Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu

Doğal afet sayısı 7 kat arttı peki önlemler ne durumda?

10 Ekim 2005
Tayfunlar, okyanus su yüzey sıcaklıklarının en yüksek olduğu yazın sonu ve sonbaharın başlarında daha sık görülür. Bu nedenle, sonbaharın ortalarına gelirken bizler hálá tayfunları konuşmak zorundayız. Tayfunları konuşmak bir yana, dünyada artan doğal ve terör gibi doğal olmayan tüm afetleri ciddiye de almak zorundayız.

Her yıl milyonlarca turist tropikal denizlere tatile gider. Yazın, ticaret rüzgarı olarak adlandırılan, doğulu rüzgarların esmesi tropikal adalarda hava sıcaklığının artmasını engeller. Buna rağmen öğleden sonra hava sıcaklığı yine de çok yükselir ve gökgürültülü sağanak yağışlar oluşur. Bu yağışlar kısa bir süre sonra yerlerini güneşe bıraktığı için problem değildir. Hatta akşamüstü güneş batarken insanlar güneşi arkalarına alıp doğudaki yağışlara bakarsa büyüleyici gökkuşaklarını bile görebilirler. Fakat, sıcak okyanus suları bölgede tayfun gibi kuvvetli tropikal fırtınalar için önemli bir potansiyel tehlike oluşturur.

Son yıllarda sadece tropiklerde fırtınaların sayısı ve şiddetinde artış yok; Türkiye gibi tropiklerin dışındaki ülkelerde de şiddetlenen gökgürültülü sağanak yağışlardan dolayı, şehirlerdeki ani sellerin sayısı ve şiddetinde de artış var. Artık deprem, sel vb. tehlikeler, hızla artan çarpık yerleşim bölgelerinde daha fazla afete dönüşebiliyor. Bir hesaba göre 1990-2000 arasında meydana gelen doğal afetlerin sayısı, 1900-1940 yıllarında meydana gelenlerden yedi kat daha fazla. Yani, insanlık afetlere karşı yedi kat savunmasız ve bir o kadar da doğaya karşı saygısız hale gelmiş. Artık deprem, sel vb. tehlikeler, hızla artan çarpık yerleşim bölgelerinde, bilimsel uyarıları ve afet yönetimini ciddiye almayan ülkelerde daha fazla afete dönüşebiliyor.

RİSKLERİ ÖNCEDENBELİRLEYEN VAR MI

Örneğin, 17 Ağustos 1969’da Tayfun Camille’de bir grup genç tayfun tehlikesine ve tahliye emrine aldırmaz ve ‘tayfun partisi’ yapmaya karar verir. Ne de olsa, bir otelin üçüncü katında kendilerini güvende hissetmektedirler. Fakat bir an için sel sularında yüzen bir kadının pencerelerinin önünden el sallayıp ‘imdat ’ diye bağırarak geçtiğini görünce işin ciddiyetini anlarlar. Benim merak ettiğim şey, onlardan 30 yıl sonra bizlerin 17 Ağustos 1999’da Kocaeli ve sonraki depremlerden sonra işin ciddiyetini anlayıp anlayamadığımızdır!

1999 Marmara depremlerinden sonra işini gücünü bırakıp, ABD Federal Acil Durum Yönetim Kurumu (FEMA ), Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı (JICA) ve İngiltere’deki Bournemounth Üniversitesi Afet Yönetim Merkezi’nden onlarca afet yönetimi eğitimi almış/vermiş, ABD ve Japonya’daki uygulamaları gidip yerinde görmüş biri olarak, bizim bu afet yönetimi işinin ve afetlere hazırlığın ciddiyetini henüz anlayamadığımıza inanıyorum.

Bilmem dikkat ettiniz mi; Rita tayfunundan dört gün önce Galveston şehir çalışanları şehrin yüksek bir yerinde bulunan bir otelde toplandı. Böylece şehir yetkilileri ve çalışanları afet öncesi, anı ve sonrasında görevlerinin başındaydı. Yıllardır depremi bekleyen İstanbul’da deprem anında ve sonrasında böyle bir şey mümkün olamayacak. Yani depremden sonraki ilk saniyelerden itibaren İstanbul’da afet yönetilemeyecek. Çünkü, yetkililer afet öncesi dağınık bir şekilde yaşıyor, bir yerde toplanamamış ve afet sonrası da kolay kolay toplanamayacak.

Örneğin, İstanbul’da deprem olsa afet yönetim merkezlerinde görevli olanlar, yetkililere nasıl ulaşacak? Normal haberleşmenin çöktüğü bir anda uydu telefonu veya telsizi olmayanlara ulaşamazsınız. Diyelim ki sağlam evlerde oturan birkaç yetkiliye ulaştık, bunlar şehrin değişik yerlerinden hangi yol ve araçla görev yerine gelebilecek? Bu soruları arttırmak mümkün, ama daha depremin birinci saniyesinden itibaren İstanbul’da veya diğer şehirlerimizde yönetimsizlik başlayacak. Japonya’da Kobe şehrini gidip görenler belediye ve valilik binalarının hemen yanıbaşındaki sağlam lojmanları da görebilir. Yıllardır depremi bekleyen İstanbul veya diğer şehirlerimizde bu konu neden dikkate alınmaz, akıl alır gibi değil.

Katrina ve Rita’da halkın bölgeyi tahliyesi sırasında yaşanan problemleri görünce aklıma yine İstanbul geliyor. Düşünün İstanbul Boğazı’nda kıyıya yakın bir LPG tankeri vb’nin katıldığı bir kaza meydana geldi ve büyük bir patlama tehlikesi var. Kimler gönüllü veya zorunlu olarak tahliyeye tabi tutulacak ve tahliye edilenler nereye, hangi yolları kullanarak gidecek. Bu ülkede bu tür senaryoları nokta nokta düşünüp çözümler üreten, riskleri önceden belirleyip onları afete dönüşmeden azaltmaya çalışan kimse veya kurumlar var mı? Bana göre yok...

RİSK YÖNETİMİ OLMAZSA KRİZ YÖNETİMİ DE OLMAZ

Modern afet yönetimi sisteminde, kayıp ve zarar azaltma, hazırlık, tahmin ve erken uyarı, afetler, etki analizi gibi afet öncesi korumaya yönelik olan çalışmalara ‘risk yönetimi ’ denilirken; müdahale, iyileştirme, yeniden yapılanma gibi afet sonrası düzeltmeye yönelik olarak yapılan çalışmalara ise ‘kriz yönetimi’ adı verilir. Risk yönetiminin ihmal edildiği yerlerde kriz yönetimi de başarılı olamaz. Hatta tek başına uygulanan kriz yönetimi, ‘keriz yönetim’ olarak bile adlandırılabilir! Maalesef, ülkemizde sadece ‘kriz merkezleri’ ve ‘kriz masaları’ bulunmakta; ‘risk merkezi’ veya ‘risk masası’ gibi bir şey ise düşünülmemekte...

