Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu
Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu
Prof.Dr. Mikdat KadıoğluYazarın Tüm Yazıları

Doğal afet sayısı 7 kat arttı peki önlemler ne durumda?

Tayfunlar, okyanus su yüzey sıcaklıklarının en yüksek olduğu yazın sonu ve sonbaharın başlarında daha sık görülür. Bu nedenle, sonbaharın ortalarına gelirken bizler hálá tayfunları konuşmak zorundayız.

Tayfunları konuşmak bir yana, dünyada artan doğal ve terör gibi doğal olmayan tüm afetleri ciddiye de almak zorundayız.

Her yıl milyonlarca turist tropikal denizlere tatile gider. Yazın, ticaret rüzgarı olarak adlandırılan, doğulu rüzgarların esmesi tropikal adalarda hava sıcaklığının artmasını engeller. Buna rağmen öğleden sonra hava sıcaklığı yine de çok yükselir ve gökgürültülü sağanak yağışlar oluşur. Bu yağışlar kısa bir süre sonra yerlerini güneşe bıraktığı için problem değildir. Hatta akşamüstü güneş batarken insanlar güneşi arkalarına alıp doğudaki yağışlara bakarsa büyüleyici gökkuşaklarını bile görebilirler. Fakat, sıcak okyanus suları bölgede tayfun gibi kuvvetli tropikal fırtınalar için önemli bir potansiyel tehlike oluşturur.

Son yıllarda sadece tropiklerde fırtınaların sayısı ve şiddetinde artış yok; Türkiye gibi tropiklerin dışındaki ülkelerde de şiddetlenen gökgürültülü sağanak yağışlardan dolayı, şehirlerdeki ani sellerin sayısı ve şiddetinde de artış var. Artık deprem, sel vb. tehlikeler, hızla artan çarpık yerleşim bölgelerinde daha fazla afete dönüşebiliyor. Bir hesaba göre 1990-2000 arasında meydana gelen doğal afetlerin sayısı, 1900-1940 yıllarında meydana gelenlerden yedi kat daha fazla. Yani, insanlık afetlere karşı yedi kat savunmasız ve bir o kadar da doğaya karşı saygısız hale gelmiş. Artık deprem, sel vb. tehlikeler, hızla artan çarpık yerleşim bölgelerinde, bilimsel uyarıları ve afet yönetimini ciddiye almayan ülkelerde daha fazla afete dönüşebiliyor.

RİSKLERİ ÖNCEDENBELİRLEYEN VAR MI

Örneğin, 17 Ağustos 1969’da Tayfun Camille’de bir grup genç tayfun tehlikesine ve tahliye emrine aldırmaz ve ‘tayfun partisi’ yapmaya karar verir. Ne de olsa, bir otelin üçüncü katında kendilerini güvende hissetmektedirler. Fakat bir an için sel sularında yüzen bir kadının pencerelerinin önünden el sallayıp ‘imdat ’ diye bağırarak geçtiğini görünce işin ciddiyetini anlarlar. Benim merak ettiğim şey, onlardan 30 yıl sonra bizlerin 17 Ağustos 1999’da Kocaeli ve sonraki depremlerden sonra işin ciddiyetini anlayıp anlayamadığımızdır!

1999 Marmara depremlerinden sonra işini gücünü bırakıp, ABD Federal Acil Durum Yönetim Kurumu (FEMA ), Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı (JICA) ve İngiltere’deki Bournemounth Üniversitesi Afet Yönetim Merkezi’nden onlarca afet yönetimi eğitimi almış/vermiş, ABD ve Japonya’daki uygulamaları gidip yerinde görmüş biri olarak, bizim bu afet yönetimi işinin ve afetlere hazırlığın ciddiyetini henüz anlayamadığımıza inanıyorum.

