Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu

Doğal çevre olmadan turizm olmaz

27 Haziran 2005
‘Neden çevreciler turizmle ilgileniyor? Sonuçta turizm ekonomik ve ticari bir sektör değil mi? Yerel ve ulusal ekonomiye katkısı olan, altın yumurtlayan kaz gibi olduğu yerde gelir üreten bir sektör değil mi? Hayır değil! Çevreciler turizmle ilgileniyor, çünkü ‘doğa’, turizmin hammaddesi. Doğa olmadan turizm olamaz. Doğa satılabilir bir değer de değil. Geçmişte turizm adına doğaya büyük zararlar verildi. Artık doğayı korumak için yerel ölçekte eyleme geçildi. Yörelere özgü yerel tipik özellikler, ürünler keşfedildi. Doğa, doğal çevre, tarihi ve kültürel miras turizmde bir arada olmalı.’ ÇEKÜL Vakfı’ndan Deniz Özesmi’ye göre Legambiente Turismo Başkanı, Luigi Rambelli böyle söylüyor...

Aslında Sürdürülebilir Turizm 1992’deki Birleşmiş Milletler Rio Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi sonrası oluşturulmuş Yerel Gündem 21’in ve 2003’teki Birleşmiş Milletler Johannesburg Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi Uygulama Planı’nın temel konularından biri. ‘Doğal çevre’ olmadan turizmin de olmayacağı temel bir ‘gerçek.’

‘Bu bağlamda turizm sektörünün doğaya tahribatı oturduğu dalı baltalaması demek ki maalesef doğal kaynakların turizm adına talan edilmesi, doğal alanların ranta açılması, kitle turizminin yarattığı kirlilik, yerel kültürün ve ekonominin ihmal edilmesi gibi olumsuz gelişmeler, halen devam ediyor. Ancak ironik de olsa olumlu bir gelişme olarak betonlaşmış şehirlerden ve çevre kirliliğinden bunalan günümüz turisti yerel kimliğin ve doğal güzelliklerin korunduğu alanlarda tatil yapmak istiyor.

Araştırmalar da günümüz Avrupa turistinin temiz su ve kıyıları, yapılaşmanın, trafiğin, gürültü ve çevre kirliliğinin olmadığı ‘yeşil kentleri’ tercih ettiğini gösteriyor. Bu talep de turistik tesisleri çevre örgütleriyle işbirliğine itecek temel güç olarak karşımıza çıkıyor.’

ANA ÖĞE DOĞA

Avrupa’da Sürdürülebilir Turizm konulu Avrupa Çevre Bürosu toplantısı İtalya’nın Ferrara ve Commachia şehirlerinde 28 Nisan-1 Mayıs 2005 tarihleri arasında yapıldı. Türkiye’den ÇEKÜL Vakfı’nın katıldığı bu toplantıyla ilgili Deniz Özesmi’nin notlarını vakfın (www.cekulvakfi.org.tr/) web sayfasında bulabilirsiniz. Burada ilgimi en çok çeken şey sürdürülebilir turizm araçlarından biri olarak yaygınlaşan ‘ekolojik belgeleme’ oldu.

Özesmi’ye göre, turistik şirketler ve doğa örgütleri arasında gönüllü işbirliğiyle gerçekleştirilen ekolojik belgeleme çalışmasında şirketler sürdürülebilir kaynak kullanımı, yerel kültürün tanıtılması ve korunması gibi yerel doğayı ve kültürü koruyan çalışmalar yürütüyor. Burada kitle turizmin en yaygın turizm biçimi olduğu gerçeğinden yola çıkılarak, turizmin doğaya baskısını en aza indirmek amaçlanıyor. Bu tip uygulamaların bütün turistik merkezlere yayılmasıyla turizmin ana öğesi olan ‘doğa’nın turistik tesislerin katılımıyla korunması hedefleniyor. Mavi Bayrak benzeri olan bu ekolojik sertifikalandırma yöntemi Avrupa’da giderek yaygınlaşıyor.

Örneğin, Legambiente (Çevre Ligi) İtalya’nın en büyük çevre STK’larından biridir ve temel çalışma alanı çevre kirliliğidir. Legambiente Turismo bu STK’nın bir kolu ve temel olarak turistik tesislerle beraber sürdürülebilir turizm projeleri uygulamakta. Turistik tesislerin yerel doğayı ve kültürü koruyan uygulamalarda bulunmalarını sağlamak için Legambiente’nin şirketlerle uygulamaya geçirdiği yönetmelik, aşağıdaki konuları içeriyor:

Tesisler geri dönüşümü olan (kağıt, cam, teneke, sebze-meyve, pil gibi) atıkları kaynakta ayrıştırır, depozitolu şişeleri, tek kullanımlık malzemeler yerine yeniden kullanılabilir malzemeleri tercih eder, organik atıkların kompost ederek bahçelerde kullanır, plastik poşet kullanımını en aza indirir.

Su tasarrufu sağlayan ekipman kullanır ve herkesi akılcı su kullanımına teşvik eder.

Enerji tasarrufu yapan lambalar kullanır. Müşterilerden az havlu kullanmalarını rica eder, daha az çamaşırla daha az su, enerji ve deterjan kullanır.

Organik yöntemlerle veya düşük dozlu kimyasal girdi kullanan tarım ile üretilmiş gıdalardan yemeklerini hazırlar.

BİNDİĞİN DALI KESME

Yörenin geleneksel tatlarını ve yemek tariflerini tanıtır. Yerel malzemelerle yemekler sunar. Haftada en az bir kere (hamsili pilav gibi!) yöresel yemekler sunulur.

Toplu taşıma araçlarının zamanı, güzergahları hakkında bilgi verir, biletlerini satar. Bisiklet sağlar ve güvenli bisiklet yolları oluşturur.

Gürültüyü engeller, müşterilerinden geceleri sessiz olmalarını rica eder.

Yerel tarihi ve kültürel miras hakkında bilgi verir, ören yerlerini gezmeleri için gerekli yol ve harita bilgilerini sağlar, turlar düzenler. Biyolojik çeşitlilik ve endemik canlıların korunması hakkında bilgi verir.

Müşterilere doğa koruma bilinci vermeye çalışır. Hepsi tesisin çevre yönetmeliğine riayet eder ve müşterilerin buna inanmasını sağlar. Verilen anket kartında müşterinin tesisteki çevreci tutum hakkında düşünce ve görüşlerini alır.

Görüldüğü gibi bu önerilerin hiçbir olağanüstü özelliği yok (hatta şimdi her yerde uygulanması gereken şeyler!). Amaç rahat bir tatil olanağı sağlanırken turizmin doğaya olan etkisini en aza indirmek; yani bindiğimiz dalı kesmemek!
Yazının Devamını Oku

Yazın sihirli kelimeleri: Gölge, beyaz, hafif, sulu, yavaş

20 Haziran 2005
Çalışmak zorunda olmayan çocuklar için yaz, okulsuz, dışarıda sonsuz oyun oynanabilen güzel günler demektir. Diğer bir deyişle, yaz gelip havalar çok ısındığında sıcak havalar ve çoğalan böcekler çocukları bunaltabilir; ciltlerinin rengini koyulaştıran veya bazen yakıp su toplanmasına (ve ileriki yıllarda cilt kanserine) neden olan güneş de zarar ve acı verebilir; daha çabuk bozulan gıdalar tarafından da kolayca zehirlenebilirler...

