24 Nisan 2006
Bodrum, tarihinden doğasına, bir turizm beldesinden beklenen tüm zenginlikleri bünyesinde toplamış, yaz-kış yaşanabilecek çok güzel bir yer. Altyapı ve eğitim başta olmak üzere, her konuda devletin, hayırseverlerin ve belediyelerin ciddi çalışmaları ve katkıları var. Artık konserler, sergiler ve konferanslar gibi etkinlikler ile Bodrum’da turizm sezonu dışında da yaşam devam ediyor.
Dünya Meteoroloji Günü nedeniyle konferans vermek için gittiğim Bodrum’da, Bodrum Kaymakamı Sayın Abdullah Kalkan’dan "Bodrum bir tarih, doğa ve kültür şehridir" sözünü birçok kez duydum. Bununla beraber insan, Bodrum’u Bodrum yapan tarihi, doğal ve kültürel değerler nelerdir? Bunlar korunabiliyor mu? diye düşünmeden de edemiyor.
Kaymakam Bey yaklaşan turizm sezonuna, günümüzün kronikleşmiş turistik sorunlar olan, hanutçuluk, pahalıya satış ve altyapı eksikliğinin üzerine giderek işe başlamış. Kalkan, "Herkes 25 yıl önce Bodrum’da turizmin nasıl başladığını ve bu güne nasıl geldiğini biliyor, ama maalesef kimse 25 sene sonrasını tahmin edemiyor. Bu sorunun cevabını aramak ve bulmak önem taşıyor" diyerek geleceğe bakıyor. Yaz aylarında gerçekleşen deniz, kum, eğlence turizminin yanında kültür ve kalite ile Bodrum’un değerlerini öne çıkarmanın önemli olduğuna inanıyor. TÜRSAB toplantısında yaptığı konuşmada, Stratejik Plan hazırlığı içerisinde olduklarını öğrendim. Bu sefer DE "Stratejik turizm planı nasıl olmalı?" diye düşünmeye başladım.
Turizm sanıldığı gibi bir sezonluk kár getiren, sadece ekonomik ve ticari bir sektör değil; kültür, tarih ve doğa demek. Doğa olmadan turizm olmaz. Geçmişte turizm adına doğaya büyük zararlar verildi. Artık doğayı korumak için her ölçekte eyleme geçilmeli. Doğa, doğal çevre, tarih ve kültürel miras turizmde bir arada olmalı. Bu nedenle Kaymakam Bey’in söylediği gibi, Bodrum’un misyonu, "Bodrum bir tarih şehri, Bodrum bir kültür şehri, Bodrum doğal güzellikler hazinesi. Bodrum sahip olduğu bu değerleri ile kendine özgün bir yapıya sahip. Bu değerler öne çıkarılmalı" şeklinde olmalı. Vizyonu ise "sürdürülebilir turizm" olmak zorunda...
DOĞA OLMADAN TURİZM OLMAZ
İnsanlar artık birçok nedenden dolayı evlerinden uzakta vakit geçiriyor. Gidilecek yer ve zaman seçiminde ise en önemli faktörlerden biri de iklim. "Planlamış olduğunuz tatil iklime bağlıdır, ama tatil yerine vardığınızda sadece hava vardır" sözü, havanın her zaman turistlere "bir sürpriz yapma hakkını" saklı tutar ama Bodrum’da hava sizi kolay kolay sobelemez.
Yani, Bodrum’un doğal zenginliklerinden biri de iklimi. İklim itibariyle Akdeniz iklimine sahip, fakat yaz aylarında daha az nemli olur. Yazları sıcak ve kuraktır ama öğleden sonra esen meltem, sıcağın etkisini azaltır. Diğer bir deyişle deniz ve kara meltemlerinin şehrin içine girmesi kesinlikle engellenmemeli. Yani, kıyıya paralel yapılaşmaya ve yollara mümkün olduğunca izin verilmemeli. Çünkü sürdürülebilir turizm için şehirlerin yaşanabilir mikro klimasının da korunması gerekiyor.
"Sürdürülebilir Turizm", 1992’deki Birleşmiş Milletler Rio Sürdürülebilir Kalkınma ve İklim Zirvesi sonrası oluşturulmuş Yerel Gündem 21’in ve 2003’teki Birleşmiş Milletler Johannesburg Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi Uygulama Planı’nın temel konularından biriydi. Özetle; "Doğal çevre olmadan turizmin de olmayacağı temel bir gerçek"tir...
ARTIK HALK KENTİNİ SIRTLAMALI
Gelişmiş ülkelerde turizm şirketleri ve doğa örgütleri arasında gönüllü işbirliği ile gerçekleştirilen ekolojik belgeleme, sürdürülebilir kaynak kullanımı, yerel kültürün tanıtılması ve korunması gibi yerel doğayı ve kültürü koruyan çalışmalar yürütülüyor. Amaç, kitle turizminin en yaygın turizm biçimi olduğu gerçeğinden yola çıkılarak, turizmin doğaya baskısını en aza indirmek. Bu tip uygulamaların bütün turistik merkezlere yayılması ile doğanın korunması hedefleniyor. Mavi Bayrak benzeri olan bu ekolojik sertifikalandırma yöntemi Avrupa’da giderek yaygınlaşıyor. Böylece Avrupalı turist, temiz su ve kıyıları olan; yapılaşmanın, trafiğin, gürültü ve çevre kirliliğinin olmadığı "yeşil kentleri" tercih ediyor.
Şehirlerdeki doğayı ve kültürü koruyan uygulamalar, şüphesiz stratejik bir plan ve program dahilinde olmalı. Şehir ve tesislerin atık problemi, su kaynaklarının korunması, temiz enerji kullanımı, organik tarım ve gıda güvenliği, toplu ve hafif ulaşım, gürültü kontrolü, doğal ve kültürel mirasın korunması gibi konular öne çıkıyor.
Abdullah Kalkan’ın söylediği gibi, artık elbirliği yapıp Bodrum v.b., gözbebeği turizm kentlerimizin kısa, orta ve uzun vadeli gelişim planlarını sürdürülebilir turizm ilkelerine göre yapmalıyız. Bugüne kadar bu kentlerin ayakta tuttuğu insanlar, bundan sonra kentlerini sırtlamalı. Aksi takdirde doğa, kültür ve tarih kentlerimiz yok olacak.
Yazının Devamını Oku 
17 Nisan 2006
"Tatil keyfini sel aldı... Sel tatil bölgesini altüst etti... Turistler sele kapıldı... Sel üç çocuğu daha yuttu... Sel baskını evleri boşalttı... Sele dikkat!.." Önümüzdeki günlerde haber manşetlerin böyle olması şaşırtıcı olmayacak, çünkü gök gürültülü sağanak yağış ve sel mevsimine girdik. Her türlü sele karşı hazır mıyız? Peki, ya bürokratik sellere?
Ülkemizde afet yönetimine sadece kriz yönetimi ve zemin-yapı olarak bakılmasaydı, her kurumun ve yerel yönetimin bir afet takvimi olurdu. Ve bu takvimde yerel olarak belirlenen mevsimsel risklerden biri de sel olurdu. Örneğin ABD şimdilerde hortum mevsimine giriyor. Meteoroloji ve yerel yönetimler, halkı hortum güvenliği konusunda eğitmeye ve sirenler ve benzeri erken uyarı sistemlerini test etmeye başladı. Üstelik NOAA’da çalışan sınıf arkadaşım Adnan Akyüz’ün Kansas’tan bildirdiğine göre, bu sene Meksika Körfezi’nin ısınmasından dolayı ABD’de hortum mevsimi ve eğitim çalışmaları erken başladı.
