Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu

Orman yangınlarından korunmak için

30 Ağustos 2006
Son orman yangınları da bir kez daha gösterdi ki, günümüzde turistik tesislerdekiler dáhil olmak üzere artık çok daha fazla insan ormanlık alanlarda büyük bir yangın tehlikesiyle yaşamakta. Peki, ev ve tesislerimizi orman ve fundalık yangınlarından nasıl koruyabiliriz? Yangın öncesi gerekenleri yapıyor muyuz?

Geçenlerde bir orman yangını Çankırı’nın Yaylatepe Köyü’nü yuttu. 82 hanelik köyde 70 ev, 15 ahır ve 70 samanlığı yaktı. Sinir krizleri geçiren köylüler, ekipleri evlerini söndürmek için hiç uğraşmamakla suçladı. Orman yangınlarında evlerin yanmasında tüm suç yangına müdahale eden ekiplerin midir? Ne yangından önce, ne de sonra gördüğüm Yaylatepe Köyü için bu sorunun yanıtını bilmiyorum. Ama bir afet yönetim uzmanı olarak bildiğim bir şey varsa o da ormanlık alanda yerleşim birimlerinin yanmamak için bazı şeylere mutlak surette dikkat etmek zorunda olduğu...

Eğer ormanlık bir alanda yaşıyorsanız düzenli olarak yapmanız ve dikkat etmeniz gereken önemli hazırlıklar var. Onları yapmıyorsanız dikkat; eviniz olası bir orman yangınında kolayca yanıp, ocağınız sönebilir.

NE YAPMALI NE YAPMAMALI

Örneğin ormanlık bir bölgede bulunan ev ve tesislerin;

Etraflarında en az 9 metrelik bir yarıçapa sahip daire içinde odun, saman ve talaş gibi tutuşabilecek, yanabilecek madde depolanmamalı. Bir orman yangını tehlikesi belirdiğinde, etraftaki her türlü yanabilir eşya ve malzeme içeri alınmalı.

Aynı yerde hiçbir ağaç, fundalık, çalı, ot ve benzeri yanabilecek bitki yetiştirilmemeli. Yerdeki ot veya çimlerin uzamasına, duvarları kaplayan sarmaşık vb. bitkilere müsaade edilmemeli.

Çatıda ve oluklarda birikmiş yaprak vb. yanabilir maddeler düzenli olarak temizlenmeli.

Bacalar yılda en az iki kez temizlenmeli.

Dokuz metrelik daire dışındaki yakın alanda bulunan ağaçlar seyrekleştirilmeli ve bu ağaçların dalları yerden en az 3 metre yüksekliğe kadar budanmalı, ölü dallar, yapraklar, çalı, çöp ve diğer kalıntılar da düzenli olarak temizlenmeli.

Çankırı’nın Yaylatepe Köyü’nü yutan orman yangınında can kaybı olmaması çok sevindirici bir durum. Böyle bir orman yangınına ev veya tesislerde yakalananlara şunlar tavsiye edilebilir:

Ormanlık/çalılık bölgelerde özellikle kuru ve sıcak günlerde bacalardan kıvılcım kaçmaması için önlem alın.

Elektrik dairesinden veya yerel yöneticilerden, elektrik tellerine yaklaşan ağaç dallarının budanmasını isteyin.

Evlerinizde, araçlarınızda, iş yerlerinizde yangın söndürücü bulundurun. Gücü yeten herkese bunların kullanmasını öğretin. Ormanda yangına yakalanma durumunda kullanmak için yünlü battaniyeler de bulundurun.

Orman içinde veya yakınında ateş ve yangın belirtisi görürseniz hemen 177 nolu telefonu arayarak yangını bildirin.

Hasat sonrası tarlalarda kalan anız, vb. atık ve çöpleri asla yakmayın. Arı kovanlarının tütsülenmesinde kullanılan ateş ormana atılmamalı, su ısıtmak veya yemek pişirmek vb. amaçlarla ormanda ateş yakılmamalı.

Ormanların içinden veya etrafından geçen yol kenarlarında piknik yapmamalı. Yalnızca özel olarak belirlenmiş piknik alanlarından gerekli önlemleri alarak yararlanmalı. Bu piknik alanlarından ayrılırken, yakılan ateşler su ve/veya toprakla tamamen söndürmeli ve kullanılan alan temizlenmeli.

Unutmayın ki orman yangınları ev, tesislerimiz ve ormanlarımızla birlikte birçok canlı türünü de yok ediyor. Öncelikle yangın çıkmaması için çok dikkatli olmalıyız; gördüğümüz her türlü ateş ve dumanı ilgililere hemen haber vermeliyiz. Orman yangınlarından korunmak için daha fazla bilgiyi "Kızılay ile Güvenli Yaşamı Öğreniyorum" kitabında bulabilirsiniz (http://www.kizilay.org.tr/channels/1.asp?id=131).
Yazının Devamını Oku

Meteoroloji, aşırı sıcağa karşı uyarıyor ama...

21 Ağustos 2006
Alışık olduğumuz "Meteorolojiden aşırı sıcak uyarısı" başlıklı haberlere göre, "Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü, yurdun güney ve iç bölgelerinde mevsim normallerinin üzerinde seyreden yüksek hava sıcaklıklarına karşı vatandaşların tedbirli olmalarını istedi. " Peki, meteoroloji bu olayı halka doğru bir şekilde ifade edebiliyor ve vatandaşlarımız da bu durumda ne tür tedbirler alacağını biliyor mu?

