim"in artık bir bütün olarak ele alınıp ilgili kurum ve kuruluşların gerekli teknolojiyle birlikte kalifiye elemanlarla donatılabilmesi için önemli reformların çoktan ve acilen yapılması gerekirdi.

Özetle kuraklık, en kapsamlı sosyo-ekonomik zararlara neden olabilen, sinsi bir şekilde gelişen insanlığın yüzleştiği en büyük doğal afettir. Yarı kurak bir iklim kuşağında bulunan ülkemizin tarihi büyük kuraklıklarla doludur. Kuraklığı, deprem gibi önemli bir afet olarak kabul ederek bilimin gereklerini artık yapmak zorundayız. Evet, uyanalım artık.
Yazının Devamını Oku

2007 en sıcak yıl olacak Allah beni ıslah etsin!

18 Eylül 2006
Geçen mart ayında Bodrum’daki bir konferansta "Bu yaz Türkiye sıcaktan kavrulacak" dediğim için birkaç kişiden beddua aldım. Üstüne bir de CNN TÜRK’teki Haber Makinası programında Okan Bayülgen bana "havayı bilmek için bu kadar kariyere gerek var mı?" diye sormaz mı! Artık bunalım takılıyorum...

Bir yandan birileri bu işi Allah’a ya da politikacılara havale etmiş; "Allahın işine karışma, sen Allahtan daha iyi mi bileceksin" filan diyor, diğer yandan da romatizmalı ninesinden kimya profesörüne kadar herkes hava tahmini yapıyor. Hatta gazetedeki köşesinde meteorolojinin veremediği bir haftalık hava durumunu toz duman arasında hiç çekinmeden yayınlayabiliyor. Dua etsin kendisi meteoroloji mühendisi değil. Yoksa meteorolojimiz onu "bu iş resmen bizim görevimiz" diyerek mahkemelerde sürüm sürüm süründürürdü.

*

29 Mart 2006 tarihinde DHA Muhabiri Nilüfer Kandırmış’ın gazetemizdeki haberi özetle şöyleydi:

"Bodrum Kaymakamlığı tarafından Oasis Nurol Kültür Merkezi’nde düzenlenen konferansta İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi Meteoroloji Bölümü ve Afet Yönetim Merkezi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu, 2006 yazının şimdiye kadar görülmemiş aşırı sıcaklarla geçeceğini öne sürerek, ’Türkiye’yi kuraklık, ani seller ve deniz suyu seviyesinin yükselmesi gibi üç büyük afet bekliyor’ dedi."

Bunun üzerine habere dokuz okur yorum yazmış. Okur yorumlarından iki tanesi şöyle: Selçuk Çelebi, "Allah sizleri ıslah etsin bilim adamı geçinenler. Nereden biliyorsun bir yıl içinde deniz suyu seviyesinin yükseleceğini? Eline alıp buzların ne kadar eridiğini ölçerek mi hesap yaptın be adam?" Cemile Cendek, "Her zaman aynı hikáye, herkes duydu küresel ısınmayı, binbir türlü laf söylüyor. Herkes Allahtan daha mı iyi biliyor kardeşim, yani bilim adamları da iyice abartmasın." (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4167268.asp?gid=0)

Son 1400 yılın en sıcak yılı 1998 yılıdır. Bunun havada biriken sera gazları ve kuvvetli bir El Nino gibi iki nedeni vardı. Böylece, 1998 en sıcak yıl, 2002 en sıcak ikinci yıl, 2003 en sıcak üçüncü yıl, 2004 en sıcak dördüncü yıl oldu. Bir ara 2005 ve 2006 yılında da El Nino doğacak diye bir beklenti vardı. Bu nedenle, 2006 yılı en sıcak yıl olmaya adaydı. Fakat El Nino ortaya çıkmayınca 2006 yılı, en sıcak yıl yerine sadece sıcak bir yıl oldu.

