Nihat Demirkol

Müjdeyi benden duyun istedim

25 Mayıs 2012
SADECE adı bile, nasıl zor ve zahmetli bir işe soyunulduğu konusunda fikir vermeye yeter: “İzmirlilerin Denizle İlişkisini Güçlendirmekte Uygulanacak Tasarım Stratejisi...”

 (Benim uzun cümleler kurduğumdan yakınan sevgili eşim ne diyecek acaba?) Kısaltmaya kalksanız, ortaya “Gözçöpkalhorder” (Gözü Çöplükte Kalmış Horozlar Derneği) gibi bir şey çıkar diye, herhalde böylece bırakmışlar. Oysa kucaklayıcı projeler, herkesin kolaylıkla aklında tutabileceği ve tekrarlayabileceği simge sözcüklerle tanımlanır. Zaten, logolar, maskotlar, müzikler hep bu hatırlatma kolaylığı ve iz bırakma gücünden yararlanmaya yöneliktir. Projenin tanıtım ve paylaşımı, böyle bir cinliğin üstüne bina edilemediği için olsa gerek, körfezi 40 kilometre boyunca yeniden tasarlamak iddiasını taşıyan, İzmirlinin hayatını değiştirmesi beklenen ve 100 milyonların telâffuz edildiği “vizyon gösterisi”, şimdilik “sokaktaki adam”ın gündemini teğet geçmişe benziyor. İzmir medyasına gelince... Haftalardır bu konu hakkında yazıldı, çizildi, konuşuldu. Açıkcası ben biraz beklemeyi tercih ettim, “Benimle biraz olsun aynı yöne bakan var mı acaba?” diye. Pek çıkmayınca, konu bayatlamadan yazmak istedim.

Öncelikle bir şeyin hakkını teslim etmek gerekiyor. 2009–2012 yılları arasına yayılarak olgunlaştırılmış bu çalışmaya, “fikri değen, eli değen, gönlü değen herkesin katkısına ve emeği”ne saygı duymak zorundayız. Görülenden ve anlatılandan daha zor ve zahmetli bir iş çıkartıldığını tahmin ediyorum. İzmir Körfezi’ne ilişkin dağınık binlerce veriyi bir veri tabanına dönüştürmek ve bunu modellemek, ancak iyi bir takım oyunu ile mümkün olabilirdi. Ortada profesyonel bir bakış açısı ve güçlü bir iyiniyet olduğundan kuşku duymuyorum. Ama hani futbolda, sağlı sollu pozisyona girip de “gol vuruşu”nu yapamamak var ya! Hani bir de bu “helâk olmuşluğu“ iyi futbol oynamış gibi pazarlayıp, yine de tabelayı bir türlü değiştirememek var ya? Sanıyorum, proje bu “takdim edilememe sıkıntısıyla”, şişten kaçıvermiş örgü gibi, zayıf noktasından sökülmeye hazır bekliyor...

Basın toplantısında, İlhan Tekeli hocamızın doğaçlama olarak takdim ettiği manifesto, “hem zarf hem de mazruf” yönünden tartışmasız çok doyurucu idi. Hiçbir cümlenin “rastlantıyla” sarf edilmediği belli olan dört başı mamûr bir kurgu ile birim zamanda, doğru, anlamlı, yapıcı ve (ama hep) güzel şeylerden söz etti. İşin sözel kısmı orada kalsa, daha bile iyi olacakmış. Sunumlar bir standarttan uzaktı. Herkes fili, “tuttuğu yerden” tarif etti. Neden bu proje “gövde gösterisi”ne dönüştürülemedi? Neden “kefilli buzdolabı senedi” öder gibi birkaç güne yayıldı, taksit taksit anlatıldı ve tanıtımın enerjisi düşürüldü? Neden, tanıtım küçücük salonlarda yapıldı? Bunları bilemiyoruz.