ABD Ulusal Çocuk Güvenliği Kampanyası’na (NSKC) göre, 14 yaşından küçük çocuklarda kazayla yaralanma ve ölümlerin yarısı mayıs ile ağustos ayları arasında oluyor. NSKC tarafından yazın dışarıda bilinçsizce dolaşmasına veya yüzmeye gitmesine izin verilen çocuklar için tehlikeleri şöyle belirlenmiş: Boğulma ve sığ suya kafa üstü dalmak, düşmek, araç çarpması ve kazaları, zehirlenme ve böcek ısırmaları, aşırı güneşlenme sonucu güneş çarpmasıyla birlikte ileriki yaşlarda cilt kanseri ve gözlerde katarakt, yıldırım çarpması ve sel sularına kapılma. Bir de yetişkinlerin ‘hemen geliyorum’ diyerek otomobillerde yalnız ve kapalı bıraktıkları küçük çocuklar da tehlikede...

Diğer bir deyişle yaz mevsimi ve havası, özellikle çocuklar için, en tehlikeli mevsim olarak bilinir. Küresel iklim değişimi sonucu artması beklenen problemlerle birlikte bu durumda, çocuklar için yazın getirdiği tehlikelerde artışlar olmaktadır. Günümüzde artan tehlikelerden olan aşırı güneşlenme ve sıcak hava dalgalarından kendimizi ve çocuklarımızı korumak için dikkat etmemiz gerekenler şunlardır:

Her ne kadar cilt kanseri yetişkinlerde görülüyorsa da buna çocuklukların da aldıkları morötesi ışınlar neden olabiliyor. İlgili literatüre göre insanların birçoğu yaşamında maruz kaldığı toplam güneş ışığının yüzde 80’ini 18 yaşına kadar almakta. Bu da özellikle çocukların bazen aşırı güneşlenebildiğini göstermektedir. Ayrıca, çocukluğumuzdaki ciddi bir güneş yanığı, ileriki yaşamlarında cilt kanserine yakalanma riskini de artırmaktadır.

Bronzlaşmak ve güneş yanığı, güneş ışınlarına ne kadar maruz kalındığına, güneş ışınlarının geliş açısına ve derinin hassaslığına bağlıdır. Havanın durumunu da buna eklememiz gerekir, çünkü bulutlu, kirlenmiş bir gökyüzü, güneş ışınlarını süzüp zayıflatırken, dağlar ve yaylalar gibi yüksek yerler ise artırır. Bu nedenle, yaylada ve dağda olan çocuklar da en az deniz kenarındakiler kadar güneş yanığından korunmalıdır.

Güneşin zararlı ışınlarından korunabilmeniz için öncelikle morötesi ışın endeksini (kısaca UV-endeksini) günlük hava durumu bültenlerinden ve internetteki hava durumu sitelerinden izlemeniz gerekir. Açık hava etkinliklerini planlayabilmek ve güneşin zararlı ışınlarından korunabilmek için Türkiye’deki birçok şehrin 5 günlük UV-endeks değerlerini hava durumu sitelerinden elde edebilirsiniz. (Örneğin, bkz. http://www.metoffice.com/weather/uv/uv_eu.html)

Günlük UV-endeks değerini öğrendikten sonra aşağıdaki tablodan bu ışınlardan çocukları korunmanın yollarını bulabilirsiniz:

SÜREKLİ SU İÇMELİLER

Sıcak, nemli hava sadece bunaltıcı değil aynı zamanda sağlığımız için tehlikelidir. Bu nedenle, sıcaklıklar 40.6 derece C ve daha yüksek olduğu günlerdeki hava şartlarına ‘Sıcak Hava Dalgası’ denir. Sıcak hava dalgasının en az iki gün süreceği belirlendiğinde de halka ‘Sıcak Hava Dalgası’ uyarısı yapılmalıdır. Hava sıcaklıkları normal değerinden 6 derece C ve daha yüksek olduğunda ‘Aşırı Yüksek Hava Sıcaklığı’ olarak adlandırılır.

Çocukları sıcak hava dalgalarından korumak için; yaz başında sıcak hava dalgalarına alışmaları için onları 2-3 gün içeride bekletin. Saat 10:00 ile 16:00 arasında güneşten uzak tutun. Bu saatlerde, evinizin serince bir yerinde çok hareket etmeden oynayabilecekleri oyunlar yaratın. Susamasalar bile, vücut sıcaklığının aşırı artmasını önleyerek vücutlarına yardımcı olmak için sürekli su verin...

Özetle, güneşten ve sıcak hava dalgalarından kötü bir şekilde etkilenmek istemiyorsanız, yazın, ‘gölgede ve beyaz kalın, hafif, sulu ve yavaş bir yaşam’ sürdürmeye dikkat edin.
Yazının Devamını Oku

Yeşille toprağını sevenleri ayırma Amerika!

13 Haziran 2005
‘Beton değil tohum dök Amerika! Savaşmayı, biliyorsun imza atmayı bilmiyorsun. ABD, lütfen Kyoto’yu imzala; yüzde 25 pay senin. Bush sözüm sana biraz etrafına bak; savaşmak yerine ağaç dik. Amerika yeşille toprağını; ayırma sevenleri (toprak ile ağacı). Amerika sana sesleniyorum: Savaşa bürünme; yeşile bürün. Savaşa son, ağaca ve Kyoto’ya evet...’ Bu sözler 25-27 Mayıs tarihlerinde Ankara’da yapılan ‘Küresel Isınma, Nedenleri, Sonuçları, Çözüm Önerileri’ konulu TEMA Vakfı ‘I. Yavru TEMA Kurultayı’na katılan ilköğretim öğrencilerimize ait. Görüldüğü gibi üçüncü bin yılın en büyük problemi olan Küresel İklim Değişimi’nde, ABD baş sorumlu olup çözüme de kayıtsız kaldığı için çocuklarımızın gözünde de sempatik değil. Bunu düzeltmek de şüphesiz ABD’ye düşer!

TEMA Vakfı, Türkiye genelinde 200 ilköğretim okulunda ‘Yavru TEMA Projesi’ uygulamakta. Bu proje kapsamında çalışan 49 ilden 160 öğrenci ve 60 öğretmen kurultay çalışmalarına katıldı. Yavru Temacıların yönettiği genel kurulda, yedi grup tarafından yapılan atölye çalışmalarının sonuçları iki gün boyunca çocukça tartışıldı. Üçüncü gün benim de izlediğim çalışmalarında bir sonuç bildirgesi hazırladılar. Sonuç bildirgesini, Ulus’taki Birinci TBMM Binası’ndaki Genel Kurul Salonu’nda Cumhurbaşkanımızın eşi Sayın Semra Sezer’in huzurlarında okuyarak küresel iklim değişimi üzerine yaptıkları tespitleri, vardıkları sonuçları ve çözüm önerilerini tüm dünyaya ilan ettiler.

