12 Aralık 2005
Uçakları sarsabilen, aşağı ve yukarı hareket ettirebilen düzensiz hava hareketlerine türbülans diyoruz. Buna yanlış bir biçimde ‘hava boşluğu’ diyenler de var. Dünya artık uzayın bile boş olmadığını anlamışken bazılarımız böyle boş kavramları hálá kullanabiliyor ama pantolon kemerinden başka kemer kullanmaktan ise hiç hoşlanmıyor.
Geçenlerde THY uçağı türbülansa girdi ve 13 kişi yaralandı. Olay TK1528 sefer sayılı Airbus 321 tipi Çankırı uçağı İstanbul’a doğru alçaldığı sırada oldu. Emniyet kemerini bağlamayan yolcular savruldu. Haberlere göre; ‘Bir müddet boşluğa düşen uçakta büyük bir panik yaşandı. Can havliyle kontrollerini kaybeden bazı yolcular, kafalarını tavana vurdu.’
Türbülans, beklenmeden oluşabilen ve bazen radar ve gözle görülemeyen düzensiz hava hareketleridir. Bunlara jet akımları, dağların etrafından geçen hava akımları vb. de neden olabilir. Pırıl pırıl açık bir havada bile. Bu nedenle buna, ‘Açık Hava Türbülansı’ (CAT) da denir. Sıcak ve soğuk cepheler veya gök gürültülü fırtınalarda da türbülans görülür ve bu tür yerlerde türbülans olması beklenen normal bir şeydir.
Aslında uçakların bütün iniş, kalkış ve düz uçuşlarında rüzgár gibi meteorolojik şartlar çok önemlidir. Özellikle, iniş ve kalkışlarda, dağlık alanlar ve vadilerde görülen türbülans, buzlanma, değişik yüksekliklerdeki rüzgárın yön ve şiddetindeki büyük değişiklikler uçak kazalarına neden olabilir. Ayrıca pistlerde uçaklar maruz kaldıkları kuvvetli yan rüzgárlar yüzünden de sık sık pist dışına kayar. Havalimanları üzerindeki mikroburstler de birçok uçak kazasına neden olmuştur. Fakat sadece kabin görevlilerini ve emniyet kemeri takmayan yolcuları yaralayan türbülansların üçte ikisi 10 kilometre civarında oluşur.
ABD’DE HER YIL 58 YOLCU YARALANIYOR
Türkiye’de uçak kazaları meteorolojik açıdan bir bilimsel araştırmaya konu edilmez. Pistler veya uçaklar ‘sabıkalı’ olarak ilan edilip gerçek nedenler ortaya çıkartılmadığı için de bir istatistik veremeyiz. Fakat FAA raporlarına göre ölümcül olmayan kazalar arasında türbülans, yolcu ve kabin memurlarını yaralayan olayların başında gelmekte. Örneğin, ABD’de her yıl kemerini bağlamayan 58 yolcu türbülanstan dolayı yaralanıyor. 1980’den 2004’e kadar ABD’de hava yolları 198 türbülans kazasıyla karşılaştı ve 266 kişi ciddi bir şekilde yaralandı ve üç kişi öldü. Ölen üç yolcudan ikisini, emniyet kemerinin bağlanması gerektiğini gösteren ışık yanarken kemerini takmayan yolcular oluşturmuş.
Türbülansın şiddeti, hafif, orta, şiddetli veya ekstrem olarak sınıflandırılır. Orta şiddetli bir türbülans kötü bir kara yolunda otobüsle zıplayıp hoplayarak yolculuk etmekten daha tehlikeli değildir. Şiddetli türbülans, rahatsız edicidir ama uçağın parçalanmasına neden olmaz. Bununla birlikte, emniyet kemerinizi doğru dürüst bağlamamışsanız veya lavaboya gitmek için koridorda yürüyorsanız sizi yere düşürebilir veya savurup bir yere çarpabilir.
Diğer bir deyişle, yüksek seviyelerdeki türbülans uçak kazasına neden olmaz ama ayakta ve kemersiz olan kabin memurları ve yolculara zarar verir. Yani uçuş ekipleri için ciddi bir güvenlik problemidir. Sonuç olarak, ayakta görevlerini yapmak zorunda olduklarından türbülans kabin memurlarını en çok yaralayan olaydır. Bununla birlikte pilotlar kemerlerini mecbur kalmadıkça tüm uçuş boyunca çözmez. Bu nedenlerden dolayı, uçuş ekipleri ve sivil havacılık kuralları yolculara kemerlerini her zaman bağlı olmasını tavsiye eder. Kısacası, baş üstü kabinlerinin kapakları doğru kapatılmış olduğu sürece kemerini bağlamış yolcular için türbülans büyük bir problem değildir. Kemerlerinizi mecbur kalmadıkça tüm uçuş boyunca çözmeyin, türbülansta ise biraz daha sıkın yeter...
Özetlemek gerekirse, türbülans normal bir hava olayıdır ve uçaklar için nadiren tehlike yaratır. Bununla beraber hiçbir uyarı olmaksızın emniyet kemerini takmayan yolcuları koltuklarından savurup sağa-sola çarpabilir. Bu nedenle, güvenli yaşamı kendimize felsefe edip en basit güvenlik kurallarına uymalıyız. Ben şahsen uçak kalkış yaptığı havalimanındaki kapıdan ayrılıp varıştaki kapıya dayanıp durana kadar oturduğum süre kemerimi hep takarım. Benzer şekilde otomobillerde de iki adımlık yola gidecek olsam bile emniyet kemerimi bağlarım. Henüz hiçbir tarafım da eksilmedi!
ETKİLİ TÜRBÜLANSDİYE BİR ŞEY YOK
Türbülansın uçuşlara etkisini azaltmak mümkündür. Bunun için öncelikle meteoroloji kurumu yüksek seviye hava haritalarını doğru hazırlamalıdır. (Lütfen, haritaları başka yerlerden almayalım ve ‘etkili türbülans’ gibi bir şey de uydurmayalım!) Bundan sonra da uçakların rotasını belirleyen dispatcherların kuvvetli rüzgár ve türbülans bölgelerini doğru algılaması gerekir. Diğer bir deyişle, türbülans ve buzlanmadan sakınmakla birlikte ateş pahasına yükselen uçak yakıtından tasarruf için rüzgárlara göre doğru uçuş rotaların belirlenmesi havacılık sektörü için artık hayati önem taşıyor...
Günümüzde havacılık teknolojisindeki gelişmeler belli limitlerin üzerine çıksa bile, havacılık faaliyetleri için gerekli olan meteorolojik bilgilerin önemi giderek artmakta. Fakat ülkemizdeki havacılık sektöründe meteoroloji mühendislerine yer verilememekte. Aslında gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de dispatcherların meteorologlardan seçilmesi gerekirdi. Türkiye’de değişik disiplinlerden eğitim almış insanların, yine meteoroloji konusunda eğitimi olmayan insanlar tarafından kurslar verilerek meteorolog yapılmaya çalışılması dünyada bir eşi daha görülmeyen başka bir ‘türbülans’ olsa gerek!
