“Yapımı 2 yıldır süren İstanbul - Ataşehir’deki Mimar Sinan Camii, Ramazan ayının ilk gününe denk gelen 20 Temmuz’da, cuma namazıyla açılacak” diye bir haber geçti Anadolu Ajansı. Ben de düşündüm ki, bir süredir etrafında dolaştığım “İzmir’de Butik İbadethâne” konusuna (şöyle bir) değinmek için gündemdeki bu iddialı açılış, anlamlı bir fırsat olabilir. Önce küçük bir hatırlatma...
Yıllar önce bir oyun sahneye koymuştu Ferhan Şensoy, izleyenleriniz olmuştur; “İstanbul’u Satıyorum...” Ömrüne bereket, Münir Özkul ile birlikte oynamışlardı. Kentin silüetini (bugünkü gibi) önemsemeyen, (bugünkü gibi) sadece gökdelenler dikerek büyük paralar kazanmaya odaklanmış, (bugünkü gibi) açgözlü, fırsatçı (bugünkü gibi...), her devrin adamı ve popülist bir müteahhit ile (ki, bugün medyada boy gösteren bazıları gibi o kendine –işadamı- diyordu) Mimar Sinan arasındaki diyaloglarıyla ünlenmişti oyun... Hiç değilse bir kısmını paylaşmalıyım:
Açgözlü, “Hoş geldin koca Sinan, İstanbul’u nasıl buldun?” diye sorunca, “İstanbul’u bulamadım. İstanbul nerde? Bizim İstanbulumuzu nereye götürdünüz? Ellerimle yaptığım camilerimi bulamadım. Apartmanlardan camiler görünmez olmuş” diye cevap verir Sinan ve arkasından hayretle bağırır; “Aaaaa o ne öyle?” Fırsatçı, “Boğaz Köprüsü” deyince de ilk cevabı yapıştırır: “Ahhhh! Eyvah! Cânım boğazın üstüne, köprü diye ede ede bunu mu edâ ettiniz?” Her devrin adamı, “Nesi var?” diye sorar. İkinci cevap daha ağırdır: “Tövbe, estağfurullah! Beton yığınlarının arasına tel germişler... Ben o kadar köprü yaptım. Hiçbirini görmemişler mi?” Her devrin adamı, “Artık dünyadaki ideal ve standart asma köprü tipi bu” diyerek, eleştiriyi umursamaz bir açıklamayla geçiştirmek isterken Sinan, bence oyunun en önemli cümlesini patlatır: “Ben yapsaydım sanat eseri olurdu; bu inşaat olmuş! Hiç dolaşmadın mı Süleymaniye’yi? Gidip görmedin mi Selimiye’yi?”
Siz bu satırları okurken, Mimar Sinan Camii henüz ibadete açılmış olacak. Doğal olarak henüz göremedim; ilk fırsatta gezebilmeyi umuyorum. Ama bu yazıyı yazmadan önce, yüzlerce fotoğrafını inceledim. “Adını verebilirsiniz ama ruhunu vermek başka şeyler ister” gözlemine ulaşmam çok zor olmadı. (Bir gün yanıldığımı görürsem, bu köşede açıklar ve özür dilerim). Aslında lâfı, “büyük olması önemli değildir, ‘özel olması’ önemlidir” noktasına getirmek istiyorum.
“Butik Cami”ye gelince... İşte “butik bir ibadethâne”, öncelikle “büyük” değildir. Girerken ve çıkarken, ispenç horozu gibi elinizde ayakkabılarınızla sağa sola koşturmazsınız. Abdest alınan yerlerde ıslak ayaklara çorap giyilmez. Böylece, ıslak çoraplar ekşi ekşi kokmaz bu ibadethânede. Cemaat kâğıt havlunun icat edilmiş olduğundan haberdardır çünkü. Ayrıca buralarda, ön saflara geçmek için halıda yürüyenler, birkaç dakika sonra insanların yüzünü süreceği, secde edeceği yerlere basmamaya özen gösterirler. Duvarlara ve sütunlara birbirinin eşi olmayan iki uyduruk vidayla tutturulmuş kancalara asılmış tespihler, üçüncü sınıf plastikten yapılmamıştır. Çıkışta, kimseler yolunuzu kesmez, “camiye yardım, Kur’an kursuna destek...” diyerek.