Ülkemiz bürokrasisi duvar veya masa takviminden başka takvim tanımıyor maalesef. Şu ana kadar sorumlu olduğu bölgedeki riskleri belirleyerek bir takvim hazırlayan ve ona göre toplumu bilinçlendirme çalışması yapan yok. Varsa bildirsin, örnek olması için burada tanıtalım. Neden yok? Çünkü testi kırılmadan öncesine, yani risk yönetimine önem vermiyoruz. Harekete geçmek için illa da testinin kırılması gerekiyor. Bu nedenle Türkiye’de hiçbir yerde risk merkezi ya da masası yok. Hepsi kriz merkezi veya masası. Risk yönetimi ile ilgili kanun vb. yasal düzenleme de yok... Ama bol bürokrasi ve yasak var!
BİZİM ORADA SEL OLMAZ
Halk için selden korunma yolları kısaca: "Sel yataklarına yerleşmemek; meteorolojik sel gözetme ve uyarılarına anında uymak; görünüşe aldanmayarak dibi görülmeyen hiçbir sel suyuna yürüyerek ya da otomobil ile girmemek; yakın bir yerde sel oluşumunun görüldüğü veya duyulduğu an hemen daha yüksek güvenli yerlere tırmanmak veya kaçmak" olarak sayılabilir. Peki ya bürokrasi hazretleri neler yapmalı, ya da yapmamalı?..
İçişleri Bakanlığı Eğitim Dairesi Başkanlığı ile Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı’nın (JICA) düzenlediği Afet Zararlarını Azaltma Eğitim Projesi’nde "Sel Yatakları için Risk Yönetimi" semineri verirken belediye başkanlarımıza sormuştum. Bir kısmı "Bizim orada sel olmaz" dedi. Hálbuki "Bu bölgede sel olmaz. Olsa da burada olmaz. Burada olsa da bana bir şey olmaz!" denmemeli. Özellikle ani seller, altı saat içinde dağ ve çöller dáhil, her yerde olabilir. Örneğin, Mekke’deki Kábe bile defalarca ani sel sularının altında kalmış. İnanmazsanız www.muhammedmustafa.net/resimler/mekke/mekke.htm sitesindeki son fotoğrafa iyice bakın. Geçenlerde AKUT’un gerçekleştirdiği 1. Uluslararası Afet Sempozyumu’nda konuşmacı olarak yer alan Prof. Dr. Zekai Şen de hac yapılırken, Kábe’nin çevresini sel sularında yüzerek tavaf edenlerin fotoğraflarını gösterdi.
MAZGAL TEMİZLEMEK YETMEZ
Sık sık aniden bastıran sağanak yağış ve fırtınalar ile ağaçların yerlerinden söküldüğü, otomobillerin sürüklendiği, kanalizasyonların taştığı, birçok ev ve işyerini su bastığı ve yaraları sarmak için büyük gayretler gösterildiği Karadeniz’in Belediye Başkanları sel ve sel afetinin farkında. Ancak Anadolu’daki yerel yönetimlerin kıt kaynak ve personel ile yapabilecekleri sınırlı. Sadece mazgalların bakımı ilçelerde selleri önlemek için yeterli değil.
DSİ gibi kurumlarımız da haklı olarak akarsu havzaları içinde büyüyen yerleşimlerden, açılan yeni yollar ve kurulan yeni tesislerden, elverişsiz tarım yöntemleri ile toprakların yoğun bir şekilde kullanılmasından, akarsu ve derelerin yatakları içinde veya mücavirindeki taşkın riski taşıyan alanların iskána açılmasından, daha önce inşa edilmiş taşkın tesislerinin üzerlerinin kapatılmasından, açık mecraların kapalı mecralara dönüştürülmesinden ve açık mecraların kapalı mecralar haline dönüştürülmesi ile bakım-onarım hizmetlerinin yapılamasının imkánsız hale getirilmesi gibi birçok şeyden şikayetçi. Ayrıca bazı yerlerdeki selden koruma tesislerine yerel yönetimler ve vatandaşlar yeterince sahip çıkmıyor. Bütün bunların sonucunda da zamanla dolan akarsu yatakları şiddetli yağışlarda tıkanıp taşarak büyük boyutlarda sel zararlarına neden oluyor.
BU DA BÜROKRATİK SEL
Bu noktada belediye başkanlarımızın da önemli tespitleri var: Örneğin, Trabzon İli Maçka İlçesi Belediye Başkanı Ertuğrul Genç şöyle diyor: "Dere yataklarının ıslahı DSİ’nin görevi olmasına rağmen makine ve teknik donanım yetersizliği bahane edilerek dere yataklarında biriken rüsubatın zamanında yatak dışına çıkarılması sağlanamıyor, ya da dere içinde yatak düzenlenmesi yapılamıyor.
Bir genelgeyle Karayolu Köprülerine yukarıdan 1000 metre, aşağıdan 750 metre yaklaşmak, biriken rüsubatı kot fazlalığı olsa bile dere yatağı dışına çıkarmak yasaklandı. Bu nedenle köprü ayakları arasında biriken rüsubat, suyun geçişini engelleyeceğinden yerleşim yerini su basma tehlikesi kaçınılmaz. Yani ülkemizde literatürde olmayan, bir de "bürokratik sel" tehlikesi var!
Bugünlerde, geçtiğimiz yıllarda da olduğu gibi, sağanak yağış nedeniyle ani sel ve heyelanların büyük riskler oluşturduğu bir mevsime girdik. Her gök gürültüsü duyulduğunda ve meteoroloji şiddetli yağmur tahmininde bulunduğuna, başta bürokrasi olmak üzere herkes sel tehlikesini hatırlamalı. Sele karşı alınan önlemler, hazırlıklar ve planlar gözden geçirilmeli. Ölen ölüp, kalan kaldıktan sonra kriz masaları kurmak ve afet bölgesine giderek halkın acısını paylaşmak gibi popülist eylemler ile yetinilmemeli. Hele bürokrasi ve mevzuat, tehlikelerin riske dönüşmesine neden olmamalı.
Özetle, su hayattır; ama hayatınız suyla ya da hantal bürokrasi ile bitmesin!
Yazının Devamını Oku 
10 Nisan 2006
Türkiye üç tarafı dört değişik özellikteki denizler ve 8 bin 333 km. uzunluğunda kıyı ile çevrili bir ülke. Deniz, güneş ve kuma dayalı turizmi de bu denizlerin doğal kıyılarında yoğunlaşmış. Böylece, doğal dokusu korunmuş kıyılar Türkiye’nin cari açığını kapatmakta büyük rol oynayan turizm sektörü için hayati önem taşıyor. Bu nedenle, yeni kıyı kanun tasarısı turizmin bindiği dalı keserek turizm sektörüne de zarar verecek gibi duruyor.
Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’na göre, Kıyı Kanunu’nda yapılacak değişiklikler ile önümüzdeki dönemde kıyılarda rant elde etmeye yönelik yapılaşmanın önüne geçilecek. Sivil toplum kuruluşlarına göre ise, Kıyı Kanunu’nda yapılacak değişiklikle denizden 100 m. içeride kalan alanlardaki imarsız yapılara af geliyor. Örneğin, Samsun Şehir Plancıları Odasından Vildan Kumbasar’a göre, Kıyı Kanunu’nda değişiklik öngören yasa taslağı koruma amaçlı değil, doğal ve kültürel değerleri bir meta olarak pazarlamaya yönelik.
BIA Haber Merkezi’ne göre Şehir Plancıları Odası’ndan Belma Babacan, tasarının yasalaşması halinde, turizm adına hızla yeni yapılaşmaların ortaya çıkacağını söylüyor: "Kıyılar zaten kötü kullanılmış. Henüz planlanmamış alanlarda bu tür yatırımlar daha hızlı gündeme gelebilir. Bu tasarının asıl zararı, turizm için cazip olan değerleri kaybetmek olacak. Turizmi doğal değerler cazip tutar. Özel koruma bölgeleri bu yüzden ilan edilir. Bu tür yapılaşmalar sonucunda, turizmi gündeme getiren doğal değer kalmaz, ölü yatırımlara dönüşür."
Kıyılarda doğal değerler denilince, akla Türkiye ve Kuzey Kıbrıs kıyı bitki örtüsünü yıllardır bitki ekolojisi ve bitki sosyolojisi yönünden araştıran Prof. Dr. Turhan Uslu hocamız gelir. Çekül Vakfı İletişim Ağı’nda yer alan bir habere göre hocamız kıyı kanun tasarısını, "hazırlayanlar" ve "ülke adına" diye ikiye ayırarak ele alıyor. Hazırlayanlar açısından bakılınca; Türkiye’de 100 m. yapı yasağı olan sahil şeridi kaldırılınca 833 milyon 300 bin metrekarelik bir alan ve güzel bir rant ortaya çıktığı görülüyor.
Ülke açısından bakıldığında; kıyı kumul, kıyı tuzcul, kıyı acısu, kıyı sulak alanlar, deltalar, lagünler, kıyı gölleri, kıyı kayalıkları, kıyı makisi, kıyı ormanları gibi birçok ekosistem bu ekosistemlerdeki birçok habitat yok olacakmış. Bu habitatlar; plaj kuşağı, hareketli kumullar kuşağı, sabit kumullar kuşağı, kumul gerisi çayırlar, az tuzlu, orta tuzlu, çok tuzlu habitatlar. Tabii bunlarla birlikte bu şeritteki ekosistemlerdeki biyoçeşitlilik de sona erecek. Bitki türleri, endemik bitki türleri, bitki toplulukları, endemik bitki toplulukları, memeliler, sürüngenler, kurbağalar, kaplumbağa ve fok gibi deniz canlıları yok olacak.
Gelecek nesillere de bu kıyılar turizmdeki cazibe merkezleri olarak kalmayacaklar. Bu arada balıkçılık için önemli olan kıyı toprakları da yok olacakmış... Ne gam, kime gam!..
DENİZLER HIZLA YÜKSELİYOR
Şu an yürürlükte olan Kıyı Kanunu’na göre kıyı; kıyı çizgisi ile kıyı kenar çizgisi arasındaki alana deniyor. Kıyı Çizgisi ise, "deniz, tabii ve suni göl ve akarsularda, taşkın durumları dışında, suyun kara parçasına değdiği noktaların birleşmesinden oluşan meteorolojik olaylara göre değişen doğal çizgi." Fakat Kıyı Kanunu’nu yapanlar, Kıyı Kenar Çizgisi Tespit Komisyonu’na meteoroloji mühendislerinin girmesini uygun görmemiş. Bu nedenle meteorolojik olaylara ve iklim değişimine göre değişen kıyı kenar çizgisi, ülkemizde mevzuat hazretleri tarafından yerine mıhlanmış durumda! Zinhar yükselemez!
Türk Deniz Araştırmaları Vakfı (TÜDAV) Başkanı Prof. Dr. Bayram Öztürk, 27 ili deniz kıyısında olan Türkiye’nin deniz suyu yükselmesinden kötü etkileneceğini söylüyor. Mevcut veriler kıyılarımızda yılda 4-10 milimetrelik deniz seviyesi artışı olduğunu göstermekte. Hükümetlerarası iklim değişimi paneline (IPCC) göre ise geçen yüzyılda küresel deniz seviyesi 10-20 cm yükseldi. Bu yüzyılda 40-60 cm daha yükselecek. Çok basit bir kuralı bilmeyenler için deniz su seviyesinin birkaç santim yükselmesi, büyük bir tehlikeymiş gibi görünmez. Hálbuki Bruun kuralına göre deniz seviyesi 1 birim yükselirse, onun 100 katı kadar bir uzunluktaki sahil tahribata uğrar. Yani yeni tasarı ile 10 metreye indirilen kıyı, sadece 10 santimlik bir su seviye yükselmesine karşılık geliyor!
HALK DA İSTEMİYOR
Bilimsel gerçekler kıyı çizgimizi henüz yükseltemedi, ama kıyılardaki imarsız yapılar bunu geriletebiliyor! Çünkü yeni tasarıyla, kıyı kenar çizgisi tarifi de değiştirilip, sahil şeridi sınırı yapı ve tesislerin cephe hatlarına çekiliyor. Yani sahil şeridi sınırı, imara aykırı yapıların başladığı yer olarak kabul ediliyor. Böylece imarsız bir yapı ya da tesis, kıyıda da olsa sahil şeridindeymiş kabul edileceği ve imar izni verile bileceği ifade ediliyor.
Ayrıca Babacan’a göre, "Karadeniz Sahil Yolu gibi projelere zemin hazırlanıyor." Hálbuki bilim ve halk bunu istemiyor. Örneğin Aksu Muhtarı Musa Kazım Özçıçek 31 Mart 2006’da yaptığı Karadeniz Sahil Yolu ile ilgili basın açıklamasında özetle şöyle diyor: "Adı batası, kıyı kıyım yolu ile şimdi tahrip edilmiş kıyının, sit niteliğinde olup olmadığını bilirkişi kurulu inceleyecek. Adaletten hızlı bir karar bekliyoruz. Kıyımız tahrip edilse bile, denizle aramıza bir kara duvar olarak girecek olan yol inşaatının kıyıda gerçekleşmesini istemiyoruz. Dileğimiz bir an önce, adaletin gücünü göstererek karar alması ve inşaatı durdurması. Bizler, denizi, dağı ve deresi ile bir bütün olan, vira ve kalos kültürü ile yöre insanımızın kimliğinin bir parçası olan kıyının daha çok tahrip edilmesini istemiyoruz. Adalet istiyoruz."
Özetle, yeni kıyı tasarısı anayasaya, turizme, bilime ve halkın isteklerine ters...