Özetlemek gerekirse Katrina tayfunundaki yanlışlar şunlardı: Setlerin güçlendirilmesi gibi risk azaltma çalışmalarının ihmal edilmesi, okunmayan ve uygulanmayan planlar, harekete geçemeyen ordu, tahliye edilmeyen halk, bir futbol takımı kadar bile organize olamayan afet yöneticileri, birbirleriyle haberleşemeyen acil durum görevlileri ve müdahalede yetki karmaşası... Ben, Sayın Başbakanımız Recep Tayip Erdoğan’ın (Japon Başbakanını örnek alarak) 12 Kasım haftasını halkla beraber ülkemizi afetlere hazırlığa ayırmasını ve afet yönetimimizdeki eksik yapılanmanın tamamlanmasına daha fazla önem vermesini diliyorum.
Yazının Devamını Oku

Türkiye tayfunları film izler gibi izlememeli

3 Ekim 2005
Katrina ve Rita derken bu yıl Atlantik Okyanusu, 1851 yılından beri en fırtınalı dördüncü tayfun mevsimini yaşıyor. Normalde bu bölgede oluşan ve isim verilecek güce ulaşan tropikal fırtınaların yıllık ortalama sayısı dokuzdur. Bunlardan tayfun şiddetine ulaşabilenlerin sayısı ise altı. Bu yıl 30 Kasım’da bitecek olan tayfun mevsiminin sonuna daha iki ay varken Rita bölgede görülen 17. isimli ve tayfun şiddetine ulaşabilen sekizinci tropikal fırtına oldu.

Okyanus yüzey su sıcaklığının 26 derece ve üzerinde olduğu 1 Haziran-30 Kasım arasında tayfunlar oluşur (Bu yıl aralık ayında da tayfun oluşması sürpriz olmayacak). Böylece tayfunların oluşumu hava ve su sıcaklığı ile yakından ilişkilidir. ‘Bu da herkesin aklına küresel ısınmayı getiriyor’ derseniz yanılırsınız. Atmosfer bilimcileri bu yılki rekor sayıdaki tayfunun birinci nedeni olarak Atlantic Multidecadal Oscillation veya AMO’yu (Atlantik Onluyıllar Salınımı) gösteriyor.

İSİMLER TÜKENİRSE NE OLACAK?

AMO teorisi için, 1854 yılından beri buharlı gemilerin motoru soğutmak için kullandıkları deniz suyu sıcaklıklarını ölçüp kaydeden gemicilere minnettarız. Soğuk deniz suyu motorların daha kuvvetli çalışmasını sağlıyormuş. Böylece kaptanlar su sıcaklığını ölçerek yapabilecekleri en yüksek hızı hesaplayabiliyordu. AMO’ya göre Atlantik su yüzey sıcaklığı 65 ila 70 yılda bir yükselme gösteriyor. Böylece, su yüzey sıcaklıkları 1995 ve sonrasının ılık ve dolayısıyla fırtınalı olacak. Şimdi 1933’te bölgede görülen en fazla tropikal fırtına sayısı olan 21’in, küresel ısınmanın katkısıyla da aşılması bekleniyor.

Dünya Meteoroloji Örgütü de 2010 yılına kadar her yıl, bölgede görülecek olan tropikal fırtınalar için 21 isim belirlemişti. Şimdi elde Stan, Tammy, Vince ve Wilma kaldı. Bu yazıyı, 24 Eylül sabahı Rita tayfununun Teksas kıyılarına 10.40 sıralarında vuruşunu TV’den naklen seyrederken yazıyorum. Siz bu yazıyı okuyana kadar, son dört isim de tropikal fırtınalara verilmiş olabilir. Peki kasım ayının sonunda kadar olacak olan diğer tayfunlara ne ad verilecek? Bunu da kafama takmıştım! ‘Ben olsam 2006 yılından ödünç isim alırım ya da benim ismini kullanabilirler’ derken, ABD Tayfun Merkezi isimler tükenirse Alpha, Beta, Gamma, Delta gibi Yunan alfabesindeki isimleri kullanacaklarını açıkladı. Diğer bir takıntım ise tayfunlardan alınacak dersler... Türkiye, bu tayfunları TV’de ‘Perfect Storm’ filmi gibi izlememeli.

Bugün tahliyelerden alınacak dersler üzerinde durmak istiyorum. Afet öncesi tahliye için, tahmin ve erken uyarının doğru bir şekilde yapılması gerekir. 1900 yılında Amerikan Meteoroloji Bürosu tayfun ve fırtınaların tarihteki tüm savaşlardan daha fazla gemi batırdığını gösterince Başkanı McKinley Tayfun Uyarı merkezini kurdu. McKinley bu nedenle yaptığı konuşmada ‘Tüm İspanya donanmasından daha fazla Batı Hint okyanusundaki bir tayfundan korkarım’ demişti.

Tayfunlar kuvvetli rüzgarlar (düz, hamle, hortum), şiddetli yağışlar (sel) ve denizde fırtına kabarması (sel) gibi birincil tehlikelere neden olur. Bina yakınlarındaki ağaçlar; kanalizasyon, kimyasal, vb. atıklarla kirlenmiş sel suları; ev ve sanayi yangınları; artan petrol fiyatları ikincil tehlikeler olarak sayılabilir. Tahliyelere neden olan ise şiddetli rüzgarlar değil; tayfunların neden olduğu sellerdir.

Normal bir tayfun bir günde bir noktaya 100 kg. yağmur bırakır. İstanbul’da yıllık toplam yağış miktarının 700 kg. olduğu düşünülünce, bir yılda İstanbul’a yağan yağmurun sadece bir haftada düşebildiği görülür. Evlerin çatısını aşan sular, elektrik, su, ambulans, alışveriş vb. normal yaşamda alışık olunan insanca her şeyi ortadan kaldırır. Bu nedenle, tahliye şarttır. ABD’de tahliye Gönüllü Tahliye, Zorunlu Tahliye ve Dikey Tahliye olarak üçe ayrılır.

ERKEN TAHLİYE EMRİVE HALKA YARDIM

Örneğin Katrina’dan alınan birinci ders: Tahliye emrini erken ver ve halka tahliyede yardım et. Louisiana eyaletinin 2000 yılında yapılan Afet Acil Yardım Planı’nda ‘New Orleans’tan kendi olanaklarıyla ayrılamayanlar yerel olarak sağlanacak otobüslerle taşınır’ deniliyor. Fakat, Belediye Başkanı Katrina karaya vurana kadar New Orleans’ta zorunlu tahliye ilan etmedi. Şehirde yaşayanların altıda birinin otomobil sahibi olmamasına rağmen onlara tahliye olmaları için otobüs, vb. ulaşım araçları sağlanmadı.