Bu tarife uyan cami var mıdır? Ben bilmiyorum. Dikkatinizden kaçmamıştır; yukarıdaki tarif için cemaatin de “butik” olması gerekiyor. Böyle bir “proje” İzmir’de gerçekleştirilebilir mi? Neden olmasın? Hayırlı Ramazanlar...
“İzmir’in butik potansiyeli” hakkında geçen cuma günü yazdığım yazıya çok olumlu tepkiler aldım. Önemli bir grup okuyucu, “Butik İbadethâne” cümlesine takılmıştı ve lâfın arkasını soruyordu. O konuyu biraz demlenmeye bıraktım. Ama “şimdilik ne kastettiğimi yazmıyor olmam, neleri kastetmediğimi anlatmama” engel değil. “Bu kuşağın, sözcüklerin müziğine duyarlı olmadıklarını düşünüyorum bazen. En güzel sözcük dokusunu gördüklerinde bile, ondan algıladıkları -sanat duyusu-, telefon rehberine baktıklarında algıladıklarından pek farklı değildir” diyordu Bernard Shaw. Bu “evrensel” lâfı ettiğinde, takvim yaprakları 19. Yüzyıl’dan 20. Yüzyıl’a henüz dönüyordu...
Sanat duyusunun algısına yönelik en zengin fırsatlardan biri, ülkemizde günde beş kez, bir şekilde ulaşır kulağınıza. ”Ezân-ı Muhammedî”, İslam dininde namaz vaktinin geldiğini insanlara bildirmek için 622’den beri yapılan (ve hem sözcüklerin müziğini hem de müzik cümlelerini zarafetle yorumlayan) estetik davetin adıdır; ezanı okuyan kişiye de “müezzin” denir. Ben kendimi bildim bileli ezan okuyanlar, kaba çizgileriyle “iyi ve kötü okuyanlar” olarak ikiye ayrılır. Gerçi, 1980’lerde kaybettiğimiz Abdülbakî Gölpınarlı, “Daüssılâ-i Mâzi” adını verdiği notlarında bu konuya değinmişti ve “Ezan, artık inanana ‘Aziz Allah’ dedirtmiyor... Adamı ürkütüyor ‘Lâ Havle...’ dedirtiyor” diye yakınıyordu ama son birkaç senedir, bu zarif tasnif, vaziyeti açık-seçik anlatamamaya başladı. Tehlike ciddi şekilde büyüdü ve iş, (iyi niyetli bir tahminle uydurduğum) “stajyer müezzin”ler eliyle örneğin benim mahallemde, “dinden imândan çıkartmak” noktasına kadar geldi.
Üstâd Tuğrul İnançer’in eskiye ait anlattığı bir örnek, “din görevlisi yetiştirmek” konusundaki “beceriksiz telâşımızın” resmini gözler önüne koyuyor: “Meşhur Kazasker (devrin Şeyhü’l-İslamlıktan sonraki en yüksek ilmî rütbesi) Mustafa İzzet Efendi merhûm, biraz da dervişlerin o cezbe haliyle, kendine mahsus halleri olan bir zât-ı şerîf. Ramazanlarda cami cami dolaşırmış. Buralarda küçük çocuklar Kur’an-ı Kerîm öğreniyorlar. Bazılarının önüne bir kese altın koyar ve ‘Evladım, sen bu işi bırak, git kunduracı mı olacaksın, marangoz mu olacaksın, ne olacaksan ol. Senin bu sesin, bu işi yapmak için müsait değil. Al, bu da senin tahsil paran’ der, ona yol gösterirmiş. Bir kısmının da hocasının önüne bir kese altın koyup, ‘Hoca, senin bütün geçimin bana ait. Bu çocuğun üzerinde dur, ona mûsikî öğret, kıraat öğret. Bu adamdan iyi bir hâfız, iyi bir mûsikîşinas olur’ dermiş.”