*

Şimdi gözler yine El Nino’da. Avustralya Meteoroloji İşleri’nin takip ettiği bulgulara göre şu an El Nino’da önemli gelişme işaretleri var. Eğer bu durum devam eder, kuvvetli bir El Nino ortaya çıkarsa, 1998’den beri artan sera gazlarıyla birlikte 2007 yılı en sıcak yıl olmaya aday. Bunu Allahın verdiği akıl ve fikirle yoğrulmuş bilimsel bulgular söylüyor.

Bilim evrenseldir. Bu nedenle, "İlim Çin’de dahi olsa gidip alınız" hadisine uygun olarak zamanında Müslüman bilim insanları, Batı’da Roma ve Doğu’da başta Çin olmak üzere diğer devletlerde geliştirilen bilim ve teknolojiyi almış ve önemli kaynakları tercüme etmiş. Benzer şekilde meteoroloji, ABD’de gidip akademik kariyer yapacak kadar çok önemli, gelişmiş ve karmaşık bir bilim dalıdır. Bana bu şekilde tepki gösterilmesi de aslında ülkemizde din bilgisi konusundaki cahilliğin açık bir göstergesidir.

Bu durum, son günlerdeki cami tartışmalarıyla birlikte aklıma meteoroloji gibi teknik kamu kurumlarının değişik kademelerinde yöneticilik, vb. işler yapan değerli ilahiyat mezunlarını getirdi. Din konusunda halkımızın bu kadar aydınlanmaya ihtiyacı varken bu konudaki uzmanların eğitimleriyle ilgisiz işlerle meşgul olması hem israf, hem de günah değil midir? Bu ülkede ne zaman herkes kendi işini yapabilecek?
Yazının Devamını Oku

İstanbul’da deprem olursa Antalya’da bir otele yerleştirilmek istiyorum!

11 Eylül 2006
İstanbul’da yaşayan milyonlarca insan, olası bir depremin hemen sonrası sığınma ve geçici barıma için bireysel çadırlar, çadırkentler, kamu tesisleri, kiralık konutlar, tanıdık ve akraba evlerine yerleşecek, ama onlar da yetmeyecek. Bu nedenle, olası bir depremde evim yıkılırsa ben ailece Antalya’daki bir otele yerleştirilmek istiyorum haberiniz olsun.

Japonya’da yaşasaydık, "Afet Önleme Günü" ilan edilen 1 Eylül’de, Başbakanımızla birlikte halk olarak afetlere hazırlık tatbikatı yapardık. Japonlar böyle yaparak 1 Eylül 1923’teki Tokyo depreminin yıldönümünü, depremden çıkarttıkları dersleri gelecek kuşaklara aktarabilecek şekilde değerlendirebiliyorlar. Yaptıkları etkinliklerinden biri, deprem olunca yaşanacaklar ve deprem sonrası yapılacak olan iyileştirme ve yeniden yapılandırma çalışmaları konusunda halkın düşünmesini sağlayan atölye çalışmaları. Çünkü depreme maruz kalmak devletin olduğu kadar halkın da bireysel bir sorunu!

*

1 Eylül 2006 tarihinde Japonya "Afet Önleme Günü" etkinliklerinin bir benzeri İstanbul Maltepe’de yapıldı. Katıldığım bu atölye çalışmasını Belediye Başkanı Fikri Köse ile birlikte Tokyo Metropolitan Üniversitesi Kent Bilimleri Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Itsuki Nakabayashi başkanlığındaki akademik bir heyet gerçekleştirdi. Çalışmada, Japonya’da yapıldığı şekilde, "olası bir deprem afeti dolayısıyla meydana gelebilecek sorunları ortaya koyup çözüm önerileri geliştirmek" hedeflenmişti. Aynı zamanda afet sonrası çalışmaların maddi külfetine dikkat çekildi, depreme hazırlanmanın, afeti öngörerek zararlarını önlemenin de önemi vurgulandı. Çalışmaya belediyenin ilgili birim temsilci ve uzmanlarının yanı sıra, muhtar, dernek başkanı vb. gibi sivil topluma önderlik eden, çeşitli sosyal kesimlerin ileri gelenleri katıldı.