Kurultayda şüphesiz Kyoto Protokolü’nü imzalamayacağını ilan eden bu ülkenin çocukları olarak Türk hükümetine de ‘çocukça’ çağrıları oldu. Örneğin: ‘Türkiye dünyada çevre dostu ülkesi diye bilinmeli. Bizi dinleyin; bu ülkeyi yeşillendirin. Eğer bizi ve gelecek nesilleri düşünüyor iseniz doğayla ilgilenin. Küresel ısınmayla ilgilenin; projemize destek verin. Bizi düşünüyorsanız doğayı düşünün. Fabrika ve arabaların egzoz borularına filtre takmayanları denetleyin. Ormanlarımız gelişsin, olanları korumak için yasaları uygulayın. Küresel ısınma ile ilgili yayınlar yapın. Doğa bizim geleceğimiz; geleceğimizi mahvetmeyin. Lütfen karar verirken bizi de düşünün. Eğer üzerinize düşen görevleri yapmazsanız bizler hayal kuramayacağız, amaçlarımız olmayacak...‘

ÇEVRENE BAK GELECEĞİNİ DÜŞÜN

Bence çocuklarımızın bu problemi ortaya çıkaran ve çözümü için de bir şeyler yapmaya niyeti olmayan büyüklerden pek fazla umudu yok. Bu nedenle tüm dünya çocuklarını birlikte çalışmaya çağırıyorlar: ‘Ne bekliyorsunuz. Sadece bizim değil, sizin de başınız dertte. Çevrene bak, geleceğini düşün. Küresel ısınma burnunuzun ucunda. Fransa, İngiltere, ABD, Meksika ve Irak çocukları, bol bol ağaç dikin, tehlike sizin orada. Bu sorun senin, benim değil, tüm dünyanın sorunu. Bu sorunu dünya çocukları olarak biz yok edelim. Sevgili kardeşlerim, ortak sorunumuza hep beraber tek bir yürek olarak çözüm bulalım. Herkes bu konuda kendi bölgesinde çalışma yapsın. Küresel ısınmayı kolunuzda bir saat gibi taşıyın. Bu saatin kurulu olduğunu unutmayın ki gün gelip çaldığında paniğe kapılmayın. Dünya çocukları, savaşa son, küresel ısınmaya son; barışa ve yeşile evet...’

Çocuklarımızın kendilerine olan yüksek güvenini her hal ve sözlerinden de görmek mümkündü: ‘Boynunuzdan büyük işlere karışın, vatanımızı sevip koruyalım. Hepimiz birlik olup küresel ısınmayı yeneceğiz. Bu dünya bizim...’ Aynı zamanda çocuklar da günübirlik, akıl ve bilim dışı politikalarla göz boyayan yöneticiler istemiyor. Bu problemin çözümü ve gelecekte yaşanabilir bir dünya için de çocuklarımızın oy kullananlara ‘Doğayı seven kişileri cumhurbaşkanı ve başbakan seçin...’ şeklinde bir çağrıları vardı.

Çocuklarımız bu problemin çözümüne kendi çaplarında katkıda bulunmak için de sözler verdiler: ‘Bundan sonra sera etkisi yapan ayakkabı giymeyeceğim. Bir daha ‘TEMA’nın çalışmasına katılmayacağım’ demeyeceğim. Sigara içmeye engel olacağım. Çevreme sahip çıkıp insanları bilinçlendireceğim. Parfüm kullanmayacağım. Bir daha bizim arabayı boşu boşuna çalıştırmayacağım. Asla ormanları kesmeyeceğim ve yakmayacağım. Toprağımı koruyacağım. Küresel ısınmaya neden olan maddeleri kullanmayacağım. Enerji kaynaklarını boşa sarf etmeyeceğim. Bir daha hamburger kabını yere atmayacağım. Bana atalarımdan emanet olan bu toprakları gelecek nesillere daha iyi şekilde bırakacağım. Çevreyi kirleten insanlardan olmayacağım. Kendi çıkarlarım için değil ülkem için çalışacağım.’

ARTIK KIZAKLA KAYAMIYORUZ

Eskilerin dediği gibi ‘Çocuktan al haberi’ türü havadan-sudan tespitleri de vardı: Örneğin günümüzde, ‘düzensiz yağışlar ile sel baskınları artıyor, tropik bitkiler kutuplara doğru kayıyor, kuşlar erken göç ediyor ve bitkiler erken çiçek açıyor; hava hızla soğuyup ısınıyor, ara mevsimler kayboldu ve artık kızaklarla kayamıyoruz çünkü kar yağmıyor!’ Bunlar için ‘çocuk aklı işte’ diye düşünecek olanlar için de ‘Akıl yaşta değil baştadır. Yaşımız, boyumuz küçük ama yüreğimiz büyük. Büyük şeyler küçük şeylerle olur’ hatırlatmalarını önceden yaptılar.

Görüldüğü gibi çocuklarımız, sağduyulu yaklaşımlarıyla biz büyüklerden ilerideler ve kendilerine de güveniyorlar. Diğer bir deyişle, artık çocuklarımızı kendimize benzetmek yerine, bizim çocuklarımıza benzememiz gerekiyor. Bu nedenle de Bernad Shaw’ın şu sözüne katılıyorum:

‘Çocuklarınıza ders vermek istiyorsanız (bu hiç de gerekli değil) kendinizi örnek gösterin. Ama sizin gibi olmaları için değil, sizin gibi olmamaları için.’
Yazının Devamını Oku

Müjde! Develer bu yıl bayılmayacak

6 Haziran 2005
Evliya Çelebi’nin ‘11 ay 29 gün kaldım, yaz gelmedi; ben ayrıldıktan sonra geldi mi bilmiyorum’ dediği yer Erzurum. Mayıs ayının başından itibaren, ‘Hálá bir türlü şu bildiğimiz, çok güneşli, sıcak yaz gelmedi. Dışarıda gök puslu, hava serin. Hálá ceketle dolaşıyoruz’ diye şikayet eden sabırsızların bulunduğu yer ise İstanbul, Ankara, vb... Millet serin ve iç karartıcı havalardan böyle şikayet ederken son günlerde, ‘NASA’dan alınan bilgiye göre, Türkiye’de son 25 yılın en sıcak ve en uzun yaz dönemi yaşanacakmış’ gibi haberler çıktı. Şimdi benden bu sızlanmalara ve haberlere bakarak, ‘Yaz gelmedi ama yanmaya hazır olun!’ gibi bir ilginçlik yapmamı beklemeyin. Yani, astronomik takvime göre 15 gün sonra (21 Haziran’da) resmen gireceğimiz yaz mevsimiyle ilgili durumumuz şu an tam bir paradoks oluşturuyor.

