22 Ağustos 2005
<B>T</B>urizm, en basit bir şekilde iş amaçlı olmayan seyahat ve etkinlikler olarak tanımlanabilir. Dünya Turizm Örgütü’ne (WTO) göre bir kişinin turist sayılabilmesi için, evinden en az 80 kilometre uzağa eğlence, gezip görme gibi bir amaçla seyahat etmesi gerekir. Daha kapsamlı bir tanım için ise ulaşım, servis, yiyecek ve içecekler, turlarla birlikte güven ve güvenlik gibi turizmin fiziksel yönleri de ele alınmalı. ‘Güven ve güvenlik’, yani her türlü afet ve afetlere hazırlıklı olmak turistler ve turizm sektörü için de hayati önem taşımakta.
26 Aralık 2004’te Hint Okyanusu’nda meydana gelen deprem ve tsunami, bu okyanusa kıyısı olan Asya ülkelerindeki turizmi vurmuştu. Burada en çok zarar gören turizm yatırımları, ağırlıklı olarak güneş, kum, deniz klasik üçlüsüyle kitlelere yönelik olarak gerçekleştirilenlerdi. Bu ülkeler şimdi kitle turizmini canlandırmaya çalışırken özgün turlara da önem vermeye başladı.
Türkiye, büyük bir deprem olmadan da turizmde çok yönlü gelişmeler yapabilir. WTO’ya göre tamamı 400 olan turizm çeşitlerine örnek: Av, kış, inanç, ipek yolu, sağlık, kongre, golf, gençlik, futbol, yat, botanik, mağara, yayla, hava sporları, dağcılık, rafting, dalış, kuş gözlemciliği ve sportif olta balıkçılığı. Son yıllarda bunlara bir de ‘Afet Turizmi’ ilave edildi.
DEPREME HAZIRLIK HERKESİN GÖREVİ
Geçtiğimiz çarşamba günü 17 Ağustos Marmara Depremi’nin 6’ncı yıldönümüydü. 17 Ocak günü ise Japonya’daki Kobe Depremi’nin 10’uncu yıldönümüydü. Kobe’deki yıldönümünde yaşanan duygu seli, empati ve halka yönelik afet çalışmalarını görüp bizdekilerle karşılaştırma şansım oldu. Aradaki farkı fark edince Türkiye’de bu konuda yapılan yoğun çalışmaların henüz yeterli olmadığını üzülerek gördüm.
‘Afet turizmi’ kavramını da ilk defa Japonya’da duymuştum. Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı’nın (JICA) daveti üzerine 2003 yılında Japonya’da ‘Afet Önlemleri/Afet İyileştirmesi’ konusunda Türkiye’ye yönelik düzenlenen eğitim proğramına katılmıştım. 1995 Kobe Depremi sonrasında gerçekleştirilen yeniden yapılanmayı ve afet yönetimi konusunda alınan tedbirleri yerinde incelerken depremden üç gün sonra afet turistlerinin de ortaya çıktığını söylemişlerdi.
Şu an Japonya hükümetinde afet işleri koordinatörlüğüne getirilen Satoru Nishikawa, T.C. İçişleri Bakanlığı ile JICA arasında imzalanan protokol gereği, 2003-2005 yılları arasında düzenlenen ‘Afet Yönetimi’ eğitimi programı dahilinde, Ankara’ya gelerek bu konuyu 254 Türk mülki idare amirine de aktarmıştı.
Aslında Nishikawa, depreme hazırlanmanın sadece birilerin görevi olmadığını, herkesin kendi güvenliği için yapması gereken olağan bir şey olduğunu anlatıyordu. Bunu sizin de anlayabilmeniz için, olduğu 0. (sıfırıncı) saniyeden üçüncü gününe kadarlık bir süre için depremi zihninizde canlandırmalısınız. Böylece, hem bir yerel idareci, bir tesis sahibi, hem de bir birey olarak gerçekten depreme hazır olup olmadığınızı çok basit bir şekilde test de etmiş olacaksınız...
Depremin olduğu 0. saniyede, en önemli olan şey içinde bulunduğumuz binanın sağlam olmasıdır. Binanın sağlam olması, o binanın üzerinde bulunduğu zeminin özelliklerine ve bina standartlarına uygun bir şekilde inşa edilmiş olması demektir. Yoksa sadece zeminin sağlam olmasının fazla bir anlamı yoktur... Depremin 0. saniyesinde, ikinci önemli şey, eşyaların üzerimize düşmemesidir. Herkesin bulunduğu yerdeki eşyaların sallantı halinde nasıl devrilip, sağa sola savrulacağını hayal etmesi ve onları hemen sabitlemesi gerekir. Bir mandal, sürgü, köşebent, vb. şey ile eşyalarını sabitlemeyenler, sonra büyük bir pişmanlık duyabilir...
İLK 72 SAATTE YALNIZ OLACAĞIZ
Depremin 3. saniyesinde kendimizi korumak için ne yapacağımızı bilmeliyiz. Paniğe kapılıp merdiven ve balkonlara koşturmak gereksiz yere birçok küçük depremde dahi ölümlere neden olmaktadır. Deprem anında sırtınız pencereye dönük olarak sağlam bir masa/sıra/sandalyenin/vb altına girip başımızı ve boynumuzu koruyup; yüzümüzü ve gözlerimizi de mümkün olduğunca masaya tutunduğumuz kollarımızla kapatarak korumalıyız... Yani çök-kapan-tutun hareketini artık bir refleks haline dönüştürmeliyiz.
Depremin 3. dakikasında kendimizin ve etrafımızdakilerin sağlığını kontrol edip, ufak yangınları söndürüp, artçı şoklar için de hazırlıklı olmalıyız. Normal zamanlarda en kısa zamanda yardımımıza koşan sağlık görevlileri ve itfaiye, büyük bir depremde tüm kanamalara, kesik ve yangınlara müdahale edemeyecektir. Bu nedenlerden dolayı, herkes küçük kanama ve yangınlara nasıl müdahale edeceğini bilmeli ve bunun için gerekli olan yangın söndürücü ve ilk yardım malzemelerini bulundurmalı ve gerekli eğitimleri almalıdır.
Depremin 30. dakikasında ailelerimiz ve komşularımız ilk arama ve kurtarma çalışmalarını başlatır. Depremin 3. saatinde ise yerel yönetimler ve grupları arama ve kurtarma çalışmaları başlatır. Ancak depremin 3. gününde ulusal ölçekte arama ve kurtarma çalışmaları başlayabilir ve (bazılarına göre ‘hiç yoktan daha iyi’ olan) afet turistleri de bölgeye gelebilir...