İlköğretim Hayat Bilgisi kitaplarında, hayata dair fazla bir şey yok. Kuraklık, sıcak hava dalgaları ülkemizde henüz afet bile sayılmıyor. Sıcak hava dalgalarından korunmayla ilgili derli toplu bilgiyi sadece "Kızılay’la Güvenli Yaşamı Öğreniyorum" kitabında bulabilirsiniz (<http://www.kizilay.org.tr/channels/1.asp?id=131>).

Resmen olayın adını bile doğru koyamıyoruz. Dünyada hissedilen hava sıcaklıkları 40,6 derece C ve daha yüksek olduğu günlerdeki hava şartları resmen "Sıcak Hava Dalgası" olarak adlandırılır. Yani meteorolojimizin bu tür hava şartlarının süreceğini belirlediğinde bizi "yüksek hava sıcaklıklarına" değil "sıcak hava dalgalarına" karşı uyarması gerekir. Ayrıca literatürde hava sıcaklıkları, normal değerinden 6 derece C ve daha yüksek olduğunda da "aşırı yüksek hava sıcaklığı" olarak adlandırılır. Yani gazetedeki haber başlıkları meteorolojinin uyarısından daha doğru ifadeler taşıyor...

*

Sıcak havalarda terleme canlılar için doğal bir soğuma mekanizmasıdır. Havadaki yüksek nem vücuttan terin buharlaşmasını yavaşlattığı için sıcak-nemli havalar, insanları bunaltır ve hava sıcaklığını daha fazla hissetmelerine neden olur. Örneğin, sıcaklığın 32 derece C ve bağıl nemin yüzde 70 olacağı bir günde insanların hissedeceği hava sıcaklığı 41 derece C’dir. Bu değer hafif rüzgárlı bir hava ve gölgedeki sıcaklığa göre hesaplandığı için, güneş altında duranlar bu değere en az 8 derece C daha ilave etmelidir.

Yazın bunaltıcı hava daha çok çocuk, yaşlı, hasta ve kilolularda olmak üzere, insanlarda ısı krampları, ısı bitkinlikleri ve ısı çarpmaları gibi birçok sağlık problemlerine neden olabilir. Bu nedenle, sıcak havalarda hava sıcaklığı ve bağıl nem miktarını birlikte değerlendiren "hissedilen sıcaklığı" bilmemiz gerekir. Bunun için hissedilen sıcaklık bilgilerini veren hava durumu programlarını izleyin ve en azından aşağıdaki korunma kurallarını uygulayın.

*

Yavaşlayın: Hareketlerinizi yavaşlatın. Dışarıda fiziksel güç harcayarak yapacağınız bir işiniz veya oyun varsa onu sabahın erken saatlerinde veya akşam yapın.

Yazlık ve bol giysiler giyin:
Dışarı çıkmak zorundaysanız, hafif kumaştan yapılmış, açık renkli ve vücudu sıkı bir şekilde sarmadan örten giysileri tercih edin.

Az miktarda ve sık yiyin: Yüksek miktarda protein ve yağ içeren gıda maddeleri su kaybını arttırıp vücut sıcaklığını yükseltir. Az ama sık sık öğünler şeklinde yiyin. Midenizde ısı enerjisi depolamayın. Sulu ve hafif şeyleri tercih edin.

Isı şoklarından sakının: Güneşten uzak durun ve mümkünse dışarı çıkmayın. Güneşte yanmayın. Güneş yanıkları vücudun soğumasını da zorlaştırır.

Susamadan su için: Sıcak hava dalgaları siz farkına varmadan vücudunuzu kurutur. Vücudunuz normal vücut sıcaklığını koruyabilmek için alkollü, asitli ve gazlı içecekler gibi herhangi bir sıvıya değil, özellikle suya ihtiyaç duymaktadır. Susamayı beklemeden sık sık su için. Evcil hayvanlarınızı da içeride tutun ve su kaplarını daha sık doldurun.
Yazının Devamını Oku

Büyük depremlerden alınan dersler

15 Ağustos 2006
Her zeminde, zemine uygun bina yapılabildiğini Japonya’da gördüm ve yaşadım. Bizde sürekli olarak sağlam zemin edebiyatı yapanlara veya çürük binalar yapabilmek için sağlam zemin diye kıyılara, ormanlara ve tarım alanlarına göz koyanlara Allah akıl ve fikir versin! Hálá bu tür "duygusal" saplantılarımızdan kurtulamadığımıza göre depremlerden yeterince ders alamamışız. Aslında almamız gereken dersleri bile henüz tam olarak belirlemiş değiliz.

2005 yılı ocak ayında Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı’nın (JICA) daveti üzerine Kobe Depremi’nin 10’uncu yıl dönümü etkinlikleri için Japonya’daydım. Denizdeki fayın üstü doldurulup yapay bir ada yapmışlar ve bu adanın üzerine birçok konut ve tesisle birlikte çok katlı dev konferans merkezleri oturtmuşlar. Bu merkezlerin birinde kafeteryada otururken emekli bir Japon profesörden nazar boncuklu bir anahtarlığa karşılık "Büyük Hanshin Depremi’nden Alınan Dersler" adlı bir kitabı hediye olarak aldım.

Bu kitabı 1999 İzmit-Gölcük Depremi’nin yıldönümü nedeniyle size tanıtmak ve bir de iyi bir haber vermek istiyorum. Çünkü bu kitap, Kobe Depremi sonrası yaşananlardan öğrenilenlerin tüm dünya halkıyla paylaşılması için hazırlanmış. Bizim için, bir gün "İzmit-Düzce Depremlerinden Alınan Dersler" gibi özeleştiri yapabilen ve hoş olmayan gerçeklerimizi de hiç çekinmeden ortaya koyabilen bir kitap yazabilecek kadar, hálá depremlerden alacak birçok dersimiz var.

