Nihat Demirkol

Maestro’nun kariyeri ne “Zorba”lar gördü, bir bilseniz?

22 Haziran 2012

YUNANLI yazar Nikos Kazancakis’in olgunluk dönemi ürünü olan “Zorba” adlı romanı için “onun kendisiyle giriştiği bir tür sessiz hesaplaşmadır” denir. Edebiyat tarihçileri ve eleştirmenler, şu cümleler üzerinde de aşağı yukarı görüş birliği içindeler:
“Geçmişin, elden kayıp giden zamanın ve insanın temel yanılgılarının bir kez daha gözden geçirilmesidir bu roman. ‘Zorba’ aracılığıyla Kazancakis, yaşamının yenilgiler ve soru işaretleriyle dolu bir bilançosunu çıkarır. Bu bağlamda yapıt, ‘Zorba’ karakteri ile yazarın yaşam öykülerinin, çizili sınırları arasında sonsuz atkı ve çözgülerle dokunmuş büyülü bir kumaştır. Baştan sona sürekli bir arayışı, sonu gelmez çabaları yansıtan bir kanaviçedir. İnsanı arayışın serüvenidir...”
Dünyada otuzdan fazla ülkede yüzlerce kez sahnelenen 2 perdelik “Zorba Balesi” için, İzmir Devlet Opera ve Balesi (İZDOB) sanatçıları, dün akşam, İzmir’de (bu sezon) son kez olmak üzere, Bornova Aşık Veysel Açıkhava Tiyatrosu’nda sahne aldılar. Kazancakis’in (yukarıda bahsettiğimiz) aynı adlı romanından uyarlanan “Zorba”yı, Mikis Theodorakis’in efsane müziği ve Lorca Massine’nin koreografisi ile Anna Krzyskow sahneye koyuyor. 2 perdelik Bale’de orkestranın şefliğini İbrahim Yazıcı ve Ali Hoca üstleniyor. Bu, doyumsuz “görsel ve müzikal şölen” için İzmirli sanatseverler, kendini şanslı saymalı.
Şef İbrahim Yazıcı’nın görevden alınmasının “Zorba”yı yönettiği günlere denk gelmesi-getirilmesi, aslında ironik bir rastlantıdır. Kazancakis’in kendi cümlelerini hatırlamak, ne kastettiğimi anlamak için yeter: “Korkmamayı, yaşamı sevmeyi ve ayakta durabilmeyi bana o öğretmişti” diyor yazar. Gerçekten de Zorba, farkedenler için bir yaşam kılavuzudur. Özgür ufukların ve özgür insanların simgesidir bu karakter. Öyle ki, yazarı Girit - Kandiye’yi çevreleyen kale burçlarından birinin altına gömdüler ve şehrin en yüksek tepesi olan Martinego’daki mezar taşına, “Zorba”nın ağzından dökülmüş şu sözleri yazdılar: “Hiçbir şey ummuyorum; hiçbir şeyden korkmuyorum; özgürüm...”
İnternette küçük bir sörf için zaman ayırabilecek olanlar, Maestro’nun parlak kariyerinde nice “Zorba”lar olduğunu göreceklerdir. Bu demektir ki, O daha nice “Zorba”lar devirir. Fazıl Say’la birlikte onlarca projeye imza atmış olması, yeterince fikir vermiyor mu yaşananlar hakkında? Kulis duyumlarını okuyucuyla paylaştıktan sonra, “bagetini aldılar...” diye manşet atmış gazeteler; ne gam? Ama şu satırların altını çizmek, bu köşenin sahibi için, yazar değil bir “sanatsever borcu”dur; “Bagetini ona kimse bağışlamadı. Yakıştığı ve hak ettiği için” oradaydı. Bence, “o bageti alın”; göreceksiniz ki, Yazıcı’nın ona değil, bagetin Yazıcı’ya gereksinimi vardır. Unutmadan, dünyada heykeli dikilmiş tek bir eleştirmen ve/ya kurul yoktur. Bu genellemeye, performans ölçen “Orkestra Teknik Kurulları” da dahildir. Bütün meydanlar, eleştirilen sanatçıların isimleriyle nefes alıp verir.
Eserin sonunda, “intikam peşinde koşan kuru kalabalığın kurbanı” olan Marina yüzünden yaşama küsen “Zorba”, sirtaki oynayarak teselli bulurken, John ve diğerleri de bu dansa katılır. Herkes yeni bir yaşam için teselli, af ve dayanma gücü arayışı içindedir...”