Görüldüğü gibi depremin ilk 72 saatinde, yani altın saatlerde halk ve yerel yönetimler kendi başına kalacaktır. Diğer bir deyişle, afete hazırlık ve müdahale bireyden, evden, tesisten, sokaktan ve mahalleden başlayacaktır. Bizim bireyler olarak artık tümüyle harekete geçebilmemiz için de devletin halka açık bir şekilde ‘biz sizi hemen kurtaramayız, altın saatler için kendinizi hazırlamalısınız’ demesi lazım. Sadece bunu demesi de yetmez, aynı zamanda halka hazırlanması için yol göstermesi ve gerekli eğitimleri de sunması gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 
15 Ağustos 2005
Günümüzde, motor sporlarına olan ilgi giderek artmakta. Bu ilginin lokomotifi ise Formula-1 (F1). Her yarışı pist çevresinde yüz binler, televizyon karşısında ise milyonlar izlemekte. Bir takımın yıllık yüz milyon dolar gibi inanılmaz rakamlar harcadığı bu mücadelenin şansa bırakılır yanı yok. Bu yüzden meslektaşım Barış Önol bana F1 ekiplerinde meteoroloji uzmanlarının da bulunduğunu söylediğinde hiç şaşırmadım.
Gündelik yaşam ve sporda hava şartları, iklimden çok daha önemlidir. Örneğin, İstanbul F1 yarışları öncesi en önemli konulardan biri, İstanbul’un iklimi değil; yarışlarda havanın nasıl olacağıdır. Çünkü aşırı sıcak ve nemli havada, fren ve motorun soğuması, aşırı lastik aşınması, pilot ve motor için daha fazla havaya ihtiyaç duyulması, vb. milyon dolarlık yarış otomobillerinin ve onların pilotlarının performansını kötü bir şekilde etkiliyor.
Meraklısı için bendeki İstanbul Kandilli Rasathanesi’nde gözlenen günün en yüksek hava sıcaklığı rekorlarını yazayım: 19 Ağustos 1963’te 36.5, 20 Ağustos 1945’te 37.2 ve 21 Ağustos 1945’te 40.6 derece olmuş. Tarih tekerrürden ibarettir! Yani önümüzdeki günler bu değerler ve hatta (küresel ısınmadan dolayı) daha fazlasının yaşanması bir sürpriz olmaz!
Meteoroloji Mühendisi Kıvanç Köseoğlu’na göre saniyenin binde birinin önem taşıdığı F1 yarışlarında; piste ne zaman yağmur yağacağının bilinmesi de hayati bir öneme sahip. Çünkü lastik değişimi ve yağmur lastiklerinin takılması için gerekli stratejilerinin belirlenmesi açısından bu bilgi şart. Örneğin 2000 yılında, Almanya Grand Prix’inde yarışın bitimine birkaç tur kala birinci sırada yarışı sürdüren Mc Laren pilotu Hakkinen, yağmurun başladığını görüp yağmur lastikleri takmak için pit-stop yaparak yaklaşık 30 saniye kaybetmişti. Fakat yağmur şiddetini arttırmadı ve kuru zemin lastikleriyle yarışan Ferrari pilotu Barricello yarışı ilk sırada tamamladı.
HAVA TAHMİNLERİ PARKA ÖZEL OLMALI
Köseoğlu’na göre İstanbul Otodrom Pisti meteorolojik açıdan son derece değişken bir yerde. Kuzeyinde serin Karadeniz ve güneyinde nispeten daha sıcak Marmara Denizi arasındaki geçiş bölgesi olan İstanbul Boğazı, vb. nedenler, şehrin Avrupa yakası ile Anadolu yakası arasında hem sıcaklık hem de yağış bakımından ciddi farklılıklara sebep olmakta. Örnek olarak; Yeşilköy’de kar yağışı görülürken Kadıköy’de güneş veya Beşiktaş’ta sis görülürken Tuzla’da yağış görülebilmekte. Dolayısıyla hava tahminleri veya anlık hava durumu bilgileri mümkün olduğunca İstanbul Park’a çok özel olmalı.
Bana göre ağustos ayında İstanbul Park’ta, sağanak yağmurdan asfalt eriten ‘çöl sıcakları’na kadar çok değişik hava şartları bir arada görülebilir. Yarış saatinde değişen bu tür hava şartları yarışta sürpriz sonuçlara neden olabilir. Örneğin yarışın ıslak bir pistle başlaması, sonra güneşin açıp bir ara pisti pişirmesinin ardından pisti suyla kaplayan şiddetli bir yağmur, araçların ve sürücülerin performansından daha fazla yarış üzerinde etkili olabilir. Düşük görüş veya düşük bulut taban yüksekliği de acil durumda helikopterlerin kullanılmasını engelleyeceğinden yarışın iptal edilmesine bile yol açabilir.
Takımların, araçlarını akşamları bir sonraki güne hazırlarken, havanın kuru veya yağışlı olup olmayacağını bilmesi gerekir. İstanbul’da 19-21 Ağustos tarihleri arasında yapılacak F1 yarışlarının ilk gününde antrenman seansı var. İkinci gün yarışta otomobillerin sırasını belirleyecek olan zaman turu yapılacak. Asıl yarış ise üçüncü gün. Bu üç gün boyunca ‘İstanbul bir ara mevzii sağanak yağışlı’ ya da ‘gün içinde sağanak geçişleri bekleniyor’ gibi muğlak tahminler takımların işini çok güçleştirir. Bu nedenlerden dolayı, İstanbul Grand Prix için yapılacak olan tahminlerde, saat saat hava sıcaklığı, rüzgar, bağıl nem ve yağış ihtimaliyle birlikte pist yüzey sıcaklığının da sayısal olarak verilmesi gerekir.
PİST KENARINA PORTATİF İSTASYON KURULMALI
İstanbul Parkı ve çevresinde kurulacak olan özel otomatik meteoroloji istasyonlarının ilk faydası istenilen anda internet ya da yerel ağ üzerinden piste ait hava durumu bilgilerinin edinilmesidir. Bununla birlikte yarış öncesi ve yarış sırasında pist içerisinde bir pano üzerinde ve TV’den piste ait meteorolojik bilgiler halka ve takım elemanlarına verilebilir. Örneğin, F1 Dünya Şampiyonası’nda Türkiye Grand Prix’inden önceki son yarış 30-31 Temmuz’da Macaristan’da yapılırken Avrupa’da son 60 yılın en şiddetli kuraklığı yaşanıyordu ve bundan dolayı pistte hava sıcaklığı 35; pist yüzey sıcaklığı 50 derece oldu! Yarış sonuna doğru aşırı sıcaktan dolayı tekerlerdeki olukların çoğu aşınarak yok oldu ve pilotlar lastikleri korumak amacıyla daha fazla hız yapamadı...