*

Kitabın önsözünde belirtildiği gibi Kobe Depremi’nin üzerinden uzun bir süre geçmesine rağmen şehirde halen yeniden yapım çabaları devam etmekte. Şimdiye kadar yıkılan binalar tekrar inşa edildi ve halkın yaraları sarıldı. Dışarıdan bakıldığında, bu iyileşme çabaları büyük bir başarı olarak görülebilir. Ancak, depremzedelerin refah düzeyleri ve piyasalarının canlılığı gözden geçirildiğinde, hálá birçok iyileşme zorluğu ve sorunlar yaşanıyor. Japonlar gelecekteki afetlere hazırlıkta yararlanılması için bu sorunlarını tartışmaya devam ediyor.

Birçok gelişmiş ülkenin aksine Japonya’da ulusal kaynaklar, deprem mağdurlarına yardım amaçlı kullanılamaz. Tayfun ve deprem gibi afetler için ayrılan yardım fonları yok. Bu eksiklik, Kobe’de depremin vurduğu bölgelerde evlerini kaybeden mağdurlar için izlenen politikada da göze çarpmakta. Zira otoriteler depremzedelere tazminat ya da para yardımı sağlamadı. Hükümet; konut sahibi olmanın kişiye özel bir mal sahipliği olduğunu, dolayısıyla toplanan vergilerle oluşturulan fonların kişisel refah için harcanmaması gerektiğini açıkladı, ancak bu politikayı daha fazla sürdüremedi. Yine de mağdurların kişisel gönençlerine gereken önem verilemedi.

Yakın bir gelecekte Tokyo’da büyük bir depremin meydana geleceği ön görülmekte. Sonuç olarak, Japonlar için Kobe Depremi’nin iyileştirme sürecinin eleştirel değerlendirilmesi, sadece geçmişe ait olmamakla birlikte hem bugünün, hem de geleceğin yararına göz önünde bulundurulması gereken önemli bir mesele. Benzer bir şekilde, İstanbul açıklarında yıkıcı bir deprem beklerken büyük can ve mal kaybı pahasına 1999 depremlerinden aldığımız dersleri net bir şekilde ortaya koyabilmemiz ve değerlendirebilmemiz gerekiyor.

*

Bana verilen kitap, Kobe Depremi’nin ardından yeniden yapılandırma sürecine dáhil olanlar tarafından yazılan "Büyük Hanshin Depremi’nden Alınan 100 Büyük Ders" isimli eserden seçmelerin İngilizce bir tercümesiydi. Bu kitabı İstanbul Büyükşehir Belediyesi Afet Koordinasyon Merkezi (AKOM) geçenlerde Türkçeye çevirerek yayımladı. Ona AKOM’un web sitesinden veya http://www.ibb.gov.tr/IBB/DocLib/pdf/AkomHaftalik/hanshinkitabi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz. Kitapta yanmaz şehirlerden sigortaya, çevre, sağlık, konutlar, tarihi eserler, tahliyeden şehir planlamasına, depremden sonraki yalnız ölümler "Kodokushi"den deprem anında güvenle durabilen hızlı trenlere kadar birçok sosyo-ekonomik konuda ilginç ve yararlı bilgiler bulunuyor.
Yazının Devamını Oku

Güneş akıllı olun

7 Ağustos 2006
Bazı şaşkınların hava durumu programlarında "bol güneşli gün" dediğine bakmayın siz. "Dar güneşli" gün olmadığı gibi, "bol güneşli" gün de yoktur. Fakat bu günlerde hava durumumuz, daha çok "açık ve az bulutlu." Türkiye’nin batısında konuşlanan yüksek basınç merkezleri, Balkanlar’dan yağış getirebilecek olan sistemleri bloke ettiği için kurak günler yaşıyoruz. Böylece kurak ve açık havalar, güneşin tehlikeli morötesi ışınlarına (UV) büyük miktarda maruz kalmamıza neden oluyor. Yani bu günlerde sağlığımız görünmez güneş ışınlarının yarattığı büyük bir tehlikenin riski altında.

Artık çok sayıda insan suya girerek ya da yaylalara çıkarak serinliyor, gezerek veya güneşe yatarak bronzlaşıyor. Güneş ışınlarının zararlarının bilinmediği dönemlerde bronzlaşma sağlıklı görünmenin bir parçasıydı. Bu nedenle, 1950’li yıllardan sonra uzun yıllar bronz ten sağlıklı olmakla bir tutulmuştu. Aslında, bronzlaşma UV ışınından derinin kendisini koruyabilmesi için melanin denilen pigmentin daha fazla üretilmesiyle oluşur. Peki şimdi güneşin zararlı ışınlarından korunmayı gerçekten biliyor muyuz? Kendinizi küçük bir teste tabii tutun...

1. Bronz ten sağlıklıdır.

2. Su içindeyken güneşten yanmayız.

3.Bulutlu bir günde güneşten yanmayız.

4. Serin havalarda güneşin mor ötesi ışınları cildimizi yakmaz.

5. Güneş kremi beni koruduğuna göre güneşte istediğim kadar kalabilirim.

Eğer hepsine "doğru" dediyseniz, yandınız! Ten aslında güneşin tehlikeli mor ötesi ışınlarından zarar gördüğü için bronzlaşır. Diğer bir deyişle, bronzlaşma derinin mor ötesi ışınlara karşı verdiği bir korunma tepkisidir. "Güvenli" güneş ışığı diye bir şey yoktur. Gölgedeyken etraftan yansıyıp gelen güneş ışınlarıyla ve bulutlu bir günde de güneşten yanabiliriz. Yüksek güneş koruma faktörlü (GKF) güneş kremleri güneş altında uzun süre kalabilmek için üretilmez. Su, güneşin tehlikeli mor ötesi ışınlarından bir ölçüde koruma sağlar, ama su yüzeyinden yansıyan güneş ışınları daha fazla yanmamıza neden olur. Diğer bir deyişle yukarıdaki ifadelerin beşi de yanlıştır.