Yazının Devamını Oku 
5 Aralık 2005
Havalar soğudukça ısınma ihtiyacımız artıyor; soba veya kaloriferlerimizi daha fazla yakıyoruz. Şimdi kalorifer üzerine konulan veya kaloriferlere takılan içi su dolu kaplar da havayı nemlendiriyor, ama sobanın çıtırtısını ve sobanın üzerindeki güğümlerden çıkan su sızlamasını özledim. Böylece içeride nemlenen hava soba veya kalorifer sıcaklığını daha iyi hissetmemize, yani daha fazla ısınmamızı sağlıyor. Fakat kalorifer ve üzerindeki kaplar sobadaki odunun çıtırtısını ve üzerindeki suyun sızıltısını veremiyor...
Olaya özlemli baktığımızda sobayı böyle hatırlıyoruz, ama sobalarımız kışın gündelik haberlere pek de iyi yansımıyor. Hálá ülkemizde ısınmak için soba kullanımı çok yaygın. Fakat ülkemizde kullanılan sobaların çoğu güvenlikten ve ısıl teknolojiden yoksun. Soba yakma konusunda da bilinç eksikliği var. Durum böyle olunca her yıl yüzlerce kişi sobadan zehirleniyor ve ölüyor. Böylece lodos yüzünden bu yılın ilk toplu zehirlenmesi 23 Kasım akşamı Manisa’da gerçekleşti ve yaklaşık 40 kişi zehirlenerek hastanelere kaldırıldı.
ORMANLARDAKİ İSRAF VE İHMAL
Pek hayırlı bir evlat sayılamam. Annemle sadece haftada bir telefon ile görüşebiliyorum. Böyle bir telefon konuşmasında İzmit’in Balaban Köyü’nde yaşayan anneme sordum, kömür almamış. Bu yıl bahçede kuruduğu için kesilen ağaçlar ve budanan dallarla idare edecekmiş. ‘Lodos yüzünden sobada tam yanmayan kömürlerle zehirlenmez’ diye düşünürken ‘Sevgiler Kaynana boyu!’ diye biten, geçenlerde aldığım bir mektubu hatırladım. Mektubunda fahri kaynanam Şahika Hanım da Istranca Ormanları’ndaki odun manzaraları ve ülkemizde kullanılan sobalar konusundaki gözlemlerini aktarıyordu:
İstanbul’un çıldırtıcı trafiğinde doğal gaz ile ısınan gri binalar arasında saatlerimi teneke kutular içinde pinekleyerek geçirirken ne ağaç dalları, ne de sobalı yaşam aklıma geliyor. Ama Şahika Hanım gibi her fırsatta doğayla kucaklaşanların gözünden ormanlarımızdaki israf ve halkın en temel sorunlarına yanıt aramayan kurumlarımızın ihmali kaçmıyor.
Şahika Hanım’ın gözlemlerine göre Istranca Ormanları’ndaki maktalardan (enerji ormanı kesimleri) sonra gövdeler ve kalın dallar alınır, ama tüm ince dallar arazide bırakılır. Istranca Dağları’ndan geçirilen yeni elektrik hatlarının döşenmesi sırasında da eski hatlara ait direkler sökülmediği gibi tüm ince orman artığı arazide bırakılmış. Böylece, fırınlarda yakılabilecek tüm ince dallar geride bırakılıyor. Bunlar zamanla çürüyor, gübre oluyor.
Kesilen ağaçlar, odunu çok dayanıklı ve enerji kapasitesi yüksek meşeler, ayrıca akçaağaçlar ve üvezler, kısmen de pırnallar ve dişbudaklardır. Bu odunlar başka yerlere nakledildiği gibi köylerde yakılmakta. Ancak orman köyünde yaşayan köylülerde el/beden emekleri dışında hemen hemen hiç masraf etmeden elde ettikleri bu yakacak karşısında bir enerji tasarrufu fikri yok. Aslında kimde var ki? Eski kerpiç vb. geleneksel mimari de terk edildiği için yeni uyduruk kágir evlerde ne doğru dürüst çatı vardır, ne duvar/taban yalıtımı. (Bir kat daha çıkma isteğiyle artık Türkiye evlerinde çatı unsuru ortadan kaldırılmış ve müthiş bir enerji israfı ortaya çıkmış.) Odadan çıkarken kapı kapatmak ádeti de pek gelişmemiş. Dolayısıyla sobalar harıl harıl yanar, sıcaklık dışarı kaçar, ağaçlar yerde yatar...
Ha, bir de bu yanlış kullanımın bebekler, çocuklar üzerinde olumsuz bir etkisi var. Bağışıklık sistemi henüz gelişmemiş çocuklar zaman zaman halvete dönen bu sobalı odalarda pişerler. Sonra da buz gibi havaya çıkarlar.
Ne var ki enerji dünyadaki en kıymetli değerlerden biri. Uğruna savaşlar bile olmakta. Kimbilir, bir kap yemek pişirmek için yaklaşık sekiz saat yakacak aramak zorunda kalan bir Afrikalı kadına bu orman artığı dallar verilseydi nasıl mutlu olurdu. Bırakın uzağa gitmeyi Van dağlarındaki 30 santimlik gevenleri (ki bu çıplak dağ yamaçlarında erozyon önlemede son derece önemlidirler) ısınmak amacıyla yakan bizim doğulu vatandaşımız için bu dağlarda, zengin ormanlık alan maktalarında terk edilen bu dalların, bir başka deyişle orman emvalinin nasıl bir anlam ifade edebileceğini düşünün. Ya da birkaç gün içinde yere serilip terk edilen bitkilerin biyolojik kütlesinin kaç yıl içinde o boyuta eriştiğini düşünün.
EVRİM GEÇİRMEMİŞ SOBALARIMIZ
Pekiyi o nar gibi kızaran sobalar nasıl bir şeydir? Ülkemizdeki sobaların çoğu bilimsel bir ölçüte göre yapılandırılmadığından yakacağı en uygun seviyede değerlendiren bir evrim geçirmemiştir. Odunu, kömürü atarsın alevlenir sonra çabucak tükenir, söner. Yani kısma, yönlendirme, havaya göre ayarlama, sıcaklığı kanallarla başka odalara da nakletme gibi yetenekleri pek yoktur. Çoğu sağırdır, ancak kendini ısıtır. Bilmem TÜBİTAK’ta kaç tip soba modeli oluşturulmuştur? Vatandaş bunların kaçta kaçını kullanmaktadır?
Trakya’da her sonbahar, ayçiçeği hasadından sonra tarlalarda dumanlar tütmeye başlar. Aslında tüm tahıl hasadından sonra bu olur ya... Hani şu meşhur anız yakma olayı. O da bir başka çevre feláketi. Biz ayçiçeği saplarına bakalım. Tarlalar temizlenir, saplar gökyüzüne havale edilir. Onca biyomas, onca ısı kül olur gider. Gene bir Anadolu kadını için bulunmaz bir nimet, orada hiçbir değerlendirme olmaksızın boş ateşe teslim edilir.
Özetle, fakir ülkemde birçok şeyi israf etmek ve bazen de kendimizi zehirlemekle meşgulüz...
Yazının Devamını Oku 
29 Kasım 2005
Kasım ve aralık aylarında yenmesi önerilen lezzetli balıklar arasında palamut da var. Palamut hazmı zor olan siyah etli balıklardandır. Midesi hassas biri olarak palamut ile aram zaten iyi değildir. Geçenlerde Asaf Ertan Bey’le havadan-balıktan konuşurken palamut avıyla ilgili korkunç bir şey öğrendim. Eminin bunu siz de duymamışsınızdır.