Bu haberler nedeniyle de Türkiye’de orman yangınlarıyla mücadele çalışmaları bir ay erken başlatıldı. Türkiye’de orman yangınlarıyla mücadele çalışmalarının 1 Haziran yerine 1 Mayıs’ta başlatılması çok doğru bir uygulama oldu. Aslında hep böyle olmasında da büyük yararlar var. Şimdi bir de orman yangınlarının nedeni yüzde 90 insan kaynaklı olduğu düşünülerek, mayıs ayında orman yangınlarını önlemek için bilinçlendirme kampanyalarıyla birlikte ormanlarda daha fazla koruma ve kollama çalışmaları da yapılsa daha iyi olacak.

TÜRKİYE’NİN NASA’SI YOK

Doğrusu, NASA Goddard Uzay Çalışmaları Enstitüsü’nden James Hansen’in Türkiye ile ilgili hiçbir tahmini yoktu. (NASA’nın Türkiye ile ilgili hiçbir zamanda bir tahmini olmadı zaten!) Bazen dünyadaki gelişmeleri yakından takip eden biri olarak benim de Türkiye ile ilgili duyduğum her habere inanasım geliyor. ‘İnanma dostuna, saman kor postuna’ diyen atalarımıza göre şimdi buradaki ‘saman’ bu yıl yaşanacağı söylenen ‘en sıcak ve en uzun yaz dönemi’dir. 2005 yılının dünyada en sıcak yıl olması tahminleri çoktan değişti ama milletin aklına sokulan bu yanlış bilgiyi şimdi gelin değiştirin değiştirebilirseniz.

Keşke, ‘Bu yıl çok çöllü, develi, Afrikalı, cehennemli ve Basralı sıcak bir yaz olacak’ deyip ortalıkta dolaşabilsem. Ama bendeki de inat işte! Şimdi bu işi düzeltmem gerekiyor...

Önce şu NASA raporlarına bir bakalım. Türkiye’nin NASA’sı yok; mevcut kurumlarında da ya hiç, ya da yeter sayıda meteoroloji mühendisi ve çalışması yok! Böylece her yıl sanırsınız ki NASA işini gücünü bırakıp ülkemizdeki bu eksikliği gidermek için Türkiye’ye yönelik tahmin yapıp yayınlıyor. Ben de bunları bulmak için önce boşu boşuna internette arar dururum. Sonra da NASA’da çalışan sınıf arkadaşlarıma sorarım.

Evet NASA, geçtiğimiz şubat ayında 1800 yılından bu yana yaşanan en yüksek sıcaklık değerlerinin 2005 yazında oluşacağı tahmininde bulunmuştu. Son 1400 yılın en sıcak yılı 1998’de gerçekleşmişti. Bilim insanları, sıcaklık artışının 1998 yılında olduğu gibi küresel ısınma ve El Nino’dan kaynaklanacağının altını çiziyordu. Doğrusu, son 30 yıldır atmosferdeki sera gazları büyük bir artış gösterdi. 1998’i geçmek için tek gerekli olan şey El Nino’nun gelişmesiydi.

Bu yılın başından beri El Nino’nun gelişmesine yönelik işaretler gözlendi: Eğer Pasifik Okyanusu’nun tropikal enlemlerinde batılı rüzgarlar ve deniz suyu sıcaklığındaki artış devam etseydi bu yaz El Nino adı verilen büyük bir sıcak su akıntısı ile karşılaşacaktık. El Nino, Asya’da kuraklık ve Güney Amerika’da sellere neden oluyor. Öyle ki, 1998’de dünyada 96 milyar dolarlık zarara neden olmuştu...

İklim Tahmin Merkezi (CPS), son haftalık ENSO değerlendirmelerinden sonra El Nino’nun oluşmayıp şartların nötr hale döndüğünü ilan etti. Böylece IRI tarafından yeni yapılan aylık hava tahminlerine göre, bu yıl yaz aylarında Avrupa’nın orta ve kuzey kesimleri ve dünyanın büyük bölümünde ise mevsim normalleri üzerinde seyredecek. Yurdumuzda yağışların mevsim normalleri civarında kalması, sıcaklıkların ise Batı Karadeniz, İç Anadolu, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde mevsim normallerinin biraz üzerinde olması bekleniyor. Diğer bir deyişle, bu yıl da çok sıcak günler olacak, ormanlar yangınları görülecek, sıcak hava dalgalarından bunalıp yine fenalaşacağız ama bunlar her zamankinden çok fazla ve rekor düzeyde olmayacak.

HÜRRİYET’İN FARKI

Bu durumda, bu yıl da NASA’nın Türkiye tahminine yönelik haberin kaynağı araştırılmadı ve haberinin takibi (Hürriyet haricinde) pek yapılmadı. Herhalde, ‘mevsim normali cıvarında bir yaz bekleniyor’ şeklindeki havadan-sudan bir tahminde haber değeri görülmediği için dünya basınında da yeterli ilgiyi görmedi. Halbuki, bu yılki yaz havası, orman yangınları, insan sağlığı, tarım, enerji üretimi, vb. için çok önemli sonuçları olacak bir durum bu.

İlgiyi bu konuya çekmek için biraz da laf kalabalığı yapsam olur mu? Örneğin, St. Augustine göre, ‘İman etmek, görünmeyene inanmaktır. Mükafatı ise görünmeyeni görmektir.’ Tamam bu haberlere iman edeceğim ve olmayan tahminlere de inanacağım ama mükafat olarak daha fazla hayali ve eski tahminler görmek istemiyorum...

Bu nedenle, artık F. Bacon’un söylediği gibi: Yalanlamak ve reddetmek için okuma(yacağım). İnanmak ve her şeyi kabullenmek için de okuma(yacağım). Konuşmak ve nutuk çekmek için de okuma(yacağım). Tartmak, kıyaslamak ve düşünmek için oku(yacağım).

Şimdi bir kıyaslama yapıldığında geçen hafta Hürriyet Seyahat’te Ayda Kayar’ın imzasıyla çıkan ‘Bu yaz kavrulmayacağız’ haberiyle Hürriyet Gazetesi’nin farkını fark etmemek ne mümkün! Haftaya Yavru TEMA Kurultayı’ndan dünyaya çağrı var: Dikkat Isınıyoruz!
Yazının Devamını Oku

Bilim ve aklın yolundan gidenler çalı çırpıda gül bitiriyor, ya biz?

30 Mayıs 2005
<B>K</B>aloriferli evlerinizi, trafik sıkışıklığı ve gürültüsünü bırakıp tatile çıktığınızda uzaktan gördüğünüz, kenarından veya içinden geçtiğiniz köy ve kasabalarda yaşayan dar gelirlilerin nasıl ısındığını, yemeğini pişirdiğini, çamaşırını yıkadığını hatırlar mısınız? Geçmişte yüksek tavanlı, kocaman sofaların, salonların nasıl ısıtıldığını, hamamlarda sıcak suyun nasıl sağlandığını hiç düşündünüz mü? Peki günümüzde ABD’nin ileri gelen Yale ve Columbia üniversitelerince her yıl yapılan sürdürülebilirlik endeksi değerlendirmesinin Davos’ta açıklanan fakat kamuoyumuza pek yansımayan sonucunu biliyor musunuz? 2005 dünya şampiyonu Finlandiya’nın elektrik enerjisinin yüzde 25’ini hangi kaynaktan ürettiği hakkında bir fikriniz var mı?