Yazının Devamını Oku 
4 Nisan 2006
Bu yazıyı 29 Mart’ta gerçekleşen güneş tutulmasından sonra okuyabildiğinizin farkındasınız değil mi? Hatırlarsanız 14 Kasım 2005 tarihinde burada "Güneş tutulması depremi tetikler mi?" diye bir yazı yazmıştım. Gerçekten güneş tutulması ile deprem arasında doğrudan veya dolaylı bir ilişki var mıydı? Herkesin merak ettiği bu soruya, "Güneş tutulması ve deprem arasında kurulan ilişki, mantıkla açıklanamayan bir önyargı ve duygusal saplantı" diyerek karşı çıkmıştım. Her zaman olduğu gibi güneş tutulunca da depremin olabileceğini, fakat her güneş tutulmasının depremi tetiklemediğinin bilimsel olarak ispatlandığını yazmıştım.
Yazım değişik internet sitelerinde yer alınca çok tuhaf tepkiler aldım. Örneğin, yazım kısaltılarak mynet adlı web sitesine konulunca 22.02.2006, saat 00.30 itibari ile 44.713 kişi tarafından okunup 113 kişi tarafından yorum yazılmış. Bu yorumların bazıları da tamamen "önyargı ve duygusal saplantı" türünden...
BİR DE İNANÇSAL YÖNÜ VARMIŞ
Geçenlerde İçişleri Bakanlığı Eğitim Dairesi Başkanlığı ile Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı’nın (JICA) düzenlediği Afet Zararlarını Azaltma Eğitim Projesi’nde belediye başkanlarına seminerler vermek için Ankara’daydım. Konu yine döndü dolaştı güneş tutulmasına dayalı olarak yapılan deprem tahminlerine geldi. Tokat Belediye Başkanı’ndan Ulusal Deprem Konseyi’nin yetkililerine kadar birçok kişi bilim etiketi altında (ama etik kurallarına aykırı) yapılan deprem tahmini ve söylentilerinden rahatsızdı.
Yapılan yorumlara göre halk da tedirgin: Örneğin, İlhan, "Tokat’ta yaşıyorum. Güneş tutulmasından sonra büyük bir deprem olacağına inanıyorum. Yetkililer her türlü yer ve insan ve hayvan hareketlerini günlük olarak izlemeli ve herhangi bir durumda tüm bölge boşaltılmalı" diyor. Umitylz "Tokat’ta herkes panikte. Kimi çadır alıyor, kimi 3-10 Nisan tarihleri arasında Tokat’ı terk etme planları yapıyor" diye yazıyor.
Dünyada birbirleriyle ilişkisi olmayan şeyler aynı anda veya belli bir süre sonra/önce oluşur. Bundan da doğal bir şey olamaz. Şüphesiz mevsim, ay, gün, saat ve hava şartlarına bağlı olmaksızın sürekli olarak oluşan depremler güneş tutulması öncesi, anı ve sonrasında da oluşabilir. Örneğin, Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisi’nin 25 Mart 2006 sayısında İTÜ’den Cenk Yaltırak da güneş tutulmaları ile depremler arasındaki ilişkiyi ayrıntılı bir şekilde araştırmış. Ülkemizde 21. yüzyılda 6886 deprem olmuş, bunların sadece 328’i tutulma yıllarına rastlamış. Bunların da sadece birinde depremden birkaç gün önce güneş tutulmuş!
Yazım için yapılan yorumları okuyana kadar bunun inanç ile açıklanması gerektiğini hiç düşünmemiştim."Sayın Kadıoğlu doğru söylüyor. Fakat işin bir de inançsal yönü var" diyenlere hayret ediyorum. Çünkü bunları yazanlar ne Şamanist, ne de natüralist! Neyse bu konuyu merak edip işin inançsal yönünü de öğrenmek için önce Kuran’a baktım: Kuran, Sure 99 (Ez Zilzal), Ayet 18 ile depremden şöyle bahsetmekte: "Yerin o şiddetli depremle sarsıldığı, yerin ağırlıklarını dışarı atıp çıkardığı ve insan ’Buna ne oluyor?’ dediği zaman, işte o gün haberlerini anlatacaktır." Görüldüğü gibi Kuran’da güneş ya da ay ile deprem arasında hiçbir ilişki kurulmamış. Ama okuyup anlayanımız çok az.
İnternet’teki kaynaklara göre eski Mısır’dan başlayarak her medeniyette güneş gibi gök cisimleri tanrılaştırılmış. Örneğin, Hint mitolojisinde 12 Güneş Tanrısı, Mısır’da ve Orta Babil’de Re, Sümerler’de Marduk, Helenistik dönemde Lübnan’da Baalbik’ah, Eski Suriye’de Elegabal, İnkalar’da İnti, İslamiyet’ten önce Araplar’da Yarlibol diye isimlendirilen Güneş Tanrıları vardı. Natürizim, Güneş, Ay ve Yıldız gibi kozmik varlıkları, Rüzgár ve Fırtına gibi doğa olaylarının kudret sahibi olduklarına inanmak ve onları tanrı olarak tanımaktır. Şamanist düşünceye göre gerek yerde, gerek gökte meydana gelen çeşitli tabiat olaylarının nedeni birtakım ruhlar ve tanrılardır. Uygur ve Yakutlar da gök gürlediği zaman haykırmalarla birlikte göğe ok atarlarmış...
Zerdüştiler’in bazı mezhepleri ise, Ay ve güneş tutulmalarında Kötü Güçler’in bu kutsal göksel varlıklara saldırıp onları yok etmeye çalıştığını varsayardı. Kötü Güçler’in yönelttiği saldırıyı defetmek için teneke çalar, dualar okur, varsa silah sıkar ve gürültüler çıkararak Kötü Güçler’i ürkütüp kaçırmaya çalışırlardı. Zerdüştiler’in, ay ilk göründüğünde yüzlerini aya çevirerek ve dua okuyarak, bu kutsal varlığa, görünmesinden dolayı "hoş geldin" derlerdi. Bir rivayete göre de Hitit Kralı ile Mısır Firavunu güneş tutulmasını ilahi bir işaret sayıp savaşı bırakarak Kadeş barış antlaşmasını imzalamıştı.
CEHALET KORKU VE PANİĞİ GETİRİYOR
Özetlemek gerekirse, her zaman olduğu gibi güneş tutulunca da deprem olur, fakat her güneş tutulması depremi tetiklemez. Çünkü astronomik hesaplara göre de bırakın güneş ve ayın çekim gücünü, tüm gezegenler bir sıraya dizilse de ortaya çıkan çekim gücünün fazla bir anlam ve önemi yok. Örneğin, ayın çekim gücü ve gelgit kuvveti bir iken, Venüs’ün çekim gücü 0.006 ve gel git kuvveti 0.00005’tir!
Yani, en az yüz bin kere daha küçük ve "sıfıra" yakın bir değer...
Buradan da anlaşılacağı üzere eğitim şart! Yani insanlarımıza ne akla ve bilime açık ve uygun olan İslamiyet’i, ne de pozitif biliminin temel ilkelerini doğru dürüst öğretememişiz. Maalesef böylesi cahillik, korku ve paniği de beraberinde getiriyor.
Bu güneş tutulmasından hemen sonra deprem olmadı ya da sadece deprem güneş tutulunca olur deyip 30 Nisan 2060’ı, yani 54 sene sonraki güneş tutulmasını beklemeyin. Deprem, sel, yangın, çığ, vb. yarın olacakmış gibi afet hazırlığımızı tam yapmalıyız.
