Nihat Demirkol

Bayram değil seyran değil...

17 Ağustos 2012

Hatta bugün arefe bile değil... Haftada birkaç gün köşe yazısı yazanlar için, böyle “iki arada bir derede” kalmış günler sıkıntılıdır. Ya siz gündemin kıyısına kadar gelmişsinizdir ya da gündem size dokunacak kadar yaklaşmıştır, hani uzatsanız ayaklarınız suya değecek gibi...
Bazen daha 48 saat vardır, siz yazana kadar konu eskir. Bazen niyet, başlar kâğıda dökülmeye, ama yarım kalır. Çünkü geçen süre, yeterince demlenmesine yetmemiştir. Sanki, günceli yazmak için, ya hep bir miktar erkendir, ya da hep geç kalmışsınızdır... Mecburen birkaç gün beklersiniz, “bayramdan sonra gelen kına...” derler, “gecikmeyeyim” diye birkaç satır karalarsınız, “erken öten horoz” olursunuz. Böyle günlerde imdada, Hamlet ve William Shakespeare yetişir: “Serçenin ölmesinde bile bir bildiği vardır kaderin. Şimdi olacaksa bir şey yarına kalmaz, yarına kalacaksa bugün olmaz. Bütün mesele hazır olmakta. Madem bırakıp gideceği hiçbir şeyin sahibi değildir insan. Erken bırakmış ne çıkar. Ne olacaksa olsun...”
Memleketin hali, her dem bayram yeri gibi zaten... “Arefenin arefesindeyiz, ne yazsam acaba, diye bir telâşa gerek yok” dedim kendi kendime. Anadolu’dan Ege’ye uzanan haberler, bize hergün bayram şekeri tadında manşetler sunuyor çünkü. Erzurum’da, yerleşim birimlerine kadar inen ayılar yüzünden evlerinin bahçelerine çıkmaya korkan vatandaşlar, “Devlet ayılarına sahip çıksın” demiş. “Ege turizmine artı değer yaratmak için dünyadaki tüm eşek türlerinin, Eşek Adası’nda toplanması girişimi”, “Dünya eşekleri bu adada buluşacak” -tel örgülerle hapsedilmiş mevcut eşekler ise özgürlük istiyor- gülücüğü ile kaleme alınmış. Hiç unutmuyorum, rahmetli Dalokay’ın önerdiği, belediyenin çiftlikler kurup inek yetiştirmesi ve “her kapıya 1 şişe süt” projesi için fizibilitenin ilk olumlu sonuçlarını da  gazeteler, “Ankara ineklerin yaşaması için çok uygun bir kenttir” diye duyurmuşlardı.
Bu “bir yaşıma daha girdim coğrafyası”nda, İstanbul daha mı farklı sanki? Cevap için, bayrama yaklaşırken, cami avlusunda alevlenen (bazı) Ramazan sohbetlerine kulak vermek yeter. Örneğin; naklen yayınlarda, Mickey Mouse karakteri için, “abuk subuk şeylerle gençlik zehirleniyor” fikrini kanırtan TRT spikeri, Walt Disney’in, o çizgilerin arkasına “hayal edebiliyorsan, yapabilirsin” heyecanını gizlediğini bilmiyordu kuşkusuz. Bir efsaneyi, “fare’den ibaret sanmak”, ancak, mahmurluğu yaşama biçimi yapma telkinleriyle örümcekleşen bir gaflet uykusunun rüyası olabilir.
İşte istiyorum ki, “devletin ayılara açık açık sahip çıktığı”, bırakın gazeteci-yazar, milletvekili, akademisyen ve diğerlerini, “eşeklerin bile özgürlüğe hasret kaldığı” güzel ülkemde, Başkentin yaşanabilir ikliminde, “70’lerden bu yana bir şeyler değişip değişmediğinin sorgulanamadığı” bir dönemde, İzmirli ve özellikle İzmirli yerel yönetimler, “hayal edebiliyorsan yapabilirsin” gibi bir ayrıcalığa talip olsun. Daha aykırı, daha yaratıcı ve daha cesaretli bir misyon üstlensin. Daha parlak arefeler, daha mutlu bayramlar, ancak böyle bir iradeyle olası görünüyor. Yoksa, nezaket ziyaretinde bile –inşallah ihale iptal olur deyip- “AVM gerginliği”nden medet umarak siyaset yaparak, ne hayal etmek, ne de iş bitirmek mümkündür. Oldu olacak, hale münasip manşeti de ben uydurayım bari: “İzmirli fareler, yarınlarımızın güvencesi oldu...” Nasıl?
Yazının Devamını Oku