AB neden acaba 2002 yılında ‘Biyokütle Günü’ kutladı ve 2003’ten bu yana da süresini uzatarak ‘Biyokütle Günleri’ kutluyor? Kırık yıllık adayı olduğumuz AB’nin niye taa 1995 yılında kurmuş olduğu AEBIOM, bugünkü adıyla EUBIOM ‘Avrupa Biyokütle’ örgütlenmesi var? Türkiye dışındaki tüm üye ve aday ülkeler hangi akla hizmetle bu örgüte üye olmuşlar? AB niçin 1997 yılında Altener Programı ile yenilenir ve biyokütle enerjisini teşvik kararını açıklarken 14 milyon hektar arazide üretilecek biyokütle enerjisiyle kırsal kalkınma ve kırsalda 500 bin yeni iş alanı öngörüsünü resmileştirmiştir? (www.europa.eu.int/comm/energy/en.ctore.htm)

ABD’DE 3.2 MİLYARDOLARLIK BÜTÇE

Öte yandan teknoloji lideri ABD’de daha 1974’te Selüloz, Atıklar ve Organiklerin Enerji ve yakıt üretiminde kullanımı arge desteklenmesi yasası, 1977’de de PL 95-113 yasasıyla ABD Tarım Bakanlığı’nca fosil yakıtlar yerine kullanım için ilk dört biyokütle enerjisi pilot üretim tesisi tahsisatının ayrılması ile başlayıp Clinton döneminde 1999’da durup dururken ‘Bitkisel Kaynaklar ve Biyokütle Enerjisi’ kararnamesini izleyen yasa ile 3.2 milyar dolarlık araştırma-geliştirme ve teşvik bütçesi ayrıldı ki? Peki petrol için savaş çıkarttığı tartışması süren Bush yönetiminin 2003-2008 dönemini, ‘Biyokütle Enerjisi Çok Yıllık Planı’ ilan etmesine ne demeli? (www.kei.re.kr/files/journal/sub/07_04_03.pdf)

TÜRKİYE’DE BU TÜR SORUNLAR YOK MU?

Çalı çırpı, odun enerjisinin ‘küresel’ olmakla beraber Türkiye’yi pek etkilemediği (!) düşünülen iklim değişikliği gibi bir paranoya ile ilgisi olabilir mi acaba? Galiba var! Öyle ki daha 1992 yılındaki Rio Zirvesi’nde şimdi Sayın Kemal Derviş’in başına geçtiği UNDP bu konuda rapor sunmuş (www.undp.org/seed/energy/contents.html). Konu Türkiye’ye pek yansımamış olan Rio+5 Zirvesi’nde de gündeme gelmiş(www.ecouncil.ac.cr/rio/focus/summary/energy.htm). Kyoto Protokolü kapsamında BM Gıda ve Tarım Organizasyonu çerçevesinde de yer almış. Gene kamuoyumuza az da olsa yansıma şansı bulmuş olan Johanesburg Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi çerçevesinde de nasıl geliştirileceği planlanmış (www.fao.org/docrep/X0010E/X0010e02.htm).

Bu konu, Türkiye’nin 50 yıldan uzun süredir üyesi olduğu ve Türkiye Milli Komitesi bulunan Dünya Enerji Konseyi tarafından kapsamlı şekilde ele alınmış. Aynı şekilde gene uzun süredir üyesi olduğumuz Uluslararası Enerji Ajansı ‘IEA Bioenergy’ adı altında alt örgütlenmeye gerek duymuş (www.ieabioenergy.com/links.php). Anlaşılan bu konu pek öyle çalı çırpı toplayıp, odun keserek yakma konusu değil, altında başka şeyler var.

Biyokütle enerjisinin popülaritesinin altında, iklim değişikliğine karşı etkili olabilen yenilenebilir enerji olması yanında, toprağı erozyondan koruyan, ıslah eden, çölleşmeyi engelleyen, çorak ve tarım dışı kalmış arazilerin değerlendirilmesini sağlayarak işgücü yaratan, kırsal eğitim düzeyinin yükselmesini teşvik eden birçok özellik yatıyor (www.britishbiogen.co.uk/bioenergy/21stcenturyfuel/ bionrgsdkey.html).

Eğer bu nedenlerle dünya enerji tarımı, ormancılığı ve agroforestrisi ile biyokütle enerjisi üretimi üzerinde dururken Türkiye’de fazla bir şey yapılmıyorsa Türkiye’de iklim değişikliği zararı, erozyon, kuraklaşma, çoraklaşma ve çölleşme, kırsal işsizlik ve fakirlik ile enerji bağımlılığı sorunlarının hiçbiri yok demektir!

FİNLANDİYA NEDEN EN İYİ ÜLKE?

Artık seyahatlerinizde karşılaştığınız bitki örtüsünü kaybetmiş çıplak toprakları veya üzerinde sapsarı otlar bitmiş bozkırları gördüğünüzde yüreğiniz burkulmasın. Yılda 10 milyar dolar gibi miktarlara ulaşabilen enerji faturasının da önemsiz(!) olduğundan emin olabilirsiniz. Eğer önemli olsa idi Türkiye de biyokütle enerjisi (çalı çırpı dahil olmak üzere) ve diğer yerli enerji kaynakları ile ilgilenme gereksinimi duyardı...

Finlandiya’nın herhalde bu tür sorunları boyunu aşmış olsa gerek! Şimdi Finlandiya soğuk iklimine karşın dünyanın en büyük kapasiteli biyokütle enerji santralını inşa ederek elektriğinin yüzde 25’ini yetiştirdiği söğütlerin odunundan vs. elde ediyor. Sonra da dünyanın en sürdürülebilir çevresine ve ekonomisine, kaliteli yönetimine sahip ülke seçiliyor...

Atalarımız zamanında, ‘Çalıda gül bitmez, cahile söz yetmez’ demiş. Fakat yukarıdaki konunun uzmanı Doç. Dr. A. Ergin Duygu (duygu@science.ankara.edu.tr) tarafından kaleme alınan ‘Türkiye’de çalı, çırpı enerjisi’ adlı yazıya göre günümüzde durum tamamen değişmiş. Diğer bir deyişle, bilim ve aklın yolundan gidenler artık çalı ve çırpıda da ‘gül’ bitiriyor! Evet, ‘Ayinesi iştir kişinin láfa bakılmaz.’ Çok teşekkürler Ergin Bey...
Yazının Devamını Oku

Hopa’dan İskenderun’a Alo 158 Sahil Güvenlik!