Sadece, 6 parçaya ayrılarak projelendirilmiş körfezin, kendine ait bölümünü anlatan bir uzmanımızın verdiği müjde, İzmirli ile paylaşılmazsa yazık olur kanısındayım (!) Efendim, bugün için, körfezde yapılan Üçkuyular-Bostanlı araba vapuru seferleri için son saat, (vizyonunu, “uygarlıkların mirasını geleceğe taşıyan, Akdeniz’in zenginliklerini kentlisine ve dünyaya sunan, hizmet felsefesiyle akıllarda iz bırakan” şeklinde duyurmuş İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin web sitesine göre) 22.30 ya meselâ... Şimdi sıkı durun! “İzmirlilerin Denizle İlişkisini Güçlendirecek” bu dev proje hayata geçirildiğinde, son vapur gece yarısı kalkacak(mış). EXPO adayı kentimiz için “görebildiğimiz en uzak nokta”, bu; “akıllarda iz bırakması umularak” duyurulur...

Yazının Devamını Oku

Gel beraber Metro’da müzik yapalım

21 Mayıs 2012
SEVGİLİ gençler, müzik zevklerimiz pek birbirine yakın olmayabilir. Çünkü Orson Welles öldüğünde (1985), kızım gibi pek çoğunuz daha doğmamıştınız...

(Ben de 24 yaşındaydım). Sinemada yepyeni kapılar açmış olmakla birlikte, yaşadığı çağa fazla geldiği için hep yalnız kalmış bir adamdı Welles... Dönemin anlayışına göre çok yenilikçiydi ve ne izleyicilere, ne de sinema ustalarına yaranabildi. Buna rağmen, “bütün zamanların en iyi filmi” olarak gösterilen “Yurttaş Kane”in, yapımcısı, senaristi, yönetmeni ve başrol oyuncusu olan bu sevimli dahi, hâlâ sinema ve tiyatro okuyan gençlerin kâbusudur; “Welles bu filmi 25 yaşında çekmiş, siz ne yapıyorsunuz?” sorusu, çoğunu geceleri uykusundan uyandırır. Düzenin adamı olmadı ve genele göre tuhaf kaçtığı için fazla da sevilmedi. Yapımcılar da seyirci de, “şaşıralım mı, izleyelim mi, yoksa nefret mi edelim?” diye sorarken, çevresine hep iki beden büyük geldi. İşte bu adam, hep gelecekte ve aykırı yaşamasına rağmen, tuttu giderayak (çünkü single çıktıktan hemen sonra öldü...) biraz da geçmişe övgü gibi algılanabilecek bir şarkı yazdı. Meraklısı için hâlâ efsane olan satırlarda (I know what it is to be young), bütün zamanların gençlerine şöyle sesleniyordu;
“Ben genç olmanın ne olduğunu biliyorum / Fakat sen yaşlılığın ne olduğunu bilmiyorsun / Bir gün, sen de aynı şeyleri söylüyor olacaksın / Zaman geçip gidiyor ve bu hikâye anlatılıyor / Birçok soru sordum karşılaştığım akıllı adamlara / Bütün cevapları henüz kimse bulamamış / Hatırlanacak günler olacak / Gözyaşı ve kahkahalarla dolu / Yazdan sonra kış gelir / Yıllar böylece geçer / Öyleyse arkadaşım, gel beraber müzik yapalım… / Sen bana yenisini söylerken ben eskisini çalacağım / Zamanla, senin gençlik günlerin geçerken / Zamanını seninle paylaşanlar olacak”
Anlayacağınız, ellisini geçmiş babaların çok sevdiği bir şarkıdır. Buna rağmen sizden ricam, bu yazıyı, “demode bir adamın, çağdışı beklenti ve zırvaları olarak algılamama” fikrine, küçük bir şans tanımanız. Çünkü bu satırları, bir kitabımın arka kapağına, “...yaşıtlarımca -onlardan daha genç- olduğu söyleniyor. Bakalım babamın yuvarlak gözlüklerine, bu sefer hayatın hangi köşeleri çarpmış?” diye düşen bir yaşıtınızın babası kimliğimle ve bütün samimiyetimle yazıyorum.
İzmir metrosuna yeni eklenen 2 istasyonla, son durak EVKA-3 oldu artık; insanların ayağı yeni alışmakta olduğu için nispeten tenha oluyor. İkinci durak “Ege Üniversitesi...” Burası haliyle daha yoğun ve öğrenciler, onlara yakışan bir enerjiyle doluşuyorlar kapılardan. Eski son durak olan Bornova istasyonunda bekleyenlerin yaş ortalaması ise doğal olarak daha yüksek. Yolcu profili de daha çeşitli ve bekleyenler arasında, -yaşlı teyzeler, beli bükülmüş amcalar, ellerinde çantalar, paketler olan insanlar, hamile hanımlar- gibi “oturarak yolculuk etmek ihtiyacı gençlere göre daha fazla” olanlar çoğunlukta. Demem o ki, “bu istasyona gelindiğinde kapılar, bütün koltuklarında gençlerin oturduğu bir vagon manzarasına açılıyor. Hiç istifini bozmayan sevgili gençleri biraz daha duyarlı olmaya davet etsem, çok şey mi istemiş olurum acaba? Gel beraber Metro’da müzik yapalım” diyorum aslında...
Yer vermemek için haklı gerekçeleriniz olmalı; bunları anlayabiliyorum. Hatta bu yazının gerçek muhatabının sizler değil, anne ve babalarınız olduğunu düşünüyorum; “özür sizinse kabahat onların”dır. Emin olun, nasihat etmek niyetinde filân da değilim. Hepsi, Orson Welles ile başlayıp, Neyzen Tevfik ile bitirebilmek içindi. Usta diyor ki, “Özründen çok büyük kabahat etme...”