Vakit geldiğinde, bir minarenin diğerini bastırmak gayretiyle ettiği feryadı, bir an için yok sayın. Bir kısmının diğerlerini, “Bremen Mızıkacıları” gibi dinlenemez hale getirdiği ses karmaşasını bir yana bırakın. Teknolojiyi bu işin içine sokup berbât eden zihniyeti de görmezden gelin. Sadece, benzer bir pervasızlığa verilmiş gülümseten bir tepkiyi Şeyh Sadi-i Şirazî’nin cümleleriyle anlatıp, bitirelim: “Seyahat ettiğim şehirlerden birinde, bir gün minarede ezan okuyan birini gördüm. Sesi o kadar bed idi ki, Istahr Kalesi’nin dibinde bağırsa kale yıkılırdı. Ezanı bitirdikten sonra ona sordum: ‘Kardeş sen bu ezanı kaça okuyorsun?’ Cevap verdi: ‘O ne biçim söz, ben Allah rızası için okuyorum’. Ben de ona, ‘Öyleyse Allah aşkına okuma!’ dedim.” Cami cami dolaşmaya gerek yok! Geçimi milletin vergileriyle sağlananlar, olan bitene biraz kulak kabartsalar, Ramazan’da iki kat sevap kazanacaklar gibi geliyor bana...
Bir kentin, “kimliğine şekil vermek üzere” yapabileceği en büyük hatanın, “başkalarına benzemeye çalışmak” olduğunu düşünüyorum. “Falanca gibi” havaalanına, “filânca gibi” yat limanına sahip olmak tutkusu... En çok “buraya” benziyoruz, en fazla “şurayla” yakınlığımız var takıntısı... Nihayet, “bilmem nereden fazlamız var, eksiğimiz yok” şeklinde atıp tutarak bastırılan “eziklik duygusu...”
Bu mukayeseleri ısrarla gündemde tutma gayretiyle yaşamak, her şeyden önce “gibi olmaya” razısınız anlamına gelir ki, aynı irade “benim marka olmaya niyetim yok“ teslimiyetinin de itirafıdır. Oysa dünya üzerindeki her kentin, (hele ki günümüzde) birbirinden eksiği de vardır, fazlası da... Öyle olmasa, herkes buna inanmasa, birbirine hiç benzemeyen 4 ayrı kent EXPO için yarıştırılmazdı. Buna bir tek İzmir inanmıyor! Biz başkayız; bambaşkayız... Başkalarına benzemek ayıp da değildir, yasadışı veya utanç verici de... “Başka şehirlere benzemiyoruz” diye diye “başka şehirlere benzemeye çalışmak özentisi” dir üzüntü veren.
Her coğrafyanın, her iklimin, her enlemin, her boylamın, her geometrik noktanın kendine özgü halleri vardır. İzmir bu “özgü” halleri, özgünlüğe çevirebilecek pek az sayıda kentten biri; ülke sınırları içinde değil, dünya ölçeğini kastediyorum... Ama yöntem bulmak konusundaki beceriksizliğini bir türlü kıramıyor.
Kişisel görüşümü daha önce de yazdım; daha sonra yazmaya da devam edeceğim. İzmir’in yazgısını değiştirecek sözcük, asla “büyük” değildir. “En, fazla, çok, pek, kocaman, birinci...” filân hiç değildir. (Özgün, sıra dışı, biricik, kupon, elişi, değişik, nadir gibi anlamlar yüklemek koşuluyla) Bana göre İzmir adı, en çok “butik” sözcüğü ile birlikte anılırsa, “iz bırakan bir çekim merkezi” olarak anılacak. Küçük kıpırtılar, ümit verici olsa da yetersiz, yavaş, sığ, sıradan, demode ve “gibi” olmaktan öteye geçemiyor. Müze, lokanta, kafe, bar yetmiyor benim ufkumu yelpazelemeye... Butik kitapevlerine, butik diş hekimi muayenehanelerine, butik kuruyemişçilere, butik spor merkezlerine, butik otomobil servislerine, butik eğitim kurumlarına, butik bölümleri –örneğin İEU Mutfak Sanatları Bölümü- olan üniversitelere, butik İbadethanelere (Bu konuyu sonra uzun uzun yazacağım...) ve nihayet butik oyunlara ev sahipliği yapan bir İzmir düşlüyorum. Bu çok da zor değil; hemen güncel bir örneği paylaşayım.