23 Mayıs 2005
<B>G</B>ünümüzde denizlerimizin ekolojik dengesinin korunması ve gelecek nesillere temiz olarak bırakılabilmesinde herkese büyük görevler düşüyor. Örneğin, deniz kirliliğine yol açanları tespit ettiğiniz anda onları vakit kaybetmeksizin sahil güvenlik birimlerine bildirebilirsiniz. Bunun için, Türkiye’nin her yerinden ücretsiz olarak ulaşılabilen Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın Alo-158 ihbar hattını arayabilirsiniz.


30 Nisan’da Marmaris Uluslararası Denizcilik Festivali’ndeki Deniz Kirliliği Paneli’ne katılana kadar denizlerimizdeki kirlenmeden, Sahil Güvenlik Komutanlığımızın bu konudaki çalışmalarından ve yeni Çevre Kanunu Tasarısı’ndan pek haberim yoktu.

Denizlerimizin kirletilmesini önlemek için Sahil Güvenlik Komutanlığı, 8.333 km’lik sahil şeridi boyunca, Karadeniz’de Hopa’dan, Akdeniz’de Çevlik’e kadar uzanan Türkiye’nin yüzölçümünün yarısına eşit sorumluluk sahasında; büyükşehir belediyeleri sınırları dışında kalan denizlerimizde, deniz kirliliğine sebebiyet veren tekne ve şahısları tespit ederek uyarmakta, takiben yasalarla belirlenen idari para cezası uygulamakta.

Özellikle havadan ve denizden yaptıkları denetimlerde ülkemizin güneybatısındaki turistik bölgelerinde, yat ve küçük gezi teknelerinin körfez ve koylarımızda deniz kirliliğine sebep oldukları tespit edilmiş. Bu yörelerde bulunan liman ve marinalarda atık alım tesislerinin sayısının yeterli olmadığı da görülmüş. Ayrıca, deniz trafiğinin ve balıkçılık faaliyetlerinin yoğun olduğu bölgelerde; ticaret gemileri ve balıkçı teknelerinin çeşitli çapta kirlenmelere sebebiyet verdikleri de yapılan tespitler arasında.

GEMİLER DE GENETİK YAPIYI BOZUYOR

Denizlerimize zarar veren diğer bir husus da; limanlarımıza gelen gemilerin denge ve emniyet amacıyla aldıkları balast sularını kıyılarımızda denize basmaları sonucunda; genetik yapısı değiştirilmiş türlerin denizlerimize yayılarak ekosistemi olumsuz yönde etkilemesi ve gelecekte büyük tahribatlara yol açması.

Denizden yasadışı kum alımı da Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın ilgi sahasına girmekteymiş. Bu tür kum alımı, deniz dibi yapısını bozarak deniz yatağına zarar vermekte. Yasadışı kum alımı sonucunda, İstanbul’a içme suyu sağlayan Terkos Gölü’nün Karadeniz ile birleşme tehlikesiyle de karşı karşıyayız. Sahil güvenlik, özellikle jandarma birimleriyle koordineli olarak yasak sahadan kum alımı ile de mücadele etmekte.

Kirlilik konusunda karşılaşılan diğer bir husus da; yasadışı su ürünleri avcılığı yaparken tespit edilen balıkçı tekneleri sahil güvenliği gördüklerinde kanıt bırakmamak amacıyla kullandıkları trol kapılarını, trol ağlarını ve halatlarını keserek denize bırakarak kaçmaya çalışmalarıdır. Katı atık kirliliği oluşturan ve seyir emniyeti açısından tehlike yaratan bu av donanımlarının denizden çıkartılması için de büyük çabalar sarf edilmekte.

DENİZ KİRLİLİĞİNİN YÜZDE 80’İ KARADAN

Deniz çevresini ve kaynaklarını olumsuz yönde etkileyen diğer faktörlerden biri de ruhsatsız ve hatalı işletilen balık çiftlikleridir. Balık çiftliklerinde suni yem, antibiyotik gibi doğal olmayan maddelerin kullanılması ve aşırı yemleme yapılması deniz ekolojisine zarar vermekte. Bunun yanı sıra kullanılmayan eski balık çiftliklerinin, görüntü kirliliği yaratıyor ve haritalarda belirtilmediği için deniz vasıtalarının seyir emniyetini tehlikeye düşürüyor.

Maalesef deniz kirliliğinin yaklaşık yüzde 80’ini kara kökenli kirleticiler oluşturmakta. Kara kökenli kirlilik kaynaklarının tespit edilebilmesinde en etkin yöntemin havadan yapılan denetimlermiş. Bu maksatla İstanbul, Çanakkale, Marmaris ve Mersin’de rotasyon usulü ile helikopter görevlendirmesi yapılmakta. Envanterlerinde bulunan hava araçları ile Sahil Güvenlik botları müşterek faaliyetlerini sıklaştırarak kara kökenli kirlenmenin önüne geçilmesine de destek sağlamakta. Bu maksatla, denetimlerde tespit edilen kara kaynaklı kirlenmelerin görüntülerini kaydetmekte ve gerekli yasal işlemin yapılması için yetkili makamlara iletmektedirler.

Örneğin gecen yaz; Göcek, Fethiye, Ölüdeniz, Kelebekler Koyu, Marmaris, Datça ve Bodrum’da yaptıkları denetimlerde denizin yer yer kirli olduğu görülmüştü. Bölgede dalgıçlar tarafından 18 ayrı noktada dalışlar da yapılmış ve bu dalışlarda, yalnızca Fethiye şehir merkezinde 6 adet pis su hattının hiçbir arıtıma tabi tutulmadan doğrudan denize verildiği tespit edilmişti. Diğer koylarda ise, özellikle büyük otel ve tatil köylerinin bulunduğu mevkilerde kirliliklere rastlanmış, bazı otellerin arıtma sisteminin mevcut olmasına rağmen çalıştırılmadığı belirlenmişti.

SAHİL GÜVENLİK GÖREVİNİ SÜRDÜRSÜN

Sonuç olarak, gerektiğinde hayatlarını tehlikeye atan sahil güvenlik personeli 377.714 km karelik sorumluluk sahasında 153 su üstü ve 12 hava vasıtası ile gece gündüz demeden büyük bir özveri ile görev yaparak geçtiğimiz yıl içinde 3 milyon 619 bin YTL değerinde denizlerimizi kirletenlere idari para cezası uygulamış.