Yazının Devamını Oku

Teşekkürler Narlıdere

18 Mayıs 2012
GEÇEN cuma sormuştuk; “Narlıdere Belediyesi’nin bayrağına ne oldu?” diye...

 

Narlıdere Dinlenme ve Bakımevi’nin duyarlı sakinlerinin, (hepimiz adına) “yaşama sevincimiz” dedikleri büyük Türk Bayrağı’nın, neden 23 Nisan’dan beri gönderde dalgalanmadığını merak etmiştik. Aynı gün, ‘aksaçlı dostlarım’ bir haber daha uçurdular; “Belediye’den aradılar Nihat Bey, bayrak direği için ihaleye çıkacaklarmış; anlaşılan 19 Mayıs’a da yetişmeyecek...” İhale lafını duyunca, ‘güler misin, ağlar mısın?’ dedim kendi kendime. Üstüne, Narlıdere Belediyesi’nin Basın Müşavirliği’nden birbiri ardına gelen ‘e-bülten’ler... “Yazıyı gördüler, beni dağıtım listesine eklediler, eli kulağındadır, bayrakla ilgili de bir bilgi gelir, onu da okuyucuyla paylaşırım” diye düşünürken, cumartesi ihaleyi açıp, pazar günü yüklenici firmaya verip, akşamına da işin kesin kabulünü yapmış olmalılar ki (!), pazartesi, ‘bayrağımız asıldı’ telefonları gelmeye başladı. Bu, ‘yükte hafif-pahada ağır’ meselemizi, hatırlatılınca devreye girse bile, ‘hızlı problem çözme becerileriyle’ (ve kurdele filân kesmeye de gerek duymadan) halledenlere teşekkür ederiz.

Teşekkürler Akigo

“Gakkoş”lardan sonra, “Akigo” da Süper Lig’de... Beş sezonda yakalanan bu başarı, alkıştan fazlasını hak ediyor. Ege’nin (iftiharla söylüyorum ki) onur duyduğu bu mütevazı takım, şimdi “kalıcı olabilmek” hedefine kilitlenmeli. Iskalanmaması gereken asıl gerçek ise kasaba büyüklüğündeki yerleşim merkezlerinin, “ekonomiden sanata, spordan turizme” kadar, “yükselen değer” olma yönünde bir değişimi yakalamış olması. Biz ısrarla İzmir Fuarı ile uğraşırız ama dünyanın en büyük fuar organizasyonlarını yapan Frankfurt (ve hatta Düsseldorf bile) büyükşehir ölçeğinde bir merkez değildir meselâ. Benzer modelleri Akhisar, Torbalı, Tire ve diğerleri için kurgulayamamış olmamızın kaybettirdiklerini, Süper Lig’in bu yeni takımı, başarısıyla gözümüze sokmuş oluyor. Bütün kalbimle kutluyorum. İnternet bloglarında, “bu yılın averaj takımı belli oldu” diyenleri de mahcup etmenizi de dört gözle bekliyorum.