Kan verdiniz de ne oldu?

13 Ağustos 2012
Öncelikle herkesten özür diliyorum! Böyle, insanın kanını donduracak, münasebetsiz bir başlık atmayı hiç istemezdim. Ama bu yazıyı okutmanın ve dikkatinizi “kan vermekten” daha fazlasına, “can vermeye” çekebilmenin başka yolu yoktu! İzmir’i, İzmirliyi başka bir kutsal göreve davet için buna mecburdum. Yoksa, Foça’daki hainliğin üstüne tokat gibi inen “yerel refleks”in önünde, bir Türk olarak, elbette minnet ve şükranla eğiliyorum.
Sizi ayrıntıya boğmadan, “can vermek” dediğim “organ nakli ve bağışı” için “bekleyen insanların çaresizliğe yakın halleri”nden bahsetmek istiyorum. Önce Türkiye’de sistemin nasıl işlediğini hatırlayalım: “Hastanelerden çıkan kararlar, Bölge Koordinasyon Merkezleri’ne (BKM) bildiriliyor. Ardından bu kararlar, Ulusal Koordinasyon Merkezi’ne (UKM) ulaşıyor ve burada nakil sıralaması yapılıyor. Sorun yokmuş gibi görünen sürecin ‘bekleme dönemi’, yani hasta ve yakınları için ‘bitmek bilmeyen zaman dilimi’ işte bu noktada başlıyor...” Nakil için esas alınan üç şey var: “Kan grubu, boy-kilo yakınlığı ve verici ile nakil yapılacak kişinin vücut yapısı arasındaki uyum. Ama (neredeyse) hepsinden önemlisi, verici kişinin beyin ölümünün gerçekleşmiş olması ve ailesinin -zaten bağışlanmış organın- naklini kabul etmesi...” Süreç burada düğümleniyor. Mevzuata göre, “kişinin sağlığında, özgür iradesiyle bağış yapmış olması yetmiyor, kanunen yasal mirasçısı konumundaki kişilerin de onayı gerekiyor.”
Vatandaşımızın organ bağışı konusundaki mesafeli duruşu malûm. Diyanet’ten 80’lerde yapılmış -tek dozluk ve yetersiz- bir açıklamaya rağmen, organ bağışını hâlâ günah kabul eden de var, “çıkmadık candan umut kesilmez” diyerek, “beyin ölümünün ne demek olduğunu anlamaya yanaşmadan”, hastası hayata dönecek umuduyla bekleyen de... Oysa bu iş, zamana karşı bir yarış. Her şey uygun olduğunda ve yolunda gittiğinde, kalbin 6 saat, karaciğerin 12 saat, böbreğin ise 18 saat içinde nakli gerekiyor. Ve genellikle de sonuç, kimseye fayda sağlamayan, kimseyi mutlu etmeyen bir resim. Hem de yok yere... Hem de yitirdiğimiz 1 can, 7 kişiye can verebilecekken...
Konunun içinde olanlardan öğrendiğim bir diğer çarpıcı ve can sıkıcı gelişme ise, son aylarda Ankara ve Antalya’da yaşanan (ve medyanın da sınıfta kaldığı) “el, kol, bacak nakli” ameliyatlarına ilişkin talihsizliklerin, zaten ite-kaka yürüyen organ bağışında bulunma  niyetlerini “bıçakla keser gibi” bitirmiş olması. Örneğin, geçen sene sadece Ege Üniversitesi’nde 25 kalp nakli yapılmış. Bu sene aynı sayı, ağustos ayını bitiriyor olmamıza rağmen henüz 4... Acil nakil bekleyenlerin dışında, yüzlerce de makinede nakil bekleyen hasta var. Ne yazık ki, bu tip kalp rahatsızlıklarında nakil, tek seçenek.
Gelin, İzmir olarak, “kan vermekten fazlasını yapalım”; bu kez “can verelim.” Bugüne kadar görülmemiş bir “Organ Bağışı Seferberliği” başlatalım. Yine kuyruklar oluşsun ilgili merkezlerin önünde. Hasta yakınlarını bilinçlendirecek, rehberlik ve rehabilitasyon toplantıları düzenleyelim. “Ölünün de miras olduğu” fikrini, “yaşama şansı olanlara son bir hizmet” anlayışıyla harmanlayalım biraz. Sosyal medyayı ateşleyelim. Bir de, Başbakan ve Cumhurbaşkanımızın hasta yakınlarının attığı maillere “alıcı gözüyle” bakmalarını isteyelim. “Kanaat önderi” sıfatıyla, Ramazan ayı bitmeden, çıkıp iki çift yönlendirici lâf etmelerini dileyelim. Haydi İzmir, “bu yazıyı sahipsiz bırakma...”
Yazının Devamını Oku