İstanbul Park Yarış Pisti ve tesislerinin ufak detaylar haricinde sezonun 14. yarışına hazır olduğu söyleniyor. Fakat, http://www.msoistanbul.com/meteoroloji.php de verilen çok basit hava tahminlerini görünce meteorolojinin ‘bu ufak detaylar’dan biri olabileceğini düşündüm. Bakalım tüm dünyanın da merak edeceği İstanbul pistindeki hava ve pist yüzey sıcaklıklarını, rüzgar ve nemi an be an TV’den öğrenebilecek miyiz?
Özetle meteorolojik tahmin ve ölçümler, F1 organizasyonu öncesinde ve anında hem yarışa katılacak olan takımların stratejilerini belirlemesini, hem de izleyicilerin havanın seyrine göre önlemlerini alarak piste gelmesini sağlar. Önlem olarak izleyicilerin, yanlarına hem yağmur, hem de güneş için bir şemsiye, yüksek faktörlü güneş kremi, şapka, dürbün ve kulak tıkacı almasında her zaman yararlar vardır...
Organizatörlerimizin ise öncelikle dünyadaki meteorolojinin Türkiye’de görüp algıladıklarından çok daha farklı olduğunun farkında olması gerekir. En azından pistin hemen kenarına portatif bir istasyon kurulmalı...
Yazının Devamını Oku 
8 Ağustos 2005
Otelde, misafirlikte veya evinizde, kafanızı yastığa koyduğunuz an keskin bir deterjan kokusu duyarsanız bir yandan yavaş yavaş zehirlenir, bir yandan da (benim gibi alerjik bir bünyeniz varsa) uykusuz kalıp kafayı bile yiyebilirsiniz... Bu nedenle, daha kuvvetli, çok hızlı, en etkili, keskin, vb., olduğunu iddia eden kimyasal maddeler beni korkutur. ‘Bana bir şey olmaz!’ demeyip siz de korkmaya ve bunlardan korunmaya başlasanız iyi olur.
Dünya Doğayı Koruma Vakfı’nın ‘Daha temiz olmak için kendimizi zehirlemeyelim!’ kampanyasını öğrendikten sonra, deterjanlardan korkmakta ne kadar haklı olduğumu anlamış bulunmaktayım. Çünkü her ülkede üretilen pek çok zehirli madde bir şekilde hepimizin hayatına giriyor. Bundan dolayı, merkezi İsviçre’de bulunan ve yaklaşık 27 ülkede şubesi olan Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF), 2004 yılından beri zehirli maddelere karşı kampanya yürütüyor (WWF Detox Campaign: www.panda.org/detox ).
Şahika Ertan Hanım dikkatimi çekene kadar benim bu kampanyadan hiç haberim yoktu. Şahika Hanım’ın gönderdiği bilgilere göre, besinlerimizle, bebeklerimizin elindeki plastik emzik, mama şişeleriyle, giysilerimizle, diyet ve cilt-vücut bakım ürünleriyle, ev temizlik-bakım ürünleriyle, petrol türevlerinden üretilen plastiklerle ve daha pek çok yolla zehirli kimyasalları bedenimize alıyoruz.
Bunun bedeli ise çok ağır. Kimi kanser yapıyor, kimi alerji, kimi hormon dengemizi değiştiriyor, kimi bedenimizin şifresi olan DNA’larımızı bozuyor, bağışıklık sistemimizi yok ediyor, beynimizi harabiyete sürüklüyor. İngiltere’de, kanında 77 değişik kimyasalın araştırıldığı 155 gönüllü erkeğin hepsinde kimyasal kirlenme tespit edilmiş durumda. ABD Çevre Çalışma Grubu tarafından hazırlanan bir rapora göre ise ABD’de bebekler daha anne karnındayken (cıva, yangın söndürücü, böcek ilacı, vb.) 287 çeşit zararlı kimyasal maddeye maruz kalıyor.
SU ARTIK HER ŞEYİ TEMİZLEYEMİYOR
Öyle ki bu kimyasalların arasında yıllarca önce kullanımı yasaklanan DDT’ye, hatta kan örneklerinin yüzde 7’sinde arabalarda ve televizyonlarda yanıcılığı önlemek için kullanılan kimyasallara bile rastlanmış. Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde ise sınırlamaların ve denetimlerin daha da az olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla daha ucuza mal edilen, hiçbir denetim görmeyen, bazı reklamların da etkisiyle bol bol kullanılan başta temizleyiciler olmak üzere diğer kimyasalların vücudumuzda ne hasarlara yol açtığını düşünmek bile çok korkutucu.
Evlerimizden atık sularla uzaklaştırılan bu maddeler belki bir süre için gerçekten uzaklaştırılmış gibi görünüyor. Fakat atalarımızın bir zamanlar söylediğinin tersine, su artık her şeyi temizleyemiyor. Eninde sonunda göllere, denizlere varan atık sular, bir gün bir bardak içme suyu olarak ya da bir besin ürününün içinde soframıza geri dönebiliyor! Çünkü suyun çevrimi teorisine göre su, açık su yüzeylerinden veya insanlar, hayvanlar ve bitkiler tarafından kullanıldıktan sonra buharlaşarak havaya gidiyor; sonra yoğuşup yağış olarak tekrar yeryüzüne iniyor. Diğer bir deyişle, elimizdeki bardakta duran su bizden önce binlerce kişi ve hayvan tarafından içilmiş veya bir şekilde kullanmıştır. Bu durumda, ne kadar çok kimyasal madde kullanırsak, o kadar çok zehirleneceğimiz, hastalanacağımız ya da sakat kalacağımız kesin. Pekiyi ne yapmalıyız?
Aldığımız ürünlerin etiketlerini mutlaka okumalıyız, kullanma tariflerini uygulamalıyız ama elimizden geldiğince ev temizliğinde daha az kimyasal kullanmaya çalışmalıyız. Ambalajların üzerinde yazandan daha az bir miktar bile temizliğe yetecektir.
Evimize mümkün olduğunca az kimyasal ürün sokmalıyız. Atalarımız da temizdi, ama onların kendilerine has usulleri vardı. Belki bazılarını hatırlayabilir ve ne kendimize, ne de çevremize zarar vermeden temizlik yapabiliriz.
Sirke, limon, tuz, karbonat, doğal sabunlar belki reklamlardaki kadar ani ve keskin temizlik sağlamıyor. Ama onlar bir yandan temizlerken bir yandan da bizi zehirlemiyor. Neden bu yöntemleri denemiyoruz? Bu konuda bilgi veren TV programlarını izlemeli, yeni yayınları okumalıyız. Unutmayın bilgi edindikçe daha sağlıklı yaşamının yollarını da öğreneceğiz. Örneğin, zehirli maddeler kullanmadan evdeki temizlikte kullanabileceğiniz doğal ürünler için Buğday Dergisi’ne bakınız: http://www.bugday.org/article.php?ID=115
DOĞAL ÜRÜNLERİ TERCİH EDİN
Ve unutmayın herkesin bir dayanma sınırı vardır. Kimimiz daha erken zehirlenir ve hasta olur, kimimiz daha geç... Ama dünyada kimyasallardan en çok etkilenenin (narin, ötücü kuşlar gibi) bebeklerimiz ve çocuklarımız olduğunu bilin. Çünkü onların dayanıklılığı çok daha azdır ve bedenleri çok daha hassastır...