Yazının Devamını Oku

“Qui Patitur Vincit...”: Kim ki dayanır, kazanır!

18 Haziran 2012

“Tarihten adam hisse kaparmış, ne masal şey! / Beşbin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? / Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar / Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” diye soruyor, Mehmet Akif merhûm, kim üstüne alınırsa gayrı...
Prof. Dr. Murat Tuncay da daha yıllar önce etkilenip alıntı yaptığım bir makalesinde, “genellikle eller dirseklerden hafifçe bükülür” diyor. Ve devam ediyor:
“Sol el bilekten avuç içi sağ omuza bakacak şekilde çevrilir. Avuç içi sesi büyütmek için çukurlaştırılır. Sağ el parmakları bitiştirilerek sol avuç içine düzenli aralıklarla vurulmaya başlanır. Çıkan sesin adı alkıştır. Alkışlamanın gücü ve süresi, bize bu hareketi yapmaya yönelten güdünün gücüyle doğru orantılıdır.”
Bitmedi, “turbun büyüğü heybede misali” asıl çarpıcı tespiti son paragrafa saklamış sevgili hocamız:
“Osmanlı toplumunda şakşakçılığın adı ‘Alkış Çavuşluğu’ idi. Padişah ve devlet büyükleri bir topluluk karşısına çıktıkları zaman, ata binip inmeleri sırasında, sefere çıkarken, törenlerde tahta otururken ya da kalkarken bayram tebrikleri ve benzer teşrifat içinde yer alırlardı. Dönemin ölçüleri içinde parlak sevgi gösterilerinde bulunmakla görevliydiler. İçtenlikten ve eleştiriden yoksun şakşak’ın, alkış kılığına girip insanın başına neler açabildiğinin en acı örneklerini Alkış Çavuşları verdiler. İmparatorluğu biraz da bu şakşaklar yıkmıştır...”
Biz de kulağa hoş gelene yönelmek eğiliminin insanlık tarihi kadar eski ve inanmadan önce, göz ucuyla büyük resme bir kere daha bakmayanların, sadece kendi başlarını değil içinde oldukları cemiyetlerin geleceğini de yakmış olduğunu ekleyiverelim...
Gazap Üzümleri romanının, Pulitzer ödüllü yazarı Steinbeck ile devam edelim; ben diyenlerin yalancısı olarak kalayım:

Yazının Devamını Oku

Garanti belgelerindeki “mış gibi” maddesi

15 Haziran 2012

T.C. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın web sitesinden kolayca ulaştım; “Garanti Belgesi Uygulama Esaslarına Dair Yönetmelik”e... 14 Haziran 2003 tarih ve 25138 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiş... Biz hepimiz, büyük meseleler hakkında atıp tutmayı, komşu gezmesinde, altın günlerinde, rakı masalarında, kahve sohbetlerinde, Cuma hutbelerinde memleketi kurtarmayı pek sevdiğimiz için, hayatımızı çürüten küçük işlerle ilgilenmeye tenezzül etmeyiz. Ben bir fedakârlık yapıp, sizin yerinize, bu “konuşmaya bile değmez sınıf sıkıntılardan biri”ne dikkat çekmek istiyorum.