Rita’nın karaya vurması beklenirken şehirler bölgelere ayrıldı ve bazı bölgeler için zorunlu tahliye emri verildi. Zorunlu tahliye bölgesinde şehir afet müdahale ekipleri kapı kapı dolaşıp yardıma ihtiyacı olanları tespit etti. Belediye Başkanı tahliyeyi ihmal edenlere ‘Tahliye olmamayı tercih ederseniz, alışık olduğunuz hizmetler şehirde olmayacak. Kendi başınıza kalacaksınız’ şeklinde beklendiği gibi psikolojik baskı bile yaptı.

Katrina’da sığınak ve otellere evcil hayvan kabul edilmediği ve insanlar hayvanlarını geride bırakmak istemediği için tahliye edilmek ve sığınaklara gitmek istemedi. Galveston’da ise şehir yetkilileri günler öncesinden halka hayvanlarını yanlarına alabileceklerini ilan etti ve otobüsler kedi, köpek ve kuşlarla doldu taştı. Böylece ikinci ders: ‘Tahliye edilen insanlara evcil hayvanlarını beraberlerinde getirmesine izin ver.’

Katrina’ya rağmen Mississippi kıyılarındaki insanların tahliye olmak için son saniyelere kadar beklediği hafızalarda çok tazeyken Galveston’da Rita’nın karaya vurmasından dört gün önce zorunlu tahliye emri verildi. Yani, ‘Şehirden ayrılmak için daha fazla vakit ayır ve nereye gideceğine dair bir planın olsun.’ Yani, sadece pilav değil, zaman ve plan da lazım...
Yazının Devamını Oku

Her Türk meteorolog doğar ama uluslararası standartlarda eğitim veremez

26 Eylül 2005
‘Havacılık’ denince akla ilk gelen, ileri teknolojiyle birlikte uluslararası kuruluşlarca kabul görmüş kural ve standartların güncel olarak uygulanmasıdır.

Yazının Devamını Oku

Her Türk meteorolog doğar ama uluslararası standartlarda eğitim veremez

26 Eylül 2005
‘Havacılık’ denince akla ilk gelen, ileri teknolojiyle birlikte uluslararası kuruluşlarca kabul görmüş kural ve standartların güncel olarak uygulanmasıdır. Ama ülkemizdeki bazı uygulamalar gösteriyor ki, Türkiye Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü (SHGM) ‘havacılık meteorolojisi’ konusunda böyle düşünmüyor. Ya da bizim haberimiz yok...

15 yıllık bir öğretim üyesi olarak kendimi ders ve seminer hazırlamak konusunda uzman sanırdım. ‘Bunda ne tuhaflık var, ülkemizde kendini doktor, avukat, imam, meteorolog , vb gibi (olmadığı) bir şey sanan çoktur’ diyebilirsiniz. Zaten, bilmiyorum dememiz ayıp! Fakat, meteoroloji konusunda ihtisas sahibi olmayan birinin pilotlara meteoroloji dersi verme yetkisini kendisinde görmesi ve özellikle devletin buna bir şey dememesi beni korkuttu.

Katrina tayfununun ardından T.C. Başbakanlık Türkiye Acil Durum Yönetimi Genel Müdürlüğü, Bournemounth Üniversitesi Afet Yönetim Merkezi ve İngiltere Büyükelçiliği işbirliğiyle 12-16 Eylül 2005 tarihleri arasında Ankara’da gerçekleştirilen Türkiye Acil Durum Yönetimi Eğiticilerinin Eğitimi seminerine katıldım. Bir eğitimci olarak bildiğimi sandığım birçok şeyi aslında bilmediğimi öğrendim. Ne de olsa onları zamanla görerek, kulaktan dolma bilgiler ve deneme-yanılma yöntemiyle öğrenmiştim.

17 Eylül’de ise apar topar 16-18 Eylül 2005 tarihleri arasında düzenlenen OSTIV 2005 Uluslararası Motorsuz Uçuş ve Meteoroloji Bilimsel Oturumları ve Paneli’ne katılmak için Anadolu Bil Meslek Yüksekokulu’na gittim. OSTIV Meteoroloji Paneli’nin amacı, dünya genelinde havacılık ve meteoroloji konularında deneyim, yöntem ve bilgi paylaşımıyla planör uçuşları, yamaç paraşütü, balon vb. havacılık sporlarının gelişimine katkı sağlamak.

Türkiye’de Meteoroloji Genel Müdürlüğü (DMİ), havaalanlarında bulunan meteoroloji istasyonlarında analiz, tahmin ve rasat hizmeti vermekte. Bu hizmetler ve havaalanlarındaki meteorolojik altyapı tümüyle yeterli değil.

HER PİLOT BU DERSİ VEREBİLİR Mİ?

Bununla birlikte DMİ, son aylarda havacılık meteorolojisinde bir atılıma girdi. Örneğin, Hezarfen Havacılık sayfasında üç saatlik yağış animasyonu, meteogramlar, Skew T-log P gibi sayısal bilgileri ilk defa sunmaya başladı. Fakat DMİ, ancak 5-10 günlük sayısal bilgileri hava durumu sayfasına koyma cesaretini gösterebildiği gün komşu ülkelerin seviyesine gelebileceğiz...

Türkiye’de ilk defa düzenlenen OSTIV toplantısında Türkiye, Almanya, Amerika, İsviçre ve İsveç’ten bildiriler sunuldu. İlk günkü konuşmaları kaçırdım ama kötü haberi almakta gecikmedim. Bizden biri, ‘her pilot uçuş okullarında meteoroloji dersi verebilir’ diye müthiş bir beyanda bulunmuş. Kendisini tebrik etmek nasip olmadı! Fakat Lufthansa Uçuş Eğitimi Pilot Okulu’ndan meteorolog Thomas Seiler, ‘Pilot Eğitiminde Meteoroloji’ başlıklı sunumunda sanki ona cevap verdi. Seiler’e göre, Lufthansa’nın iki yıllık pilot eğitimindeki 1184 saatin 146 saati meteoroloji eğitimine ayrılmış ve bu ders meteoroloji konusunda bir iki ders ya da kurs değil, özgün eğitim almış kişiler tarafından veriliyor...

Uçuş planlaması, uçuş limitleri ve bunlara ilişkin değerlendirmeleri yapmak, başta pilot ve dispeçer olmak üzere, Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) ve havayolu işletmeleri personelinin görevidir. Bu nedenle, onların da meteoroloji eğitimi alması gerekir. Fakat bu konuda ülkemizde dünyanın tasvip etmediği bir yola girmişiz. Örneğin, DHMİ’nin ‘Meteoroloji Ders Kitabı’ndaki önsözü okuyun: ‘Bilindiği üzere ülkemiz hava sahası içerisinde seyrüsefer yapan trafiklere; Genel Müdürlüğümüze bağlı liman/meydanlarda görev yapan Hava Trafik personeli tarafından, Hava Trafik Kontrol Hizmeti verilmektedir. Söz konusu hizmetin emniyetli olarak verilebilmesi; hava trafik kontrol hizmeti verilirken kullanılan bilgilerin doğruluğu ve kalitesiyle doğru orantılıdır... Bu doküman; ... yerli ve yabancı çeşitli internet sitelerinden yararlanılarak, ... Hava Trafik Kontrolörü ... tarafından derlenmiştir (Haziran, 2004).’