Bu yıl sonbaharda sıcak geçen hava şartları, palamut bolluğunda önemli rol oynadı. Palamut avı, ağustos ayında başladı, eylül ve ekim ayından beri de bollaşarak sürüyor. Böylece, bu sene özellikle Karadeniz’de son 50 yılın en bereketli palamut avı yaşanıyor. Ucuzlayan fiyatlarından dolayı bu yıl Türkiye palamuda doydu deniliyor, fakat bunun için neden daha fazla martı ölmek zorunda kalıyor?
Ülkemizde yaşayan balıkların büyük bir kısmı üst su katmanlarında yaşayan göçmen balıklardır. Bu nedenle üreme, ortam şartları, beslenme vb. gibi sebeplerle göç ederler. Av mevsimleri de göç zamanlarına isabet eder. Böylece bunlardan bazıları Boğazlar’dan ve Marmara Denizi’nden geçerken avlanır. Palamut gibi sürüler halinde yaşayan pulsuz, siyah etli Karadeniz menşeili göçmen balıklar da hava şartlarına bağlı olarak ağustos başlarından itibaren göç eder.
PALAMUT İÇİN MARTI KATLİAMI
Asaf Ertan’a göre her yıl palamut mevsimine girerken çanlar martılar için çalmaya başlar. Çünkü palamut balığı çaparisinde oltada büyük ölçüde martı tüyü kullanılır. Bu nedenle, Karadeniz’de, Marmara’da çapariye çıkan balıkçılar oltalarını düzerken tüfeklere sarılıp binlerce martı öldürüyor. Diğer bir deyişle, ulusal ve uluslararası sözleşmelerde kara avcılığı yasalarına göre koruma altındaki martılar ülkemizdeki deniz avcılığı yasalarında hiç dikkate alınmıyor.
Ağustos ayının ikinci yarısında önce Karadeniz kıyılarında başlayıp zamanla Marmara Denizi’ne geçen palamut, istavrit ve torik balıklarının avlanma usullerinden biri de çapari takımıyla yapılan avcılıktır. Çapari takımı uzun ve gereği kadar kalın bir naylon misina üzerine belli aralıklarla dizilen köstekli iğnelerden oluşur. İğnelere yem görüntüsü vermek için martının göğüs tüylerinden 4-5 kadar tüy bağlanır. Yavaş süratle hareket eden motorlu teknenin 35-40 metre arkasından çekilen çapari, palamut veya torik sürüsünün içinden geçerken balıklar oltadaki tüylere yem zannederek atılır. Tüylerin arasında gizli olan iğnelere takılan balıklar avlanır. Denizlerimizde çapariyle avcılık palamut ve torikler deniz yüzeyinden orta derinliklere inene kadar devam eder.
Çapariyle avcılık eylül başında resmi olarak açılan balıkçılık mevsimine kadar yaklaşık 45 gün sürer. Bu süre içerisinde çapari oltalarında martı tüyü kullanılır. Bu oltalar hazırlanırken her yıl martı katliamı yaşanır. Kıyılarımızda ağustos ayı başından itibaren özellikle iri gövdeli martı türleri çeşitli usullerle avlanır. Tüyleri yolunur ve adeta paçavra olarak bir köşeye atılırlar. Palamut ve torik avcılığında kullanılan çapariler özellikle ergin martıların tüyleriyle yapılır. Zira ergin martının göğüs tüyleri beyazdır. İstavrit çaparisi için kullanılan büyük gövdeli martıların kanat ve kuyruk telek tüyleri grimsi beyazdır. Üreme aşamasına gelen kuşların telef edilmesi nesillerin devamını tehlikeye düşürür...
Denizlerimizde balıkçılık düzeni Su Ürünleri Sirküleri doğrultusunda yapılmakta. Su Ürünleri Sirküleri denizlerimizde balıkçılığı düzenlerken kara avcılığını da Merkez Av Komisyonu kararları düzenlemekte. İşte tam bu noktada kara avcılığı ile balık avcılığı düzenlemeleri arasında bir çelişki ve gözden kaçma olayı ortaya çıkmaktadır.
Kara avcılığı düzenlemesinde korunan türler arasında ülkemizde görülen bütün martı türleri isimleri belirtilerek sayılmakta. Yani martılar ulusal ve uluslararası yasalarla korunmakta. Fakat balıkçıların çaparileri de büyük ölçüde martı tüyleriyle yapılmakta. Çapari için öldürülen martıların ve bu arada ele geçmeyip yaralı olarak gidenlerin, karadan vurulup denize düştüğü için alınamayanların sayıları on binlercedir. Bu nedenlerden dolayı, Su Ürünleri Sirküleri martı tüyü ile yapılan çapari avcılığına kesin bir yasak getirmeli. Kara avcılığı kararlarında da bu konu özellikle belirtilmelidir.
KUZEY GÜMÜŞ MARTISI NEDEN LİSTEDE YOK
Bu arada Türkiye Merkez Av Komisyonu kitapçığında avlanmasına denetimli olarak izin verilen av hayvanları ile koruma altındaki canlılar içinde ülkemizde görülen kuzey gümüş martısı belirtilmemiş. Bu da önemli bir eksikliktir. Bu martı türünün belirtilmemiş olması yukarda açıklanan çarpıklığın kaçamak kapısını oluşturuyor. Kuzey gümüş martısı Batı Karadeniz, İstanbul Boğazı ve Marmara’da yaşamakta. Bu kuş türünün de Merkez Av Komisyonu kararlarında belirtilmesi ve isminin korunan türler arasında sayılması gerekir. Ülkemizde az görülen bir tür olduğu için özellikle korunmalı. Çok yanlış bir genel kanı olarak göçmen kuşların avcılığına kısıtlama koymak istemeyenlere açık bir kapı bırakmak yanlışına düşmenin getireceği tehlikeyi öngörmek gerekir.
Sonuç olarak ülkemizde balıkçılık yapabilmenin bedeli doğadaki başka türleri yok etmek olmamalı. Bütün dünyada martılar korunan kuş türleri içinde sayılmakta. Çapari ve martı katliamı sorununa çözüm bulabilmek için yetkili mercilerin sadece horoz ve hindi tüyü kullanılan çapari, vb.nin kullanılması gibi gerekli uyarı ve girişimleri yapmalı. Bu uyarlamayı ‘dışarıdan ikaz edilmeden‘ yapmanın kararlılığını göstermemizin zamanıdır...
Yazının Devamını Oku 
21 Kasım 2005
Son zamanlarda meteoroloji ilgili ve yetkililerine bir şeyler oldu! Neredeyse her gün ‘su baskınlarına veya etkili yağışa’ dikkat çekiyorlar! Ne müdürü olduğunu unutup karayollarında meydana gelebilecek olası kazalara karşı vatandaşları uyaran da var. Bu arada ortalığı boş bulan hava korsanları da bu yıl yine ‘çoook kötü bir kış’ beklendiğini ilan ediverdi... Dikkat ediyorum da bu hava korsanları şimdiye kadar bir kerecik bile ‘iyi kış’ tahmini yapmadı. Peki, bilimsel iklim tahminleri bu yılki kış için neler söylüyor?