Teşekkürler Karşıyaka

100. yılında yaşattığı sevinç, “averajla kümede kalma” tesellisinden ibaret. Bu tablo, ne dev camianın, ne de ateşli taraftarının kabahatidir! Bu tablo, “bütün ufku, sadece futbol takımından ibaret olan bir yönetim fukaralığı”nın eseri... Biliyorum; pek çok Karşıyakalı kızacak bana... Ama birilerinin de çıkıp, azımsanmayacak bir kalabalığın aklından geçenleri söylemesi gerekiyor artık. (Sadece) çok bağırmak, çok para harcamak, çok heyecanlanmak, çok gözyaşı dökmek, aidiyete bir şey katmıyor. Yeşil-kırmızılı yöneticiler, futbola gösterdiği ihtimamın yarısını basketbol şubesine göstermiş olsalardı, 100. yılda “kazanan, başaran, deviren, iz bırakan armada” olmamak için sebep yoktu. Gelecek için de ısrarım aynı yöndedir: Kulübün “Amiral Gemisi”, bir süre basketbol takımı olmalıdır. Benzer fırsatlar, su sporları için de geçerli. Futbol takımının yükselişi, telâştan uzak planlanmalı ve yıllara yayılmalıdır. “Bastır parayı günü kurtar” modeli çökmüştür. Ben, “her şeyin doğrusunu bilen, cenazede ceset, düğünde damat olmaktan bir türlü vazgeçmeyen” deneyimli(!) yöneticilerin de bir süre dinlenmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Talih bir kredi daha açtı Karşıyaka’ya; “bugün yaşa, yarın savaşırsın...” diyerek. Bu rüzgar doğru kullanılmalı. Yarın varsa umut da vardır. Teşekkürler Karşıyaka.

Yazının Devamını Oku

“Ortaşark”ın kurnaz yalanı:“Gönüllerin Şampiyonu...”

14 Mayıs 2012
SİZLER bu sabah okuyacak olsanız da, bu yazı, (yazacaklarım sonuca göre değişmeyeceği için) cumartesi akşamüstü, daha “Süper Final”in son maçı oynanmadan yazılmaya başlandı...

Gerçek sporseverler için sıkıntılı bir seneydi. Çoğumuzun “Futboldan sıdkım sıyrıldı” dediği bir sezonu geride bıraktık. Hiç mi güzel bir anı yok? Olmaz mı? Galatasaray’ı sahasında yendiğimiz akşam, maçtan hemen sonra kapı çalındı. Alt komşumuzun 5 yaşındaki sevimli kızı Selen, üzerinde Galatasaray formasıyla sırıtıyordu paspasın üstünde; elindeki tabakta da “tebrik tatlısı”. Hemen kucakladım ve şöyle dedim minik taraftara: “Ne olur hep böyle kal. Sporun hep gülen yüzü olmayı başaranlardan ol. Kişiliği gelişmemiş, hasta ruhlu ve küçük beyinli adamların elinden ancak senin gibiler kurtarabilir futbolu...” Sevincimi ve takdirimi, onun daha kolay anlayabileceği bir şekle sokmamız gerekiyordu. “Kim şampiyon olursa olsun, iki bayrak asacağız o zaman; tamam mı?“ dedim. “Tamam” dedi.
Maç biraz önce bitti... Galatasaray, “taşların bağlanmış olduğu” bir ligde rakipsiz kalınca, uzak ara fark yaparak girdi “Süper Final”e... Sonra telâşa kapılınca, biraz eline yüzüne bulaştırdı. Koca koca adamların, “Bir senaryonun figüranlarıyız” şeklindeki acındırma demeçleri, “kubbede boş bir sâdâ olarak” hatırlanacak. (Senaryo, baştan böyle yazıldığı için mi oyun böyle bitti acaba?) Galatasaray şampiyonluğu kaybetseydi, bu plâk daha uzun süre çalınacaktı. Üstüne, normal sezon cumartesi akşamı tamamlanmış olmasına rağmen, “Biz zaten normal sezonu dokuz puan önde kapatmıştık” gibi usûl ve hukuk cahilleri ile de uğraşacaktık. Galatasaray kaybetseydi, taraftarları, “Biz zaten gönüllerin şampiyonuyuz” diye dolaşacaktı...
Fenerbahçeliler, öncelikle medyanın yarattığı bilgi kirliliği yüzünden, (haklı-haksız, onu dahi bilemiyoruz?) özellikle de sporumuzu yönetmekte olanların açık beceriksizlikleri sayesinde “itelenip kakalandığı uzun bir yıl”ın sonunda, final oynayarak onurlandırdı seyircisini. Fenerbahçe’nin verdiği mücadele, sadece sportif bir mücadele değildir. Sporun sadece futboldan ibaret olmadığını herkesin gözüne soktular. Pek çok branşta (ya başa güreşerek ya da birinci olarak...) elde edilen başarı, bu dev camiaya, başları dik gezme ayrıcalığını çoktan kazandırdı. Artık, (karşısına çıkan-çıkarılan bütün engellere rağmen) “rekabet gücünü” son 90 dakikaya taşımış olmanın heyecanını anlatacaklar torunlarına. Şimdi, bazı “akl-ı evvel” Fenerbahçe taraftarı da çıkıp sağda solda, “Biz zaten gönüllerin şampiyonuyuz” diye gezinecek...
Oysa, “Gönüllerin şampiyonu...” ifadesi, “Ortaşark’ın kurnaz yalanları”ndan sadece biridir. Ve bu hem ucuz, hem de seviyesiz kıvırmanın arkasına saklanmak, gördüğünüz gibi (herkes için) an meselesidir aslında... “Büyük, ezelî, ebedî, çınar, efsane, âbide” filân olmanıza da pek bakmaz. Bu, edepten uzak düşmüşlüğün tercümesi ise “kazanmayı da kaybetmeyi de bilememek kültürü”nün yoz labirentlerinde demlenir. Çıkar topunu oynarsın. Kazanırsan şampiyon, kaybedersen diğerlerinden biri olursun. İkinciysen, en fazla, “Şampiyonlar Ligi’nde ön eleme oynayacağım” diye sevinmeye hakkın olur. Şayet öğrenebilirsen, fazladan, bir de şu iz kalır kafası çalışanların belleğinde: “Kazananların, varlığını, her daim kaybedenlere borçlu olduğu keyifli bir sarmaldır spor.” Tebrikler Galatasaray, teşekkürler Fenerbahçe... Kapı çalınıyor, Selen bayrağıyla gelmiş olmalı...