Gördüğünüz gibi önemli bir konu ihtisas sahibi olmayanlar tarafından derlenip öğretilebiliyor. Diğer bir deyişle SHGM, Türkiye’de bu konuda eğitim verdiğini iddia eden kurum ve kuruluşların ders saati ve içeriği ile beraber dersi verenlerin yeterliliğini uluslararası standartlara göre denetlemiyor. Ayrıca, Başbakanımızın ve bazı bakanlarımızın da içinde bulunduğu Ata uçağının 27 Şubat 2005 gecesi Ankara üzerindeki fırtınada düşme tehlikesi geçirmesi bile SHGM’nin aklına bu eğitimini sorgulamayı getiremedi.

BİLİRKİŞİLER ARASINDA METEOROLOG YOK

Ayrıca SGHM, ‘hava hadiselerini incelemek, inceletmek ... havacılık meteorolojisi ile ilgili çalışmaları koordine etmek ... sivil hava alanları ... her türlü iniş-kalkış pistlerinin yer seçimine ait kriterleri belirlemek ... denetlemek’le de görevlidir. Fakat, ülkemizde ne havalimanları yer seçiminde, ne de (Atatürk Havalimanı’nda kazalarla anılan 06-24 pisti gibi) pistlerin yönlendirilmesinde meteorolojik şartlar gerektiği gibi gözönüne alınmıyor. Kazaların hiçbiri meteorolojik incelemeye konu olmadı. Bilirkişilere gönderilen raporlarda meteorolojik veriler yer almakta ama bilirkişiler arasında meteorolog bulunmamakta...

Halbuki, meteoroloji teknisyeni ve mühendisleri başka bir konuda eğitim almış kişiler tarafından ikame edilemez. Havacılığımızın gelişebilmesi için havacılık meteorolojisinde de dünya standartlarını uygulamak zorundayız. İTÜ’de yıllardır hocalık yapmış olan Ulaştırma Bakanımız Sayın Binali Yıldırım’ın bilgisine gereği için önemle arz olunur...
Yazının Devamını Oku