Aslında bu korsanların yaptıkları, ülkemizde nedeni hiç sorulmayan tutarsız sel, fırtına, sıcak hava, vb. ihbarlarıyla aynıdır. Örneğin, ‘biz uyarmıştık’ demek için Karadeniz’e yönelik neredeyse her gün yapılan sel veya ‘etkili yağış’ ihbarları gibi bir şey bu. Geçtiğimiz bayramda da ‘Yurdun iç kesimleri için sel uyarısı’ vardı... Biri şansa tutarsa kendilerini ‘başarılı’ ilan edenler, tutmayan ‘sel ihbarı’ vb için hiçbir açıklama yapmaz. Yani, göle maya çalan Nasrettin Hoca’nın torunları hava için de ‘ya tutarsa’ deyip duruyor.
Tam bir ay sonra 21 Aralık günü, astronomik takvime göre kuzey yarım kürede resmen kışa giriyoruz. Kimine göre kalorifer ve sobalar yandığına göre çoktan kışa girdik bile. Günler öncesinde görülen soğuk ve yağışlı günler de ‘kış geldi’ şeklinde yorumlandı. Hatta bu soğuk günlere havayı insana benzetip ‘kış provası’ filan diyenler de oldu. Resmen astronomik kış başlatıldıktan 10 gün sonra, yani ocak ayında Dünya Güneş’e en yakın olduğu noktaya gelecek. Yani Dünya ocak ayında Güneş’e kışın yaz aylarında olduğundan daha yakın olacak. Buna rağmen kışın hava, yaza göre daha soğuk. Bu durum,’Kışın Güneş’e daha yakın olmamıza rağmen, neden hava daha soğuk?’ diye sorulup durulur...
HAYALİ KURUMUN TAHMİNLERİ
Bildiğiniz gibi mevsimlerin oluşumuna Dünya’nın Güneş etrafında dönerken ekseninin sahip olduğu 23,5 derecelik eğim neden olmakta. Bu eğik eksen nedeniyle güneş ışınları farklı zamanlarda farklı enlemlere farklı açılarla gelir. Böylece, 21 Aralık günü ve civarı kuzey yarımküreye güneş ışınlarının en eğik (ve dolayısıyla zayıf) geldiği zaman. Ülkemizin bulunduğu enlemlerde yaz en sıcak mevsim, kış ise en soğuk mevsim olarak tanımlanır. Fakat ne Türkiye’de, ne de dünyanın başka bir yerinde üçer ay gibi eşit uzunlukta dört mevsim yok ve mevsimler 21 Aralık gibi belirli tarihlerde başlamaz. Çünkü havanın bizim kullandığımız astronomik takvimden ve tarihlerden hiç haberi yoktur!
Bazıları astronomik mevsime göre bir ay sonra kışa gireceğiz diye bekleyip dursun. Biz meteorologlar 1 Aralık itibarıyla kışı başlattık. Benzer şekilde ilkokulda öğretmenlerimiz de kış mevsimini aralık ayının başından başlatır. Duvardaki mevsimleri gösteren resimler ve aylar bu şekilde boyanır. Bundan sonra ‘21 Aralık kış mevsimi başladı’ şeklinde bir ifade duyarsanız, aslında meteorolojik tanımına göre kış başlayalı üç hafta olmuştur bile.
Bu yılki korsan kış tahminin kaynağı ‘Dünya Hava Tahmin Ajansı’ gibi hayali bir kurum. Güya buradan alınan iklim tahminine göre bu yıl ‘Dünya, tarihinin en sert kışına hazırlanıyor. 20 milyon can alması beklenen buzul havası, bizi de vuracak! Kuzey ve Batı Avrupa başta olmak üzere pek çok ülkede sadece 65 yaş üstü 20 bin kişi soğuk hava nedeniyle hayatını kaybedebilecek.’
Şimdi önümüzdeki kış soğuktan ölmezsek, hayatta kalmamızı kár sayıp sevinecek, ‘neden ölmedik?’ diye hesap sormayacağız tabii!
Bilimsel yöntemlerle yapılan iklim tahminleri, günlük hava tahminlerinden farklıdır. Onlar sıcaklık ve yağış gibi iklim elemanlarının 30 yıllık ortalamalarının üzerinde veya altında olup olmayacağını söyler. Burada sözü geçen 30 yıllık ortalama, yani mevsim normali şu an 1971-2000 yılları arasındaki süredir. Gerçekte ise ‘mevsim normali’ gibi gözlenmiş bir hava yoktur. Bunlar iklim tahminlerinde sadece kıyas için kullanılırlar. Şu an Uluslararası İklim Tahmini Araştırma Enstitüsü’nün ülkemizi de içine alan bölge için yaptığı iklim tahminleri, kasım-aralık-ocak, aralık-ocak-şubat, ocak-şubat-mart, şubat-mart-nisan gibi dört dönem için mevcuttur.
KÜRESEL ISINMALI GÜNLER
Bu tahminlere göre, sadece üçüncü ve dördüncü tahmin dönemlerinde Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’da yağış miktarlarının mevsim normallerinin üzerinde olma ihtimali kuvvetli. Hava sıcaklığının ise; birinci dönemde tüm Türkiye’de, ikinci dönemde sadece Tuz Gölü’nün doğusunda kalan bölgelerimizde, üçüncü dönemde ise İç Anadolu, Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’da mevsim normallerinin üzerinde olma ihtimali daha kuvvetli. Özetle, bu yıl El Nino ve La Nino’suz, fakat küresel ısınmalı günler geçirmekteyiz.
Böylece, bu yılki kışa etkisi bir iki hafta süren hava olayları daha çok damgasını vuracak. Örneğin, pastırma yazına benzer birkaç günlük ılık ve kuru havayı, birkaç günlük veya haftalık soğuk ve yağışlı hava takip edip duracak. Mevsim normalleri civarındaki bir kış, kar yağmayacak, don olmayacak, kimse buzda düşüp bir tarafını kırmayacak anlamına gelmez. Şüphesiz her yıl olduğu gibi bu yıl da kış kışlığını yapacak. Bilimsel kış tahminlere göre bu yıl İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul’da ılık ve kurak olan geçen yılki kışa göre daha soğuk ve yağışlı bir kışa göre, ‘Kışla Mücadele’ gibi hazırlıklar yapıyor. Benzer şekilde herkes bilimsel mevsim tahminlerini takip edip önlemlerini almalı.
Sonra uyarmamıştı demeyin: Ben de modaya uyup, siz sevgili vatandaşlarımızı soba zehirlenmesi, don, buzlanma, çığ düşmesi ve benzeri bir olayda meydana gelebilecek her türlü olası kaza ve belaya karşı şimdiden tedbirli olma konusunda uyarıyorum! Böylece benden de günah gitsin... Haydi, hayırlı ve ‘etkili’ (pardon ‘etkisiz’) kışlar, kolay gelsin...