Biraz "güneş akıllı" olup birkaç basit kuralı takip ederek hem güneşten yararlanabilir, hem de sağlığımızı koruyabiliriz. Fakat ışınlarından tamamıyla korunmanın tek bir yolu yoktur. Bu nedenle, güneşin zararlarından korunmak için en azından şu akıllı "Güneş" kısaltmasının ne anlama geldiğini tümüyle hatırlamalısınız:

Gölgeni görmüyorsan gölgeye kaç ve cildine uygun güneş kremi kullan.

Ü
zerini ört, şapka, tişört ve gözlüksüz güneşe çıkma.

Ne zaman dışarıya çıkacağına dikkat et. Öğlen güneşinden kaçın.

Endeksini ve korunma yollarını hava durumu programı ve sitelerinden öğren.

Ş
apka veya şemsiyenin, yansıyan güneş ışınlardan korumadığını da unutma.

Gelişmiş ülkelerde meteoroloji, vatandaşlarının güneşin zararlı ışınlarından korunabilmesi için morötesi endeksi (kısaca UV-endeksi) gibi önemli bir bilgiyi de gündelik hava durumu bültenleriyle halka duyurur. Türkiye’deki birçok şehrin UV endeksini de http://www.met-office.gov.uk/weather/uv/uv_eu.html sitesinden öğrenebilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Sıcak hava dalgalarıyla başetmenin en doğal ve kolay yolları

31 Temmuz 2006
Yazın şehirlerde ve apartmanların üst katlarında yaşayanlar, sıcak hava dalgalarından fazla etkilenir. Ama sıcak havalarda, enerji kullanmadan veya çok az enerji kullanarak evinizde serin kalabilirsiniz. Böylece, daha az fosil yakıtı kullanarak dünyanın ateşini de düşürebilirsiniz. İşte size yazın evinizdeki ısıyı azaltmanın birkaç doğal ve kolay yolu:

Gölge et

Güney ve batıdaki pencerelere dışarıdan gölgelik koymalı. Tüm ısı direkt olarak güneşten gelmez. Bir kısmı teras, kaldırım ve sokaktan yansır. Bu yüzden, pencerelerle asfalt/beton yüzeyler arasına dikilecek bitkiler gölgeler oluşturup ısının evinize girmesini engeller.

Gündüz perdeleri kapat

Güneş ışığını perdeyle engellemek için açık renkli perdelerle pencerelerinizi kapatın. Özellikle evinizin güney ve batıya bakan taraflarındaki pencerelerdeki perdeler, gölgelikler gün boyunca güneş ışınlarını ve ısıyı evinizden uzak tutabilir.

Vantilatör kullan

Vantilatörler hava sıcaklığını düşürmez. Fakat havayı hareket ettirip "rüzgár soğuğu" etkisiyle daha serin hissetmenizi sağlar. Üstelik klimalara göre daha az enerji kullanarak konforunuzu artırabilir. Yazın tavan vantilatörleri tatlı bir esinti oluştururken, aynı zamanda evinizdeki tavana yakın olan en sıcak havanın dışarı atılmasını sağlar.

Kapat ya da fişini çek

TV, bilgisayar, şarj makinesi, vb. elektrikli aletlerin ya fişini çekin ya da onları düğmesinden tamamen kapatın. Onları beklemede bırakmak, sadece gereksiz yere elektrik enerjisi tüketmenize neden olmaz, aynı zamanda sürekli olarak evinizi ısıtır.

Eski buzdolabını değiştir

Buzdolabı ve derin dondurucular içlerindeki yiyecekleri soğuturken bir yandan da evinizi ısıtırlar. Bu nedenle onlar enerjiyi verimli kullanıp evinizi fırın gibi ısıtmamalı. Aynı zamanda buzdolabının kapısını kapalı tutmalıyız. Bunun için de kapısını açmadan önce içinden ne alacağımıza karar vermiş olmamız gerekiyor.

İstenmeyen ısı üretme

Sıcak günlerde fırında pişirme ve ızgara yapmaktan kaçının. Yemeklerinizi ocak üstünde pişirin. Ortaya çıkan ısıyı ve buharı uzaklaştırmak için de aspiratörü açın. Aslında yazın yemek pişirmenin en iyi yolu mikro dalga fırın kullanmaktır. Bu fırınlar çok daha az enerji harcar, çok az ısı üretir.

Dolmadan çalıştırma

Çamaşır makinesi de evinize istemeyen ısı ve nem katar. Çamaşır ve bulaşık makinenizi sadece tamamen dolunca kullanın. Yıkamada mümkün olduğunca soğuk su kullanın ve çamaşırları dışarı asın.

Nemi azalt

Duş alınca, banyo yapınca, çamaşır ve bulaşık yıkayınca veya su kaynatınca istemeden de olsa evinizi nemlendirirsiniz. Bunun için de gerektiğinde tavan vantilatörleriyle mutfak ve banyonuzdaki nemi dışarı atmalısınız.