Özetlemek gerekirse, zehirli kimyasallar insanlığa ve yaban hayatına tehlike oluşturuyor. Kendimizi ve geleceğimiz olan çocuklarımızı korumak için zehirli kimyasallarla güçlendirilmiş, bedenimizi ve doğayı kirletici ürünleri değil, daha temiz doğal ürünleri tercih etmeliyiz.
Günümüzde Avrupa liderleri zehirli kimyasallarla kirlenmeyi engellemek konusu üzerinde yoğun bir şekilde çalışırken, umarım bizim yöneticilerimiz ve vekillerimiz de daha fazla gecikmeden harekete geçer...
Yazının Devamını Oku 
1 Ağustos 2005
İyice tatil havasına girdiğimiz bu günlerde havalı, sulu ve de Temelli fıkraları sizinle paylaşmak istedim. Bu nedenle, sevgili dostum Ahmet Turhan Altiner’in İlhan Durusoy ile birlikte hazırlayıp Boyut Kitapları / Mizah Dizisi’nden yayınladığı ‘TEMEL’S 666, 801, 1501 ve 2501 fıkra’ adlı Temel Fıkra kitaplarını tekrar okudum. [Kimse (özellikle de kayınbiraderim) alınmasın diye baştan söyleyeyim; buradaki Temel’i ben olarak düşünebilirsiniz!] İşte bu kitaplarda yer alan Havadan-Sudan Temel Fıkralarının birkaçı:
TEMEL ŞİMŞEK
Mısır tarlasında ürün henüz toplanmamış. Gece berbat bir sel gelmiş her şeyi götürüyor. Arada bir de şimşek çakıyor ve tarla tamamen gündüz gibi aydınlanıyor. Temel kızgın:
- Pu rahmeti çönderdiği yetmiyormuş cibi, arada pi çakmağını yakup pakayı.
TEMEL YAĞMUR
Kaptan Temel, Fadime’ye yağmurun yağıp yağmayacağını önceden bildiğini söyler. Fadime nasıl diye sorunca, Temel,
- Eğer ki hamsiler suda oynayi, yağmayacak; oynamayi, yağacak temektur.
Fadime,
- Ama yarisi oynayi, yarisi oynamayi.
- O zaman pelki yağar, pelki de yağmaz.
TEMEL METEOROLOG
Temel elinde ip sallanıyormuş, ne yaptığını sormuşlar,
- Pen meteoroloğum, hava turumunu tespit edeyrum.
- Bu iple nasıl ölçüyorsun?
- İp sallanunça hava rüzcarlu, teniz de dalgali, ip ıslanınca yağmurlu olayi.
(Temel, Amerika’dayken bu fikrini, fotoğrafta görüldüğü gibi, bir ‘Meteoroloji İstasyonu’na bile dönüştürmüş!)
TEMEL ISLATAN
Ahmak ıslatan yağmuru yağıyor. Cemal,
- İçeru cirelum.
Temel,
- Pizi ıslatmaz.
TEMEL YILDIZ
Cemal gazetede yıldızlarda hayat olduğunu okumuş, heyecanla Temel’e anlatıyormuş. Temel aldırmamış:
- Punu pilmeyecek ne var?
- Nerten pileysun?
- Uşaklar olmasa hiç ışıklar yanar miytu?
TEMEL HAVA
Temel İstanbul’da, sarhoş, meyhaneden çıkıyor, 61 plakalı bir araba görünce bıçağı lastiğine saplıyor. Ne yaptığını soranlara da,
- Memleçet havasi alayrum, diyor.
TEMEL DENGE
Denize çöp atan Temel’i yakalayan çevreciler doğanın dengesini bozduğu gerekçesiyle dövmüşler. Ağzından burnundan kan gelen Temel, ne olduğunu soranlara,
- Vallahi pen te anlamadum. Doğan’un yengesini bozmuşum. Pen ne Doğan’ı ne de yengesini tanimayurum.
TEMEL TİTANİK
Temel’le Cemal buzdağının üstünde kaybolmuşlar. Grip, bronşit gırla... Birden bir gürültü duyulmuş. Temel:
- Kurtultuk, demiş. Titanik celeyi.
TEMEL TAÇ
Adı çapkına çıkan Temel, Fadime’yi iknaya çalışıyor.
- Seni paşumun tacı yapacayum.
- Pi rüzgar celsun ta penu uçursun tiye mi?
TEMEL VAZGEÇİŞ
Temel, Cemal’e:
- Trapzonspor’u pırakmazsam Fatime penu pırakacak.
- Çok kötü olayi, şimdi ne olacak?
- Evet, Fadime’yi özleyeceğim.
TEMEL KÖŞE YAZARI
Politikacının biri, köşe yazarı Temel’e,
- Her yerde benim üçkağıtçılığımdan bahsediyormuşşun.
- Yooo, pen öyle herkesin piltuyu teyil, tuyulmamış şeyleri yazarum.
Yazının Devamını Oku 
25 Temmuz 2005
Marmaris’ten Antalya’ya kadar uzanan kıyı, olağanüstü güzelliklerini ziyaretçilerinin gözleri önüne serer. Tatil ilçesi Fethiye, adalarla kaynaşan güzel bir körfeze bakmakta. Belceğiz Körfezi ile Ölüdeniz’in, sakin, kristal duruluğunda olan suyu su sporları için ideal. Fethiye’nin güneyindeki Ölüdeniz’in çakıllı kumsalı ise benzeri görülmemiş bir güzellik.
M.Ö. 5. yüzyılda Datça’da yaşamış olan eski Yunan tarihçisi Heredot, ‘Fethiye (Ölüdeniz) öylesine güzel bir yer ki eğer Tanrılar yeryüzüne inselerdi yaşamak için mutlaka burayı seçerlerdi’ demiş. Günümüzde Dalaman Havaalanı’nın açılmasıyla birlikte Ölüdeniz bölgesi en popüler turistik yerlerden biri haline geldi. Ayrıca yelken paraşütçülerinin uğrak yerlerinden de biri.
BURASI ÖLÜDENİZ’SE MEZAR NEREDE?