Başlangıçta sıkıntılı bir hayal ile başlasa da TGOD 2012 play-off puanlamasında (artık) “1. Sınıf Turnuva” olarak yer alan İzmir GO Turnuvası’nın 7’ncisi 14-15 Temmuz 2012 tarihlerinde Gaziemir’de Rota Koleji’nde gerçekleştirilecek. Turnuvaya her yaştan ve seviyeden bütün GO oyuncuları davetli... Yapmanız gereken GO oyunundan elde edilen kazanımlara göre adlandırılmış bir kategoriye dâhil olmak: “Aydınlanma, Uzun Bir Yaşam, Hayat Dersi, Başarılı İnsan İlişkileri veya Güzel Arkadaşlıklar...”
Açılış ve kesin kayıt 08.30’da. Ön kayıt için http://www.goizm.org/7-izmir-go-turnuvasi/ adresini kullanabilirsiniz.
Abartılıyor Vaziyet Madem ki...
Aboneleri Vâsıtasıyla Mütemadiyen.
Aşinâyız Ve Milletin,
Acemice Velvele Merakına...
Açıklamak Vaktidir Mecburen,
Artık Vesileyle Meseleyi;
Açıkcası Vardır Mazisi,
TAKIM çalışması ve grup dinamiğini sınayan “açıkhava etkinlikleri”, hayatımızın (sözde) ciddi kısmı için, önemli ipuçları verir. Katılımcıları, ister sınai-ticari işletmeler, ister eğitim kurumları, ister vakıflar-dernekler, isterse de meslek kuruluşları ve STK’lar olsun, bu eğlence-yarışma melezlemesi buluşmalar, topluluklara “ayna” olma niteliği taşır. Fark yaratma becerisi, bireylerde olduğu gibi takımlarda da farkındalık yükseldikçe gelişir ve kazanan-kaybedeni de bu “püf” belirler.
1 Temmuz Kabotaj ve Deniz Bayramı kutlamaları dolayısıyla, İzmir’de bu yıl 5’incisi düzenlenen “Kartondan Tekneler Yarışması”, TMMOB Gemi Mühendisleri Odası İzmir Şubesi’nin evsahipliğinde Cumhuriyet Meydanı’nda yapıldı. Telefon fihristindeki hemen hemen bütün Mühendis ve Mimar Odaları oradaydı. Yanılgıyla, “sadece suya dayanıklı mukavva ve bant kullanarak, kendi tasarladıkları tek kişilik tekneleri yapmak, yüzdürmek ve kısa bir parkuru en önce tamamlamak ”tan ibaret sanılabilecek etkinliğin “kamera arkası” görülmeye değerdi. Gazeteler, işin “haber mi haber...” kısmını yazdığına göre bize de ıskalanan ayrıntıları kurcalamak düşüyor. Her şeyi, alaturka tabiatımızın, “mühendislik tornasında ne kadar düzeltilebildiği?” sorusuyla ilişkilendirmek mümkün. Çünkü, girdi-çıktı, fayda-maliyet, verimlilik-fire gibi çeşitli enstrümanlar kullanan mühendislerimiz ve bazı odaların, yarışmaya başladıktan, (yani iş işten geçtikten) hayli sonra katılmaları bir mesleki deformasyon muydu acaba? Peki sadece 1-2 kişi toplayabilmiş odalara diğer takımlardan takviye yapılması, aidiyeti ne kadar zedeledi dersiniz?