Yönetmeliğin, “Amaç” başlığını taşıyan 1. maddesinde, “Bu yönetmeliğin amacı; hangi malların garanti belgesi ile satılmak zorunda olduğunu, bunların azami tamir sürelerini ve garanti belgesinin onaylanmasına ve uygulanmasına ilişkin usul ve esasları düzenlemektir” denilmiş. EK’li listede yüzlerce farklı mal var. Bir hayli ayrıntılı hazırlanmış bu metnin, (sözde) tüketiciyi korumaya yönelik en “matrak” maddesi ise, “Değiştirilen Ürünün Garanti Süresi”ni bir kurala bağlıyor. Akla, hukuka, tekniğe, vicdana ve daha ekleyebileceğiniz bir sürü şeye sığmayan 16. maddede aynen şöyle yazıyor: “Garanti uygulaması sırasında değiştirilen malın garanti süresi, satın alınan malın kalan garanti süresi ile sınırlıdır.” Yani nasıl oluyor? Sistem nasıl işliyor? Bir örnekle açıklayalım:

Diyelim ki, arabanıza Ağustos 2010’da bir akü aldınız. Özel araçlar için garanti süresi 2 yıl... Aradan 22 ay geçti. Akünüz son günlerde gece-gündüz demeden, münasebetli münasebetsiz yerlerde 3-4 kere yolda bıraktı sizi; rezil oldunuz. Elektrikçinize gittiniz, suyuna bakıldı, şarj edildi filân... Bir hafta geçmeden, kontak anahtarını çevirdiğinizde tekrar hayal kırıklığı; aküde tık yok... Sağdan soldan dediler ki, “Daha garantisi bitmemiş. Götür bir yetkili servise, arızalıysa değiştirirler.” Lâf dinlediniz; takviye ile çalıştırıp zar zor ulaştınız (aynı zamanda bölge distribütörü olan) servisin kapısına. Derdinizi anlattınız. “Öbür kapıya yanaşın bakalım” dediler. “Çalışırsa yanaşırım” dediniz; çalışmadı. Haydi, tekrar takviye ve emin ellerdesiniz.

Epeyce bir sorgu sual... “Şunu yaptınız mı? Bunu yaptınız mı? Şunu yapmadınız mı? Bunu yapmadınız mı?” Aküyü yerinden söktüler. Suyunu kontrol edip, “Su eklenince asit yüzdesi düşmüş, şarj edilmesi lâzım; aküde bir arıza yok beyefendi” dediler. “Bir değil iki değil. O yollardan çoktan geçtik. Hem- nasıl oluyor da- sadece suyuna bakarak arızalı olmadığına karar veriyorsunuz?” diye üstelediniz. Kolay papuç bırakmayacağınızı hissetmiş olmalılar ki, “Bir de şeyine bakalım o zaman” diyerek, akünüzü bir cihaza bağladılar. Her denemede, kısa devre yaptı. Başarılı bir deneyi, (aksini ispat etmek için) defalarca tekrarladılar; nâfile... Morarmış bir suratla size dönüp, “Haklıymışsınız beyefendi, şimdi arızayı bulduk; içinde bir kopukluk var. Aküyü değiştireceğiz” demek zorunda kaldılar. E biraz sevindiniz tabii... “Garanti bir işe yaradı” diye içinizden geçirdiniz saf saf. Yeni aküyü takıp, yazı-çizi işlerini tamamladılar ve yeni “Garanti Belgesi”ni tutuşturdular elinize. Üzerinde, “Haziran 2012’de değiştirilmiştir” yazıyordu ama yeni akü için verilen garanti süresi sadece (ilk alışverişten arta kalan) 2 aydan ibaretti. Yeni akünüze güven duymanız için hiçbir sebep yoktu. Çünkü üretici firma, yeni aküye eskisi kadar güvenmediğini itiraf ediyordu zaten. Olsun! Koca devlet kendine güvenmese, aküsünü yenileyen vatandaşa “durmak yok yola devam” der miydi? Öyleyse tek çare “garantideymiş gibi yapmak”tı. Cümleten hayırlı yolculuklar...