İtiraf etmem gerekirse bu bölgenin adının ‘Ölüdeniz’ olması, yani denizin ölüye benzetilmesi (‘takısız isim tamlaması’) bana biraztuhaf geldi. İlk duyduğumda sessiz ve sakin olan bu deniz, tamamen ölü bir deniz olduğunu sanıyordum. İnternette yer alan (www.elaziz.net/) bir anıya göre çocuklar da bunu sorguluyormuş zaten. Örneğin;
Fethiye Ölüdeniz’e anne ve babasıyla giden bir çocuk, babasına sorar:
- Ölüdeniz burası mı?
- Evet
- Peki mezar nerede?
- Mezar denizin içinde kalmış oğlum.’
Ölüdeniz ‘ölü’ değil, içinde sayısız canlıyı barındırıyor. Ölüdeniz’in Babadağ’ın eteklerinden başlayarak, uzun plajı, göz kamaştıran bir lagünle son bulur. Bu lagün, şu anda milli park statüsünde...
Son yıllarda atık suların arıtılmadan denize verilmesi ve deniz araçlarından kaynaklanan kirlenmenin artması Ölüdeniz’i adı gibi gerçekten öldürmekteydi. Bu nedenle, son yıllarda Türk Deniz Araştırmaları Vakfı (TÜDAV) tarafından yürütülen ‘Ölüdeniz Lagünü ve Çevresinin Korunması Projesi’ Nazım Hikmet’in Japon Balıkçısı şiirinin son üç mısrasında yaptığı şu çağrıya da tam olarak uyuyor:
‘...
Bu deniz bir ölü deniz.
İnsanlar ey, nerdesiniz?
Nerdesiniz?’
TÜDAV’ın Ölüdeniz’de deniz ortamı üzerine yaptığı çalışmalar beş yıl öncesine uzanıyor. Fakat vakıf, en kapsamlı çalışmalarını 2002-2004 Avrupa Birliği Üçüncü Ülkeler Life Programı dahilinde bir projeyle tamamlandı. Bu projede deniz suyunun periyodik analizleri, çevre eğitimi, çevresel sorunlara kitle duyarlılığının artırılması, eko turizmin desteklenmesi, turizmle ilgili sektörlerarası toplantıların yapılması var. Proje, resmi ve sivil kuruluşlarla sıkı bir işbirliğiyle sürdürülmekte. Projenin bu yılki ayağında ise son beş yıldaki çalışmaların bir sentezi, yani sonuçlarının irdeleneceği büyük bir toplantı var. Ekim ayında yapılacak bu toplantıya uluslararası kuruluşlar ve TBMM Çevre Komisyonu üyelerinin katılması için çalışmalar son hızla sürüyor.
OFİSİNİ ZİYARET EDİN SİTESİNE GİRİN
Proje dahilinde deniz suyu izleme çalışmaları, çocuklar için mavi okul ve diğer çevreci etkinlikler yürütüldü. Ölüdeniz bölgesinde 10 noktadan alınan deniz suyu örnekleri, oradaki TÜDAV laboratuarında analiz edilip değerlendirildi. Türk yüzme suyu standartlarını aşan bir kirlenme durumunda resmi kurumlara ve yerel yönetimlere kirlilik alarmı gönderildi. Deniz suyuna ait ölçüm sonuçlarını ve Ölüdeniz Lagünü çevresinin biyoçeşitlilik çalışmasını www.oludeniz.tudav.org adresinden öğrenebilirsiniz. TÜDAV’ın Ölüdenizdeki ofisini gün içinde ziyaret edebilirsiniz. Vakfın Ölüdeniz’deki bu ofisinin açılmasında Çevre ve Orman Bakanlığı ile Muğla Valiliği’nin, özellikle de dönemin vali yardımcısı Sayın Ali Haydar Küçük’ün, katkıları unutulmaz...
Ölüdeniz Lagünü ve Çevresinin Korunması Projesi’nin en önemli ayaklarından birisi de çevre eğitimiydi. Çevre ğitimi çerçevesinde ilköğretim ve lise öğrencileri için sırasıyla ‘Bizim Denizlerimiz’ ve ‘Deniz Ortamı ve Ölüdeniz’ adlı iki kitap 10 bin adet basılmış ve dağıtılmış. Kelebekler Vadisi Kelebekleri adlı bir kitap da basılıp Kelebekler Vadisi’ne ücretsiz geziler düzenlenmiş.
Eğitim çalışmalarının hedeflediği diğer gruplar ise balıkçılar ve turizm sektörü. Balıkçılarla bölgedeki kirleneme ve sürdürülebilir balıkçılık konulu pek çok toplantı yapılmış, sıkı bir işbirliği oluşturulmuş. Ayrıca bu proje çerçevesinde Ölüdeniz Çevre Hukuku Mevzuatı, Deniz Canlıları Rehberi, Ölüdeniz ve Ekoturizm adlı kitaplar hazırlanıp basılmış. Projeye başlanmadan önce Ölüdeniz’le ilgili doğru dürüst bir doğa envanteri bile yoktu.
Özet olarak, Ölüdeniz ve çevresinin sürdürülebilir kalkınma ve çevre yönetimi konusunda herkesin üzerine düşen sorumluluklar var. Çünkü, denizlerin korunması, sürdürülebilir turizm ve balıkçılık için önemli. Yerel yönetimlerin de çevre sorunlarını ciddiye alması ve sahiplenmesi şart. Tabii her turizm bölgesi gibi Ölüdeniz lagününün de kaldırma kapasitesinin göz önüne alınarak ziyaretçi sayısının belirlenmesi de ayrı bir tartışma konusu...
Yazının Devamını Oku 
18 Temmuz 2005
Yaratılışından bu yana doğayı hor kullanmanın kötü sonuçlarıyla günümüzde yüzleşmek zorunda kalan insanlık, Kızılderili Şef Seatle’ın bir zamanlar söylediği şu sözlerin anlamını ancak fark etti: ‘Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. Beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulamaz. Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenilemeyen bir şey olduğunu anlayacak!’
ABD, Avustralya ve Beyaz Rusya ile birlikte Kyoto Protokolü’nü imzalamayacağını ilan eden dördüncü ülke Türkiye! Diğer bir deyişle, Kızılderili Şef Seatle’ın bahsettiği ‘beyaz adamlar’danız. TÜBİTAK’ın aylık popüler Bilim ve Teknik Dergisi’nin haziran sayısında bu ‘beyazlığın’ yanlışlığını ‘Kyoto Protokolü ve Türkiye’ adlı yazımda şöyle anlatmıştım:
KURAKLIK, ANİ SEL BEKLENİYOR
Hükümetlerarası İklim Değişimi Paneli (IPCC) tarafından incelenen dünyadaki beş bölgeden birinin içinde yer almakta. Böylece, IPCC tarafından endüstri devrimi öncesine göre atmosferik CO2’nin katına çıkmasının beklendiği yıllara yönelik senaryolar Türkiye için de geçerli. Yüksek çözünürlüğe sahip Genel Sirkülasyon Modelleri ile yapılan senaryolara göre, Güney Avrupa ve Akdeniz ülkeleri ile birlikte Türkiye’de kuraklık, ani seller, deniz su seviye yükselmeleri gibi doğal afetlerde ve ekolojik problemlerde artışlar meydana gelmesi beklenmekte.