Yazının Devamını Oku 
14 Kasım 2005
Güneş tutulması depremi tetikler mi? Bazılara göre ‘olabilir’miş. Böylece, 29 Mart 2006’da da güneş tutulması Türkiye’de fay hatlarını tetikleyecekmiş... Tempo dergisine göre bu söylentiyi ciddiye alan birçok İstanbullu tatil planını bu tarihe göre ayarlıyormuş! 12 Kasım 1999 depreminin beşinci yıldönümünde biz hálá güneş tutulmasıyla depremler arasında bir ilişki olup olmadığı gibi tuhaf şeyleri tartışıyoruz. 10 Temmuz 1894 İstanbul depreminden 11 gün önce, 17 Ağustos 1999 Kocaeli depreminden dokuz gün önce ve en son olarak 8 Ekim 2005’te Pakistan’daki depremden beş gün önce güneş tutulmaları meydana gelmişmiş! Bazıları, ‘káinatta tesadüfe yer olmadığına ve her şeyin de her şeyle alákası olduğuna göre güneş tutulması ile depremler arasında da mutlaka bir ilişki vardır’ diyor...
Bana da ‘Güneş tutulunca deprem olur mu?’ diye sorulsaydı, ben de ‘Evet olur’ derdim. Zaten irili ufaklı depremler her zaman oluyor. Bu kadar sık olan bir olayın bazılarının güneş tutulmasından önceye, bazılarının ise güneş tutulmasından sonraya rastlaması doğaldır. Fakat bu soru ‘Güneş tutulması depremi tetikler mi? veya ‘Güneş tutulması dünyada depreme neden olur mu?’ diye sorulsaydı, tek kelimeyle ‘Hayır!’ derdim. ‘Bilim böyle bir ilişkiyi henüz doğrulamamıştır; ama bu ilişki olmadığı anlamına gelmez’ gibi orta yolcu bir yaklaşım asla sergilemem. Çünkü bilim, ilişki olmadığını yıllardır söylüyor.
ÖNEMLİ OLAN FİZİKSEL İLİŞKİ
Depremler, aniden oluşan yeryüzü sarsıntılarıdır. Yer yüzeyi hareketsizmiş gibi görünse de sürekli yer değiştirir, yükselir, alçalır, kıvrılır, bükülür. Bu durum kayalar üzerinde büyük bir gerilim oluşturur. Geniş zaman aralıklarında bu gerilimle biriken enerji, en zayıf noktadan kırılmayla boşalır. Açığa çıkan bu büyük enerjiden kaynaklanan titreşimler, dalgalar halinde yayılır ve geçtikleri ortamları sarsar. Depremlerin nerede ve ne zaman olacağı gün ve saat olarak bilinmez. Böylece, güneş tutulmasından sonra oluşan depremlerin de kimisi 11, kimisi beş gün sonra dünyanın herhangi bir yerinde oluşabiliyor.
Boğaziçi Üniversitesi Astronomi Bölümü, 1973-2002 yılları arasında tüm dünyada yaşanan depremlerin güneş tutulmasıyla ilişkisini inceleyip istatistiksel anlamda bir ilişki olmadığını ortaya koymuş. ‘Kayıtlara göre, dokuz yılda 66 güneş tutulması gerçekleşmiş. Aynı dönemde meydana gelen büyük depremlerin yüzde 55’inde tutulmanın 6 gün öncesi ve sonrasını kapsayan günlerde olmadığı görülmüş. Tutulmaların yüzde 45’indeyse büyük deprem görülmüş. Bunların sayısı da 30 yılda görülen büyük depremlerin yüzde biri kadar.’
Eğer istatistiksel bir çalışmada anlamlı bir ilişki bulunsa ona da inanmam. Çünkü doğada aynı anda artan veya biri artarken öteki azalan birbirinden bağımsız binlerce olay var. Örneğin, İstanbul’da kanserden ölenlerin sayısı ile trafiğe çıkan araç sayısı arasında aransa büyük bir ilişki bulunur! Önemli olan fiziksel ilişkidir. Bazı uzmanlara göre, faylardaki enerji birikimine, ayın çekim gücü nedeniyle tektonik tabakalar ve fay hatları üzerinde oluşan gerilim eklendiğinde deprem tetikleniyormuş. Phil Plait’e göre (www.badastronomy.com/bad/misc/planets.html) bırakın güneş ve ayın çekim gücünü, tüm gezegenleri bir sıraya dizsek de ortaya çıkan çekim gücünün fazla bir anlam ve önemi yok.
Benzer bir şekilde, 5 Mayıs 2000’de, güneş, ay, dünya ve beş gezegen bir sıra halinde dizilince kozmik felaket kopacak diye beklemiştik. ‘Büyük Diziliş’ olarak adlandırılan bu semavi olaya dayanarak ortaya atılan felaket senaryolarına göre, bir araya gelecek olan gezegenlerin dünyaya uygulayacağı ilave yer çekimi ve gel-git kuvvetleriyle, dünyada depremler oluşacak, volkanlar patlayacak, seller, kutuplardaki buzulların erimesi ve parçalanmasına neden olacak, hatta kıyamet kopacak ve dünyanın sonu gelecekti.
5-16 Mayıs tarihlerinde dünya ve ayla birlikte Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn gibi beş gezegen bir hat üzerine geldi.
Gezegenler en son 6 Şubat 1962’de de bu şekilde bir araya gelmişti ve 8 Eylül 2040’ta da yine bir araya gelecekler. Dr. Monson’a göre yaklaşık olarak 4.5 milyar yaşında olan dünya, gezegenlerin benzer şekilde dizilişine 45 milyon kez şahit olmuş. Yani, beş gezegen her 50-100 yılda bir bu şekilde dizilmekte, ama ortaya atılan felaket senaryoları gerçekleşmemekte. John Gribbin 1970’lerde yayınladığı The Jupiter Effect adlı kitabında, 1983’te gezegenlerin sıraya dizileceği ve dünyanın sonunun geleceğini öngörüyordu. Şimdi bu yazıyı okuyabildiğinize göre böyle bir şey de olmadı!
DUYGUSAL SAPLANTI VE ÖNYARGI
Filozof Hume’ye göre insanlar, birbirinin ardından gelen ‘a’ ve ‘b’ gibi iki olay olduğunda ‘a’ olayını ‘b’ olayının nedeni sayar. Bunun nedeni, ‘b’ olayının ‘a’ olayının ardından geldiğini birçok kereler görünce bizde alışkanlık duygusu uyanıp yerleşmesidir. Böylece, her güneş tutulmasından sonra dünyanın herhangi bir yerindeki olağan bir deprem bile (yanlış bir) nedensellik (ve neden-sonuç ilişkisi) ile güneş tutulmasına bağlanabilmekte. Her depremden sonrası bir uçak kazası da beklenmesi gibi, depremlerden önce ve sonra birçok şey arasında bir ilişki olduğu düşünülebiliyor.
Sonuç olarak, güneş tutulması ve deprem arasında kurulan ilişki, mantıkla açıklanamaz olan bir önyargı ve duygusal saplantıdır. Akla, deneye, gözlem ve kanıta dayanmayan senaryolar ve tahminler doğru bir yol gösterici değildir. Yani, Atatürk’ün dediği gibi ‘Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için, en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir...’
Yazının Devamını Oku 
31 Ekim 2005
İzmir’de ‘deprem fırtınası’ sırasında paniğe kapılıp balkon ve pencere gibi yüksek yerlerden atlayarak yaralananlar... Depremin artçılarının devam etmesi nedeniyle binalarına güvenmediğimiz okulların kapatılması... E-posta ve fısıltı gazetelerinde dolaşan sözde deprem tahminleri, hayat üçgeni ve afet planı adı altında yanlış bilgilendirmeler... Yani hálá bütün meselemiz, afetlere hazırlık konusunda bir arpa boyu yol almak ya da almamak.