Yazının Devamını Oku 
27 Mart 2006
Tarihi ve turistik serhat şehrimiz Edirne’yi sel alınca benim de sel hakkında bir şeyler yazmam farz oldu. Fakat bende "Edirne’den izlenimler" bulamayacaksınız, çünkü yıkım olduktan sonra afet bölgesine gitmemeyi tercih ederim. Benim işim daha çok testi kırılmadan öncesi ile ilgili. Fakat bir istisna yapıp geçenlerde Kızılay’ımızın Pakistan’daki deprem bölgesine düzenlediği geziye katılacaktım. O da George W. Bush’un aynı tarihte Pakistan’ı ziyaret etmeye kalkması yüzünden mümkün olmadı. Bu durumda beni de dünyadaki diğer Bush mağdurları arasına yazın lütfen!
Başından beri Edirne’deki seli, bölgede uzun bir taşkın turu yapan değerli gazetecimiz Yalçın Bayer’in yazılarından ve o bölgeden "Türkiye Afet Haberleşme Grubu"na gelen e-postalardan takip ediyorum. (Op. Dr. Mehmet Eryılmaz ve Prof. Dr. İ. Hamit Hancı’nın teknik moderatörlüğünü yaptığı afettr e-posta grubuna siz de üye olmak isterseniz afettr-subscribe@yahoogroups.com <mailto:afettr-subscribe@yahoogroups.com> adresine bir e-posta göndermeniz yeterli.)
Afettr grubunda şöyle deniliyor: "[Edirne’de] Yıllardır tekrarlanan ve yeterli tedbirlerin alınmaması sonucu çok da doğal gibi görünmeyen bu afetle ilgili gelişmeleri ve oluş nedenleriyle ilgili bir değerlendirmeyi önümüzdeki günlerde sizlerle paylaşmayı umuyorum." Bu satırları görünce önce sel olayı nedir, selle nasıl mücadele edilir, konusundaki görüş ve önerilerimi çok kısa bir şekilde sizinle paylaşmak istedim.
FELAKETİN ADI NE
Sel, bulunduğu yerde yükselerek veya başka bir yerden gelerek genellikle kuru olan yüzeylerin suyla kaplamasına denir. Sel sularının fiziksel, ekonomik ve sosyal kayıplara neden olup, normal yaşamı ve faaliyetleri durdurarak veya kesintiye uğratarak, olumsuz bir şekilde etkileyen ve yerel imkánlarla baş edilemeyen durumlarda da sel afeti gerçekleşir. Bu durumda, Edirne’de bazı yerler selden dolayı bir "afet bölgesi"ne dönüşmüştür.
Edirne’de görülen bu afetin adı nedir? Taşkın mı? Sel mi? Feyezan mı? Şişmiş su mu? Bunun için sellerin oluşum sürelerine göre literatürde aldığı isimlere bakalım: Yavaş Gelişen Seller, Hızlı Gelişen Seller ve Ani Seller. Bu durumda Edirne’deki sel bana göre (1-2 haftada oluşan) yavaş gelişen bir seldir. Oluşma yerleri bakımından seller, Dere ve Nehir Selleri (Taşkınlar), Dağlık Alan (Kuru Vadi) Selleri, Şehir Selleri, Kıyı Selleri ve Baraj Selleri gibi beşe ayrılır. Ülkemizde neredeyse her sele "taşkın" demek gibi yanlış bir alışkanlığımız var ise de Edirne’deki akarsularla ilgili olan bu sellere taşkın denilebilir. Diğer bir deyişle Edirne geçen haftalarda "yavaş gelişen bir taşkın"la karşılaştık...
Nehirler boyunca sellerin oluşması doğaldır. Bazı nehir selleri mevsimsel olarak ilkbahar yağışlarının erittiği kar sularının nehirleri doldurmasıyla oluşur. Dere ve nehirlerin su seviyeleri, yağmur fırtınalarında da hızla yükselebilir ve seller yağmur kesilmesinden önce başlayıp yağmur kesilmesinden sonra da devam edebilir. Diğer bir deyişle Meriç, Tunca ve Arda boylarında sel oluşması çok doğaldır. Fakat yıllardır tekrarlanan bu doğal sel afeti için yeterli tedbirlerin alınmamış olması şu an ortaya çok da doğal olmayan bir durum çıkartmakta. İstanbul ve İTÜ’den tanıdığım kadarıyla Prof. Dr. Veysel Eroğlu’nun yönetimindeki DSİ, destek verildiği takdirde kangrenleşmiş bu problemi kökünden çözer... DSİ, 578 adet baraj ve gölet vb. su yapıları inşa ederek ülkemizdeki akarsu sellerinin sayısını önemli ölçüde azaltmıştı. Bununla birlikte, taşkın yıllıkları incelediğinde Türkiye genelinde 1956-97 yılları arası onar yıllık dönemlere göre nehirlere bağlı olan sel sayısı azalırken, ölüm sayısı ve maddi zararlar hızla artıyor. Diğer bir deyişle, dere yataklarına müdahale ve yerleşimler barajların getirdiği yararlardan daha fazla zarar veriyor. Böylece çarpık yerleşimler, ne "Ateş ile su hatıra bakmaz. Alçak yerde yatma sel alır, yüksek yerde yatma yel alır" gibi atasözlerimizi, ne doğayı, ne de kanunlarımızı dinliyor...
58 SANİYEDE SEL
Zaten küresel ısınma, yağış şiddetinde büyük artışa neden olmakta. Böylece artık şiddetli yağışlar, kuru su kanallarını veya küçük çayları, hemen gürül gürül akan tehlikeli sel sularına dönüştürüyor. Örneğin, Arizona’daki kuru vadilerde ani sellerin 58 saniyede gelişebildiği tespit edilmiş. Özellikle binalar, yollar ve otomobiller için parklar inşa edilmesiyle, doğal bitki örtüsü yok edilmiş şehirlerde yağışın toprağa sızması artık çok zor. Böylece, şehirleşme yüzeysel akışı doğal yüzeylere göre 2 ila 6 kat artırıyor. Bu nedenle şehirlerde ani seller daha sık oluşmakta. Sonuçta cadde ve sokaklar nehirlere, binaların bodrum katları da birer ölüm tuzağı "kapalı yüzme havuzlarına" daha sık dönüşmekte!
Sellerle mücadelede, akarsu yatağını düzeltme ve düzenleme, sel kontrol setleri ve barajları, duvarları ve derivasyon kanalları, yağmur suyu drenaj sistemi, binaların taşınması, yükseltilmesi, vb. gibi sadece yapısal ve mühendislik yaklaşımlarını uygulamak yetmez. Bütün bunların yanı sıra, sel yatağı zonları / kamulaştırma / yasalar, rölekasyon, özel kullanım ve yapı izinleri, nehirlere ait sulak alanların geri verilmesi, afet yönetimi ve sel sigorta gibi yapısal olmayan yöntemlerin de gerektiği gibi kullanılması şart.
Unutmayın, "100-yıllık sel", yüz yılda bir oluşan sel demek değildir; her yıl sel oluşma ihtimali yüzde bir veya daha büyük olan sel demektir. Yani bu sel her sene tekrarlanabilir... Ayrıca, sel sularına asla girmeyin ve sel sularına hiç temas etmeyin! Sel suları kanalizasyon, tarımsal, kimyasal, vb. tehlikeli maddelerle kirlenir. Sel sularıyla temas eden malzemeleri (çok gerekliyse) çamaşır suyu vb. ile iyice temizlemeden kullanmayın.