EXPO Sergisine Hazır Proje

10 Ağustos 2012

EXPO 2020 web sitesinde diyor ki, “Telefon ilk kez 1876 yılında Philadelphia EXPO’sunda; mikrofon ilk kez 1878 yılında Paris EXPO’sunda; faks makinesi ilk kez 1904 yılında Saint-Louis EXPO’sunda ve televizyon ilk kez 1939 New York EXPO’sunda sergilenmiştir...” Önce, “bunların altında kalmamak lâzım” diye düşündüm. Ama yaratıcı projemizin (hem de 2 yıldır) hazır olduğunu fark edince içime su serpildi. Hayır, tahmin ettiğiniz gibi, ihale süreci başlayan “Akıllı Trafik Sistemi”nden filân söz etmiyorum...
Arşivler, 2010 yılının Haziran ayını işaret ediyor; “İzmir’de turist otobüsleri seferde...” İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin web sitesinde ise, (Basında İBB başlığı altında) haberin sanıyorum güncellenmiş (eklenme tarihi: 30 Eylül 2010 Perşembe) hali mevcut: “Tur otobüslerini 5’ledi, 3 ayda 11 bin turist gezdirdi...” Özellikle kruvaziyerlerle kente gelen turistlere hizmet vermesi amacıyla hazırlanan özel tur otobüslerinin sayısı 5’e yükselirken 6’ncısının yapımına da başlanmış. Alıntı yaptığım paragraf, “İZULAŞ Atölyesi’nde özel olarak dizayn edilerek...” diye başlayıp, “...ayrıca turistik şehir otobüslerinde ücretsiz su ile yağmurlu havalarda ücretsiz yağmurluk da dağıtılıyor...” diye bitiyor.
İşte EXPO’luk proje, bu paragrafın başında ve sonunda gizli! Ben de saf saf merak eder dururdum; “bu sıcak ve yaz aylarında her daim cehennem güneşiyle kavrulan kent için, gaz tenekesinden bozma –şekilsiz ve üstü açık- otobüsleri özel olarak kim tasarladı?” diye. Neyse ki, “faili meçhul bir cinayet” değilmiş. Hizmetin, “ücretsiz sunulan can alıcı kısmını” ise “yağmurluk ikramı”ndan bahsederek vurgulamışlar. O tarihteki bir fotoğraf altına “hizmete giren tur otobüslerinin ilk yolcuları İzmir Ekonomik ve Kalkınma Koordinasyon Kurulu üyeleri oldu” diye not düşülmüş. Hepsi tanıdık ve hepsi dünyayı defalarca turlamış yüzler. Sormak isterim; yerkürenin hangi coğrafyasında şehir turu yapan araçların böyle seçeneksiz ve korumasız bir dekoltesi var? Göz hafızam, sadece bazı iki katlı otobüslerin üst katlarında, isteyenlerin çıkıp oturduğu, “açıkhava çay bahçeleri”nin olduğunu söylüyor. Otobüslerin koltukları bile, suya ve güneşe dayanıklı özel malzemeden üretilirken, bir âdem de çıkıp, “su ve güneşten, insanları nasıl koruyacağız? Bunların üstü niye açık kardeşim?” diye sormuyor, soramıyor.
“Üstünden bu kadar zaman geçmiş, aklına şimdi mi düştü?” diyebilirsiniz. Aslında, garibanları otobüsün içinde şemsiyeyle otururken gördüğüm günden beri yazacağım, ama bugüne kısmetmiş. Bir haber fikrimi tetikledi efendim. Baktım gazetelerimiz “fincancı katırlarını ürkütmemek için özel gayret sarfetmekte”, bari “mahallenin delisi işine ben soyunayım” dedim. Haber mi? Kaçak güreşen yerel medyamızda, şu satırlarla yer aldı:
“İzmir’de kavurucu yaz sıcaklarında, üstü açık duraklarda otobüs bekleyen vatandaşlar perişan oluyor. Kentin en hareketli merkezlerinden biri olan ve yolcu yoğunluğuyla dikkat çeken Çankaya semti, üstü açık duraklar nedeniyle sıcakta sıkıntı yaşanan yerlerin başında geliyor. Çocuğundan yaşlısına kadar, üstü açık duraklarda, 40 dereceye dayanan sıcaklarda bekleyenler, yetkililerin bu soruna çare bulmasını istiyor...” Açıkçası, bir “vatan haini”, bir “İzmir düşmanı” çıkar da bu haberi ecnebilere okursa diye endişeleniyorum; “Üstü Açık Gezi Otobüsü Proje”mize “gölge düşer” diye korkuyorum. Haksız mıyım?