Önce, "evimin yıkılacağını" bir kere olsun kabul ettim! Bu durumda beni endişelendiren ilk ve en önemli şey, deprem anında çocuklarımın ve eşimin nerede olacağıydı. Diğer katılımcıların bir kısmı 17 Ağustos 1999’daki gibi yine depremin gece olacağını umuyordu. Sonra evsiz bir afetzede olarak, "2 hafta, 6 ay ve 2 yıl sonra nerede olmak istediğimi ve oralarda kalırken nelerden kaygılanacağımı" düşünmem istendi.

*

İzmit ve Düzce gibi geniş tarlalar ve benzeri açık alanların bulunmadığı İstanbul’un içinde çadır kurmayı veya kurulacak olan çadırkentlerde barınmayı hayal bile edemedim. Birkaç metrekarelik parklarda çadır yeri kapmak için verilecek olan mücadele ise belki de daha büyük bir afet oluşturacak. Enkaz altında kalmış bir iki kırık dökük eşyanın başında yamuk yumuk bir çadır kurup da neyi bekleyeceğim! Her türlü alt yapının yok olduğu, kanalizasyonların patladığı, lağım fareleriyle birlikte yağma ve talancıların kol gezdiği bir yerdeki çadırkent, kiralık konut ya da kamu tesislerine girmek de mümkün olmayacak; olsa da orada kalıp kaosu yaşamak da akıl kárı bir şey değil. Bu nedenle, sonra geri dönmek üzere normal bir yaşantının sürdürülebileceği uzak bir yere gitmek istiyorum.

Benzer şekilde, uzaktaki tanıdık ya da akrabalarının evine veya yazlıklarına sığınmak isteyecek olan binlerce insan olacak. Benimle beraber yine binlerce insanımızın ise kamu, otel, vb. turizm tesislerinde barındırılması gerekecek. Benim merak ettiğim konu, afet planlarını yapan kurum ve kuruluşlarımız insanların şehir dışındaki geçici barınmasını da planlıyor mu? Bu konuda Marmara Bölgesi Turistik Otelciler Derneği, Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği (TÜRSAB), Türkiye Otelciler Birliği (TUROB), Ulaştırma, Kültür ve Turizm Bakanlığı birlikte çalışıyor mu? Yoksa ben ham bir hayal mi kuruyorum?
Yazının Devamını Oku

Ormanlarımızı yangın değil kriz yönetimi kül ediyor

4 Eylül 2006
Her sene bu mevsimde ormanlarımız, yangın yüzünden kül oluyor. Bunun üzerine yapılan abartılı övgü ve eleştiriler bir sene sonraki orman yangınlarında aynı şekilde tekrarlanmak üzere unutulup gidiyor. Cahillik, kurumsal körlük ve meslek mutaassıplığı vb. nedenlerle olayın bütünü gözden kaçırıldığı için bir sistem dahilinde çözüm de geliştirilemiyor.

İşte orman yangıları hakkında birkaç kent efsanesi: Yangın söndürecek donanımımız yok... Uçağımız yok... Eğitilmiş yeterli sayıda elemanımız yok... Yangına müdahalede görev alacak Sivil Toplum Kuruluşu yok... Müdahalede çok başarılıyız!.. Muğla, Basra alçak basınç merkezi etkisi altında... Anız ve bahçe temizliği ile ot yakılması yasak... Orta Asya’dan kuraklık nedeniyle göç etmiş bir toplum olarak bu konuya ciddiyetle eğilmeliyiz...

Bunların hiçbiri gerçek problemi işaret etmiyor! Çünkü orman yangınlarına bir sistem dahilinde ve erken müdahale esastır. Sadece başlangıçta ve küçükken uçak, helikopter vb. ile söndürülebilirler. Yoksa o dev alevler içinde su bile yanar! Erken uyarı ve hızlı müdahale konusunda gerekli çalışmalar yapılmadan uçak ve helikopterlere sadece havayı su ile soğutmaları için milyonlar harcar dururuz! Gelişmiş ülkelerde kontrolden çıkan orman yangınları su ile söndürülmez; yangını durdurma ve duraklatma işlemlerine başvurulur. Örneğin, havadan yanan yerin etrafına yanmayı geciktiren kuru kimyevi toz dökülür, vb.