Yazının Devamını Oku

Partinin adında olan fikrinde yok demektir

11 Haziran 2012
Kitabın iç kapağına, önce, “Bilinmeyen siyasetçilere ithaf edilmiştir...” diye küçük bir not düşmüştük.

Sonra, sanki yazdıklarıma şöyle bir göz atan herkes, “turşuluk malzemeyi kolayca teşhis edemeyecekmiş gibi”, sonraki sayfada, “Onlar kendilerini bilirler” diye fazladan bir cümle daha ekledik. “Okuyucuyu kendi yorumunda özgür bırakalım” düşüncesi ağır bastığında ise imdâda ustalar yetişti. Pascal, “Bütün genellemeler yanlıştır, bu bile” diye kapıyı aralık bırakıyordu. Alexandre Dumas ise, bu açık kapıdan başını uzatıp, yuvarlak çıkarımların başka bir boyutuna dikkat çekiyordu: “Bütün genellemeler tehlikelidir, bu bile...” Benim yaptığım, bu çarpıcı tespitleri tek cümleye toplamaktan ibaret: “Bütün genellemeler hem yanlış hem de tehlikelidir, bu bile...”
“Beyaz Yayınları”nın İzmir Kitap Fuarı’na katılmama tercihi elimizi ayağımızı bağlayınca, kitapçıların raflarında geçen yıl görücüye çıkmasına rağmen, “Mor Menekşe Partisi” isimli müzikal komedi için bir imza günü düzenlenememişti. Bahardan yaza geçerken, politikanın artık hepimizi geren asık suratlı haline, belki küçük bir “teneffüs” ile farklı bir renk katabiliriz fikri gündeme geldi. Dostlar, hızla ve samimiyetle ucundan tutunca, bana sadece sevgili okuyucumu davet etmek kaldı. 12 Haziran 2012 Salı günü (yarın akşam) 18.30–20.30 saatleri arasında, önceliği son kitabıma vermek üzere, Alsancak Can Yücel Sokak’taki Miko Siesta Cafe’de “Nihat Demirkol Kitapları”nı imzalayacağım. 21.00’den sonra ise mûtad salı akşamı buluşması, “Piyano ve Allaturca” için sizleri ağırlamaya hazır olacağız... Bir tiyatro oyunu kitaplaştırılsa dahi, (hele bir de müzikalse) ilk akla gelen imza günü değildir elbet; oyun sahnelenir ve davet onun galası için yapılır. Aslında bu küçük tuhaflığın farkındayız. Ama oyunu sahneye taşıyabilmek için biraz daha vakte ihtiyacımız var. Her şeyden kanunî ve neyzen sevgili Halûk Derinöz henüz bütün müzikleri tamamlayamadı... Yani önce metni sizlere takdim edeceğiz, “üç vakte kadar” tekrar buluşabilmeyi ise “niyet hânemizde” saklı tutuyoruz.
“Bu oyunda tasvir edilen kişi ve olayların, gerçek kişi ve olaylarla çok yakın ilgisi vardır. Yaşananlar, ‘Bizim Memleket’in halini anlatır... Onları ben, Attila İlhan gibi büyük bir aynanın içinde gördüm. Bir farkla ki, ayna pırıl pırıldı ve hepsi -Bizim Şehir’de- geziniyordu...” dersem, küçük de olsa bir ufuk turu yapmış sayılırız. Türk siyaset hayatındaki niteliksiz siyasi kadroların, “eli kalem tutan bir kişisel gelişim savaşçısı”nın gözlüğünden nasıl göründüğünü merak edenleriniz için, kitabın sayfaları arasında kahkahayla kaybolmak çok zor olmayacak. Ülkeyi yönetmeye tâlip siyasi kadroların, aslında nasıl içi boş topluluklar olduğuna dikkat çeken ve “siyasetçilerin kişisel gelişimi”ni sorgulayan bir gülmece yumağı düşünün; işte yazdıklarım bu kadar ciddî... Özelde, benim kişisel siyaset günlüğümün bir kısmını, en geniş perspektifte ise “Bizim Memleket”teki sistem partilerinin perişanlığını seçmenle paylaşmak için yazılmış bir manifestodan söz ediyorum. Zaten perde de şöyle kapanıyor:
“Mor menekşe, Beyaz Zambak, Gül, Karanfil, Sardunya... / Partinin adında olan fikrinde yok demektir... Bu akşam sizlerle biraz siyaset yaptık işte / Bu iş bizim memlekette nasılmış baktık işte / Yemeklerden önce hiciv, yatmadan önce mizah / Daha nasıl söyleyelim? Nasıl edelim izah?”