Bilmem dikkat ettiniz mi; Rita tayfunundan dört gün önce Galveston şehir çalışanları şehrin yüksek bir yerinde bulunan bir otelde toplandı. Böylece şehir yetkilileri ve çalışanları afet öncesi, anı ve sonrasında görevlerinin başındaydı. Yıllardır depremi bekleyen İstanbul’da deprem anında ve sonrasında böyle bir şey mümkün olamayacak. Yani depremden sonraki ilk saniyelerden itibaren İstanbul’da afet yönetilemeyecek. Çünkü, yetkililer afet öncesi dağınık bir şekilde yaşıyor, bir yerde toplanamamış ve afet sonrası da kolay kolay toplanamayacak.

Örneğin, İstanbul’da deprem olsa afet yönetim merkezlerinde görevli olanlar, yetkililere nasıl ulaşacak? Normal haberleşmenin çöktüğü bir anda uydu telefonu veya telsizi olmayanlara ulaşamazsınız. Diyelim ki sağlam evlerde oturan birkaç yetkiliye ulaştık, bunlar şehrin değişik yerlerinden hangi yol ve araçla görev yerine gelebilecek? Bu soruları arttırmak mümkün, ama daha depremin birinci saniyesinden itibaren İstanbul’da veya diğer şehirlerimizde yönetimsizlik başlayacak. Japonya’da Kobe şehrini gidip görenler belediye ve valilik binalarının hemen yanıbaşındaki sağlam lojmanları da görebilir. Yıllardır depremi bekleyen İstanbul veya diğer şehirlerimizde bu konu neden dikkate alınmaz, akıl alır gibi değil.

Katrina ve Rita’da halkın bölgeyi tahliyesi sırasında yaşanan problemleri görünce aklıma yine İstanbul geliyor. Düşünün İstanbul Boğazı’nda kıyıya yakın bir LPG tankeri vb’nin katıldığı bir kaza meydana geldi ve büyük bir patlama tehlikesi var. Kimler gönüllü veya zorunlu olarak tahliyeye tabi tutulacak ve tahliye edilenler nereye, hangi yolları kullanarak gidecek. Bu ülkede bu tür senaryoları nokta nokta düşünüp çözümler üreten, riskleri önceden belirleyip onları afete dönüşmeden azaltmaya çalışan kimse veya kurumlar var mı? Bana göre yok...

RİSK YÖNETİMİ OLMAZSA KRİZ YÖNETİMİ DE OLMAZ

Modern afet yönetimi sisteminde, kayıp ve zarar azaltma, hazırlık, tahmin ve erken uyarı, afetler, etki analizi gibi afet öncesi korumaya yönelik olan çalışmalara ‘risk yönetimi ’ denilirken; müdahale, iyileştirme, yeniden yapılanma gibi afet sonrası düzeltmeye yönelik olarak yapılan çalışmalara ise ‘kriz yönetimi’ adı verilir. Risk yönetiminin ihmal edildiği yerlerde kriz yönetimi de başarılı olamaz. Hatta tek başına uygulanan kriz yönetimi, ‘keriz yönetim’ olarak bile adlandırılabilir! Maalesef, ülkemizde sadece ‘kriz merkezleri’ ve ‘kriz masaları’ bulunmakta; ‘risk merkezi’ veya ‘risk masası’ gibi bir şey ise düşünülmemekte...

Özetlemek gerekirse Katrina tayfunundaki yanlışlar şunlardı: Setlerin güçlendirilmesi gibi risk azaltma çalışmalarının ihmal edilmesi, okunmayan ve uygulanmayan planlar, harekete geçemeyen ordu, tahliye edilmeyen halk, bir futbol takımı kadar bile organize olamayan afet yöneticileri, birbirleriyle haberleşemeyen acil durum görevlileri ve müdahalede yetki karmaşası... Ben, Sayın Başbakanımız Recep Tayip Erdoğan’ın (Japon Başbakanını örnek alarak) 12 Kasım haftasını halkla beraber ülkemizi afetlere hazırlığa ayırmasını ve afet yönetimimizdeki eksik yapılanmanın tamamlanmasına daha fazla önem vermesini diliyorum.
Yazarın Tüm Yazıları