Yazının Devamını Oku

“Ecdad” ticaretine “Ata” ayarı

6 Ağustos 2012
Bilenler bilir; benim “eski dil”e merakım vardır. “Yaşayan Türkçe” fikrini savunurum; “Öztürkçe” zorlamasına inanmam! Çünkü kişisel tercihim, dilin eskimeyen vuruculuğu ve lezzetinden yanadır. Çünkü, sözcüklerin, cümlenin ve kurgunun musikîsi önemlidir benim için... Kelimelerin, bir yaşanmışlık içerdiğini ve hâtıra değeri olduğunu düşünürüm; kolay vazgeçmem. Retorika’dan belâgat’a uzanan yolda, “doğru, etkili ve estetik” olanı sahiplenirim. Lisedeyken “seçenek” dediğim için yadırganırdım; şimdilerde “müstehzi”de ısrar ettiğim için yan bakıyorlar.
Bu ön kabullerime rağmen, kasıtlı olduğunu düşündüğüm bir “değiştirme” çabasına dikkat çekmek istiyorum: (Şimdi bana “paranoyak” diyenler bile çıkar ya, neyse...) “Bir sözcüğün yerine ısrarla bir başkasını koymak, hattâ sokuşturmak suretiyle, arkasındaki (temsil ettiği) kavramların da yer değiştirmesini sağlamak işgüzarlığı”na, “tarih, kültür ve sanat kokan sembolleri sadece bir zümrenin malı gibi pazarlayarak, zaten yeterince parça parça olmuş toplumu, daha çok sayıda ve keskin kamplara bölmek gayretkeşliği”ne.
Teşebbüs hayli demdir sofrada, ama Ramazan ayı gelince, gündem ve naklen yayınlar fırsat bilinerek iyice abartılmaya başlandı. Bir “ecdad” lâfıdır aldı gidiyor... Bildiğiniz gibi, “cedd” (büyükbaba, dedelerden biri) sözcüğünün Arapça çoğuludur “ecdad”. Türkçe, “ata” sözcüğü de aynı anlama gelir. Bu maksatlı seçimden, birkaç sebeple hoşnut değilim: Sözcüğü ve kavramı, hakkını veremeyecek olanların sahiplenmesine içerliyorum bir, varsa yoksa (sultanın çoğulu) “Selâtin” edebiyatı yapılmasını yakışıksız buluyorum iki, sadece dinî esintiler yükleyip, hilâfet vurgusunu ısıtarak ve “Sultan, Han, Padişah” sembolizmasını yapay bir özensizlikle kaşıyarak, “ecdad ticareti” yapılmasına “ağız dolusu...” bozuluyorum üç...