Yazının Devamını Oku

“Öncü şehrimiz İzmir”in yeni görsel kimliği: Aynu’l Hased

8 Haziran 2012

SEKSENLİ yılların sonları... İberotel Sarıgerme Park’tayız. (Ürdün asıllı) İspanyol Genel Müdür Yardımcımız Mr. Hassan Farmawi, masamın üstünde duran “nazar boncuğu”nu görünce, “Ooo Nehad Beey” dedi, “Aynu’l Hased haa? Fantastic. You are big orientalist, really...”


“İzmir’in –onu kem gözlerden koruyacak- yeni görsel kimliği”ne bakınca, kulaklarımda çınlayan ilk cümle bu oldu nedense? Sonra, 2003 yılında, İzmir Ticaret Odası’nın ev sahipliğinde düzenlenen ve moderatörlüğünü benim yaptığım arama konferansındaki tartışmalar düştü aklıma. “İzmir Kimliğini Yansıtan Bir Simge İçin” çalışılmıştı; (müthiş fikirler üreten bu seçilmiş katılımcılar, İzmir’e Hollywood’dan bakmadıkları ve bana da büyük paralar ödenmediği için olsa gerek) bu konferansın sonuç raporu, bir şekilde gazel oldu. Oysa “nazar boncuğu”, dokuz sene evvel önerilen simgeler arasında zaten vardı.


Sözünü ettiğim projenin içinde olmak, sonuca ulaşmak için sorulması gereken soruların çok basit olduğunu fark etmemi sağladı. Bir kenti anlatan simge, -kente ait olmazsa olmaz- hangi unsurları taşımalıydı? Görsel kimlik, hangi yön –doğu, batı, kuzey, güney- ve hangi zaman diliminde –dün, bugün, yarın- hayat bulmalıydı? Hangi coğrafi perspektiften –Lâtin, Ortadoğu, Balkan, İskandinav vd- yararlanılmalıydı? Zor olan, yanıtları sentezlemeyi becerebilmekti. İşte (tıpkı EXPO’da olduğu gibi, sürece dahil edilmeyerek) dışlanan kamuoyunun, kendisini paydaş görmediği ve logoyu da kendisine ait hissetmediği için haklı olarak birkaç gündür tartıştığı ve daha aylarca da tartışacağı, “zurnanın zırt dediği nokta bu”ydu. Hâlâ evimin baş köşesinde bir nazar boncuğu olduğunu düşündüğümüzde, aslında ben bu logodan çok hoşlanmalıydım değil mi? Ama öyle olmadı. Görsel kimlik, bir çağrışım ya da çağrışımlar topluluğu olması gerektiği için, İzmirli’nin işini nazar boncuğuna bırakmış olması mıydı, acaba keyfimi kaçıran?