Ayrıca, ABD ve Rusya’ya göre, Orta ve Güney Avrupa’nın küresel iklim değişiminden daha fazla ve olumsuz bir şekilde etkileneceği beklentisi Avrupa Birliği’ni (AB) Kyoto Protokolü’nün yürürlüğe girmesine önderlik etmeye yöneltmiştir. Kyoto Protokolü’nün en büyük taraftarı olarak AB, 31 Mayıs 2002’de protokolü kabul edip 2008-2012 yılına kadar başta karbondioksit olmak üzere sera gazların salınımını 1990’ın yüzde 8’i oranında gönüllü olarak düşürmeye başlamıştır. AB, diğer ülkelerle yaptığı ticareti de Kyoto Protokolü’nü kabul edip etmemesine göre düzenlemeyi planladığını ilan etmiştir. Böylece AB, bu yüzyılda küresel ısınmayı iki derecenin altında tutmayı hedefliyor ve uzun vadede yüzde 70’lik emisyon azaltma hedefini gerçekleştirmek için de ilk adımı atmış oluyor.
Türkiye ise 1992’de kabul edilen ve 21 Mart 1994 tarihinde yürürlüğe giren BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (İDÇS), 24 Mayıs 2004 tarihinde 189. taraf ülke olarak onay verebilmiştir! Fakat Kyoto Protokolü’nü Türkiye’nin 2015’ten önce imzalamayacağı söylenmektedir. İDÇS kapsamında bir yükümlülüğe tabi değildik. Ancak yakın gelecekte müzakereler sonucu bizim için de bazı yükümlülükler belirlenebilecektir. Diğer bir deyişle Türkiye, Kyoto Protokolü’nü ve 2012 yılından sonra hazırlanacak olan diğer protokolleri imzalamak zorunda kalabilir. Birçok nedenden dolayı Türkiye şu an bu konudaki hedef ve stratejisini belirleyip, emisyon hedefini göz önüne alıp doğru dürüst enerji politikaları belirlemezse bunun maliyeti ülkemiz için ileride daha büyük olabilir.
Aslında Kyoto Protokolü’nün önerdiği politikalar ve önlemler incelendiğinde ülkemizde de; enerji verimliliğinin artırılması, yenilenebilir enerjinin geliştirilmesi, sürdürülebilir tarımın desteklenmesi, metan emisyonlarının geri kazanılması, emisyonların azaltılması, sera gazı yutaklarının korunması ve yaygınlaştırılması gerektiği görülür. Diğer bir deyişle Kyoto Protokolü, sera gazlarını artıran emisyonların salınımının kontrol altına alınarak zarar azaltılması ile birlikte enerji tarım, orman, katı atıklar, kıyıların kullanımı gibi konu ve sektörlerde uyum çalışmaları yapmamızı istemektedir. Aslında bütün bunlar, protokol, cezai yaptırım vb. olmadan da kendiliğinden yapmamız gereken çalışmalardır.
ETKİN BİR ÇEVRE DIŞ POLİTİKASI
Enerji tüketimini etkileyen en önemli faktörlerin başında hava şartları ve iklim geldiği gibi, iklimi etkileyen önemli faktörlerden biri de enerjidir. İklim değişiminin enerji talepleri üzerindeki potansiyel etkisi, özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ve petrol üreticisi olmayan ülkeler için çok önemlidir. Sürdürülebilir enerji politikası temel ilkeleri çerçevesinde, yerli ve yenilenebilir kaynaklarımızın kullanımına öncelik vermeli ve enerjiyi verimli kullanmalıyız. Örneğin, ülkemizde yılda üç milyar dolar değerinde enerji tasarruf potansiyeli mevcuttur ve bu iki Keban Hidroelektrik Santralı’nın üretimine eşittir.
Görüldüğü gibi karşılaşacağı, afetlerdeki artış ve büyük ekolojik problemlerle birlikte önümüzdeki aylarda tam üyelik görüşmelerine başlayacağı AB’nin, Kyoto Protokolü’nün şampiyonluğunu yapıyor olması, küresel iklim değişimini Türkiye için büyük bir ekolojik, çevresel, sosyal ve ekonomik problem haline getirmektedir. Sürdürülebilir kalkınma için de enerjinin ucuz, güvenilir, temiz ve sürekliliğinin sağlandığı politika, teknoloji ve uygulamalar büyük önem taşımaktadır. Bunun için resmi hedefleri ve takvimi olan somut uyum ve emisyon azaltma programlarını hayata geçirmek zorundayız.
Bunun için de öncelikle etkin ve kapsamlı bir ‘Çevre Dış Politikası’na sahip olmalıyız. Artık, ‘Çevre mi, kalkınma mı?’ ikilemine düşmeden ‘sürdürülebilir kalkınmayı’ ilke edinmeliyiz. Şu an ulusal çıkarlarımıza kısa vadeli maliyetler açısından bakarken, küresel iklim değişiminin olası etkilerini belirlemeyip uyum çalışmaları yapmayarak ilerisi için daha büyük sosyo-ekonomik riskler almakta olduğumuzu da gözden uzak tutmamalıyız.
Yazının Devamını Oku 
11 Temmuz 2005
Aldığı göçlerle büyüyen İstanbul gibi dev metropollerde yaşayanlar ‘Ne olacak bu şehrin hali?’ diye düşünmeden edemiyor. Örneğin İstanbul’da neredeyse bina yapılmayan yer kalmadı. Yollar insan ve araçlarla doldu taştı. İlin su kaynakları yetersiz kaldığı için Marmara Bölgesi’nin batı ucundaki Bulgaristan sınırından doğu sınırındaki Melen’e kadar neredeyse tüm su kaynaklarını kullanıyor. Özetle artık bu nüfusa İstanbul’daki ne su, ne hava, ne de toprak yetişiyor... Peki İstanbul’daki en uygun nüfus ne kadar olmalı?
Aslında benzer bir şeyi tüm dünya için düşünebiliriz. Zaten 2001 yılıyla birlikte dünyanın üçüncü bin yıla taşıdığı en önemli üç problem: Nüfus artışı, Küresel İklim Değişimi ve Terörizm olarak sayılmakta. Çevre kirlenmesine yol açan etkenler olarak hızlı nüfus artışı, plansız kentleşme, plansız sanayileşme, eğitimsizlik ve bilinç eksikliği vb. gibi de birçok neden sıralanmakta.