Siyasilerimiz de aynı tezgâhın içinde. Ecdad denilirken, hep Hâlife - Sultanlar kastediliyor. Mimarlar, hekimler, seyyahlar, bestekârlar, şairler vd. nerede? Bilge Kağan nerede? Yunus Emre nerede? Rahmetli Gazi nerede?  “Ata yadigârı” çıktı mı dilimizden? “Atasözleri”ne tıkalı mı kulaklarınız? “Özellikle Selçuklularda şehzâdelerin eğitimiyle görevli vezir” demek olan “Atabey”den de mi bihabersiniz? Fikrinizde, “Ey kız gözüme huri görünürsün / Atan sevmez seni benden ziyade...” diyen Karacaoğlan yok mudur?
Bırakın sözcüklerle oynamayı! Ağzınızı korkak alıştırmadan, göğsünüzü gere gere, hele bir “ata” deyin bakalım... Bugün ecdadı yâd edebiliyorsanız, bunu “Ata”ya borçlu olduğunuzu hatırlayın evvela... Ecdada hürmet, kul hakkı yiyerek “Ata”yı yok saymakla olmaz; hepsi bizimdir ve başımızın üstünde yerleri vardır. Demem o ki, ecdadını tasnifsiz tanımadan, hakkıyla bilmeden, içine ayrımsız sindirmeden, merhum Âkif’in şâheserini “Gökten ecdad inerek..” diye tekrarlamak yetmiyor. O bahçesine yayılıp da, burun çekip göz süzerek, bayat üçüncü sınıf sohbetler yaptığınız deha ürünü camilere adını veren ecdad, şiir yazardı, beste yapardı, hattattı, marangozdu, neyzendi... Sorarlar adama, “Sizin (veraseten intikal etmiş) neyiniz var birader? Elinizi görelim?” Islık bile çalamayan bîçarelerin, “ecdad”ı sadece telaffuz ederek mülkiyet iddiasında bulunmalarına gülüyorum. Daha iyisini de yapabilirim... Hem atalarımızı anmak için, hem de ecdadından bîhaber gafillere inat, yarın akşam MİKO’da, meselâ Sultan III. Selim’e ait Sûzidilârâ Yürük Semai ile başlayabilirim piyano çalmaya: “Âh ab-ü tâb ile bu şeb hâneme cânân geliyor...”
Yazının Devamını Oku

EXPO’lulaştıramadıklarımızdan mısınız?

3 Ağustos 2012
EXPO 2020 sürecinin “Yürütme ve Yönlendirme” modeli ve içerdiği kırılganlık üstüne yazdığım son yazıya, çok sayıda İzmirli e-posta yoluyla destek verdi. Hele bir tanesi var ki, içindeki bir cümle, konuyu enine boyuna tartışmamızı gerektiriyor.