Şimdi TBMM Çevre Komisyonu’nda kabul edilen yeni Çevre Kanunu Tasarısı ile; ülkemiz denizlerinde en geniş imkan ve kabiliyetlere sahip komutanlığın çevre konusundaki mevcut yetkileri alınarak Çevre ve Orman Bakanlığı’nın yetki verme şartına bağlanmakta! Marmaris’teki panele katılan herkesin ortak temennisi, Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın bu konudaki görevleri yeni tasarının yürürlüğe girmesinden sonra da devam edebilmesidir.
Yazının Devamını Oku

Karaların birinde dev bir volkan patlayacak

16 Mayıs 2005
Son günlerde Türkiye’de bir kıyamet ve Nostradamus modasıdır gidiyor.Sağ olsun Savaş Ay geçenlerde, Nostradamus’un oğlu olduğunu söyleyen bir gençle beraber beni de Sokak Arası programına çağırınca, bu konuda ne kadar cahil olduğumu anladım. Nostradamus’un kehanetleri dedikleri şeyler aslında biraz hayal gücü olan herkesin söyleyebileceği genel beklentiler. Hatta bizim hava tahminlerine ve iklim değişimine yönelik öngörülerimize bakarsanız Nostradamus’un kralıymışız da haberimiz yokmuş!Endonezyalı bilim insanları, üst üste gelen depremlerin ardından hareketlenen 11 volkanı yakın takibe almıştı. Son haberlere göre Sumatra adasındaki Talang Dağı, bölgeye sıcak kül yağdırdığı için binlerce insan bölgeden tahliye edildi bile. Uzmanlar, dünyada kıyamet kopartabilecek bir volkanın Endonezya takım adalarında patlayabileceği endişesiyle panikte.Şimdi izninizle Türkiye’deki Nostradamus modasına uyup dünyada dev bir volkan patlarsa ne olur konusundaki kehanetlerimi açıklamak istiyorum. Ebced hesabı da bilmediğime göre, bunu yaparken analoji (benzerlik, sebep-sonuç ilişkisi) adı verilen bilimsel bir büyü kullanacağım.Örneğin, 8 Mayıs 1902’de, Pasifik Okyanusu’ndaki Martinique Adası üzerindeki Pelee Dağı, yamaçlarından aşağı zehirli gazlar ve kül bırakarak gelip St. Pierre kentinin içine yanan dev bir ateş topu gibi patladı. Kalın duvarlarıyla korunan zindanda yanmış bir mahkum dışında, 30 binden fazla insan öldü. Pelee volkanının patlaması bir hava kirliliği örneğidir. Hava kirliliğinin yapay nedenlerden olduğunu düşünme eğilimimize rağmen, volkanlar, orman yangınları ve toz fırtınaları gibi birçok doğal kirletici kaynak vardır. VOLKAN İKLİMİ ETKİLERBöylece volkanik patlamaların arazinin yapısını değiştirdiğini, havayı kirlettiğini ve yıkımlara neden olduğunu çok iyi biliyoruz, fakat volkanlar aynı zamanda iklimde de önemli değişimler yaratabilirler. Bunu atmosfere büyük miktarda silikat (kuvars kumu) ve sülfürik asit aerosolleri saçarak yaparlar. Sülfürik asit aerosollerinin özellikle stratosfere girmesi küresel iklimde kısa dönemde önemli değişimlere neden olur. Örneğin, Sigurdsson’a göre volkanların atmosfere saldığı 1012 kg. sülfürik asit yeryüzünde hava sıcaklığını 3 ila 4 derece soğutabilir.Literatüre göre farklı tipteki volkanlar farklı aerosol emisyonlarına neden olur. Bazalt lavları (İzlanda’da olduğu gibi) atmosfere daha fazla kükürt salarak silikatlı patlamalardan daha fazla iklimi etkiler. Bu nedenle volkanların iklim değişimi çalışmalarının sadece vazgeçilmez bir unsuru değil aynı zamanda tektonik hareketler ve magma kimyası için de göz önünde tutulmaları gerekmektedir. Buna bir örnek olarak şunu verebiliriz: 1980 yılında St. Helens dağının volkanik patlamasıyla Meksika El Chichon patlaması aynı büyüklükte olmalarına rağmen etkileri çok farklı olmuştur. Her iki patlama küçük miktarda magmayı atmosfere saçmıştı ama El Chichon patlaması kükürt bakımından çok daha zengindi. Böylece St. Helens dağı önemli bir iklim değişimine neden olmazken, El Chichon stratosfere 20 milyon ton sülfürik asit göndererek kuzey yarım kürede yaklaşık olarak bir yıl boyunca hava sıcaklığının birkaç derece düşmesine neden oldu. Volkanik patlamaların iklimi değiştirdiğinin farkına varılması 1783 yılında Benjamin Franklin’in Avrupa’daki (İzlanda) Laki patlamasının artından ‘kuru sis’ gözlemine kadar geri gider. Gerçekte tarihsel kayıtlar, geçmişteki volkanik patlamaların iklime etkisini ortaya çıkartmak için çok kullanışlıdır. Tarih kitaplarında yer alan yazsız geçen yıllar, soğuk geçen yaz ve kış ayları, düşük tarım rekoltesi, kıtlık, açlıkların ve isyanların bir kısmı volkanik patlamaların ardından ortaya çıkmıştır. Örneğin 1883 Krakato patlamasından sonra gökte ilahi işaretler olarak algılanan bulanık ışıklar, güneşin tuhaf mavimtırak görünüşü, müthiş gün batımı ve doğumları gibi tuhaf atmosferik optik olaylar da gözlenmiştir. HAVA İKİ GÜN KARARDIVolkanik patlamaların iklime etkisi üzerine çok iyi bilinen başka bir örnek, 1815 yılında Endenozya’daki Sumbawa Adası’nda bulunan Tambora volkanının patlamasının ardından 1816 yılının dünyada ‘yazsız bir yıl’ olarak geçmesidir. Geçmiş 10 bin yılda Tambora, bilinen en büyük volkan patlamasıdır. Bu patlama çok büyük bir alanı kaplayacak kadar kül üretmiş ve iki gün boyunca volkanın çevresinde 600 km’lik alanda hava karanlık geçmiştir. Ağaç yaş halkalarının gösterdiğine göre 1816 yılının yazı, 1815 yazından 1.5 derece daha soğuk olmuştur. Bu soğuk yaz aylarında Avrupa’da hava çok soğuk ve yağışlı geçerek ve tarım alanlarını tahrip ederek açlık, salgın hastalıklar ve iç karışıklıklara neden olmuştur.Benjamin Franklin tarafından 1783 yılında fark edilen İzlanda Laki yanardağı yarığından olan püskürme de olağandışı bir olaydı. Püskürme haziran ayında başladı ve yaklaşık sekiz ay boyunca devam etti. Franklin’in tarif ettiği sis, Asya ve Kuzey Afrika’da da gözlenmişti. Her ne kadar çok büyük bir volkanik patlama gerçekleşmemişse de İzlanda da tarım alanları tahrip oldu, evcil hayvanların yüzde 75’i telef oldu, açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle her dört kişiden biri öldü...Şimdi Nostradamus’un bir kuzeni Mikadamus olarak ilk kehanetimi ilan ediyorum: Birinci Afrikalı Papa’nın ölümünden birkaç yıl sonra Afrika’da kıyısı olan okyanuslara bitişik karaların birinde dev bir volkan patlayacak ve dünyada kıtlık ortaya çıkacak. İnanmazsanız bekleyin ve görün! Şifreyi çözmek için ise bu yazıyı tekrar tekrar okuyunuz...
Yazının Devamını Oku

Türkiye’de fırıldak enerjisi!