Bilindiği gibi insan önceleri sadece yaşamını devam ettirmek amacıyla doğayla mücadele etmeye başlamış. Bu mücadelede, giderek daha rahat bir yaşam ve daha uzun bir ömür arzusuyla kendi yaşamını bile tehlikeye atan doğa tahribatına neden olmuş. Böylece artan nüfus ve dolayısıyla ihtiyaç duyulan daha fazla tüketim malzemesi insan ve doğa arasındaki ilişkinin bozulmasının belli başlı nedenlerinden birisi olarak gösterilmekte. Yerleşik düzene geçişten itibaren artmaya başlayan insan nüfusu doğanın kendisini yenilemesine izin vermeyecek bir şekilde çevresindeki doğayı tahrip etmeye başlamış.
Böylece bütün çevre sorunlarının oluşumunda insanın etkili olduğunu biliyoruz. Bunun bir sonucu olarak bu günler Küresel İklim Değişimi ve Sürdürülebilir Kalkınma gündemimizden hiç düşmüyor ama hızlı nüfus artışı üzerinde yeterince durmuyoruz. Örneğin, ‘Bu yerleşim yerinin taşıyabileceği nüfus budur; bundan fazlası burada yerleşemez’ denmiyor ve böyle bir şeyi turizm bölgeleri için de hesap kitap etmiyoruz.
Bu nedenle, Sarıyer Kaymakamlığı ve Sarıyer Belediye Başkanlığı’nın birlikte düzenledikleri 2005 Yılı Çevre Haftası Etkinlikleri dahilinde 7 Haziran 2005 günü düzenlenen konferansta İTÜ İnşaat Fakültesi Çevre Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Cumali Kınacı’nın ‘Çevre ve Kirlenme’ konulu konuşmasında nüfus artışı hakkında söylediklerini çok farklı ve ilginç buldum.
Prof. Kınacı’ya göre ‘Yaşadığımız ortamın (çevrenin) kirlenmesi, nüfus artışı ve sanayileşmeyle hızlandı. Dünyanın nüfusu 6 milyar, ‘0’ (sıfır) yılında 250 milyon, ‘1850’ yılında 1 milyar idi. Artık kirlenmede nüfusun yüzde 10, endüstrinin ise yüzde 90 oranında etkili olduğu belirtilmekte. 1970’li yıllar itibarıyla ortalama olarak dakikada 232, günde 234 bin kişi doğmakta, dakikada 93, günde 134 bin kişi ölmekte. Doğumların yüzde 74’ü azgelişmiş ülkelerde.’
Prof. Kınacı’nın söylediklerinden (aşağıda özetleyeceğim gibi) bilim çevrelerinde uzun zamandır ‘Dünya ne kadar nüfusu besler?’ sorusuyla meşgul olduğunu öğrendim. Benzer bir şeyi kendi ülkemiz ve şehirlerimiz için de yapanlar oldu mu bilmiyorum. Örneğin, İstanbul’un mevcut su kaynaklarına göre kaldırabileceği nüfus ne kadardır? Küresel iklim değişiminin artmasına neden olacağı kuraklık nedeniyle, örneğin 2050 yılında İstanbul’un nüfusunun ne kadar azaltılması gerekecek? Ya da hangi yaşam standardında İstanbul ne kadar nüfusu besleyebilir?
Prof. Kınacı’ya göre, ‘İnsanlar 20. yüzyılın ortalarına kadar doğayı (çevreyi) sonsuz bir hammadde kaynağı ve kirleticilerini hiçbir sınırlama olmadan boşalttıkları bir alıcı ortam olarak düşündüler. Bunun sonucu olarak bir kısım doğal kaynaklar geriye dönülemez şekilde yok oldu. Diğer taraftan doğal ortam (su, hava, toprak) deşarj edilen kirleticiler sebebiyle doğal özümleme kapasitesinin üzerinde kirlendi. Kirletilen ortamların bir kısmında kirlenme kontrol altına alınırken diğer kısmında bazı kaynaklar tamamen yok oldu (Örnek: İstanbul ve doğal ortamı tamamen değişti). İnsanoğlu doğal kaynakların sonsuz olmadığını fark edince dünyanın ne kadar nüfusu besleyebileceği sorusu sorulmaya başlandı. Bu sorunun cevabını vermeden önce aslında bir karşı soru sormak gerekli. Bu soru şudur: Hangi yaşam standardında dünya ne kadar nüfusu besler?
DOĞAYI TÜKETMENİN BEDELİ
Aslında günümüzde ülkeler ve toplumlar arasındaki savaş ve anlaşmazlıkların temelinde de bu sorunun cevabı yatmakta. Amerikan Bilimler Akademisi’nin 1969 yılında yayınlanan bir çalışmasına göre dünya o zamanki ortalama bir ABD vatandaşının hayat standardında 3.5 milyar nüfusu besleyebilir. Dünyanın nüfusu 6 milyarı aştığına göre, ya bir kısım insanlar günümüzdeki gibi çok yüksek hayat standardında yaşarken diğer kısmı açlık sınırında hayatını sürdürecek, ya da gelişmiş ülkelerin vatandaşları hayat standartlarını düşüreceklerdir.
ABD’li bir tarım ekonomistinin 1970 yılındaki çalışmasına göre ‘sadece sebzeyle beslenmek ve nükleer enerji kullanmak kaydıyla dünyanın besleyebileceği nüfus 45 milyardır. Japonların 1971’deki bir çalışmasına göre o yıllardaki Japonların yaşama biçimiyle dünyada yaşayabilecek insan sayısı 145 milyardır...’
Görüldüğü gibi ya Amerikanlaşıp azalacağız; ya da Japonlaşıp çoğalacağız. Her iki durumda da insan yaratılışından bu yana doğadan uzaklaşarak doğayı tüketmekte aşırıya kaçmanın kötü sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalacağız.
Yazının Devamını Oku 
4 Temmuz 2005
Rize’de Havva adlı yaşlı kadının bir yılan yüzünden ormanı yakmasıyla ilgili haber aklıma ‘yılan’ konusundaki yanlış inanışları, antik söylenceleri (efsaneleri) ve ilginç bir kitabı getirdi. Bu sıcak yaz günlerinde yılanların olduğu kırsal alanlara gidecek; antik yerleri gezecek olanlara ve ilginç haberleri anlamak isteyenlere gerekli bir kitap...
Arkeolog İsmail Gezgin, Psikolog İlkay Gezgin, Turist Rehberi Nazım Çokişler’in birlikte hazırlayıp Güncel Yayıncılık’tan çıkardıkları ‘Mitoloji: Mitos Logos- Hayatımıza Yön Veren Söylenceler’ adlı kitap, söylediklerine göre kültürlerin DNA’sını açıklıyor... Örneğin Tarzan, Kaz Dağları, Elma, Karga, Horoz, Özürlü İnsanın Yaratılışı, İnsan ve Protein İhtiyacı, Yılan, Günah, Doğa ve Kadın’a kadar birçok şey bu kitapta ele alınıyor.