Ekiplerde, mesleğin duayenleri kadar genç mezunlar ve hattâ öğrenciler bile vardı. Mezuniyet tarihine endeksli “kuşak ve algı farkı”nı gözlemlemek ise zor olmadı. Bu bir ölüm-kalım mücadelesi miydi? Kuşkusuz hayır! Peki sadece, “lay lay lom” bir eğlence fırsatı mıydı? Onu da sanmıyorum. Oyunun hakkını verenler kazandı. (Yıllardır evsahibi olarak işi rölantide götüren ve kazanmaya mesafeli duran) “Su Kabağı” isimli tekne ile yarışan ve Alper Durmuş, Ercan Gürkan, Vezan Karabulut, Tolga Tekön, Banu Erdal, Kemal Yıldırım, Ekim Özal, Abdullah Şahin ve Fatih Zor’dan oluşan Gemi Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Takımı birinci oldu. Bunu “eee tabii onların işi zaten” diye açıklamak, sığ bir yorum olur. Çünkü, ilk batan tekneye verilen “Titanik Ödülü” de Gemi Makinaları İşletme Mühendisleri Odası’na gitti... İş yapma biçimlerine, plânlama ve problem çözme stillerine, müzakere alışkanlıklarına bakarak kimlerin döküleceğini anlamak zor olmadı. Kendiişlerini bırakıp gazetelerde “çaya çorbaya limon muhalefeti”yle boy gösterenlerin bu işi beceremeyeceklerini hissetmek için ise kâhin olmaya gerek yoktu. Kortej eşliğinde Konak Pier Rıhtımı’na gelen takımlar, start düdüğü ile teknelerini suya indirmeye başladılar. Kürek çekemeden batanları parmak hesabına dökerseniz, epeyce zayiat verildi sayılır. Yakın zamanda bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Yarışmacıların büyük bölümü parkuru yüzerek tamamladı. Katılanların da izleyenlerin de çok keyif aldığını sanıyorum. Son olarak, yıllarca, Türkiye’nin çok değişik yerlerinde, çok kalabalık ekiplerle “Açıkhava Eğitimleri” düzenlemiş ve yönetmiş bir kişi kimliğimle ve “İnsan Kaynakları” şapkamla, “oldukça profesyonel bir organizasyondu” demeyi görev sayıyorum. Tertip komitesiyle, sponsorlarıyla, akış disiplini, zamanlama terbiyesi ve “Kabotaj Bayramı’nı unutmamak-unutturmamak ayrıcalığı” ile İzmir’de korunması gereken bir gelenek olduğunun altı çizilmeli; sebep olanların ellerine sağlık!
En yenisi, aşağı yukarı 30 yıllık... Bizim emektar Camper’in ise pastasında neredeyse 40 mum var artık! Eskimeyen, eşsiz tasarımı ve yuvarlak hatlarıyla, “Kaplumbağa” ya da “Vosvos” diye seslendiğimiz ve otomobil ötesi bir tutku olan “Volkswagen” sahiplerinin kurduğu pek çok dernek var ülkemizde. İstanbul’dan Antalya’ya, Ordu’ya, Sivas’a, Ankara’ya ve tabii İzmir’e kadar pek çok yerde faaliyet gösteren bu derneklerin, en bilinen ve aktif olanlarından biri de VKOD.
Volkswagen Kaplumbağa Otomobil Derneği, her yıl geleneksel olarak düzenlediği Caretta - Caretta etkinliği için bu yıl Ege’yi seçti; hem de yanıbaşımızı... Biz de evsahibi olarak, Cumartesi sabah İstanbul’dan çıkan kafileyi, (feribot macerası filân derken) akşamüstü Bornova’da karşıladık. VW Kaplumbağa ve Camper’lerden oluşan yaklaşık 25 araç (ki Pazar günü katılanlarla sayıları 40’ı geçti...) yan yana parkettiğinde, ortalık yere dökülmüş kâğıtlı şeker kavanozuna döndü yine.
Dernek üyeleri, 30 Haziran - 8 Temmuz tarihleri arasında Gümüldür Hipocamp’da kamp yapacaklar. Vosvos sahibi olmak bir yaşam biçimi olduğu için, bu kafadakilerin çok önemli bir bölümü, tatillerini “büyük tesislerin açık büfe kuyrukları”nda tüketmezler. Kalplerinden taşan insan ve doğa sevgisiyle, o “rengârenk bereket”i, her yıl güzel memleketimin başka bir köşesine götürürler. Onlar, “Gökkubbenin ne kadar büyük olduğunu gece vakti, toprağa sırtüstü uzanıp keşfetmişlerdendir. Onlar için, önümüzdeki bir hafta boyunca gün, uluslararası mavi bayrak ödüllü bir denizde başlayacak ve güneşi aynı kumsalda mangal başında batıracaklar...”
Hipocamp’ı tekrar tekrar anlatmaya gerek bile yok. 60 dönümlük bir kamp alanı düşleyin. Tepenizde çam ağaçlarından bir şemsiye... Kampçıların her dem ihtiyacı olan elektrik ve su düzeneklerine çok kolay erişebiliyorsunuz. Mutfağından sıcak duşlarına, temiz ve bakımlı tuvaletlerinden, düzenli bulaşık ve çamaşır alanlarına kadar ihtiyacınız olan her şey, uluslararası standartlardan haberdar olarak hazırlanmış bir hizmet modeli içinde sunuluyor.