Bu arada ‘deprem fırtınası’ sözü de biraz tuhaf! Fırtınaların, kuvvetli rüzgárla birlikte görülen şiddetli hava olayları olduğunu sanırdım. Rüzgárın hem hızı arttıkça, hem de beraberinde şiddetli yağmur, kar ve dolu yağışı görüldüğünde neden oldukları zararlar artar. Bu nedenle meteoroloji biliminde fırtına, şiddetli rüzgárlarla birlikte yeryüzünde çeşitli zararlara neden olan yağmur, kar, dolu ve benzeri meteorolojik durumları belirten genel bir terimdir. Neyse deprem de olsa fırtına, fırtınadır. Bu fırtınanın yer, zaman, büyüklük belirten günlük tahmini yok, ama söylentisi vatandaşı hemen sokağa dökebiliyor.
Ülkemizde meteorolojik fırtınalarda olduğu gibi deprem veya deprem fırtınalarıyla da doğru dürüst mücadele edemiyoruz. Maalesef meteoroloji gibi ‘Afet Yönetimi’ni de bir bilim dalı olarak dikkate almıyoruz. Bunun nedenini bilimsel düşünce ve yaşam tarzından çok uzak olmamız. Bu durumda ülkemizde damdan düşen biri, ortopedi uzmanı gibi konuşup ahkám kesme hakkını kendinde görebiliyor. Böylece 1999 depremlerinde halka çadır dağıtmak, enkaz kaldırmak vb. çalışmaları fedakárca yapmış olanların bazıları şu an kendini ‘afet yönetimi uzmanı’ olarak görüp afete hazırlık çalışmalarını yönlendirebiliyor.
AFET OLMADAN AFETE HAZIRLIK
Bazıları ise bu konuda ‘dünyaya bilgi transferi yapacak kadar başarılı’ olduğumuzu sanıyor. Bunlar modern afet yönetiminin ne olduğu bir tarafa, hálá halkımızın depremde ne yapacağını bilmediğinin, yanığa yoğurt vb. sürdüğü gibi acı gerçeklerimizin farkında bile değil. Bazıları 1999’da afet yönettiklerini de sanıyor. Hálbuki onlar sadece bir kriz anında tepkisel, eşgüdümsüz, hedef kitlesi yanlış, etkisiz, zamansız, güven vermeyen ve afetin felakete dönüşmesini engellemesi mümkün olmayan bazı müdahale çalışmalarına yardımcı olmuştu. Şimdi de yapılan afet çalışmaları doğal olarak daha çok müdahaleye yönelik...
Benzer şekilde, halk olarak hálá fay hatlarının teknik ayrıntılarıyla meşgul oluyoruz. Kötü yapılmış binaların, sabitlenmemiş eşyaların ve eğitimsizliğin bizi öldürdüğünü anlamıyoruz. İmar, afet yönetimi, kat mülkiyeti, yapı denetimi, vb. yasaları yenileyemedik. ‘Türkiye Acil Durum Yönetimi Genel Müdürlüğü’nü de yeniden yapılandıramadık. Doğal afet sigortasını geliştirip yaygınlaştıramadık... Özetle bir türlü kriz yönetiminden, risk yönetimine geçemedik. Böylece, bu konuda bir arpa boyu yol almamız söz konusu değil.
Hálbuki 1999 yılında oluşan Marmara depremleri büyük kayıpların verilmesine neden olmuş, Türkiye’de afet yönetimi ve hazırlık konusunda da daha iyi bir eğitim, öğretim, zarar azaltma, hazırlık ve planlamaya ihtiyacımız olduğunu açıkça ortaya koymuştu. Bu nedenle, artık toplumumuzu afetler ve acil durum yönetimi konularındaki yanlışön yargılardan ve duygusal saplantılardan arındıracak, tutum ve davranışlarında iyi yönde köklü değişikliklere yol açabilecek yaygın ve standart bir eğitim ve öğretime ihtiyaç var.
Halkın eğitim ve öğretim ihtiyacı doğru dürüst karşılanmadığı takdirde, bu günlerde olduğu gibi ‘Depremde Hayat Kurtarma’ vb. başlıkları altında ‘afet şarlatanları’nın kendinden menkul önerileri ve sözde afet planları, deprem tahminleri, fısıltılar, söylentiler, komplo teorileri, vb. toplumumuzda kanser gibi hızla yayılmaya devam edecek.
Toplumun afet olmadan afetlere hazırlanması ve eğitimi, onların güvenliklerini sağlamanın en iyi yoludur. Bunun için, topluma afet eğitimleri ezberden daha çok beceriye yönelik olmalı, eğitimlerde biçim olarak taklit öne çıkmamalı ve topluma doğruluğu şüphe götürmeyen ortak mesajlar verilmeli. Bu konuda da öncelikle standartlar oluşturulmalı ve denetlenmeli. Örneğin ABD’de, 12 yıl uğraşılarak, 40 değişik kurum bir araya getirilip afetlerdeki doğru davranış şekilleri konusunda standart mesajlar oluşturulmuştur.
Deprem anında tamamen yıkılıp yassı kadayıf şeklini almayan binalarda ölüm ve yaralanmalara daha çok yapısal olmayan riskler neden olmakta. Binalarımızın yüzde olarak büyük bir kısmının yassı kadayıf olmayacağı için yapısal olmayan risklerden korunmanın evrensel olarak kabul edilen tek davranış şekli olduğunuz yerde ‘Çök-Kapan-Tutun’dur. Gerçek bir depremde insanların paniğe kapılmadan doğru hareket etme şansı, her Çök-Kapan-Tutun egzersizinde iki kat artar. Bu nedenle, ancak şimdiden doğru egzersizleri hep beraber yaparsak deprem anında reflekslerimiz otomatik olarak bizi doğru davranışa yöneltebilir. Yoksa afet anında ne yapacağı konusunda eğitimi olmayan insanlara ‘paniğe kapılmayın’ gibi faydasız çağrılarda bulunmak çok anlamsız ve talihsiz bir durumdur...
İsterseniz deprem ve diğer afetler öncesinde, sırasında ve sonrasında yapılması gerekenleri http://www.kizilay.org.tr/channels/1.asp?id=131 adresindeki ‘KIZILAY ile Güvenli Yaşamı Öğreniyorum’ kitaplarından öğrenebilirsiniz. Aslında bu kitapların bir an önce tüm öğretmen ve öğrencilerimize ulaştırılması gerekiyor. Yoksa bu bilgi boşluğu çok kötü bir şekilde doldurulacak, cahillik de insanlarımızı öldürmeye ve sokağa dökmeye devam edecek. Özetle, doğru bilgiye ulaşmak ve onu yaymak için daha büyük çaba harcamalıyız.
Yazının Devamını Oku 
24 Ekim 2005
Avrupa Kıtası’nda izlenebilen 520 kuş türüne karşılık, kıtanın onbirde biri büyüklüğüne sahip ülkemizde 450 civarında kuş türü görülüyor. Kıtalar arasında olduğu kadar iklimler arasında da geçiş kuşağında bulunan ülkemizin kuş zenginliğinin nedenlerinden biri her ilkbaharda kuzeye doğru yapılan üreme göçü, sonbaharda güneye yapılan kış göçüdür. Bu nedenle, konunun uzmanı olan Asaf Ertan Bey’den İstanbul’daki kuş problemini öğrendim.