Yazının Devamını Oku 
21 Mart 2006
İki haftadır bana NASA’dan e-posta ile gelen haberler, güneş lekeleriyle ilgili. Bugünlerde resmen güneş minimumuna ulaştığımız bildirildi. Bugün güneşteki lekeler tümüyle silinmiş. Güneşten fışkıran alevler yok artık. Güneş şimdi çok sessiz. Öyle bir sessizlik ki ikinci haberde bildirilen fırtınanın öncesini andırıyor. Güneş lekelerinin sayısındaki dibe vuruşun, bu yıl Dünya Kadınlar Günü’ne ve küresel iklim değişimi tartışmalarına rastlaması beni ortaçağın karanlıklarına geri götürdü. O zaman da güneş lekeleri yok olmuş, iklim değişmiş, fakat bunların cezasını büyük ölçüde hava tahmincileri ve kadınlar çekmişti. Bugün yine benzer şeylere rastlamak mümkün!
Güneşin yüzeyi konusunda en çok bilinen, binlerce yıl çıplak göz ve teleskopla gözlenebilen siyah noktalara "güneş lekeleri" denir. Bazen Jüpiter gezegeni büyüklüğüne ulaşabilen güneş lekeleri güneşin mükemmelliğine söz söyletmek istemeyenler tarafından önceleri koyu bulut, güneşin uydusu vb. olarak tanımlanmış. Artık bu lekelerin, güneşin yüzeyindeki kuvvetli manyetik fırtınalar ve güneş alevleriyle ilişkili olduğunu biliyoruz.
Güneş fırtınalarıyla beraber çoğalan güneş lekeleri bir salınımını 11 senede tamamlar. 2000 yılı içinde güneş, kayıt edilmiş 23. devrinin "güneş maksimumu" olarak adlandırılan en yüksek etkinlik noktasına ulaşmıştı. Şimdi 2006 Şubat ayından beri güneş lekeleri sayısının en düşük olduğu zamanı yaşıyoruz. NASA’ya göre bu yılın sonu veya 2007 yılından itibaren artmaya başlayacak olan güneş lekeleri sayısı, 2010 yılında son 50 yılın en yüksek maksimumuna ulaşacak! Böylece önümüzdeki günler dünyanın manyetik alanının, uyduların ve yeryüzündeki elektrik ve cep telefonları başta olma üzere haberleşme sistemleriyle birlikte uçak ve gemi seferlerinin etkilenmesi bekleniyor.
YAKILARAK ÖLDÜRÜLEN METEOROLOGLAR
Eski zamanlarda bazı bilim insanları, güneşteki siyah noktaları görünce onları güneşin sonu geldiğine dair bir işaret olarak da yorumlamıştı. Aslında 1645-1715 yılları arası güneş lekelerinin en düşük olduğu dönemdi. Bu döneme "Maunder Minimumu" adı verilir. Güneş, bir yıldızdır ve dışarıya verdiği enerji zamanla değişir. Güneş lekelerinin olmaması güneş etkinliklerinin çok az olduğu anlamına gelir. Yani güneş ışınımının artması atmosferimizin ısınmasına ve azalması ise soğumasına neden olabilir.
Hava sıcaklığındaki birkaç derecelik soğuma "küçük buzul çağı" olarak adlandırılır. Örneğin, 14. yüzyılda ortalama hava sıcaklığının 13. yüzyıla göre bir derece santigrat azalması küçük buzul çağının başlangıcı sayılır. Bir derecelik soğuma, İzlanda’nın tamamen buzlarla sarılması, İngiltere’deki Thames Nehri’nin ve Hollanda’daki kanalların donması için yeterliydi. Küçük buzul çağının en soğuk kısmı 1680 ve 1730 yılları arasında yaşanmış. Böylece küçük buzul çağı ile Maunder Minimumu ve 1641’de Filipinler’deki Parker Dağı gibi volkanların patlaması arasında birebir ilişki kurulmakta.
Düşen hava sıcaklıkları nedeniyle bitkiler büyümemiş ve Kuzey Avrupa’da balıkçılık sekteye uğramış. Sonuçta bu iklim değişimi gıda üretimini azaltarak büyük bir kıtlığa neden olmuş. Böylece, 17. yüzyıla dünyada yaygın olarak görülen şiddetli ve uzun kışlar, kuraklık, kıtlık, çekirge sürüleri ve salgın hastalıklar damgasını vurmuş. 17. yüzyıl dünyadaki isyanlar ve devletlerin çöküşü dalgasını da başlatmış. Küçük buzul çağı, Osmanlı’yı da dondurmuş ve buna bağlı olarak hububat rekoltesinde düşüşe yol açıp köylerin boşalmasına, diğer bir deyişle "büyük kaçgun"a, o da Celali İsyanları’na sebep olmuş.
Ortaçağda hava olayları ve hava şartlarındaki değişim de anlaşılamamış bir sırdı. Büyücülerin doğayı ve dolayısıyla havayı kontrol ettiğine inanılıyordu. Sonuçta insanlara zarar veren her türlü meteorolojik olay için büyücüler suçlanıyordu. Örneğin, İngiltere’de hava tahmini yapmanın cezası yakılarak ölümdü. (Şimdi de tüm dünya Türkiye için serbestçe hava tahmini yapıp yayınlayabilmekte, fakat Türk vatandaşları için yedi yüz yıl sonra da olsa ülkemizde hava tahmini yapmak hálá yasak. Allah’tan cezası daha hafif!)
GÜNEŞ LEKELERİ VE BÜYÜCÜ AVI
Tevrat ve İncil, büyü ve büyücünün varlığını kabul edip yasaklamış. Sonuç olarak kilisenin desteğiyle 13. ve 19. yüzyıllar arasında yaklaşık olarak bir milyon insan Avrupa’da büyücülük yüzünden öldürülmüş. Büyücülükten yargılanma ve idamlar 16. ve 17. yüzyıllarda, yani Maunder Minimumu ve küçük buzul çağının en soğuk yıllarında en yüksek değerine ulaşmış. Örneğin Almanya’nın bir kasabasında sadece bir günde 400 kişi büyücülükten idam edilmiş. Kurbanların çoğunu ise özellikle fakir, yaşlı ve dul kadınlar oluşturuyor. Büyücü avı zamanla Amerika’ya sıçramış ve 18. yüzyılın sonunda bitmiş.
Fakat günümüzde AIDS ölümlerinden sorumlu olduğu düşünülen büyücü ve sadece tüketici durumuna düşen yaşlı kadınların öldürülmesi Tanzanya gibi ülkelerde hálá devam ediyor. Avrupa’daki büyücü avının başlangıç nedeni tam olarak bilinemiyor, ama ortaya konulan teorilerden biri güneş lekelerinin sayısındaki azalma ve iklim değişimi. Afrika’da ise en büyük neden yine iklim değişimi (kuraklık ve kıtlık) ile birlikte AIDS.
Özetle, yedi yüzyıl sonra da olsa günümüzde güneşin, iklimin, bazı meteorologların ve kadınların durumunda benzerlikler var.