9 Mayıs 2005
<B>K</B>üresel iklim değişimi, artan petrol fiyatları ve yaygınlaşan eko turizm uygulamaları temiz enerji kaynaklarını daha fazla öne çıkartmakta. Kimileri ‘fırıldak enerjisi’ deyip küçümse de ülkemizde rüzgar, temiz, yenilenebilir, ucuz ve çevre dostu önemli bir enerji kaynağı.

Bilindiği gibi Türkiye’nin teknik rüzgar potansiyeli 80 bin MW olmakla beraber; yapılabilir pratik rüzgar potansiyeli 10 bin MW civarında. Fakat ülkemizde şu an sadece 20 MW’lık rüzgar santrali bulunmakta. Bu nedenle de özel sektörün rüzgar enerjisine ilgisi giderek artmakta. Böylece, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’ndan 1.500 MW rüzgar santrali kurulumu için lisans alınmış ve 4 bin MW civarında da rüzgar santrali kurulması için lisans başvurusu yapılmış. Diğer bir deyişle, ülkemizde rüzgar enerjisine karşı ilgi artıyor ama rüzgar enerjisinden elektrik üretimi gerektiği kadar artmıyor.

Rüzgar enerjisi gerçekten temizdir. Örneğin, 750 kilovatlık bir rüzgar santralinin sağlayacağı bir yıllık enerjiyi kömürle çalışan bir termik santral ile üretmeye kalktığımızda atmosfere 1.179 ton karbondioksit, 6.9 ton kükürtdioksit ve 4.3 azotoksit salarız. Diğer bir deyişle, ne kadar çok rüzgar enerjisi kullanılırsa o kadar az hava kirliliğine, asit yağışlarına, sera gazı emisyonuna neden oluruz ve uluslararası camiadan dışlanmayız.

Aday olduğumuz Avrupa Birliği, dünyada rüzgar enerjisi kullanımında başı çekiyor. Sadece Almanya’da 2005 yılı başı itibarıyla kurulu güç 16.500 MW ve AB ülkeleri toplam kurulu gücü de 30 bin MW’a yaklaştı. Kıyaslama açısından ülkemizin şu an toplam elektrik kurulu gücünün 35 bin MW olduğunu belirtmekte yarar var. Rüzgar enerjisi bakımından Türkiye şanslı. Çünkü büyük bir kısmı turizm bölgelerinde olmak üzere Ege ve Akdeniz bölgelerimizde bulunan antik çağlardan kalma rüzgar değirmenlerinin kalıntılarına sahip. Esenler, Esenyurt, Esenköy, Esentepe, Rüzgarlıbayır, Yelalan gibi yer isimleri de o yerlerin rüzgar enerjisi potansiyeli bakımından çok küçük de olsa bir fikir verebilir (http://www.eie.gov.tr/turkce/ruzgar/ruzgar_ruzgar_atlas.html).

RÜZGAR TÜRBİNİ MEZARLIĞI OLMASIN

Türkiye’de rüzgar santrali kurulabilmesi için Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’na bir yıllık rüzgar ölçümlerinden sonra hazırlanan fizibiliteyle başvurulur. Kurum, bu başvuruyu inceler ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile TEİAŞ veya TEDAŞ’tan da görüş alır. Olumlu görüş alındıktan sonra, başvuruyu yapan şirkete üretim lisansı verilir. Maalesef ülkemizde bu başvurular incelenirken, rüzgar ölçümlerini kimin, nasıl yaptığına bakılmaz ve sadece bir yıllık rüzgar ölçümü yeterli kabul edilir. Halbuki, rüzgar enerjisi potansiyelinin doğru bir şekilde belirlenebilmesi için meteorolojik gözlemlerin mutlaka meteoroloji mühendisleri tarafından daha uzun süreli yapılması gerekir. Meteorolojik alet, gözlem ve rasat usulleri konusunda eğitim almamış kişilerin kuracağı meteoroloji istasyonları ve yapacağı meteorolojik gözlemlerin hatalı olması kaçınılmazdır. Bir yıllık gözlemlerin aylık ortalaması filan da olmaz ve fırtınalı veya sakin bir yıl yanlış izlenim verir. Şu an bu basit mesleki ve istatistiki yeterlilik ilkesine dikkat edilmediğinden dolayı; ülkemizin ileride bir ‘rüzgar türbini mezarlığı’na da dönüşebilme tehlikesi var...

Kyoto Protokolü’nün gündeme oturduğu günümüzde; fizibilite çalışmaları bitmiş birçok rüzgar enerjisi projesi için sadece bir karara varılması gerekiyor. Konuyla ilgili yasa teklifi de bu günlerde TBMM’den geçti geçecek. Bütün dünya ülkelerinde konuyla ilgili teşvik edici yasal uygulamalar da bulunuyor. Kyoto sonrası, 2012’den sonra karbon emisyonlarımızı düşüremediğimiz için cezai yaptırımla bile karşılaşabileceğimizi şimdiden görerek yenilenebilir enerji kaynaklarımızı doğru bir şekilde ele alıp geliştirmeliyiz.

YERLİ, GÜVENLİ, BOL VE TÜKENMEZ

Küresel iklim değişimi turizmde de yeni açılımlar getirmekte. Sürdürülebilir bir turizm için küresel iklim değişimi göz önüne alınarak altyapı ve çevrenin korunması ve geliştirilmesine artık daha geniş bir perspektifle bakılıyor. Kataloglara sadece şehrin sıcaklık ve yağışlarıyla ilgili birkaç rakam koymak da artık yeterli değil. Sadece tesislerin yakın çevresinin korunması da yeterli olmayacak; tesisleri besleyen su kaynakları başta olmak üzere bölgedeki tüm doğal yaşamın korunması, çarpık yapılaşma, deniz ve kara meltemlerini keserek yazın şehirlerdeki hava sirkülasyonunu önleyecek şekilde kıyılara paralel bina vb fiziksel engellerin konulmaması, tesislerde kullanılan temiz suyun ve enerjinin üretimi ve verimli kullanımına yönelik tüm tedbirlerin de alınması gerekiyor.

Küresel ısınmayla beraber yazın turizm bölgelerimizde artacak hava sıcaklıkları, soğutma için klimalar tarafından kullanılan enerji ihtiyacını da büyük ölçüde artırıyor. Bunun için turizm bölgelerinde kömür gibi kullanılarak üretilen elektrik enerjisi yerine çevre dostu kaynaklarının devreye girmesi artık bir zorunluluk.

Gürültü bakımından yeni tasarımların en yakın yerleşimlere etkisi son derece az. Ayrıca yeni ve büyük rüzgar türbinleri, görsel ve estetik olarak da olumsuz değil. Örneğin, Danimarka turizminin sembolü Küçük Denizkızı heykeli, Kopenhag’da su kenarından türbinleri seyrediyor. Diğer bir deyişle, doğru bir şekilde kurulmuş modern rüzgar türbinleri sürdürülebilir turizm ve turistler için bir cazibe alanı oluyor. Ayrıca rüzgar enerjisi kırsal alan için iş kaynağı, bol, tükenmez, yerli, ucuz ve güvenli...
Yazının Devamını Oku