Ülkemizin üzerinden her yıl binlerce kuş göçer. Balkanlar’dan, Orta Karadeniz’den ve Doğu Karadeniz’den gelen kuşlar sonbahar göçünde ülkeye kısmen yayılarak konaklar, kısmen geçer ve Hindistan, Afrika gibi son noktalara yayılır. Bu yolcular ilkbaharda tersine dönerler ve kısmen ülkemize, kısmen de kuzey ülkeleri dahil Avrupa’ya yayılırlar.
Ne yazık ki, yıllardır yanlış ve bilinçsiz uygulamalarla yaban hayatı türlerinin bazılarını kaybettik. Aşırı DDT kullanılmasıyla yok olan ve Birecik’te adına festival düzenlenen kelaynak, Amik Gölü’nün kurutulmasıyla ülkemizde artık yaşamayan yılanboyun, ismini ülkemizden alan Anadolu parsı gibi çok önemli türleri bu kaybolan canlılara örnektir. Tükenme sınırında olanlara örnek olarak ise çizgili sırtlan, ceylan, karakulak, kara akbaba, toy, Akdeniz foku sayılabilir. Yok olanlar ve bu yolda hızla yol alanlar, yanlış arazi kullanımı, aşırı kimyasal madde kullanımı ve bilinçsiz avcılık nedeniyle elden çıkan değerlerdir.
Ayrıca yaban hayatı için göç, üreme, beslenme ve barınma alanlarının yok edilmesi ve buralarda yarı kapalı kümes hayvancılığı, havalimanı, yerleşim ve sanayi alanları, vb. şeylerin yapılması kuş gribi gibi önemli problemlere de neden olmakta.
KUŞLAR YAKALANIYOR KENTİN ORTASINDA SATILIYOR
Örneğin İstanbul, Balkanlar üzerinden gelen kuş göç yolunun tam üstünde olması nedeniyle çok önemli bir kuş alanıdır. Boğaz geçişini sağlayan köprülerin her iki kıtadaki ayaklarında ‘kıtaya hoş geldiniz’ tabelaları sanki kuşlar için de yazılmış gibidir. Böylece, İstanbul’da bahar göçleri sırasında özellikle yırtıcılar, balıkçıllar ve leylekler kentin belli noktalarından rahatlıkla izlenebilir. Çamlıca Tepesi, göç gözlemleri açısından dünya çapında bir üne sahip. Adalar, Sarıyer, Beykoz da isimleri sayılması gereken noktalardır. İstanbul coğrafyası kuşların barınma, beslenme ve üremeleri bakımından da çok önemlidir.
İstanbul’un yapılaşma biçimi kuş göçleri bakımından olumsuz yönde gelişmiştir. Özellikle küçük ötücüler kısa aralıklarla kentte konaklayarak göçmekte. Bu bakımdan ötücü kuşlar, şehir içinde çok az uygun ortam bulabilmekte, göç sırasında kitleler halinde bir araya geldiklerinde kuş avcıları tarafından tuzağa düşürülüp kafeslere kapatılarak satılmaktadır.
Kuş gribine yol açan H5N1 virüsünün hayvanla ya da salgılarıyla temas yoluyla bulaştığı dikkate alınırsa yakalanan kuşların İstanbul’un göbeğinde, Mısır Çarşısı arkasında ya da Galatasaray veya Kadıköy Meydanı’nda pazarlanması da risklidir.
Deniz yolunu ya da sulak alanlar dizisini kullanarak göç eden kuş türleri bakımından Boğaz köprüleri inanılmayacak kadar büyük bir göç engeli oluşturmuştur. Köprülerin siluetlerini ve üstündeki araç hareketliliğini gören balıkçıl, ördek, kaz, kuğu türleri ve yelkovanlar yaklaşık bir saat süresince engelin kendileri için zararlı olup olmayacağını anlamak üzere defalarca dönüp durmaktadırlar. Sürülerin içinden yorulup menzile varamadan düşenler olmakta ve hiç akla gelmeyen bir kıyım ve tehlike yaşanmakta.
Sahilde ve gerisinde yapılaşmanın artması ve özellikle gece aydınlatmaları bıldırcınlar için tam bir felákettir. Sahillerdeki ışıklandırmalarda deniz üstünden göç ederek sahile gelecek kuşları kendine çekmeyecek bir aydınlatma yapılması çok önemlidir. Şimdiden sonbahar göçünde sert rüzgárlı gecelerde evlerin camlarına, balkonlarına çarpan bıldırcınların sayısı çok arttı. Şehir siluetinde günden güne yükselen cepheleri cam kaplı binalar da bulut görüntülerini yansıtarak kuşları aldatmakta ve cephelere çarpıp telef olan kuşların sayısı günden güne artmakta. Bu konuda Avrupa ülkeleri önlemler alıyor, ya biz?
TÜRK’ÜN AKLI NE ZAMAN ÖNCEDEN GELECEK
Pilotların korkulu rüyası haline gelen kuş sürüleri özellikle uçakların iniş ve kalkışlarında problemdir. Bu nedenle, kuşların yoğun olarak bulunduğu alanların yakınında hava limanı, kümes hayvanı çiftliği, vb.’nin yapılmaması alınacak en kolay önlemdir. Ayrıca şehrin genişlemesiyle varoşlarda kalan çöplükler de özellikle çöp tüketen kuş türleri (çaylaklar, martılar, kargalar) tarafından tercih edilir. Bu nedenle, şehirler, çiftlikler ve hava alanlarıyla çöplüklerin olabildiğince birbirinden uzak olması olası kazaları ve salgın hastalıkları önleyecek ilk tedbirdir. Diğer bir deyişle, İstanbul’daki yeşil alanlar doğal haliyle korunduğu takdirde hem kuşlar için büyük bir yaşam alanı sağlayacak, hem de muhtemel İstanbul depremi gibi bir felakette bir insan barınma alanı olacaktır.
Şimdi haberlere göre Türkiye, Avrupa Birliği’nin isteği üzerine kuş gribinin bulaşma riskine karşı önceden hazırlanan, ‘acil eylem planı’nı devreye sokmuş. Gazetelerde yer aldığı kadarı ile uygulamaya konulan bu plan yine tam bir ‘kriz yönetimi’ mantığı ile hazırlanmış. Yani, testi kırıldıktan sonra yapılacak işlere yönelik bir plan. Keşke, riski önceden görüp bir de zarar azaltma planı (ZAP) yapsaydık. Örneğin, dünyanın kuş gribi için alarma geçtiği bir zamanda, genellikle kuşların göç ettiği eylül ayının başından kasım ayının sonuna kadar hindilerin açıkta beslenmesine, yani kuşların göç yolu üzerindeki çayır ve tarlalarda otlatılmasına izin verilmeseydi!
Dünya artık büyük ölçüde kriz yönetiminden risk yönetimine geçti. Biz ne zaman bu plansızlıktan ve demode olmuş ‘kriz yönetimi’ mantığından kurtulacağız? Ne zaman ‘Türkün aklı önceden gelir’ denilecek?