Zaten, “ADAC Kamping Rehberi”nde yer aldığı için yurtdışından gelen kampçılar bile “nokta atış” yaparak geceliyorlar. Meraklısı hatırlayacaktır; 2006’da, 36 ülkeden 52 dernek ve kulübün üyesi olduğu FICC, (Uluslararası Kampçılık ve Karavancılık Federasyonu) “Rally” adındaki “Uluslarlararası Büyük Buluşması”nı İzmir’de yapmak istemişti de (İzmir Büyükşehir Belediyesi, -Bu kadar kalabalık İnciraltı’ndaki doğal dengeyi bozar, karavanlarını bırakır gider bunlar- yollu ufuksuz ve komik gerekçesiyle eşsiz bir fırsatı reddettiği ve koca İzmir’de başka da bir yer gösteremediği için...) Türkiye Kamp ve Karavan Derneği de misafirlerini yine Gümüldür-Hipocamp’da ağırlamıştı...
Bu “eskimeyen arabalar”ın birlikte seyahatini ve her tatilini “butik” hale getiren şey, sürücülerinin içlerinde hep taze kalmış gizli bir heyecan taşımalarıdır. Çünkü onlar buluştuğunda, farklı rüzgârlar eser. Birincisi, sahipleri cân-ı gönülden inanır ki, “Vosvos 4 tekerden fazlasıdır”. İkincisi, onlar arabalarının bir “ruh”u olduğunu bilir ve ruhla beden ayrılmadıkça, direksiyon sallamaya devam etmek kararındadırlar. “Paranın satın alamayacağı” bir otomobile binen bu ayrıcalıklı misafirlerimize tekrar “Hoş geldiniz” diyor ve iyi tatiller diliyorum.
SALI günü, en son yapılan anketin sonuçları açıklandı... İzmir Ticaret Odası Başkanı Ekrem Demirtaş, Kruvaziyer Limanı’nda yapılması öngörülen AVM’nin esnafı olumsuz etkilemeyeceğini savunuyordu. Negatif görüş üretmeye abone olmuş bildik bazı meslek kuruluşları ise beklenen yanıtlarını, “Liman AVM’si esnafı olumsuz etkiler. Liman’da İzmir’e hitap edecek alışveriş merkezi olmamalı. Yolcuya yönelik, ‘Duty Free’ olabilir. AVM’ye ancak yolcuya hitap edecekse olumlu bakabiliriz. İzmir halkına yönelik olmamalıdır. İtirazlarımızı yapıyoruz. Kabul edilmezse hukuka başvuracağız” şeklinde duyurdular. “Durumdan vazife çıkartan” hurriyet.com.tr/ege’de okuyucusuna sordu; “Alsancak Limanı’na yapılacak bir AVM, civar esnafı ne yönde etkiler?”
Anket sonuçlarına göre, kamuoyunun yüzde 77’si “olumsuz etkileyeceği”ni düşünüyor. Ankete katılan okuyucularımızın sadece yüzde 23’ü, “olumlu etkiler” diye görüş bildirmiş. Sevgili Deniz Sipahi de “karşıyız demeselerdi şaşardım” diye taze taze bir cümle eklemiş; aynı günkü yazısına. Açıkçası, ben de sonuca şaşırmayanlardanım. Çünkü artık anladım ki, İzmir’in “acemi bir motosiklet sürücüsü”nden farkı yoktur.
Bilmeyenler için hatırlatalım... Motosiklet kullanmayı ciddiye alarak, temel ya da ileri sürüş tekniklerine itibar eden öngörü sahibi sürücülere, daha ilk derste öğretilen birinci kural şudur: “Motosiklet nereye bakarsanız oraya gider!” Karşıya, ufka, ileriye bakarsanız, oraya... Kasise bakarsanız kasise. Arabaya bakarsanız, arabanın tam üstüne... Ardından da şu açıklama eklenir: “Israrla kaldırıma bakarsanız, kaldırıma çıkmanız an meselesidir... Yani -hedefe kilitlenmek- diyebileceğimiz bu basit kuralın, mucizeler yaratabileceği kadar öldürücü olduğunu da unutmayın!”