EXPO 2020 sürecinin “Yürütme ve Yönlendirme” modeli ve içerdiği kırılganlık üstüne yazdığım son yazıya, çok sayıda İzmirli e-posta yoluyla destek verdi. Hele bir tanesi var ki, içindeki bir cümle, konuyu enine boyuna tartışmamızı gerektiriyor. Şöyle demiş, değerli okuyucu: “EXPO süreci, resmen basına ve kamuoyuna kapalı yürütülüyor...” Bu tespit, sıradan bir iddia ise çürütülmeye, yok sadece bir kaygı ise giderilmeye muhtaç. Bir köşesinden başlayalım.

“Nedir EXPO?” Resmi web sitesine göre, “EXPO’lar, küresel çapta bilgi birikimini daha yaşanılır bir dünya için bir araya getiren organizasyonlardır. Ürünlerden çok fikirler, kültürler ve dünyanın geleceği için projeler sergilenmektedir. Dünyanın en eski ve en büyük uluslararası etkinliklerinden biri olan EXPO, başka bir deyişle ‘Dünya Sergisi’, beş yılda bir düzenlenmekte ve altı ay sürmektedir. Katılımcıları arasında devletler, uluslararası kuruluşlar, sivil toplum örgütleri ve şirketler yer almaktadır. EXPO’nun en önemli özelliklerinden biri, ‘tema’sıdır. Geniş bir kapsama sahip olan temaların, tüm insanlığı ilgilendirmesi ve evrensel nitelikte olması gerekmektedir. EXPO, ev sahibi kentlerde kentsel dönüşüm projelerini hızlandırmaktadır. EXPO alanının büyüklüğü sınırsızdır ve katılımcılar kendi pavyonlarını inşa edebilmektedir.”

Peki bu tariften, kaç izmirlinin haberi var? Tahminim: Çok az kişinin! Yerelin nabzını tutacak bir anket ya da kamuoyu araştırması yapılsa, “İzmirlinin EXPO konusunda açıkca ‘bilgisiz’ olduğu ve uzak ara ‘habersiz’ bırakıldığı” ortaya çıkar diye düşünüyorum. “Ulusal dava” ilân edilen (?!) bu heyecanı, İzmirli’nin sahiplenemediği bir ortamda, “yani İzmir’liye rağmen” nasıl yaşatacaksınız?

Hatırlayınız; New York’un 1994-2001 yılları arasında belediye başkanlığını yapan Rudy Giulian, 11 Eylül saldırıları sonrasında gösterdiği otorite, TV ve radyolarda düzenlediği –programlı- basın toplantılarıyla, paniği azaltma, halkı bilgilendirme ve yatıştırma konusundaki özeniyle büyük övgü kazanmıştı. Yani yapmak yetmiyor. Varsa bile yaptığınızı duyurabiliyor musunuz? Bu sıkıntımız, sadece yerelde değil. Örneğin; UNESCO’nun, “ITRΔ yılı ilân ettiği 2012’nin yarısı geçti, “Büyük Usta için bir şey yapıldığını duyanınız var mı?” diye soruyordum sağda solda... Doğan Hızlan da köşesinde yazınca, Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürü Prof. Dr. Erol Erdinç bir bilgilendirme notu göndermiş de biraz fikir sahibi olabildik.