Yazının Devamını Oku

Narlıdere Belediyesi’nin bayrağına ne oldu

11 Mayıs 2012
HEPSİNİ bu köşede seslendirmek mümkün olmasa da okuyuculardan aldığım geri bildirimleri zaman zaman paylaşmaya çalışıyorum.

Bu kez önce bir telefon, birkaç telefon daha derken, “duyarlı bir neslin”, işinin arkasını bırakmayan ısrarından bahsetmek istiyorum... Önce “belediye yetkilileriyle, gerekirse Sayın Başkanla bir görüşeyim, yazıyı sonra yazarım” diye düşünüyordum ki, web sitesine girince, bir başka acayiplik çıktı karşıma: İngilizce bir yazı; Türkçesi, “Bu hesap askıya alınmıştır” gibi bir şey... “Kısmet değilmiş” diye söylenerek, oturdum bilgisayarımın başına.

“Duyarlı nesil” derken, işe kimi, kimleri kastetiğimi tanımlayarak başlayalım: “SGK İzmir Narlıdere Dinlenme ve Bakımevi”nin değerli sakinleri onlar... Yaşları itibariyle, Cumhuriyetin “ilk gözağrısı bebekleri” onlar. Rahmetli Gazi’nin ışığıyla büyümüş, “ilk heyecanın çocukları” onlar. Savaş görmüş, yokluk çekmiş, buna rağmen pek çoğu ömrünü bir mesleğe adamış, “aydınlanmanın ilk yetişkinleri” onlar. İçlerinden biri (tesisin pencerelerinden, seyir teraslarından bakan onlarca çift göz adına...) beni aradı. Önce telefonda konuştuk, sonra kahve içip tavla oynarken de daha etraflıca dertleştik. Bana anlatılanları aktarıyorum:
“23 Nisan’dan beri hem şaşkın hem de üzgünüz... Balkona çıktım. Hemen önümüzde belediye binası var. Gözümüzün ilk aradığı şey tepesinde dalgalanan epeyce büyük Türk Bayrağı... Her taraftan görünür. Burası rüzgâr da aldığı için, gece-gündüz öyle nazlı nazlı dalgalanır. Baktım bayrak yok -eskimiştir, yıpranmıştır, yenisini koyacaklar herhalde- diye ertesi güne kadar bekledim, yine yok. Bunun üzerine, belediyeye telefon açtım. Tesadüfen Başkanın sekreterine bağladılar. Durumu anlattım, sebebini sordum. -Endişeli ve kızgınız- dedim. ‘Aaaa öyle mi? Teyzeciğim benim haberim yok, ama ilgileneceğim. Merak etmeyin, öyle şeyler olmaz bizim burada. İçiniz rahat olsun’ diyerek kapattı telefonu kızımız. Üstünden 3 hafta geçti. Benden sonra, başka arkadaşlarımız da aradılar. Bayrağın olmadığından haberleri bile yok! En son söyledikleri, ‘İpleri eskidi, halkası koptu yapan firmaları ancak bulduk değiştirecekler’ gibi bir şey. Artık gerisi size emanet...”