Tayfun Katrina’dan alınması gereken bazı dersler

19 Eylül 2005
Afetler, neden oldukları can ve mal kayıpları nedeniyle, deneme-yanılma yöntemiyle ders alınması çok pahalı olan olaylardır.Bu nedenle dünyanın her yerindeki afet yönetimi çalışmalarını yakından takip edip ‘eğer’ diye başlayan sorularla kendimiz için de dersler çıkartmalıyız. İşte benim bir afet yönetimi uzmanı olarak Katrina’dan çıkardığım dersler...Depremi bekleyen İstanbul gibi, New Orleans’ın böyle bir riske karşı savunmasız olduğu yıllardır biliniyordu. Afet yöneticileri yani devlet, en kötü senaryoya göre hazırlanıp en iyisi olmasını umar. Bu nedenle, Katrina’nın yıkımını gören yöneticilerin ‘Bu kadarını da beklemiyorduk!’ şeklinde sızlanması anlamsız. Aksi takdirde bazı görevlilerin akşama kadar ofislerinde ne yaptığı sorgulanır. Bu nedenle Bush yönetiminin, şimdi verdiği 10.5 milyarı neden insanlar ölmeden önce gerekli önlemleri almak için harcamadığı sorgulanmaya devam edilecek ve sürekli olarak eleştirilecektir. Ama Bush’u anında afet bölgesine gitmediği için eleştirmek doğru değil. Devlet adamlarının yara sarmak için hemen afet bölgesinde görünmesi çok anlamsızdır. Bunun yerine, işlerinin başında durup bürokrasiyi etkin bir şekilde çalıştırmalıdırlar. 1 Mart 2003’te İç Güvenlik Bakanlığı’na bağlanan FEMA’nın (Federal Acil Durum Yönetim Kurumu) direkt başkana bağlı olduğu zamanki gibi etkin olmadığı görülüyor. Şimdi FEMA için yeni bir organizasyona gidilmesi ve kuşa çevrilen afet zararlarını azaltma bütçesinin artırılması bekleniyor. Birkaç ay önce Türkiye Acil Durum Yönetim Genel Müdürlüğü’nün (TAY) de eski FEMA benzeri bir organizasyonu gündeme gelmişti. Neden bu çalışma durdu? Türkiye’de bundan daha öncelikli ne olabilir ki?TAHMİN VE ERKEN UYARITayfun Katrina, meteorolojik bir afetti. Her meteorolojik afet gibi tahmin ve erken uyarısı vardı. Böylece önceden tayfunun karaya vuracağı kıyılardaki halkın tahliye edilmesi istendi. ABD’de gönüllü ve zorunlu olmak üzere iki türlü tahliye vardır. Bazı eyaletlerde zorunlu tahliyeye uymayanlar (polis, itfaiye vb kurtarma ekiplerinin can güvenliğini tehlikeye atacağı için) tutuklanabilmekte. Fakat ülkemizde güvenlik güçlerimizin tahliyedeki rolü ve yetkileri belli değil. Okullarımızın, hastanelerimizin, evlerimizin nasıl tahliye edileceği konusunda kurallar, yollar, vb. tam olarak belli değil ve/veya yaygın olarak bilinmemekte. Şahsen ben nereye gitmem gerektiğini bilmiyorum! Örneğin ABD ve Japonya’da okullar belli başlı sığınak ve barınaklardır. Ülkemizde ise okulların da sel yataklarında ve/veya çürük bir şekilde inşa edilmiş olma ihtimali çok yüksek...Katrina’da şehri terk edemeyenleri, büyük ölçüde fakir siyah halk oluşturmaktaydı. Özel araçları olanlar, otellerde barınacak durumda veya yanına sığınacak güçte yakınları olanlar şehri terk edebildi. Halkın tahliyesi için özel otobüs, taksi, vb. araçlara zamanında el konulmadı. Halbuki bunların da selden korunması ve insanları tahliye etmesi için kullanılması gerekiyordu. Bölgedeki anarşik hareketler, afet bölgesinde daha ilk andan itibaren sokağa çıkma yasağına ilaveten sıkıyönetim ilan edilmesi gerektiğini de ortaya koydu. Şimdi ülkemizde düğünlerde havaya ateş edenler silahlarını, bir depremde herkesten önce yardım almak için, bölgeye giden yardım ekiplerimize de döndürebilir...Yer, zaman, miktar, büyüklük belirterek birkaç gün sonra depremin olacağını söylemek yani deprem tahmini yapmak henüz mümkün değil. Bu nedenle ‘deprem tahmini’ ve ‘deprem erken uyarısı’ gibi yanlış kavramlar halkımızda yanlış beklentiler yaratmakta. Fakat bir deprem sonrasında, sağ kurtulanların tahliyesi gerekebilir. Yoğun nüfusun yaşadığı şehirlerimizde insanlarımızı nasıl ve nereye tahliye edeceğiz? Geriye dönüş nasıl olacak? Evcil hayvanlar, hastalar, turistler, vb için ne tür önlemler alınacak?Katrina, bir de ‘yağmacı kimdir’ tartışmasını başlattı. Kimine göre yiyecek, içecek, vb temel ihtiyaç malzemelerinin dükkanlardan alınması yağma değildir. Gıda maddeleri zaten elektrikler kesik olduğu için kısa bir süre içinde bozulup çöpe gidecek. Ama torbaları ziynet eşyası, elektronik aletler ve pahalı giyeceklerle dolduranlar yağmacıdır. Bu nedenle, yasalar da bu ayrımı yapmalı. Yoksa ırkçı bir bakışla siyahlar için ‘yağma’ olarak adlandırılan bir durum, beyazlar için ‘yiyecek araştırıyorlar’ şeklinde yorumlanabiliyor.New Orleans’ta ikamet eden Prof. Yasemin Aksoy su ve gıda depoladığı için evini terk etmemiş. Bu, afetlere hazırlığın bireyden, evden ve sokaktan başlaması gerektiğini gösteren güzel bir örnek. 11 Eylül sonrası FEMA, emekli itfaiye ve polis şeflerini Olay Komuta Sistemi konusunda eğiterek Toplum Afet Müdahale Ekipleri’ni yaygınlaştırmaya çalışmaktadır. Biz de öncelikle halkı afetlere sistematik bir şekilde hazırlamalıyız.İnsan gücü olarak yerel insanların kullanımının birçok yararı var. Hem psikolojik hem de yiyecek ve barınma gibi fiziksel ihtiyaçları karşılanırken hem de çevre temizliği ve güvenliği sağlanmış olur. Fakat yardım için ortaya çıkacak olan eğitimsiz gönüllüler, merakını gidermek için bölgeye gidecek olan afet turistleri ayrıca problemler oluşturur. Ayrıca yardım olarak bölgeye gönderilmek istenen yiyecek ve giyecek vb bağışların toplanması, depolanması, sınıflandırılıp bozulmadan ihtiyaç sahibine ulaştırılması yardım malzemesinin kendi değerinden çok daha pahalıya mal olmakta. Bu nedenle, öncelikle para yardımı tercih edilmekte.GEÇ GELİRSE YARDIM OLMAZABD hükümeti afetzedelerin barınma ve beslenme ihtiyaçlarını karşılayacak ama maddi zararların daha çok Ulusal Sel Sigorta Programı tarafından telafi edilmesi gerekiyor. ABD’de ülkemizde olmayan ‘Sel Yatakları Yönetimi’ gibi bir kavram da var. Bu nedenle sel yataklarında yıkılan yapılar yeniden eskisi gibi yapılamayacak. TV görüntülerinden de daha çok kıyıda direkler üzerinde yükseltilmiş binaların sağlam kaldığı görülmekte. Bu nedenle sel yataklarında yapılmasına müsaade edilen binaların su basmanı, mutlaka olası sel su seviyesinin üzerinde olacak ve alt katlar boş bırakılacak veya mazgallı olacak. Benzer şekilde ülkemizde Rize gibi dere yatağından başka bir yerde bina yapılamayan şehirlerimizde de binalar, alt katın tamamen boş olması şartıyla en az iki kat yapılmalı.Özetlemek gerekirse: Geç gelen yardım, yardım değildir! En iyi bağış para yardımıdır, gönüllü uzman ve insan gücünün de organize olanı makbuldür. Yönetimlerin afet zararlarını azaltmadaki ve afetlere hazırlıktaki beceriksizlikleri, ‘asrın felaketi, ülkenin gelmiş geçmiş en büyük felaketi’ vb. gibi sözlerle örtülemez. Birey olarak parmağımızı başkasına yöneltmeden önce de kendimizi yaptığımız hazırlık konusunda sorgulamalıyız...
Yazının Devamını Oku

Katrina tayfununa kasırga demenin sosyo-ekonomik sakıncaları

12 Eylül 2005
‘Her gördüğün sakallıyı deden sanma’ sözüne uygun bir şekilde her fırtınaya da kasırga denmemeli! Ayrıca hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığımız konularda tercüme yapıp ürettiğimiz yanlış kelimeleri dilimize sokmanın hayal edemediğimiz kadar önemli hukuki, ekonomik vb. sakıncalara ve kaosa neden olabileceğinin de farkında olmalıyız...

Katrina sonrası Türkiye’de ‘kasırga, hortum, tornado, tayfun aynı şeylerdir’ şeklindeki yanlış açıklamaları gördükten sonra, ABD’de bu olayları yakından inceleme fırsatı bulmuş biri olarak, tayfun, kasırga ve hortum arasındaki farkları anlamak ve anlatmaktaki yetersizliğimizi fark ettim. Ama inadım inat; ‘Tayfun, kasırga, hortum, aynı olay için kullanılan üç farklı sözcük değildir!’ demeye devam edeceğim. Bu sadece bir inat değil; benim için bir görev de.

Yerel olarak Katrina gibi tropikal siklonlara ABD’de ‘hurricane’, Kuzey Pasifik Okyanusu’nun batısında ‘typhoon’, Hint Okyanusu’nda ‘cyclon’ ve Avustralya’da ‘Willy-Willies’ denilmesi dil farklılığıdır. Diğer bir deyişle, burada bir tuhaflık yoktur. Aynı şekilde örneğin yağmura da Almanya’da ‘regen’, İngiltere’de ‘rain’, Fransa’da ‘pluie’ gibi farklı adlar veriliyor. Evet bunlar da aynı olay için farklı dillerde kullanılan farklı sözcüklerdir. Bizim problemimiz, ülkemizde görülmeyen fakat oluştuğu yerlerdeki yerel dillerde hurricane, typhoon, cyclon, Willy-Willies, vb. gibi adlarla anılan tropikal fırtınalara Türkçe’de doğru bir karşılık bulamamaktır.