Özetle, yazın güneş ve sıcak hava dalgalarından kötü bir şekilde etkilenmek istemiyorsanız evinizde ısı üretmeyin ve güneşi evinize sokmayın. Diğer bir deyişle, "gölgede ve beyaz kalın, hafif, sulu ve yavaş" bir yaşantı sürdürmeye dikkatedin.
Yazının Devamını Oku

Validebağ Korusu’na dokunmayın

24 Temmuz 2006
Validebağı Öğretmen Evi arkasındaki geniş çayırlık alan yaklaşık on yıl önce blok binalar tarafından kısmen yok edildi. Yine de hálá betonlaşmamış bir bölüm çayırlık kalmış. Bu alan, doğal haliyle korunduğu takdirde hem kuşlar için büyük bir yaşam alanı sağlayacak, hem de muhtemel İstanbul depremi gibi bir felakette bir insan barınma alanı olacak. Ancak doğa konusunda değer bilmezlik ve yapılaşma baskısı bu koruyu da dört bir tarafından kuşatmış. Bölge halkı bu "doğal botanik parkı"nın, gaddar para hırsının, dar görüşlülüğün ve umursamazlığın yeni bir kurbanı olmasını istemiyor.

İstanbul’a kuş bakışı bakınca, ne görürsünüz? Yerleşimlerin büyük bir kısmı havadan yamuk yumuk ve kesintisiz sürüp giden beton bloklar ve çok az yeşil alan olarak görülür. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin son yıllarda yol kenarları ve meydanlarda gerçekleştirdiği görülmemiş yeşillendirme çalışmalarına rağmen maalesef İstanbul uçaktan bakınca hálá bir "beton şehir."

Kentte yıllardan beri süre gelen göç ve plansız yapılaşma, hepimizin malumu. Böylece İstanbul’da yıllar boyu yeşilin yok oluşuna şahit olanlar şimdi Validebağ Korusu gibi şehir içinde kalan birkaç yeşil alanın da yok edileceğinden haklı olarak korkuyor. Üsküdar’da Fethi Paşa Korusu’na yakın bir yerde oturan biri olarak, Validebağ Korusu’nun şehir ve bölge halkıyla birlikte birçok diğer canlı için önemini iyi bilirim. Korulara giderseniz, oralarda en azından nefeslenen yaşlıları, çocuk cıvıltılarını ve buraları koruyup halka açık tutanlara dua edenleri görebilirsiniz.

Validebağ, İstanbul-Üsküdar ilçesine bağlı Altunizade sınırları içerisinde bulunan 354.076 metre kare alana sahip tarihi ve doğal güzellikleriyle insanı büyüleyen bir korudur. Altunizade, Barbaros, Koşuyolu, Acıbadem mahallelerinde yaşayanlar son kalan bu yeşilliğin tümüyle yitip gitmesinden büyük kaygı duymakta. Çünkü koru kısmen de olsa yapılaşmanın hışmına uğramış. Ayrıca, 16 Temmuz 1999 tarihinde 3 No’lu Koruma Kurulu tarafından koruma altına alınıp 1. derece doğal sit alanı ilan edilmiş olmasına rağmen bu karar Büyükşehir Belediyesi Meclisi tarafından imar planlarına henüz işlenmemiş.

DOĞAL BOTANİK PARKI

Validebağ Korusu doğal ve tarihi zenginlikleri açısından da görülmeye değer. İçinde yaşları 15 ile 400 yıl arasında değişen 25 türden, yaklaşık 4000 adet ağaç var. İstanbul’un çok az yerinde az sayıda bulunan sakız ağaçları koruda bol miktarda gözüküyor. Üç adet 250-300 yıllık görkemli sakız ağacının yanında çok sayıda orta yaşta ve genç sakızla Cumhuriyet öncesi ve sonrası yapılar da mevcut. En göze çarpanları Adile Sultan Kasrı ve Sultan Abdülaziz Av Köşkü...

Ancak, Validebağı Öğretmen Evi arkasındaki geniş çayırlık alan yaklaşık on yıl önce blok binalar tarafından kısmen yok edildi. Yine de hálá betonlaşmamış bir bölüm çayırlık kalmış. Bu alan, doğal haliyle korunduğu takdirde hem kuşlar için büyük bir yaşam alanı sağlayacak, hem de muhtemel İstanbul depremi gibi bir felákette bir insan barınma alanı olacak. Şehrin tamamen içinde kalmasına ve çok kısıtlı olmasına rağmen geçtiğimiz günlerde bu alana leylekler de inmiş. Özetle Validebağ Korusu, şehrin merkezinde bu büyüklük ve görkemde, içinde tarih, kültür ve yaban hayatı barındıran bir "doğal botanik parkı" olma niteliğinde. Ancak doğa konusunda değer bilmezlik ve yapılaşma baskısı bu koruyu da dört bir tarafından kuşatmış. Bölge halkı bu "doğal botanik parkı"nın, gaddar para hırsının, dar görüşlülüğün ve umursamazlığın yeni bir kurbanı olmasını istemiyor.

Ağaç sevgisi ve ağaçların yararları hakkında bir kompozisyon veya şiir yazmamız istense herhalde yazılanların büyük bir çoğunluğu fikir olarak birbirine benzer. Örneğin, erozyonu önlemenin tek yolunun temiz çevre ve ağaç sevgisinden geçtiğini belirtiriz. Ya da iyi bir hava ve su kalitesine kavuşmak için ülkemizin mutlaka yeşillendirilmesi lazım, deriz. Dünyanın birçok ülkesinde kişi başına düşen yeşil alan miktarının 23-30 metrekareyken, Türkiye’de bu oranın bir metrekareye kadar indiğini söyleriz. Bütün bunlara kent ormanlarının toplum için ekolojik, psikolojik, sosyal, estetik ve sportif değerlerini de ekleyebiliriz ama yine de yeterince anlatabilmiş sayılmayız.