Simge, “İşte bizim farkımız” demektir. “Biz farkın sahibiyiz” anlamına gelir. Bu da yetmez; “Görselimiz, oranın eşsizliğini de anlatır” diyebilmektir. Nazar boncuğu, Anadolu (hattâ bütün orta şark) coğrafyasında kullanılan sıradan bir alâmet... Yani ne kadar İzmir ise o kadar Antep, ne kadar Edirne ise o kadar Çankırı’dır... Oysa simge, tek, yegâne, olmalıdır. Kule her yerde vardır ama Eyfel biriciktir meselâ. Slogana gelince... Ustalıkla pazarlanan çağrışımlar, resmi slogan haline gelmeden bile iz bırakmayı başarabiliyorlar. Örneğin yıllar önce, “İsviçre uçakta başlar...” diyordu İsviçre Havayolları. “Parisli bir hanım, rüzgâr estiğinde, eteğini değil şapkasını tutar” diyebilmek de böyle bir şeydi zaten. Pazarlama, kentin web sitesine, “20 yıl boyunca her akşam başka bir lokantaya gitseniz, New York’u bitiremezsiniz...” yazabilmekti biraz. “Napoli’yi görmeden ölme” diye fısıldayıp, “Ben aşkımı Portofino’da buldum” diye ıslık çaldırabilmekti... Hiç kimse, arkadan gelen olmayı kolay kolay kabullenmez. Peki “Öncülerin Şehri” tavrı, yeterince özgün mü sizce? Üzüldüğüm, benim için “Bir şeyi de beğense dişimi kıracağım” diye konuşacaklara malzeme olacağız yine. Deniz Sipahi bile, “Sen bardağın boş tarafına bakıyorsun...” diye sataşır şimdi. Ben de ona soracağım, “İnsanlar neden 7000 yıldır buradalar acaba? Herhalde, sadece nazar boncuğu üflemek için değil...” Ve “Beni boşver” diyeceğim. “Logoyu asıl sahiplenmesi gereken kişinin, ‘Sokaktaki adam’ın, çıkartılan işi, neden ‘Çok yaratıcı olmuş be...’ diye alaya aldığını?” soracağım...

Yazının Devamını Oku

Bodrum’da büyülü bir oda ve Pepe Romero

4 Haziran 2012
AASSM’nin her metrekaresi sanat için değerlendirilmiş gezi alanlarını adımlayarak, kompleksin en büyük salonuna ulaştık.

Bütün seyirciler, İzmir geleneğine uyarak, konserden 5 dakika önce yerlerini aldılar. (Hâl böyle olunca, “Kapıdaki yoğunluktan dolayı konserimiz 10 dakika geç başlayacaktır. Anlayışınız için teşekkür ederiz” gibi bir anonsa da gerek kalmadı...) Sanatseverler, ne dinleyeceklerinin estetik bilinci içerisinde, özenle giyinmişlerdi. Hanımlar pek zarifti. Bazı beyler, krem rengi ceketleriyle, bazıları papyonlarıya dikkati çekiyordu; hattâ köstekli saat takan bile vardı. Gençler mi? Onlar da “iki dirhem bir çekirdek”ti tabii; şüpheniz mi var? Buna karşılık sahneye çıkan sanatçılar, evden çıkarken ne buldularsa geçirivermişlerdi üzerlerine. Allah sizi inandırsın; içlerinde bisiklet fanila ile gelenler bile vardı... Yani seyirciye biraz ayıp oldu gibi... (Hafta başında bu kadar –acı- şaka yeter.)
Geçen perşembe akşamı, sezonun en iyi hazırlanılmış konserlerinden birini dinledik. İzmirli sanatseverler için, “hem misafir hem de ev sahibi sayılan” Bodrum Oda Orkestrası, Naci Özgüç’ün yönetiminde sahne aldı. 2 bölümden oluşan konser, Nevit Kodallı’nın Telli Turna Orkestra Süiti ile başladı. Adını, kış aylarında ortada görünmedikleri için, gurbet türkülerimizde sıkça anılan bu göçmen kuşun öyküsünden, ezgisini Anadolu’dan alan eser yine dokunaklıydı. Sonra Mozart’ın 40. Senfoni’si seslendirildi. Kulaklarda daha az yer etmiş “Andante” bölümüne övgüler düzdük; Murat Tuncay hocamızla birlikte. Sade ve başarılı bir icraydı. “Oda müziğinin insana kendini evinde hissettirmesi, işte böyle bir şey...” dedim kendi kendime.

İkinci bölümü anlatmak için ise “Bir konser düşünün ki, solist sanatçı, dinleyicilerin kesilmeyen alkışlarına, 5 kere ‘bis’ parçasıyla cevap verir. Daha ne söyleyeyim?” cümlesi kâfi gelecektir. Klâsik gitarda, “bütün zamanların en iyi isimlerinden biri” olan Pepe Romero’yu yıllar önce Fuar Açıkhava’da izlemiştik. Yine aynı çelebi, sempatik, mütevazı ve sıcak sanatçı vardı karşımızda. Gitarıyla yine o kadar büyüdü ki, sahneye sığmadı. Müzikte yorum, bir olgunlaşma işidir. Göremediğinizi gösteren, duyamadığınızı duyuran, hattâ koklayamadığınızı burnunuzun ucuna getiren, bu “demlenme” halidir.