Yılandan önce; (yılan düşmanı) horozun ortaya çıkışını aktarmak istiyorum. Mitoloji: Mitos Logos kitabının yazarlarına göre Kavga Tanrısı Ares, güzel Aphrodite’nin yanına kocası olmadığı geceler gider ve kapıya bir nöbetçi bırakır. Nöbetçinin görevi güneş doğup Apollon her şeyi görmeden önce Ares’i uyandırmaktır. Böyle günlerden birinde, kapıya bırakılan nöbetçi uyuya kalınca, dünyayı aydınlatan Apollon iki aşığı yakalayıp onları tüm dünyaya teşhir eder. Bunun üzerine Ares, nöbetçiye sonsuza kadar sürecek bir ceza verir: Onu sabah gün doğmadan önce herkesi uyandıran bir horoza çevirir.
HEM ÖLÜM HEM YAŞAM
Bu kitapta Tevrat’tan anlatılan Yaratılış mitosuna göre: Tanrı’nın yeryüzünde yarattığı hayvanlar içinde en hilekarı olan yılan bir gün Havva’ya, cennetin ortasında duran (meyvesinden yemenin yasak olduğu) ağacın meyvesinden yediği gün gözlerinin açılacağını ve iyiyi kötüyü bilerek Tanrı gibi olacağını söyledi. Bu nedenle Havva meyvenin tadına baktı ve lezzetli olduğunu görünce onu Adem’le paylaştı. İşte o anda her ikisinin de gözleri açıldı. Tanrı’nın her şeyin farkında olduğunu anlayınca Havva suçu yılana yükleyerek ‘yılan verdi ben de yedim’ dedi. Sinirlenen Tanrı yılana döndü ve ‘bunu yaptığın için bütün sığırlardan ve bütün kır hayvanlarından daha lanetlisin. Karnının üzerinde yürüyeceksin. Seninle kadın arasına düşmanlık koyacağım’ diyerek lanetledi.
Şimdi bu efsaneden sonra, ‘80 yaşındaki kadın yılanı yakmak isterken orman yangını çıkarttı’ başlıklı haberi farklı bir gözle okuyabilirsiniz: ‘Rize’nin İkizdere İlçesi’ne bağlı Cevizli Köyü’nde, 80 yaşındaki Havva Aslan, tarlasında gördüğü yılanı yakmak için çalılıkları ateşe verdi. Rüzgarın etkisiyle çalılık ve ormanlık alana sıçrayan yangın kontrol altına alınamadı. Havva Arslan’ın yaktığı çalılıklardaki alevler, önce yakındaki çalılık alana buradan da bitişikteki ormanlık alana sıçradı. Yol olmadığı için itfaiye araçlarının müdahale edemediği yangında söndürme çalışmalarını jandarma, Orman Müdürlüğü ekipleri ve köylüler kazma ve küreklerle sürdürüyor. Şu ana kadar 40 hektar alanda etkili olan yangın, kontrol altına alınamadı.’ (14 Nisan 2005, nethaber)
Özetlemek gerekirse ‘Mitoloji: Mitos Logos’ kitabının yazarlarına göre yılan, dünyanın her kültüründe benzer anlamlarda ve sembolik bir yapıda algılanmakta. Özellikle, tek tanrılı dinlerde günah ve ölüm kavramlarıyla birlikte anılan yılan, genel olarak ölüm ve yaşamın sembolik ifadesi olarak kabul edilmiş. Psikanalizde daha çok eril anlamlar ifade eden yılan, karanlık ve dişil güçleri sembolize eder. İnsanın cennetten kovulmasına ve ölümlü olmasına neden olan yılan, özellikle değişebilme ve yenilenebilme özellikleriyle de ölümsüzlüğün ve yaşamın bir temsilcisi.
Bu ikili haliyle yılan, hem ölüm hem de yaşamdır. Birçok kültürde, çocukları getiren yaratık yılan olurken aynı zamanda yeraltında, ölüler ülkesinde yaşadığı için de ölümü getirendir. Bir İslam söylencesine göre, önceleri ayakları olan yılan, Havva’yı kandırdığı ve onu günahkar olmasına neden olduğu için, Tanrı tarafından ayakları yok edilerek sürünmeye mahkum edilmiştir.
Milli Kütüphane Başkanlığı’nın iki ciltte topladığı Türk Atasözleri ve Deyimleri adlı eserde atalarımızın (dünyanın en yanlış anlaşılmış hayvanı olan) yılanla ilgili sözlerinden bazıları şunlar: Yılan doğrulmayınca deliğine giremez... Yılan kendi eğrisini bilmez, deveye boynu eğri der... Yılan masalı gibi uzadıkça uzadı... Yılan uğursuz olmaz... Yılan yiyen hekim bulamaz... Yılan yıldız görmeyince ölmez... Yılanı ben tutmalıyım ki gözüne sen bakasın... Yılanın sevmediği ot, deliğinin ağzında biter...
ONLARA ZARAR VERMEYİN
Bence bunlar arasında en ilginç olanı ‘Yılan uğursuz olmaz’ sözü. Evet çok doğru; hem ekolojik, hem de ekonomik anlamda yılanların doğada önemli ve yararlı bir yeri var. Örneğin, yılanlar böcekleri ve fare gibi kemirgen hayvanları yiyerek insanları birçok hastalıktan ve zarardan korurlar. Fakat yılanların sayısı hem onunla orman gibi doğal yaşam alanında karşılaşıp ondan korkan ve tiksinen insanlar, hem de yaban hayatı hiç dikkate almadan şehirleşen, tarla açan, yol yapan, etrafa ilaç saçan, orman yakan insanlar tarafından çok gereksiz ve yanlış bir şekilde her geçen gün hızla azaltılıyor.
Yılanların göz kapakları olmadığından gözleri hep açıktır, ama koku alma yetenekleri daha güçlüdür. Koku almak için de çatallı dillerini kullanırlar. Yani bu yaz dili dışarıda bir yılanla karşılaşırsanız, hemen ‘niyeti kötü’ diye düşünmeyin. Yılan, görünmek istemeyen korkak bir hayvandır. Bu nedenle, fırsatını bulur bulmaz insanlardan kaçar. Sadece tehdit edilen ve korkutulan yılanlar olduğu yerde kalıp kendini korumaya çalışır. Bu sıcak yaz günlerinde kırsal alanda veya bir gölün etrafında dolaşırken bir metre önünüze bakarak yürüyün. Kazayla üzerlerine basmaz veya saldırmazsanız yılanların size zararı dokunmaz.
Yazının Devamını Oku 