Biz kentsel yeşil alanlar oluşturalım ve mevcutlarını koruyalım derken gelişmiş ülkeler kent içindeki yeşil alanları kent dışındaki yeşil alanlarla birleştirerek bütünleştirmekle uğraşıyor. Karadeniz Teknik Üniversitesi’nden Prof. Dr. Saliha Aydemir’in danışmanlığı altında doktora çalışmasını tamamlayan Peyzaj Yüksek Mimarı Cem Sultan Baykan tarafından hazırlanan, "Kent Planlaması ve Kentsel Yeşil Ağ Bütünleşik Planlamaya Yönelik Yöntem Denemesi" isimli doktora tezi bu konuda dünyada yapılan çalışmaları ayrıntılı bir şekilde inceliyor.

Kent içindeki yeşil alanların ekolojik, iklim, rekreasyon ve kentsel tasarımdaki önemiyle birlikte çevre ve insan psikolojisi üzerindeki etkisini literatürden özetleyerek net bir şekilde ortaya koyuyor. Bu bilimsel gerçeklerin ışığında İstanbul başta olmak üzere tüm şehirlerimiz ulusal ve uluslararası şöhretine yakışır bir yeşil ağa kavuşmalıdır. Paris, Tokyo gibi kentlere benzer bir şekilde İstanbul’un da görülmeye, ziyaret edilmeye layık bahçe, koru ve ormanları olması bir zorunluluktur. Bu nedenle Validebağ Korusu’nun korunup daha da geliştirilmesi dünya başkenti İstanbul’un yaşanılır bir kent olarak kalmasına tarih boyu anılacak büyük bir hizmet olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Doğu Karadeniz insanının sel ve heyelan ile imtihanı

17 Temmuz 2006
Türkiye’de neden meteoroloji arada bir "etkili yağış" tahmini yapar, ama hiç bir zaman "etkisiz yağış" tahmini vermez? Neden tüm dünyada yağış, "çisenti, hafif, orta, şiddetli" v.b. şeklinde sınıflandırılırken, biz "etkili yağış" diye bir şey uydurmuşuz? "Böyle ayrıntıları halk anlamaz" dediklerine bakmayın siz... Esas neden, yağacak yağmurun miktarını ve zamanını doğru dürüst tahmin edememektir. Peki, yağan yağmur miktarını biliyor muyuz?

Geçen haftalarda Saklıkent’i sel vurdu, turist fotoğrafçısı dehşeti görüntüledi. Yağışlar sel olup ölüme yol açtı. Marmara, Karadeniz ve Doğu Anadolu’da sel, ölümlere neden oldu.

Meteoroloji Mühendisleri Odası’na göre, taşkınların kontrolü ve zararlarının azaltılmasına yönelik olarak, genelde yapısal önlemler bağlamında sürdürülen projeler için ayrılan miktar yılda ortalama 30 milyon dolar civarında. /images/100/0x0/55eaaeedf018fbb8f8901312

Fakat her sele bir taşkın sebep olmaz! Yani sel olması için mutlaka bir derenin taşması gerekmiyor. Bu nedenle dünyada seller ile mücadele, sadece akarsu yatağını düzeltmek, setler ve barajlar ve benzeri şekilde sadece yapısal önlemlere başvurulmuyor.

Ülkemizde sel nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı artıyor, ama biz hálá "Sağanak ve gök gürültülü sağanak şeklinde görülecek yağışların şu veya şu çevrelerde etkili olması beklendiğinden yaşanabilecek sel, su baskını, dolu, heyelan v.b. gibi olumsuz şartlara karşı ilgililerin ve vatandaşların tedbirli olması gerekmektedir" demekten öteye gidemiyoruz. Dünyada ise meteorolojinin yağış tahminindeki başarısı, tahmin ettiği yağış miktarı ile ölçülen yağış miktarı arasındaki farka göre hesaplanıyor. Yani marifet, metrekareye düşecek olan yağışın miktarını ve zamanını doğru bir şekilde önceden bildirebilmekte.

YÖRE HALKI FAL TUTAR GİBİ

Böylece, sel ve heyelanlar maalesef Karadeniz’in kaderi ve alın yazısı haline geldi. Yağmurlar yağmaya görsün, yöre halkı "etkili mi olacak, etkisiz mi" diye umutsuz bir bekleyiş içine giriyor. Ömer Güner, "Gönülden Gönüle Trabzon" adlı kitabında yörenin eskiden beri nasıl afetlere maruz kaldığını anlatıyor. Güner’e göre 1988 yılında Maçka İlçesi Çatak Köyü’nde meydana gelen toprak kaymasında teknik adamlar ve mülki idare de hatalı.

Benzer şekilde Meteoroloji Mühendisleri Odası şunları söylüyor: "Sel nedeniyle meydana gelen ölümler, gelişmiş ülkelerde bireysel hatalar nedeniyle oluşurken ülkemizde kamu ve yerel yönetimlerin yetersizliği, denetim eksikliği, ihmaller, çarpık yapılaşma, tahmin ve erken uyarı sistemlerinin mevcut olmaması sonucu oluşmakta..."

Günümüzde, "tahmin ve erken uyarı sistemlerinin mevcut olmaması sonucu" selde can vermek kabul edilebilir bir şey değil. Çünkü meteorolojinin birinci amacı, ülkede can ve mal güvenliğine katkıda bulunmaktır. Meteoroloji sebepli afetleri, deprem gibi diğer doğal afetlerden ayıran en önemli özellik, "önceden tahmin edilerek erken uyarılarının yapılabilmesi"dir. Bu özellikten yararlanarak, gelişmiş ülkelerin afet yönetim programlarının bir parçası olan meteorolojik tahmin ve erken uyarı, planlama ve eğitim ile can kayıplarında önemli miktarda azalma ve ekonomik kayıplarda da önemli düşüşler sağlanmıştır.