1944 doğumlu usta, hem ruh hem de teknik olarak herhalde en parlak dönemini yaşıyor. Virtüözlük tarife sığmayan bir şey. Öyle ki, kızımın, son Oscar’ını aldığı zaman, “Bu Meryl Streep küçükken ne yemiş, ne içmiş biri bana desin” türündeki hayretini, konser akşamı bir daha anladım. Sanatçının, gitarıyla yakınlığını, zaman zaman, Halikarnas Balıkçısı’nın Azra Erhat’a seslenişindeki tekvücut olma zirvesinde izledik. Herhalde Romero da gitarına sarıldığında şöyle soruyordu: “Bazen düşünüyorum da, ben sen miyim, sen ben misin ? Yoksa ikimiz de hem sen, hem ben miyiz? Pek belli değil...”

Rodrigo’nun ünlü Gitar (Aranjuez) Konçertosu’nu seslendirmek üzere almıştı gitarını kucağına. Ama salonu dolduranlar bir türlü bırakmadı kendisini. Romero da bıkmadı, yorulmadı, güleryüzünü eksik etmedi yüzünden ve (dinleyenlerin, sanatına sadece ‘seyirci’ olmadığını fark edince) kalabalığın isteğini geri çevirmedi. Gitar için yazılmış unutulmaz eserlerden olan Asturyas, Elhamra Hatıraları, Küba Fantazisi, Malegenya ve bir de flemenko seslendirerek vedâ etti. Sanatı öteden beri ciddiye alan Sanat Koordinatörü Numan Pekdemir’e ise özel bir teşekkür borçluyuz. Bizi projeleriyle şaşırtmaya (?!) devam ediyor. 5. yılında “Filarmoni olma” müjdesini verdiği orkestramıza, eylül ayındaki Güney Kore turnesinde başarılar diliyoruz.


 

Yazının Devamını Oku

Devr-i Receb ve Orhan Boran

1 Haziran 2012
BAZI insanlar tek başına ölmez... Göçtüler mi, bir devri de götürürler beraberlerinde. İşte Orhan Boran, bu “Beyefendi”lerden biridir!

O da Hakka yürürken, bir neslin hayat ve meslek terbiyesini, nezaketini, çelebiliğini, yedeğine aldı da gitti maalesef. Maalesef diyorum, çünkü... Usta’nın vefatından sonra, Türkçe konuşarak mizah yapabilen de kalmadı gibi bir şey... Bakmayın arkasından “samimiyetsiz methiyeler” düzüldüğüne, “Onu öldüren, hastalığı değil, seyircisidir aslında!”
Nasıl mı? Efendim, kendisi kulis ziyaretçilerini (hatırlayabildiğim cümleleriyle...) 3 gruba ayırıyor: İlki, “Üstâdım, bu akşam neler lûtfedeceksiniz bize?”diyenler. Onları, “Estağfurullah Efendim, umarım memnun kalırsınız...” diye uğurlarmış.
İkinci grup, “Orhan Abi yaa, yine ne komiklikler yapacan bu akşam kimbilir?” diyenler ki, onlara dahi cevabı “Nasip Beyefendi...” şeklinde olurmuş.
Son grup ise 60’lı yıllarda bile yaşı hayli geçkince, mütereddit, saygılı, ama endişeli bir sorunun sahibi olan seyirci: “Af buyurun evlâdım, Siz aceba Rahmetli Tabip Albay Hikmet Boran Bey’in mahdumu musunuz?”
Usta, “heyecanlanırdım” diyor.
“Herhalde pederin bir dostu çıkacak derdim”.
“Evet efendim bendenizim”.

Yazının Devamını Oku

“Yeryüzü Sahnesi, İzmir” bir yaşına bastı

28 Mayıs 2012
“Henüz kendisine ait bir sahnesi olmadığından bu ismi almış olamaz” diye düşündüm, haklıymışım; “derûnunda çok başka şeyler” saklıymış...