Emanetin büyüklüğü ile ilgili olarak bütün düşündüklerimi yazmaya kalksam, kalemin nerede duracağını kestirmek zor. Kaç kişiyle mahkemelik oluruz tahmin etmek zor. Bu köşede bir daha görüşebilir miyiz? O da bilinmez. İyisi mi, terbiye ve asgarî nezaket dairesinde, samimi bir eleştiri ile yetinmek galiba... Yalnız, bana kahve ikram eden Ürgün Hanım’ın, telefona çıkan kişiye söylediği bir cümlenin altını özellikle çizmek isterim: “O bayrağı hemen asın oraya. O bizim yaşama sevincimiz...”

Sevgili Başkan, bir yanlışlık var bu “ipsiz, halkasız, duyarsız” cevapta! İzmir’in orta yerinde, elinizde her türlü imkân varken haftalarca boş kalamaz o gönder. O bayrak altında seçilmiş bir politikacı olarak, o bayrak altında büyümüş hemşehrilerinizin “yaşama sevincini” örselemeye hakkınız olmadığını düşünüyorum. Gece bununla yatıp, sabah bununla uyanıyorlar. Ayrıca, hiçbir şey, onların bu haklı isteklerinden daha önemli de olamaz. Bakmayın şairin, “gökteki öksüz dilimi Bayrağıma ay yaparım...” dediğine. O bayrak “öksüz de değildir, sahipsiz de...” Sizden, bu “sevimsiz” durumu çözmenizi rica ediyorum. Çözün ki, İzmirli belediyelerin, iki satır eleştiri kaleme aldığımızda, “çok özel günlerden geçiyoruz, bari bu aralar yüklenmeseniz” diye sitem etmeye hakkı olsun. Saygılarımla.