TAYFUN BİR FİLSE HORTUM FAREDİR

Tornado, sadece hortum adlı kendi ekseni etrafında dönen küçük rüzgar fırtınalarının İngilizce karşılığıdır. İnternette ‘tornado’ ve ‘hortum’ şeklinde aramalar yaparsanız bunların resimlerinden aynı şeyler olduklarını görürsünüz. Hortumlara, ‘twister’ da denilir. Ama 1996 yılında Jan De Bont’un yönettiği ve orijinal adı Twister olan filme de Türkçe ad olarak ‘kasırga’ koyduk! Peru açıklarındaki sıcak su akıntısı olan El Nino’ya da kasırga demiştik! Hazır internete girmişken, tayfun ile hortum arasındaki farkı da görmek için ‘hurricane’ veya ‘typhoon’ şeklinde aramalar yapın. Resimlerden göreceğiniz gibi tayfun bir fil ise; hortum bir faredir!

Katrina ise saat ibresinin tersi bir yönde ekseni etrafından dönerek doğudan batıya doğru okyanusun sıcak suları üzerinde hareket eden, binlerce kilometrelik alanı kaplayan bir bulut bandının ortasında gözü olan ve sadece tropikal bölgelerde ve yılın belli bir zamanında oluşan tropikal bir fırtınadır. Bunu da ülkemizde kasırga olarak adlandıranlardan bir ricam var: Eğer Katrina bir kasırga ise lütfen, ‘kasırga’ kelimesini tropiklerin dışında olan Türkiye gibi bir ülkede düz esen kuvvetli rüzgar fırtınaları için de kullanmayın! Benzer şekilde ‘Moskova’yı kasırga vurdu’, ‘Kıbrıs’ta kasırga!’ gibi şeyler de demeyelim artık...

İnternette yaptığım bir araştırmaya göre eğer tropikal fırtınalara kasırga dersek Türkiye’de başta bilimsel, hukuki, ekonomik ve kültürel olmak üzere birçok problemle karşılaşabiliriz. Örneğin atalarımız, ‘Rüzgar eken, (fırtına) kasırga biçer’ demiş. Bu kasırgadan Amerika kıyılarındaki Katrina benzeri tropikal fırtınaları mı kastetmişler? O zaman burada yaşayan herkes rüzgar ekmekten çekinmesin. Nasıl olsa Katrinalar dünyanın öteki tarafında oluşuyor!

Nevşehir Valiliği’nin web sitesinde şöyle bir ifade var: ‘İlimizde 1960-1997 yılları arasında ölçülen en yüksek rüzgar, 1968 yılı mart ayında batı-güneybatı yönünde saatte 125.3 km hızla kasırga şeklinde estiği tespit edilmiştir.’ Tabii ki Nevşehir’de tropikal fırtınalar oluşmuyor!

Trabzon’un güneyindeki Ziganalar’ın bir tepesinin yamacına yapışmış Sümela Manastırı, bir efsaneye göre, büyük bir kasırga sırasında Meryem’in yardımıyla canını kurtaran III. Alexios tarafından yaptırılmış. Eğer söylendiği gibi kasırga tropikal bir fırtına olsaydı, III. Alexios’un Trabzon’da değil de tropikal bir ülkede bu kasırgaya yakalanmış olması gerekmez miydi?

‘Dostlar geçmiş olsun der, sigorta zararınızı öder’ şeklinde verilen bir reklamda ‘seralarınızı hortum, kasırga, fırtına, dolu, sel, deprem vb. tehditlere karşı sigortalatmak için tarım sigortalarında önder... sigorta acentesine uğrayınız’ deniyor. Burada bahsi geçen kasırga, Katrina gibi bir şey olabilir mi? Katrina bir tropikal fırtına ise ve Türkiye ekvatoral ve tropikal bir ülke değilse, neden seralarımızı bunun için sigortalayalım ki?

İstanbul Valiliği’nin web sayfasına koyduğu Afet Yönetim Merkezi Yönergesi’ne göre İstanbul’da afet yönetimini gerektiren haller arasında kasırga da sayılıyor. Eğer kasırga tropikal bir fırtına ise onun tropiklerin çok kuzeyinde bulunan İstanbul’un afet yönetmeliğinde ne işi var?

RUHUMDA PATLAK VEREN KASIRGALAR

T.C. Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın 8/2/2000 tarih ve 23958 sayılı Resmi Gazete’de yayınladığı Dahilinde İşleme Rejimi Tebliği’nde kasırga, ‘haklı ve mücbir sebep ile fevkalade haller arasında’ sayılıyor. Yani, ‘deprem, sel, don, fırtına, kasırga, yangın vb. tabii afetler (Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı İl Müdürlükleri, İtfaiye Müdürlükleri veya ilgili diğer kurumlardan alınacak yazı ile)’ nedeniyle ilave süre alabilirsiniz!

Aslında bugün Katrina afetinden Türkiye’nin alması gereken dersleri yazacaktım. Ama tekrarlanan yanlışları görünce ruhumda patlak veren kasırgalar nedeniyle yine kelimelere takılıp kaldım! Görüldüğü gibi bir konuyu bilmeden teknik terimlere Türkçe karşılık bulmak veya çeviri yapmak çok yanlış ve çok zararlı olabilir. Bu nedenle, Atatürk’ün ‘Bilim tercüme ile değil, tetkik ile olur’ sözü gerçekleşmeden Türkçe’nin teknik bir dil olması da mümkün değil! Bırakın her konuda kullanılan sözcüklere, o konunun uzmanları karar versin. Bence Katrina’ya kasırga yerine tayfun demek yukarıdaki nedenlerden dolayı daha uygundur... Ya sizce?
Yazının Devamını Oku