Topluluğun, 2011 yılı başlarında, “efelenerek” yayınladığı “Kuruluş Bildirgesi”nden birkaç satırı ancak paylaşabiliyorum:
“Sanatın, yaşama estetik ve düşünsel bir müdahale aracı olduğuna inanır. Sıradan güldürülerle içi boşaltılan, estetik ve düşünsel kaygılardan uzakta ‘boş zaman geçirmeye’ dönüştürülen özel tiyatro tavrını reddetmektedir. Güncel olanla popüler olan arasında, sıradanlaşma, halk dalkavukluğu, estetik ve düşünsel olanın yıpratılması açısından, çok ince bir çizgi olduğunu bilir. Sözü estetiğe, estetiği söze kurban edemez. / Zevksizlikle elitizmin, son tahlilde birbirine denk olduğuna inanır. Sanatın öncü işlevini unutmadan, ama ‘anlaşılmazlık’, ‘benmerkezcilik’ ya da ‘burnu büyüklük’ batağına düşmeden çalışır. Her süreçte ve ilişkide, profesyoneldir. Sanatı maddi ve manevi açıdan ucuzlatacak hiçbir girişimde bulunamaz. / Kuruluşunda fesatlık değil, ama yaşamın ve sanatın kalitesi adına hırs egemendir. Yaklaşımı içtenlik kadar, kenti, ülkesi ve dünyası adına iddia da taşımaktadır...”
Düşündüm de Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümüne sahip bir kent, sanat dünyasına, tam anlamıyla “özel ve profesyonel bir topluluğu”, ancak 35 yıl sonra armağan edebilmişse, ilk yılın muhasebesi daha bir anlamlı ve önemlidir gibi geldi bana. Geçen cuma akşamı, ilk sezonun son temsiliyle, “virgül” dediler.
Oyunun yazarı Eve Ensler, 2010 tarihli bir mülâkatta, “kendini şiddeti durdurmaya ve dünyayı kadınlar için daha yaşanır bir hale getirmeye adadığından, kadınların başlarına gelen inanılmaz hikâyeleri dinleyince insanlığından utandığı”ndan söz ediyor. Nihal Geyran Koldaş’ın “Zorunlu Hedefler” adıyla çevirdiği yapıt, Haluk Işık’ın yorum ve yönetiminde “Ölü Kadınların Şarkısı” halini alınca, yetişkin izleyiciye yönelik ilk çalışma ortaya çıkmış. Basında yankısı, program metni ve izlerken aldığım notlara gelince...
Yakın tarihin trajik olaylarından, Bosna iç savaşından yola çıkan oyun, şiddet ve tecavüz mağduru bir grup kadının, barındıkları mülteci kampında yaşadıklarını anlatıyor. Sanatçıların mesajı ise şöyle:
“İnsanlık, hâlâ pamuk ipliği üstünde... Bu iplik koparsa, insanlık insanlığından vazgeçer. İnsanlığa düşen, böyle bir yazgıyı reddetmektir. Oyun, bunları anlatmak ve anımsatmak için atılmış bir çığlıktır. Onlar ölü, yitirilmiş ve bir daha geri dönemeyecek kadar uzak bir ülkeye gitmiş kadınlardır. Aynı hüzünleri tekrar yaşamak istemiyorsak, bu şarkıyı dinlemek zorundayız. Bu hepimizin öyküsüdür; insanlığın... Dünyanın bütün Bosna’ları için umut yok mu? Olmasaydı bu oyun seçilip sahnelenir miydi? Umut, aynada... Çekinmeden bakalım. Yeter ki, gördüğümüzü ‘izlemekle’ yetinmeyelim.”
Oyunun evrensel yapısı, özel görsel malzeme yanında, dünya halk ve devrim şarkılarıyla desteklenmiş... Ama ben tercihimi, beni alıp götüren Joan Baez’den “Donna Donna Don...” için kullanacağım.

Yazının Devamını Oku