Bilimdışı her şeyden uzak durmanızı ve önümüzdeki yıllar uzay havasına da dikkat etmenizi dilerim...
Yazının Devamını Oku 
13 Mart 2006
Duydunuz mu? Her yıl binlerce turistin ziyaret ettiği Dalyan sazlığı geçenlerde alev alev yakıldı. Bu şekilde Dalyan Deltası ve Seyfe Gölü gibi birçok doğa mirasını kuruttuk, doğa ve kuş cennetlerini yakıp cehenneme çevirdik. Şimdi elimizde kimsenin görmek istemediği tuzlak olmuş bembeyaz devasa çöller ya da sivrisinek yatağı olmuş bataklıklar kaldı... Dalyan sazlığının yakılma haberi, ÇEKÜL Vakfı Kırşehir gönüllüsü Mustafa Bağ’ın Seyfe Gölü’nün içler acısı hikáyesini anlatan mektubunun hemen ardından geldi. İbreti álem için bir zamanlar dünya mirası olmuş, koruma altına alınmış birçok kuş cennetimizin, mutlak koruma ve sulak alanımızın nasıl adım adım hazin sona yaklaştırıldığının ilginç hikáyesini kısaltarak verebileceğim. Mektubun tamamı için http://www.cekulvakfi.org.tr/icerik/haberDetay.asp?ID=326 adresini ziyaret etmelisiniz.
1990 yılında önce Seyfe’nin çevresine devasa boyutta kilometrelerce uzunlukta kanal açıldı. Baktılar ki göl aynası küçülüyor, sular azalıyor, bir diğerini daha açtılar. Göl aynası iyice küçülmeye başladı. Açtıkları kanalın içinde su bile kalmadı. İkinci açılan kanal birincinin suyunu da alıp götürdü. "Bu kanallar niçin açıldı?" diye sorulduğunda, "gölü korumak, taşkınları önlemek, fazla suyu tahliye etmek için" dediler.
Gölde su tükendi. Onlar gölden 16 yıldır açık tuttukları kanallara daha bir yıl önce kapak takmayı akıl ettiler. Kanallarda tuttukları suyu motopomplarla tekrar göle geri verme gereğini bile duymadılar. Hep kendilerini savundular; "bilen de bilmeyen de konuşuyor" dediler.
Daha önceleri suyun kalitesi bozuk, toprağın yapısını bozar, diye sulu tarım yapmayan çevre köylerdeki çiftçilere birileri akıl verip "taban suyunda kalite bozuk olmaz" dediler. Gölün çevresine sulama amaçlı 1650 adedin üzerinde, derinlikleri 50 metreye ulaşan keson kuyuları kontrolsüz olarak açıldı. Bölge hızla sulu tarıma geçip, şekerpancarı ve ayçiçeği üretmeye başladı.
ARTIK SERAP GÖREBİLİRİZ
Gölün dip suyunu çekme işine 15 Nisan’da başlayıp 30 Kasım’a kadar, yani tamı tamına sekiz ay süreyle devam ettiler. Bu kuyuları kimse kontrol etmedi. Meydanı boş bulanlar da göl aynası daraldıkça açılan toprağı tarım arazisi yapma yarışına girdi. Tarımdan istenen kaliteli rekoltesi alınamadı ama gölde ekolojik denge bozuldu. Önümüze üzerinde serap görebileceğiniz devasa bembeyaz bir çöl çıktı.
Seyfe Gölü’nden yılda 1 milyon 500 bin ton su çekilip kullanılmaya devam edildi. Eleştirdiğinizde, yöneticiler "biz Seyfe’yi sizden daha çok seviyoruz" dediler. İzi bile kalmayan flamingoların resimleriyle festivaller düzenlediler. Seyfe’yi sevenler gölün suyunu çeker mi? Gölün kurumasına etken olan bu işlevi savunur mu? Ama onlar inatla yaptıklarının doğruluğunu savundular. Bölgede, irili ufaklı beldeler ve köyler açtırdıkları kuyularla çektikleri göl suyunu umarsızca, tereddütsüzce kullandılar.
Sulu tarıma geçen çiftçi daha çok ürün, daha çok kazanç için çok ilaç ve bunun yanında aşırı su kullandı. Kullanılan zirai ilaç ve kimyasal gübreler, ürün sulama suyunun tabandan göl suyuna karışmasıyla, gölde yaşayan ve su kuşlarının ana besin kaynağı olan organizmaların ölümüne neden oldu. Çevredeki kuş ölülerini yiyen veya hastalıklı kuşları avlayan tilki, sansar, kurt, kartal, şahin gibi etçil hayvanlar birer birer telef oldu.
Göl aynasının çekilmesiyle açıkta kalan saz ve kamışlıklar, köylülerin "buraya kazlar geliyor, ekinimize yayılıyor, bizi perişan ediyor" bahanesiyle ateşe verildi ve yakıldı. Hayvanlar burada üremez oldular, beslenmez oldular ve bölgeyi terk ettiler. Ateşten kaçamayan civcivler de yanarak telef oldu.
Göldeki kurumuşluğun nedeni ne acıdır ki hep kuraklığa bağlandı. Bilgilendirme toplantılarında, 1990 yılından bugüne kadar yapılan zincirleme hatalarda baş aktör kuraklık oluverdi. Oysa ki göldeki suyun azalma nedenlerindeki kuraklığın payı sadece yüzde 7 civarındaydı. Bunu da kendileri söyledi...
KUŞLAR GERİ DÖNMEYECEK
Ya diğerleri ne yaptı? Avsever hatırlı dostlara burada rehberlik yapıp, yasak olmasına rağmen günlerce yanlarına güvenlik birimleri de verilerek av egolarını tatmin ettiler. Bir günde 350 adet bıldırcın vuruldu. Kimse bu durumu tenkit dahi edemedi. Tereyağda kızarmış yaban kazı, sultan ördeği yenildi, içildi. Ankara’dan gelemeyen diğer zevata ikram olarak paketler yapılarak araçlara konuldu. Kuşların tüy ve telekleri Seyfe Ovası’nda kaldı. Bunlarla beraber yaktıkları kamp ateşlerinin külleri de...
Onlar her yıl burayı ziyaret etmeyi hiç ama hiç ihmal etmediler. Bugün bölgede sesini duyabileceğiniz bir tarla kuşu bile yok. Bütün bunlara rağmen onlar hiç utanmadılar.
Bu yıl yağışlarda iyi gitti. Bu sıralarda mevsim itibariyle göl çevresindeki kuyular da faal değil. Göl yüzeyi biraz parladı. Peki, yaz gelince ne olacak? Açılan kuyular, kanallar, devasa motopomplar, aşırı ilaçlama ve askıya alınmış Çatak Projesi ne olacak?
İyi biliyorum ki kuşlar geri dönmeyecek, kaçak avcılar esamesi kalmayan kuşları avlamak için bölgeye yine gelecek, av arayacak koskoca tuz çölünde...
Burası düne kadar 150 çeşit kuşun yaşadığı, bir zamanlar dünya mirası olmuş ve koruma altına alınmış Seyfe Kuş Cenneti veya Seyfe Mutlak Koruma Alanı veya Seyfe Sulak Alanı’yken, şimdi adına sadece Seyfe diyebildiğimiz bir iç göl. Şimdi gölün en derin yeri 75 santim.