ERKEN UYARI SİSTEMLERİ YOK

Karadeniz Bölgesi, gerek büyük yağış miktarı, gerekse topografyasının dağlık, engebeli oluşu ve eğimin fazlalığı ile karakterize edilebilir. Bu nedenlerden dolayı bölgede yağışlar, hızla yüzey akışına geçerek kısa sürede sellere sebep oluyor. Bütün bunlara rağmen Karadeniz Bölgesi’nde yağışlar hálá, ağırlıklı olarak klasik gözlem ağı ile tespit ediliyor. Bu yağış istasyonlarının tamamı yerleşim merkezlerinde konuşlandırıldığı için, yağış havzalarını temsil etmekten çok uzaklar. Genellikle meteoroloji, sellerden sonra ölçülen yağış miktarlarını, sanki büyük bir marifetmiş gibi halka bildirirdi. Ama bu son sellerde Trabzon-Rize arasına düşen yağışın miktarını doğru dürüst söyleyemiyorlar.

Şu an bölgede hizmet veren az sayıdaki yağış istasyonun verileri de gerçek zaman aralığında merkeze aktarılamıyor. Yine dere ve nehirlerdeki suyun debilerini ölçmek için bölgede işletilen birçok akım gözlem istasyonu gereksiz nedenlerle kapatılmış. Bu nedenlerden dolayı, selleri önceden tespit edip kamuyu bilgilendirecek sayısal taşkın modellerini de içeren erken uyarısistemleri yok. İzmir, Antalya, Adana ve Trabzon illerinin çok uzun zaman önce, öncelikli olarak meteoroloji radarlarının kapsamına alınması gerekirdi.

METEOROLOJİYE YENİDEN YAPILANMA GEREKLİ

Durum bu ama ilgili kamu kurumu, ilgili üniversite ile masaya oturup ülke yararına politikalar geliştirme yoluna gitmiyor. Çünkü bazı Türkler kendini hálá doğuştan meteoroloji mühendisi sanıyor. Devlet adamlarımız da bu kurum ile beraber can ve mal güvenliğimizi bu sözde meteorologlara kolayca teslim ediyor...

Doğru bir gelecek vizyonu oluşturup, katma değer üretebilecek kalifiye elemanlar kullanmadan, en pahalı aletlerin ülkemize getirilmesi de bir çözüm değil.

Meteoroloji teşkilatımız, bir an önce ve gelişmiş ülkelerdeki emsallerine benzer şekilde gerekli eleman veteknoloji ile donatılıp tepeden tırnağa yeniden yapılandırılmalı!

BAKIN ŞU SELLERİN YAPTIKLARINA

Yanlış yerleşim ve alt yapı eksiklikleri yüzünden ve ülkemizde modern anlamda sel ve fırtına uyarısı yapılamadığı için çok fazla can ve mal kayıplarımız oldu...

Doğu Karadeniz’de Temmuz 1929’da Of-Sürmene ve Çaykara’da büyük seller ve heyelanlar oldu. Bölgede 146 kişi can verdi ve bin 193 ev tamamen yıkıldı.

Trabzon’da sel ve heyelan 1959’da yine can aldı, birçok aile evsiz kaldı.

18-20 Haziran 1990’da Trabzon ve 14-15 Ağustos 1998’de Trabzon Sürmene-Köprübaşı-Beşköy’de çok fazla mal ve can kaybı oldu.

Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü’ne göre, son 50 yılda yaşanan bin 768 taşkında, bin 344 kişinin hayatını kaybetti.

260 bin hektar tarım arazisi etkilendi.

Ekonomik kayıplar yılda ortalama 100 milyon doları aşıyor.
Yazının Devamını Oku

Bir gramlık koruyucu önlem mi daha değerli yoksa bir kilogramlık müdahale mi ?

10 Temmuz 2006
Yakın bir gelecekte İstanbul ve çevresinin, ciddi bir depremden zarar göreceği bilimsel bir gerçek. İstanbul büyük bir depremden etkilenirse ne olur? Farklı risk analizlerine göre İstanbul’da tahmini can kaybı 73 bin ila 87 bin kişi! Tahmini ekonomik kayıp ise Türkiye’nin ürettiği yıllık toplam mal ve hizmetlerin yaklaşık olarak üçte biri. Yani beklenen deprem Türkiye’nin sosyo-ekonomik istikrarı için büyük bir tehdit.

Yapılar, fiziksel çevre ve sosyal kayıplar dışında deprem gibi afetlerde en büyük zararlar endüstri ve iş dünyasında meydana geliyor. Bu tip ekonomik kayıplar, uzun vadede afetten kaynaklanan fiziksel hasarların seviyesine de çıkabiliyor. Afetlerin bankacılık, sigorta, finans, turizm ve çeşitli endüstriyel sektörlerde beklenen iş, pazar, kapasite ve taleplerde yaratacağı kayıpların seviye ve karakterinin belirlenmesini takiben bunların önlenmesi veya azaltılmasına yönelik çalışmalar güncel ve önemli.