KURALLARI UYGULAMAK İÇİN KRİZ Mİ GEREKLİ

Orta Asya’dan göç etmemize neden olan kuraklık, ülkemizde hálá resmen bir afet dahi sayılmıyor! Koca valilere "Muğla, Basra alçak basınç merkezi etkisi altında" gibi hayali ve yanlış beyanatlar ile yangınlar açıklatılıyor. Valilerimiz, kendilerine orman yangınlarının yüksek basınç merkezlerinin özelliklerine sahip hava şartlarında oluştuğunu söyleyebilecek bir meteoroloji mühendisi bile bulamıyor. Güya ülkemizde anız yakmak yasak! 16 Ağustos günü Düzce’den Bursa’ya giderken Hendek mevkiinde sayamadığım kadar çok tarlada anız ve ot yakıldığını gördüm. Genelgeleri uygulayacak görevliler nerede?

Kuralları uygulamak için büyük bir yangın çıkması gerekiyor, çünkü biz kriz yönetimine şartlanmışız bir kere...

Maalesef sürekli "kriz merkezleri" kurup duruyoruz, ama çok sıcak havalar büyük risk oluşturmasına rağmen, doğru zamanlarda "risk merkezleri" kuramıyor, proaktif ve korumaya yönelik "risk yönetimini" uygulayamıyoruz. Böylece, ancak birkaç ormanımız yandıktan sonra personel izinleri kaldırılıyor, ateş yakılması, piknik yapılması ve ormana giriş-çıkışlar yasaklanıyor. Kaş’taki kanyonda yıldırım düşmesi sonucu başlayan orman yangını, "yıldırım detektörü" kullanılmayan ülkemizde hemen tespit edilebilmiş ise o bir şanstır!..

MÜMKÜN OLANLAR VE OLAMAYACAKLAR

Orman yangınlarına müdahale sadece ormancıların görevi değildir. Öyle olsaydı, ev yangınlarına da inşaat mühendislerinin müdahale etmesi gerekirdi. Dünyada orman yangınlarına müdahale itfaiyenin göreviyken, Türkiye’de mevzuat gereği, itfaiye izin almadan orman yangınlarına müdahale edemez! Bununla birlikte, kırsal alandaki sahipsiz itfaiyelerin durumu ayrıca ve başlı başına çok büyük bir afet arz ediyor. Bu nedenle afetlere daha iyi bir şekilde müdahale edebilmek için öncelikle yerel itfaiyelerin güçlendirilmesi gerekiyor.

Orman yangını doğal ya da insan kaynaklı bir afet olduğuna göre, çözüm de afet yönetimi mantığı ile aranmalı. Örneğin, orman yangınları için orman teşkilatları kayıp ve zarar azaltma çalışmalarını yapmalı. Orman yangınlarına müdahaleye yönelik hazırlık çalışmalarını ormancılar ile birlikte yerel halk, sivil savunma ve itfaiye yapmalı. Orman yangınlarına hassasiyet tespitini, yani tahmin ve erken uyarıyı meteoroloji ve orman müdürlükleri birlikte ve doğru dürüst yapmalı. Benzer şekilde orman yangınlarında etki analizi, müdahale, iyileştirme ve yeniden yapılanma çalışmalarını birçok kurum ve kuruluş birlikte yürütmeli.

Yapmalı, ama yapılamaz! Çünkü ülkemizde bu tür çalışmaları planlayıp koordine edebilecek kurumlar üstü teknik bir kurum veya kuruluşumuz henüz yok. Diğer bir deyişle, afet yönetimi konusunda Türkiye "beyinsiz"!

Özetle, orman yangınlarında risk yönetimine daha çok önem verilmeliyiz. Aksi takdirde uçak ve helikopter gibi yüksek teknolojiye yapacağımız yatırımları, kriz yönetiminde verimli bir şekilde kullanamayacak ve gerçek başarıyı da asla yakalayamayacağız.
Yazının Devamını Oku