Yazının Devamını Oku

Şarkılar kimi söyler

7 Mayıs 2012
“ÂLEM yüzüne saldı ziyâ âl-i Muhammed/Seyfin çâk edib geldi yine âl-i Muhammed/Nâdan ne bilir, dâna bilir âl-i Muhammed/Ve salli alâ Seyyidinâ âl-i Muhammed/Sad salli alâ mürşidinâ Şâh-ı velâyet...” diyerek başladı sahnedeki sanatçılar; güftesi Seyyîd Nesîmî, bestesi Şeyh Hüseyin Baba’ya ait Nev’eser Nefes’i seslendirmeye...
Kudüm’ün âteş-meşreb velveleleri, bizi daha başlangıçta Yürük Semâî ile mest ederken, hemen ardından gönlümüzü, Pir Sultan Abdâl’ın güftesinde, Sebilci Hüseyin Efendi ile “Semt-i Nihavend”e ve Düyek usûlüne kavuşturuyordu. Terkibinin Ahmet Hatipoğlu’na ait olduğunu öğrendiğim “Bektaşi nefesleri, Devrân ve Esmâ-ül Hüsnâ zikirleri ile İlahiler”, birbirini izledi...
Geçen çarşamba, yine Bornova Yüksel Eraslan Kültür Merkezi’nden, sessiz sedâsız, kendi halinde, mütevazı ama “maddeden ziyade mânâ” dolu izler bırakarak geçen bir konserin notlarından bu satırlar... Özel Ege Lisesi’nin 25. kuruluş yıldönümü etkinlikleri kapsamında düzenlenen bir başka “sanat akşamı”nda, “Türk Tasavvuf Musikîsi Konseri”yle sahne alan, İzmir Devlet Klâsik Türk Müziği Korosu sanatçılarını dinledik. Böyle hallerde, “Hizmetleriniz Hak ola. Gördüğünüz hizmetlerinizle himmet bulasınız” diyor, Baba Erenler...
Düzenli konserlerinde, salona izleyicilerinin sığmadığı topluluğu dinlemek üzere gelenlerin sayısını, “o akşam sadece meraklısı oradaydı” diyerek betimlemek, söylemek istediğimi kırmadan dökmeden anlatır sanıyorum. Benzer topluluk ve repertuvarları, yurtdışında ancak ”küçük çaplı bir servet” ödeyerek, ülkemizde ise (bulunmaz bir nimet kabilinden) “üç otuz para”ya izleyebilen seyirci, karşı kaldırım mesafesine bedelsiz davet edilince, kıymetini idrak etmekte zorlanıyor galiba...
Gerek ev sahipleri, gerekse sanatçılar, salondaki “nicelik eksikliği”nden dolayı biraz buruldular. Sanatçılar, programlarını (ki gelmeyenlere tavır koymak yerine, alkış sahipleriyle hemhâl olmak yönünde aksine bir davranış, hele tasavvuf musikîsi icra etmeye soyunmuş geniş gönüller için herhalde daha makbûl sayılırdı) kısa kestiler. Ben, neden yine farklı ve aykırı düşünüyordum? Çünkü asıl mesele, seyirciyi “nitelik” penceresinden irdeleyebilmekti. Sanata tahsis edilmiş koltukları boş kalan bir ülkenin, (eskilerin fakr-u zarûret dediği) bu “yoksulluk ve yoksunluğu” bir yazgı gibi kabullenerek yerinde sayması, öteden beri “sanatın sanat için yapılması”nı ayıp zannedenler yüzündendi.
 Davet sahipleri için de hiç telâşa mahâl yoktu. Zaten herkes kendi kaşığının büyüklüğü (yani nasibi) kadar almayacak mıydı? Sadece bazıları, kaşıklarını evde unutmuştu. Bazıları da kaşıklarıyla beraber evlerinden bile çıkmamışlardı.
Tiyatro görgüleri orta mektep müsamereleriyle sınırlı olanların, yine aynı senelerin talebe münazaralarındaki, “sanatın halk için yapıldığı” zannı ve takıntısına zihnen çivilenmiş olmalarını yadırgamıyorum. Oysa “sanatın, sanat için yapıldığı”nı anlamak o kadar da zor değildir. “Nasıl?” derseniz, size şu cevabı veririm: “Samimi ve içten pazarlıklı olmayan gözler bilir ki, sanatın sahibi, ‘bu aşk, edeb ve estetik düzeni’nin de sahibidir.” O “Sahip”, sanatı, (bohem veya popülist bir itiş kakışa vesile olsun diye değil) halkı oluşturan bireylerin, nefsini ve ruhunu ince zevklerle terbiye edebilmesi ve tekâmül yolculuğunda mesafe alabilmesi için yere indirmiştir. Yani (erbâbı bilir) şarkılar “O”nu söyler...
Yazının Devamını Oku

Mareşal Fevzi Çakmak İzmir’de motosiklete biner miydi?

4 Mayıs 2012
RAHMETLİ anneannem Nazmiye Hanım, 1910 doğumluydu. Bu hesaba göre, aşağıda anlatacağım ziyaret, kendisi Edirne Muallim Mektebi’nde okurken gerçekleşmiş olmalı...