Herkes gibi iş dünyası da İstanbul’daki deprem tehdidini uzun süre konuştu, ama gerçekte yapılanlar çok az ve sadece kendi tesisleri ile sınırlı kaldı. Şimdiye kadar yapılanlar zemin analizi, bina güçlendirmesi, arama-kurtarma ekipleri ile mobil haberleşme sistemleri oluşturma, veri yedekleme, yedek ofisler kurma ve benzeri çalışmalar ile sınırlı kaldı. Daha çok testi kırıldıktan, yani kriz sonrasına yönelik olan bu tür çalışmalar da gerekli, ama "iş sürekliliği" için yeterli değiller. Halbuki ilk risk yönetimi uzmanlarından biri olarak kabul edilen Benjamin Franklin’e göre "Bir gramlık koruyucu önlem, bir kilogramlık müdahaleden daha değerlidir."

KÜRESELLEŞME, MÜCBİR NEDEN TANIMAZ

Öncelikle şehir, bölge ve ülke genelinde bir bütün olarak zarar azaltma ve hazırlık gibi risk yönetimine yönelik çalışmalar yapılmazsa, afet sonrası örneğin tesisler yetişmiş elemanlarını kaybedecek, enerji temin edemeyecek, ürün ve malzeme tedarik zincirleri kopabilecek, üretim ve ürün sevkıyatını gerçek-leştirmeyecek... "Felaket planlaması" gibi başlıklarla düzenlenen "iş sürekliliği" konferanslarına bakarsanız, maalesef ülkemizde hálá ne yer bilimciler ile mühendisler ve afet yönetim uzmanları arasındaki farkın; ne de Bütünleşik Afet Yönetimi kavramının anlaşılabilmiş olmadığını görürsünüz.

Hálbuki dünya genelinde iş yerlerinin üçte birinden fazlası 7 gün 24 saat esasına göre çalışmakta. Çünkü sanayi ve iş dünyası artık afetlerde de hizmet vermeyi ve üretim yapmayı, yani "iş sürekliliğini" garanti etmek zorunda. Yani küreselleşen dünyada "mücbir nedenler" gibi bir şey yok artık. Afetlerde de işin sürekliliğinin sağlanması, hem işletmenin itibarını hem de pazar payını koruyabilmesi açısından çok önemli. Bu nedenle tüm dünyanın yaptığı gibi, sanayi ve iş dünyası ile birlikte bilinçlenmeli, yerel yönetimler ile birlikte çalışmalarımıza ivme kazandırmalıyız.

KONFERANS AĞUSTOSTA İSTANBUL’DA

Örneğin, 18-21 Haziran 2006 tarihlerinde Toronto’da düzenlenen 16. Dünya Afet Yönetimi Konferansı’nın (www.wcdm.org) ana konusu "İş Sürekliği" idi. Benzer bir şekilde, 2000 yılından beri tüm dünyada düzenli olarak Bütünleşik Afet Risk Yönetimi konferansları düzenleniyor. Bu kapsamda 2001 ve 2002 yılında IIASA-Viyana’da Megakentlerde Sosyoekonomik Yıkılabilirliği Azaltma, 2003’te Kyoto-Japonya’da Bölgesel Yıkılabilirliği Azaltma, 2004’te Ravello-İtalya’da Uygulamadaki Zorluklar ve geçen sene Pekin-Çin’de Bilim ve Politika’daki Yenilikler temaları işlenmiş.

Bu yıl 13-17 Ağustos 2006 tarihleri arasında İstanbul- Lütfi Kırdar Konferans Merkezi’nde gerçekleşecek bu konferansın konusu, "İstanbul Depreminin Ekonomi, Endüstri ve İş Çevrelerinde Yaratacağı Etkilerin Belirlenmesi." Bilim insanları, dünya genelinde kazanılmış tecrübelerinin ışığında iş ve endüstri dünyasının karşı karşıya olduğu risklere ve zorluklara yönelik öneriler getirecekler ve özel sektöre risk yönetimi konusunda bilgilerini aktaracaklar. Konferansta ayrıca "İstanbul’da Endüstri ve İş Dünyasının Kırılganlığı", "Dolaylı Sosyo-Ekonomik Kayıplar", "Risk Azaltımı İçin Kamu ve Özel Sektör İşbirliği", "Risk Transfer Mekanizmaları" ve sigorta konularına da yer verilecek.

"Bütünleşik Afet Riski Yönetimi" konferansı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Afet Koordinasyon Merkezi (AKOM), Uygulamalı Sistemler Analizi Uluslararası Enstitüsü (International Institute for Applied Systems Analysis-IIASA) ve Kyoto Üniversitesi-Afet Önleme Araştırma Enstitüsü (Disaster Prevention Research Institute of the Kyoto University-DPRI) işbirliğiyle düzenleniyor. Konferansla ilgili ayrıntılı bilgi için: www.iiasa.ac.at/Research/RAV/conf/IDRiM06/

AFET, ONU UNUTTUĞUMUZ ZAMAN VURUR

Geçtiğimiz ay T.C. İçişleri Bakanlığı ve Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı (JICA) tarafından da İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin işbirliğiyle Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda bir konferans düzenlenmişti. Bu konferansta Japon Hükümeti Bakanlar Kurulu, Afete Hazırlık Dairesi Müdürü Satoru Nishikawa, Japonya Afet Yönetim Sistemi’ni anlatmış ve eklemişti: "Japon bilim insanı Dr. Torahiko Terada’nın sözünü unutmayın. Afetler bizi, biz onları unuttuğumuz zaman vuracaktır!"

"Bütünleşik Afet Riski Yönetimi Konferansı"nda sanayi ve iş dünyamızın en üst düzeyde ve önemli sayıda katılımla temsil edilmesi, 17 Ağustos 1999’daki Gölcük-İzmit Depremi’nde yaşadıklarımızı unutmadığımızı göstermek ve daha da önemlisi hep beraber afetlere karşı daha dayanıklı hale gelebilmek için önem arz ediyor...
Yazının Devamını Oku