Yeter, artık herkes sussun o konuşsun!
Çünkü Seyfe Gölü adalet arıyor.
Yazının Devamını Oku 
6 Mart 2006
Küresel iklim değişimi ve onun en önemli işaretlerinden biri olan küresel ısınma zamanımızın en önemli problemlerinden. Bunun çözümünde birey olarak bize de önemli görevler düşüyor. Bu nedenle gelişmiş ülkelerde bireyi hedef alan kampanyalar, küreselleşen dünyada artık dışarıda yemek yemeyi, uzak mesafelere gezmek ve alışveriş amaçlı seyahatleri yasaklayıp; yerli malı kullanılmasını salık veriyor! İşte birey olarak küresel ısınmayı durdurmak için yapmamız tavsiye edilen en önemli 10 şey...
1. BİLGİLENİN
Anlamadığınız bir şeyi çözemezsiniz. Ne konuştuğunuz hakkında bilgilenin, araştırmacı olun, daha fazla ve sürekli öğrenin. Herkes doğruyu söylemiyor! Her okuduğunuza ve gördüğünüze de inanmayın. Doğru kaynaklardan iklim değişimi problemini ve çözüm yollarını öğrenin ki insanlara onun hakkında bir şeyler anlatabilesiniz ve birilerinden çözüme yönelik istekte bulunabilesiniz.
2. AĞAÇ DİKİN
Varsa kendi bahçenize, evinizin etrafına veya komşularınızla birlikte yerel yönetimlere başvurarak yollara, boş yerlere ağaç dikin. Ağaçlar, havadaki karbonu alıp oksijen verirken aynı zamanda kışın rüzgárı kesip buharlaşmayla olan soğumayı önleyip evlerimizin ısınma faturasını; yazın ise gölge yaparak soğutma ihtiyacını azaltıp enerji faturasını, dolayısıyla fosil yakıtı kullanımını azaltabilir.
3. ENERJİDEN TASARRUF EDİN
Kışın eviniz çok sıcak olunca serinlemek için pencereleri açmayın; kaloriferleri kısın. Isıtıcıyı daha fazla açmak yerine sizi sıcak tutacak giysiler giyin. Normal ampulleri floresan vb tasarruflu ampullerle değiştirin. Böylece yılda 1.5 ton sera gazı üretmemiş olursunuz. Aynı zamanda hem elektrik faturanızı azaltabilirsiniz, hem de sık sık ampul değiştirmek zorunda kalmazsınız. Kısa duşlar alın. Çamaşır makinesini kullanmak için yeterince çamaşırın birikmesini bekleyin. Yazın kavurucu güneşin içeriye girmesini perdeleri kapatarak önleyin. Sıcak günlerde klimayı açmak yerine daha hafif, bol giysiler giyin ve vantilatör kullanın.
4. ELEKTRİKLİ ALETLERİ DÜĞMESİNDEN KAPATIN
Kullanmadığımız zaman ışıkları, televizyonu, bilgisayarı, ısıtıcıları, vb elektrikli aletleri açık bırakmayın. Tembellik edip TV, bilgisayar, vb. elektrikli aletleri standby’da da bırakmayın. Bilgisayar ve TV’leri de kullanmadığınız zaman düğmesinden kapatın. Şarj aletlerini saatlerce fişte bırakmayın. Nadiren kullanılan veya kullanılmayan elektrikli aletlerin ise fişini çekin. Böylece ailece karbondioksit emisyonunuzu yaklaşık olarak yüzde 10 veya daha fazla azaltabilirsiniz.
5. ALIŞVERİŞİNİZİ OLDUĞUNUZ YERDE YAPIN
Yerel mağaza, alışveriş merkezlerinden ve pazarlardan alışveriş yapın. Yerli malı kullanın. Alışveriş için seyahat etmek sera gazlarını artırır. Ayrıca dışarıdan getirilen malların uçak ve kamyonlarla büyük miktarlarda fosil yakıtları kullanılarak uzun mesafeler taşındığını unutmayın.
6. DAHA AZ VE KISA MESAFELERE SEYAHAT EDİN
Zorunlu olmadıkça tatil için çok uzaklara gitmeyin. Uçak gibi büyük miktarda fosil yakıtı kullanan araçlarla seyahat etmekten sakının. Aracınıza binmeyerek büyük bir fark yaratabilirsiniz; evinizin etrafında 3 kilometrelik mesafeleri yürüyün veya bisiklete binin. Toplu taşıma araçlarını veya özel otomobilleri ortaklaşa kullanın. Araç kullanma alışkanlıklarınızı değiştirin; unutmayın otomobiller çok hızlı sürülmediklerinde daha az benzin yakar.
7. GÜNEŞ ENERJİSİ KULLANIN
Mümkün olduğunca güneş enerjisi kullanın. Güneş enerjisiyle doğanın dengesini bozmadan sıcak su elde edebilir, evinizi ısıtabilir ve elektrik enerjisi üretebilirsiniz. Hükümetlerden temiz enerjinin yaygınlaştırılmasını ısrarla isteyin.
8. YEMEK PİŞİRMEYİ ÖĞRENİN VE EVDE YİYİN
Evde pişirip yemek, sadece daha ekonomik değil, aynı zamanda seyahat etmeyeceğiniz için fosil enerjisinden tasarruf sağlayarak küresel ısınma probleminin çözümüne de katkıda bulunur. Ayrıca daha az et yiyip ve şarküteri ürünleri kullanarak sera gazlarının azaltılmasına da katkıda bulunabilirsiniz.
9. AZ TÜKETİN, YENİDEN KULLANIN, GERİ DÖNDÜRÜN
Plastik vb maddelerin kullanımını ve çöp üretimini azaltın. Alışverişte aldığınız ürünler aşırı paketlenmiş olmasın. Mümkünse bu tür çevreye zararlı maddeleri fazlaca satın almayın. Mevcut plastik alışveriş torbaları gibi şeyleri tekrar kullanın. Alışveriş torbalarınız ve satın aldığınız ürünlerin ambalajları geri dönüşümlü olsun. Çöpleri asla yakmayın...
10. KARAR VERİCİLERE YAZIN Kİ DUYARLI OLDUĞUNUZU BİLSİNLER
Birey olarak burada sıralananları uygulayarak önemli bir fark yaratabilirsiniz, fakat aynı zamanda idareciler, sanayiciler, vb de üstüne düşenleri yapmalı. Bu nedenle küresel iklim değişimi hakkındaki düşüncelerinizi gazetelere, belediye başkanlarına, milletvekillerine ve hükümet üyelerine bildirin. Onlardan enerji verimliliği ve tasarrufu için önlem almalarını, temiz enerji kaynaklarının geliştirilmesini ve daha çevreci ulaşım araçlarının yaygınlaştırılmasını, vb şeyleri isteyin. Enerji tasarrufu, ağaç dikme, çevre koruma, vb konularda çalışan sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarına da katılın.
Unutmayın kişisel tercihlerinizin küresel iklim değişimi ve bizi yönetenlerin üzerinde büyük etkisi var. Bu nedenle, tercihinizi lütfen bugünden yarını düşünerek doğru yapın
Yazının Devamını Oku 