Kapı açılır... Fevzi Çakmak Paşa, kalabalık bir grupla sınıflarına girer. Dersi dinler bir müddet ve arkasından “muallim namzedi hanımlar”a birkaç soru sorar. Nazmiye Hanım’da iz bırakan, cevabın bilinememesi üzerine, sorduklarının birine Mareşal’in verdiği cevaptır. Soru basittir aslında; “Neden ecnebi memleketlerde herkes başı yukarıda, karşıya bakarak yürür de, bizim memleketimizde insanların başı öne eğiktir?” Biraz suskunluk, kırık dökük birkaç tahmin ve yakıştırmadan sonra, o gün için kimsenin gündeminde olmayan bir cevap düşer orta yere: “O memleketlerde yollar katranla taşın karışımından mamûl bir satıh ile kaplanıyor. Yollar böyle toz toprak değil, çukur mukur da yok... Yürüyenler, adımlarından emin oldukları için karşıya bakmakta mahzur görmezler. Ama bizde, tökezlememek için, taşa takılmamak, çukura düşmemek için mutlaka önüne bakmak mecburiyeti vardır. Pek kısa zamanda bizim de yollarımız aynı evsafa ulaşacak; merak etmeyin...” 
Birinci ağızdan dinlediğim bu konuşmanın üzerinden, yuvarlak hesap, aşağı yukarı 90 yıl geçmiş... Bugün büyük ölçüde petrolden elde edilen, ancak Trinidad Gölü gibi bazı özel bölgelerde doğal olarak da bulunabilen asfaltın ilk kullanımı M.Ö. 2500 yıllarına tarihlendiğine göre, 4 bin 500 yıllık bir “bulamaç”tan söz ediyoruz. O tarihlerde, Pakistan’daki Mohenjo-Daro hamamlarının tuğlaları arasında yapıştırıcı olarak kullanılmış asfalt. Aynı dönemde, Mezopotamya’da ilahlar için döşenen taşların arasına da asfalt döküldüğü biliniyor. “Tarmakadam” denilen yeni bir tür ilk kez 1845 yılında Nottinghamshire’da denenmiş. Bugün yol kaplaması olarak bildiğimiz asfalt ise otomotiv sanayiindeki gelişmeler üzerine 1920’li yıllardan itibaren yaygınlaşmış.
Yani yeni bir icat değil... Bilinmeyen, zor, mucizevî, uzay teknolojisi gerektiren bir şey yok ortada. Peki neden aklıma düştü? Motosiklet mevsimi açıldı da ondan! Otomobillerin koltuklarında yolculuk edenler, farkında değil kepazeliğin. Otoyol ve çevre yolları dışında, İzmir’in şehir içi yol kaplamaları dökülüyor. Hem de Alsancak’ın göbeğinden, varoş denilen unutulmuş mahallelere kadar... Kâh tam teşekküllü ve 18 delikli golf sahasında, kâh yamalı bohçaya dönmüş bir zeminde dolaşıyorsunuz. Yanılmayı gönülden dileyerek buraya not düşüyorum ki, yaz ayları boyunca gazetelerde okuyacağınız motosiklet kazalarının çok önemli bir kısmı, “yol kusuru” sebebiyle gerçekleşecek. Bakalım sebep olanlar, nasıl gece uykusu uyuyacaklar? Delikler, yamalar, yola yanlış verilmiş eğimler, kod farkları, eksik kaldırım taşları, açık rögar kapakları, yarım bırakılmış çalışmalar, sözde tamamlanmış işlerden yola saçılmış kum, mıcır vs. kalıntıları...
Mareşal’in, kendi kuşağı için neredeyse bir Cumhuriyet ideali haline getirdiği “başı yukarıda ve karşıya bakarak yürümek” sevdâsı, yerel yönetimlerimizin elinde, “ayrılık sevdâya dahil ama...” beceriksizliğine dönüşmüş durumda. Fevzi Çakmak, zamanında motosiklete biner miydi bilmiyorum? Ama yaşasaydı ve görseydi İzmir’in bu hallerini, aklından bile geçirmezdi. Başımızı yerden kaldırtmayanlara ağız dolusu sitem ediyorum; ne yazık ki sadece sitem edebiliyorum...

Yazının Devamını Oku

Taksit taksit yaşamaktan vazgeçmek

30 Nisan 2012
HİPPOKRATES’in “Aforizmalar”ına, bir köşe yazımda ilk kez yer ayırdığımda, ben de, girişteki Lâtince özdeyişin en bilinen parçasını kullanmıştım:

“Ars Longa, Vita Brevis.”
Yani, “Sanat uzun (ebedî), hayat kısa” gibi bir şey...
Birkaç yıl sonra, aynı cümleye tekrar ihtiyaç duyduğumda, ardından gelen bölümü de yazmazsam, anlatmak istediklerim eksik kalacakmış hissine kapılmıştım.
Ve yazı, biraz daha aslına sadık bir alıntıyla zenginleşmişti:
“Ars Longa, Vita Brevis, Occasio Praeceps.”
Yani, “Sanat uzun, hayat kısa, fırsatlar geçici (ya da seyrek)” gibi bir şey...
Aradan birkaç yıl daha geçti.

Yazının Devamını Oku