Kentlerin de yazgısı, bu basit kuralın geometrisiyle şekilleniyor. Bir kez “küçük düşünmeye kilitlendiniz mi”, gideceğiniz, gidebileceğiniz yer (potansiyeliniz varsa bile) asla ufuk çizgisi olamıyor...” Başa güreşecek bütün ayrıcalıklarına rağmen, bütün şehirlerimiz gibi “baktığı yere gitmekte olan İzmir”in, ankete verdiği tepkiyi ve ortaya çıkan sonucu doğru çözümlemek için, iki temel sebebi irdelemek yeter: Birincisi, kamuoyuna anlatıldığı (daha doğrusu -öcü pazarlaması- yapıldığı) şekliyle İzmirlinin projeye sıcak bakmıyor olması (şimdilik) normaldir... İkincisi ise böyle anketleri “güç gösterisi için bir fırsat olarak algılayan hedef kitle”, eş, dost, çoluk, çocuk, usta, çırak demeden aynı yönde oy kullanmayı adetâ bir namus meselesi olarak algılamıştır...
Mayıs ayı başlarında, KSK’nin Genel Kurulu’ndan önce yazdığım bir yazıda, “100. yılında yaşattığı sevinç, ‘averajla kümede kalma’ tesellisinden ibaret. Bu tablo, ne dev camianın ne de ateşli taraftarının kabahatidir! ...Yeşil-kırmızı yöneticiler, futbola gösterdiği ihtimamın yarısını ‘Basketbol Şubesi’ne göstermiş olsalardı, ‘kazanan, başaran, deviren, iz bırakan armada’ olmamak için sebep yoktu. Gelecek için de ısrarım aynı yöndedir: Kulübün ‘Amiral Gemisi’, bir süre Basketbol takımı olmalıdır. Benzer fırsatlar, su sporları için de geçerli. Futbol takımının yükselişi, telâştan uzak plânlanmalı ve yıllara yayılmalıdır...” demiştim.
“Dahiyane ve mucizevî” değil, aksine tümüyle “vasat ve makûl”u temsil ettiği için önemli bulduğum bu öneriyi pek çok KSK taraftarı da destekledi. Gerek özel görüşmelerimizde, gerekse e-posta ve telefon sohbetlerinde, ciddi bir çoğunluğun bu fikre çok sıcak baktığını, ama “mahalle baskısı” yüzünden yüksek sesle dile getiremediğini görmek ise hem sevindirici, hem üzücüydü...
Şimdi bu “ucuz ve sıradan” adımı, (biraz mecburiyetten olsa bile...) Beşiktaş atıyor galiba... “Play-off” sürecini dahi ıskalayan futbol takımı elbette gözden çıkartılmadı ama “hasarlı malzemeyi” UEFA ölçeğinde “maddî-manevî” tamir etmek biraz zaman alacak. Rakiplerinin kadro avantajına rağmen, Sezonu 3 kupa ile kapatan Basketbolcular ise taraftara hiç hesapta olmayan bir hediye verdi. Geçici bir sponsor krizi yaşanıyor olsa da Beşiktaş’ın sponsorsuz kalmayacağını herkes biliyor. Basketbolumuzun “Gözlerden Uzak Şövalyesi” Erman Kunter ile 2 yıllık anlaşmaya varılmış. 55 yaşındaki hoca, Fransız Cholet takımında görev yapıyordu. Meraklısı, medyamızın ıskaladığı başarılarıyla tanır O’nu. Yani Beşiktaş, yükseldiği yere tutunmak için gelecek sezon önceliğini basketbola verecek gibi görünüyor. Elbette bunu açık seçik söylemeleri mümkün değil. Taraftar elbette futbolun peşini bırakmayacak. Ama “sürdürülebilir başarı her zaman kendine taraftar bulur” fikri, yeni Beşiktaş yönetiminin can simidi olacağa benzer; (eğer böyleyse) bu tercihi kutluyorum.
KSK’ya gelince... Biz “futbol şubesinin kapısına kilit vurun” filân dememiştik! “Hayal sofrasından kalkıp, farkındalık sofrasına otursanız” diye dilek ve temennilerimizi iletmiştik. Camianın, “kaybeden takım” halinden sıyrılması için, kafasını kaldırıp bakacaklara, benzersiz bir fırsat kapısı olduğunu işaret etmiştik sadece... Basketbol Şubesi için yaratılacak bir seferberlik, kartları yeniden dağıtmak olabilirdi. Bütün resmi yeniden çizmek olabilirdi. Boşuna gevezelik etmişiz. İstanbul’dan duyuldu, Karşıyaka’dan görülemiyor...