Yazının Devamını Oku 
17 Ekim 2005
‘Turist sele kapıldı’ haberini duymuşsunuzdur. Hani şu, ‘17 yaşındaki turist, Bodrum’un göbeğinde sele kapılarak can verdi. Otellerin alt katlarını su bastı, turistler çatı ve ağaçlara tırmanıp kurtarılmayı bekledi’ denen haber. Bu haberi duymadıysanız bile önümüzdeki günlerde bu tür meteorolojik afet haberlerini çok duyacağınızdan emin olabilirsiniz.
Fark ettiniz mi? Artık afetlerden daha fazla etkileniyoruz. Bundan; yüksek nüfus artışı, göçler ve plansız şehirleşme, çevrenin tahribatı ve küresel iklim değişimi sorumlu. Afetlerin artan bu yüksek ekonomik faturası nedeniyle, eskiden kriz yönetimine verilen büyük önem günümüzde risk yönetimi ve sigorta gibi risk transferine kaydı.
BM Çevre Programı’na (UNEP) göre 1980’lerde afetlerde ölenlerin sayısı yılda 86.328 iken 1990’larda 75.525. Yani afetlerde ölümler azalmakta. Bununla birlikte, 1980’lerde afetlerden etkilenenlerin sayısı yılda 147 milyon iken, 1990’larda 211 milyona çıkmış. Deprem, volkan patlaması, heyelan, vb. jeofiziksel afetlerin sayısı fazla değişmezken, hidrometeorolojik (su ve havanın neden olduğu) afetler hızla artmakta. 1990’larda doğal afetlerde ölümlerin yüzde 90’ı kuraklık, rüzgar fırtınası ve sellerden kaynaklanmış.
YILLIK MALİYET 150 MİLYAR DOLAR
Ekonomik anlamda en pahalı afetler seller, depremler ve rüzgar fırtınalarıdır. Bununla beraber, kuraklık ve kıtlık en fazla insan kaybına neden olan, en yıkıcı afetlerdir. Seller, afet hasarının yüzde 30’undan sorumluyken, doğal afetlerde ölenlerin sadece yüzde 9’una neden olurlar. Bunun aksine kıtlık, ölümlerin yüzde 42’sinden sorumluyken, son 10 yılda ekonomik hasarın sadece yüzde 4’ ünden sorumludur.
Afetlerin sosyo-ekonomik maliyeti değişken ve dünyanın her yerinde hesaplanması zor. Sigorta şirketlerinin ödemeleri de afetlerin ekonomik etkisini belirlemede yeterli değil. 1999’da Avusturya, Almanya ve İsviçre sellerinde hasarın sadece 42.5’i sigorta şirketleri tarafından karşılandı. Fakat Venezüella’da aynı yıl meydana gelen sel hasarının sadece yüzde 4’ü sigorta sektörünce karşılanabildi. Gelişmekte olan ülkelerde toplumlar yerel ölçekte orman yangını, küçük seller, kuraklık ve salgın hastalıklar gibi sayısız afetten etkilenmekte. Fakat bunlar kayıtlara ve istatistiklere yeterince yansımamakta. Bu nedenle, afetlerin etkilerinin belirlenebilmesi için güvenilir ve sistematik bir veriye ihtiyaç var.
Bütün bu ve benzeri bilgileri, 30 Eylül- 4 Ekim 2005 tarihlerinde Antalya Titanic Resort’ta afet risklerine odaklanan en önemli Avrupa forumlarının biri olan ‘ICAR 2005 - The International Catastrophic Risks Forum’un ikinci toplantısına katılınca edindim (www.icarforum.ro). Bu konferans, Türkiye’de sigorta sektörüne anahtar teslim yazılım çözümleri üreten SAGBİM ile Romanya’nın XPRIMM adlı sigorta dergisi tarafından organize edilmiş. Toplantıda, afet konusuyla ilgilenen Romanya’dan hükümet temsilcileri ve Dünya Bankası eksperlerinin yanı sıra, Romanya, Avusturya, Çek Cumhuriyeti, Rusya ve ülkemizden sigortacılar, sigorta ve reasürans brokerleri bir araya toplanmıştı.
Ben de toplantıda ‘Meteorolojik Risklerin Sigorta Sektörüne Etkisi’ adlı bildiriyi, ‘Genç Sigortacılar Derneği’nin (GESİD, www.gesid.org.tr) bir üyesi olarak sundum. Sunumumda da belirttiğim gibi, iklim değişimi nedeniyle meteorolojik afetlerin yıllık maliyetinin 150 milyar dolara ulaşacağı tahmin ediliyor. Diğer bir deyişle, dünya daha fazla sayıda ve şiddette seller, fırtınalar ve kuraklıklarla karşılaşacak. Böylece küresel iklim değişimi sigorta sektörünün de korkulu bir rüyası haline geldi.
Dünyada bilimsel esaslara göre yönetilen ülkelerde devlet halkın parasını afetlerde harcamaz. Bunun için en geçerli ve modern araçlar; riske duyarlı kişi ve kuruluşların yaptıkları sigortalarla zorunlu sigortalardır. Doğal Afet Sigortaları Kurumu’nun (DASK) yönettiği Zorunlu Deprem Sigortası gibi havuzlardır. Romenler de bizim DASK’ı örnek almışlar. Hatta Romenler hızla artan meteorolojik afetleri de zorunlu sigortalar arasına koymayı düşünüyorlar.
HAVADAN ETKİLENEN SEKTÖRLERİN DİKKATİNE
Ben de bu nedenle, havadan etkilenen tüm sektörlerimizin dikkatini ‘Hava Değişkenliği Sigortası’na (Weather Derivative/Insurance) çekmek istiyorum. Bu sigorta, finansal türevlere benzer bir sigorta türevidir. Kurum ve kuruluşları mevsim normallerinden sapmalardan, yani ekstrem havalardan korur. Tarım Sigortası gibi hava olaylarının ürüne verdiği zararın istatistiğine göre değil; hava şartlarına hassas olan gelir ve kárı, uzun vadeli hava tahminlerine göre sigortalar ve korur.
Örneğin, özel bir doğal gaz dağıtım firmasısınız. Küresel ısınmanın kuvvetlendiği günümüzde önümüzdeki kışı merak eder, acaba kış ılık mı geçecek diye düşünürsünüz. Bunun için özel bir meteoroloji firmasından önümüzdeki altı ayın hava sıcaklıklarının mevsim normallerinin üzerinde mi, yoksa altında mı olacağını hesaplamasını istersiniz. Mevsim normallerinin üzerindeki bir kış doğal gaz firmasının yeterince satış yapamayacağı anlamına gelir. Böyle bir durumda firma, piyasada kalabilmesi için o yılki olası düşük gelir ve kárdan dolayı kendini değişik şekillerde korumalıdır.
Hava değişkenliği sigortası ABD’de 1980’den beri; ısıtma ve soğutma riski için elektrik, gaz ve diğer enerji firmaları, don riski için tarım sigorta şirketleri, kışla mücadele ve yol bakımı için belediyeler, mevsimsel giysi üreten tekstil firmaları, golf sahası yöneticileri, meşrubat, dondurma vb. gıda şirketleri, kar yağışı, hava sıcaklığı ve güneşe bağımlı kayak ve plaj resort yöneticileri tarafından kullanılmakta. Türkiye’de bizler de iklim ve hava değişkenliğiyle birlikte bunların sigortası üzerinde düşünmeye başlasak çok iyi olacak.
Yazının Devamını Oku 