İstanbul’dayım, hem yanlışların hem de doğal güzelliklerin farkındayım

5 Eylül 2005
Geçen hafta Nazım Hikmet’in ‘Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda...Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında...’ diye başlayıp giden şiirindeki kafiyeye benzer bir şekilde Ayazağa yolundaki bir palmiyenin, ‘Ben şaşkın bir palmiye ağacığıyım İstanbul’da, sizler ne bu yanlışın, ne de İstanbul’un doğal güzelliklerinin farkındasınız!..’ yakarışını aktarmıştım. Bu hafta İstanbul’da kent kültürüne ve kimliğine uygun ağaç dikimi konusunda Orman Yüksek Mühendisi Muhlis Kılıçoğlu’ndan öğrendiklerimi, ‘Gülhane Parkı’ndayım her şeyin farkındayım.’ şeklinde aktarmak istiyorum. Sayın Kılıç oğlu, özetle şunları söylüyor.MEŞE, KAYIN, KESTANE PALAMUTİstanbul’un gravürlerine bakınca büyük çapta çıplak bir boğaz görürüz. Ama, Belgrat, Beykoz, Şile, Polonezköy civarındaki ormanlar vardı. Peki bu ormanlarda ne vardı? Tabiaten yetişen baskın ağaç meşe, meşe ki en dayanıklı, en yaşlı ağaçlardan birisi, kuvvet ve kudretin sembolü. İkinci baskın tür, kayın. Bunlar, fevkalade güzel, muhteşem ve anıt ağaçlardır. Gürgen, kestane, fındık da var bu ormanlarda. Dere diplerinde, dere vadilerinde kızıl ağaç. Baskın türler olarak sonuslar, üvezler, döngel vs. daha bir sürü güzel şeyler daha vardı. ÇENGELKÖY’DEN GEÇERKEN KAFANI KALDIRBu tabii ormanların dışında boğazda ağaçlandırma, yalıların, elçiliklerin ve okulların yapılmasıyla başladı. Bir yalı, diyelim ki 300 yıllıktır. O yalının yaşında, çınarları da görürsünüz. Koca yapraklı pavlonya İstanbul’da korunması gereken bir ağaçtır. Bu üzüm salkımı gibi mor çiçeği olan ağaç bazı yalıların bahçesinde bulunur. Bunun dışında, ekim ayının sonlarında Beylerbeyi’nden Çengelköy’e giderken bir kafanı kaldır, denize doğru bak; altın sarısı muhteşem dingoblovaları görürsün. Geç oradan karşıya, İ.Ü. Sosyal Tesisleri olan Baltalimanı’ndaki bahçede muhteşem ve anıtsal nitelikte likudan, çınar ve lale ağaçları var. Nefis bir Boğaz ağaçlaması sorarsan Ortaköy Şifa Yurdu derim. Üsküdar tarafından Avrupa yakasına gelip Boğaziçi Köprüsü’nden çıkarken sağına şöyle bir bak. Orada fıstık çamları, sanki Sultanahmet’in kubbesi (fıstık çamları yaşlandıkça üstleri yayvanlaşır, tepeleri kubbeye benzer), onun yanında fişek gibi, roket gibi çıkan selviler var. Selvi, Boğaz’ın en güzel ağaçlarından biri. Bütün gravürlerde selvileri görürsün. Şimdi ne oldu kubbe fıstık çamı, ehrami selviler, minareler yanına serpiştirilen güzel erguvan grupları. İlkbaharda orada pastel lila rengini görürsün. Bir de sonbaharda sarı ve ilkbaharda da çiçekleri olan at kestaneleri...İĞNE YAPRAKLILARIN ÖMRÜ DOLDU50-60 sene evvel orman teşkilatı vasıtasıyla kitlesel ağaçlandırma başlatılmıştı. Daha çok hızlı gelişen tür olan iğne yapraklı ağaçlar dikildi. Yeri geldi söyleyelim; iğne yapraklılarda en büyük handikap yangın tehlikesidir. Ayrıca, tek tür ağaçlama yapıldı. Tek tür ağaçlama yaparsınız, böceğe karşı, hastalığa karşı, yangına karşı, hepsine karşı mukabil bir orman dokusu oluşturamazsınız. Karışık orman tesis edeceksiniz. Yani, iğne yapraklısı da, geniş yapraklısı da, orta tabakada yetişen ağaççıkları da hepsi birlikte bir ekosistem teşkil etmeli. Bence, idare müddeti sonu yaklaşıyor bu iğne yapraklıların. Zaten 40-50 sene sonra kesilmek üzere dikilmişlerdi. Bence tedricen oraları boşaltıp, içlerine geniş yapraklıları sokmak lazım. Karışık ormanlar, İstanbul’da orman yangını tehlikesini de azaltacaktır.Dişbudak’ı tuzun içine dik, deniz suyuna en yakın yere dik; hem uzun ömürlü, hem çok dekoratif, hem de çok dayanıklı. Çalı olarak da ılgın. Hava temizliği açısından mesela akkavak, yaprak hacmi çok bol. İstanbul’da eskiden çoktu sakız ağacı. Betonlaşmaya çok dayanıklı. Aylantus; kokar ağaç deriz hani. Varsın koksun. Betonun içinden çıkar. DAR CADDEYE HANGİ AĞAÇ?Osmanlı’dan kalan, hálá kötü yapılaşmaya kafa tutup direnen, her şeye rağmen yaşamını sürdüren koca koca çınarları da görürsünüz İstanbul’da. Ama, dar caddelerimizde tür seçimine ayrıca dikkat etmeliyiz. Buraya getirip de koca çınar ağacını, koca ıhlamur ağacını dikerseniz; Fransız’ın Şanzelize’de yaptığı gibi onları her sene tornadan çıkmış gibi budamanız lazım. Budayabilir misin? Budamasını bilemediğimiz için rezil ettik en sonunda İ.Ü. Orman Fakültesi’nin önündeki Valide Sultan Caddesi’ndeki çınarları. Dar mekanlarda top akasya gibi ağaçlar öneriyoruz. Top akasyayı budamasan da tepe tacı belli bir genişlikte kalır.ÇİMLERİ AZALTIPOTLARA DÖNELİMÇim alanlarını elden geldiğince azaltıp çalı gibi çok yıllık otlara dönmemiz lazım. Çok müsrif bir şekilde su harcama hakkımız yok! Çimin 1 metre karesi, 7 litre su istiyor. Doğru bir çalı dikersin, o çalıyı ilk sene sularsın, ikinci sene o toprağın nemli olduğu bölümlere kadar inmiştir kökleri artık su ihtiyacı olmaz. Geniş çim alanları da olsun. Olsun ama orta refüjde kilometrelerce çim olmaz! İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bir önerim daha var: Lütfen yollarda blok/kitle kullanıma gidin: Bir tane nar, bir tane forsitya, bir tane ispirya, üç tane bilmem ne olmasın. Sen, 5 km bulvarda araban ile gidiyorsan, bunun en az 700 metresinde tek tür göreceksin ki algılayabilesin onu...Nakkaştepe’ye çıkan vadiye lütfen gidin bir bakın. Besaret Pamay hoca, kitap gibi bitkilerin boy parabolü, tür seçimi, mikro klima seçimi, vb. her şeyin nasıl yapılması gerektiğini orada mükemmel bir şekilde gösteriyor. Ayrıca, Prof. Dr. Faik Yaldır ve Prof. Dr. Gökhan hocalarım da bir zamanlar İstanbul’a dikilmesi gereken ağaçlarla ilgili bir rapor hazırlamışlardı...
Yazının Devamını Oku

Ben şaşkın bir palmiye ağacıyım Ayazağa yolunda

29 Ağustos 2005
Ben bir şaşkın palmiye ağacıyım ayazın kol gezindiği Ayazağa’da. Aslında ılıman iklimin hüküm sürdüğü tropiklere özgün bir bitkiyim. Sıcak iklimlerin, sıcak deniz kıyılarının, tropikal adaların, çöllerde vahaların ve plajların bir sembolüyüm. İstanbul’da ve özellikle de Ayazağa’da neyi temsil ettiğimin ne ben farkındayım, ne de sizler farkındasınız.

Bana göre Ayazağa gibi kuzeyin dondurucu soğuklarına açık, kar ve buzun meşhur olduğu bir yere dikilmek iklime, bana ve İstanbul’a aykırıdır. Biz palmiyeler ekstrem donlarda zor yaşarız. Sonbaharın sonları ve ilkbaharın başlarındaki donlar, yani gece hava sıcaklığı sıfırın altına indiğinde ben fenalaşırım. Hava sıcaklığının eksi 5 derecenin altına düştüğü ekstrem donlarda ise beni yaşatamazsınız.

Beni donlardan korumak için yılın büyük bir kısmında naylonla veya hasırla sarıp bezlemeniz de çok ağrıma gidiyor. İlla da palmiye göstermek istiyorsanız o zaman kapalı seralar yapın; millet beni gelip orada görsün. Bırakın palmiyeyi Edremit Belediyesi’nden daha güneydekiler diksin, palmiye seyretmek isteyenler gitsinler Antalya’da seyretsinler.

GİT ZEYTİN AĞACINDAN YAP IŞIĞINI, DEKORUNU

Bir de beni akşamleyin yeşil ışıklarla ışıklandırıyorsunuz! Nereden çıktı o ışıklar? Orhangazi belediyesi de benden ışıklar saçıyor havaya. Sayın belediye başkanım zeytin ağacından yapsana ışıklarını; senin benim gibi başka diyarların sembolü olan palmiye ile ne işin var? Senin zeytinin dünyanın en iyi zeytini, sele zeytini, eğer bir sembol bulmak istiyorsan git zeytin ağacından yap ışığını, dekorunu. Senin ne alakan var benimle?

Kendine özgün iklimi, bitki dokusu, tarihi ve doğal zenginlikleri ile dünyada bir tane İstanbul var. Neden İstanbul’un diğer dünya kentlerinden ayıran bir özelliği; parklarında ve ana caddelerindeki kendine özgün ağaçları olmasın? Bu nedenle, beni buraya dikerek ‘Antalya’yı, Mısır’ı ya da Bali’yi İstanbul’a getirdik’ filan demeyin! Kendinize ve kentinize ayıp ediyorsunuz. Peki İstanbul’u nereye götürdünüz? Açtığınız plajların adını bile İngiltere’den ve palmiyelerini Mısır’dan getirdiğinizi dünyalara ilan ediyorsunuz. Ama lodosun ve poyrazın yerine uygun rüzgarı da bir yerlerden alıp getirmeyi unutuyorsunuz.

YOKSA SİZ TURİSTLERİ Mİ ŞAŞIRTMAK İSTİYORSUNUZ

Yoksa siz beni buralara dikerek kent sakinlerini ve turistleri mi şaşırtmak istiyorsunuz? Yani, kentin cadde ve parklarını süsleyen palmiyeler devasa boyları, haşmetli görünüşleri ile kente gelen turistleri adeta tropikal bir görüntü vererek şaşırtacağınızı mı düşünüyorsunuz? Sonra da İstanbul’a geldiğini sanan Helga, Hans’a dönerek ‘Gözü kör olasıca beni İstanbul yerine Mısır’a mı getirdin?’ diye mi soracak!.. Ne şaşkınlık ama!

Bana İstanbul’a özgün üç ağaç ismi sayabilir misiniz? Sayamazsınız değil mi? İşte siz bu yüzden İstanbul’a özgün bitki türleri dikemiyorsunuz. Niye doğrusunu bulmak için etrafınıza şöyle bir bakmıyorsunuz. Ben sizin yerinize baktığımda; İstanbul’da tabiaten doğmuş gelişmiş hiçbir palmiye göremiyorum. Adam bir tane yalı yapmış, deniz kıyısındaki bahçesine biraz daha dayanıklı olan palmiye türlerinden bir tane dikmiş. Deniz kıyısı ile Ayazağa arasında herhalde en azından bir 5-6 derecelik bir sıcaklık farkı var!

İKİ PALMİYE ARASINA HAMAK MI ASACAKSINIZ?

Karikatüristler genellikle beni ıssız bir adadaki yalnız adam ile birlikte çizer. Ben orada tropikal bir adadaki umutsuzluk ve yalnızlığı temsil ederim. Her nedense beni hep sağlam uzun bir palmiye ağacı olarak tam adanın ortasında da dikerler. Böylece hem yalnızlık hem de cinselliğin bir sembolü oluveririm. Ayazın kol gezdiği, binlerce araç ve insanın gelip geçtiği bir yolun kıyısında yan yana bir kaç palmiye ağacı kime neyi andırır anlayamadım!

Belki de alışveriş yaparken iki palmiye arasına hamağımızı asıp biraz kestirmek gibi bir fanteziniz var! Ya da Allah’ın her günü bu yoldan gelip geçmekten bıktınız. Trafikten başınız dönüyor, güzel rüyalar mı görmek istiyorsunuz? Rüyanızda palmiye görmenin, çok faydalı bir deniz yolculuğuna çıkacağınızı gösterdiğine mi inanıyorsunuz? Yoksa hayatınızı düzene sokacak, aşk hayatınızda da mutlu günler mi geçireceksiniz!..

İSTANBUL’UN KARAKTERİNE UYAN PALMİYE AĞACI YOK

Kentin çeşitli yerlerine dikilen palmiye ve hurma ağaçlarının tuttuğunu belirterek, ‘palmiye ağaçlarının tutmayacağı, boşa para harcandığı söylentileri doğru değil’ diye kendinizi savunmaya kalkışmayın. Buradaki esas problem, tuttu-tutmadı değil; ağaç türü seçiminin, kent kültürüne ve kimliğine uygun olup olmadığıdır. Bir de Anadolu’nun bazı yerlerinde ise kentin doğal simgesi olan palmiyeleri, ‘Uzun kara gövdeleri ile çirkinlik arz ettiği, kuşların konmadığı, kerestesinin bile olmadığı, gölgesi olmadığı, kaldırımlarda yer işgal ettiği, budamasının fazla masraflı olduğu vb.’ nedenlerle kesmek istiyor bazı şaşkınlar!..

Yaşadığınız ve hizmet etmeye çalıştığınız şehir, sıradan bir şehir değil, dünyanın en kıymetli, en güzel şehri. İstanbul’un doğal bitki örtüsünü ve yapısını bozmayın! Bizi çeşit olsun diye de oraya buraya rastgele dikmeyin.

Çünkü İstanbul gibi birçok şehrinizin karakterinde palmiye ağacı yok. İstanbul’un kendine göre ağaçları ve çiçekleri vardır, örneğin İstanbul halkının ruh zenginliğini gül ve lale ifade eder (di).

Nazım Hikmet’in o meşhur Gülhane Pakı’nda Ceviz Ağacı şiirinden esinlenerek tekrarlayayım. Ben şaşkın bir palmiye ağacıyım İstanbul’da, siz de ne bunun, ne de İstanbul’un doğal güzelliklerinin farkındasınız!..
Yazının Devamını Oku