Hiç değilse, bu köşeden, İzmir EXPO 2020 Derneği’nin girişimini paylaşalım. Başkan Bülent Kökten’in, “EXPO’yu İzmirlilere tanıtmak için, dernek olarak İzmir Fuarı’nda yer almayı özellikle genç kuşaklara ulaşmayı istiyoruz” yollu bir açıklaması var. İZFAŞ Genel Müdür Vekili ve EXPO 2020 İzmir Yönlendirme Kurulu Üyesi Mehmet Şakir Örs ise, “EXPO 2020 hedefinin 7’den 70’e tüm İzmir halkına yaygınlaştırılması gerektiğinin önemi”ne değinmiş buluşmalarında. “İEF’de İZKA ile ortak bir EXPO tanıtım alanı oluşturmayı planladıklarını ve bu alan içinde İzmir EXPO 2020 Derneği’ne yer vermekten mutlu olacakları”nı söylemiş. “Kamusal kurum ve kuruluşların yanı sıra sivil toplum örgütleri ile yapılacak olan çalışmalar da çok önemli, İzmirlilere EXPO’nun ne olduğu anlatmak, farkındalık yaratmak gerekiyor. EXPO 2020 hedefini içselleştirerek, kentin olmazsa olmaz coşkusunu, heyecanını tüm İzmirlilere yerleştirmeliyiz. EXPO 2020 hedefini en geniş kitlelere yaygınlaştırmalı ve bu konuda halkımızı bilinçlendirmeliyiz. İzmir olarak adaylık sürecini en verimli şekilde değerlendirmeliyiz” diye eklemiş. “...Meliyiz, malıyız”, tamam da ne zaman?

Yazının Devamını Oku

EXPO’da yine kendi kalemize gol mü?

30 Temmuz 2012
EXPO 2020 Yürütme Komitesi Başkanlığı’na (da) sayın valimizin getirildiğini öğrendik, hayırlı olsun. Mevzuatın ilgili maddesinde, “Yürütme Komitesi, İzmir Valisi’nin teklifi ve Yönlendirme Kurulu’nun onayıyla görevlendirilecek bir başkan başkanlığında...” diye yazıyor olmasına rağmen, son resim bu... Takım arkadaşları (?!), Yönlendirme Kurulu Başkanı’na, “Aramızda teklif mi var? İki görevi de sen yürüt” deyince, kendisinin onları kıramadığı anlaşılıyor. Böylece, “yürütme ve yönlendirme” tek elde toplanmış oldu. Bu ne demek şimdi?
 Bu görevlendirmeden sonra, “EXPO 2020 İzmir Yönlendirme Kurulu Başkanı” sıfatıyla “2013 yılında BIE Genel Kurulu’nda yapılacak seçimlerde İzmir ilinin ülkemiz adına sürdürdüğü adaylığının başarıyla sonuçlandırılmasına ilişkin her türlü iş ve işlemleri yürütmeye, EXPO 2020’nin düzenleneceği alanı belirlemeye, söz konusu alanda gerekli plan, proje ve imalat çalışmalarının yürütülmesini sağlamaya, EXPO 2020’yi başarıyla gerçekleştirmek amacı doğrultusunda gerekli girişimlerde bulunmaya, yapılacak çalışmaları belirlemeye, gerçekleşen harcamaların kararlara uygunluğunu denetlemeye, kamu kurum ve kuruluşları ile sivil toplum örgütleri arasında koordinasyonu sağlamaya görevli ve yetkili” olan sayın vali...
“EXPO 2020 Yürütme Komitesi Başkanı” sıfatıyla da, “(Yine başkanı olduğu) Yönlendirme Kurulu’nca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde, İzmir’in EXPO 2020’ye ülkemiz adına ev sahipliği yapması için gerekli çalışmaları yapmak/BIE tarafından yapılacak denetimlerin gereklerini yerine getirmek/EXPO 2020 İzmir Projesi’ni BIE norm ve kriterlerine uygun olarak hazırlamak/EXPO 2020 adaylığı için gerekli olan her türlü yerli ve yabancı personeli veya danışmanları özel hukuk hükümlerine göre istihdam etmek veya görevlendirmek, mali haklarını tespit etmek, ihtiyaç halinde görevlendirilecek gönüllülere temin edilecek her türlü ayni ve nakdi ödemelere karar vermek/EXPO 2020 adaylığı ile ilgili olarak yerel koordinasyonu sağlamak...” gibi diğer işleri de üstlenmiş oldu. “Gibi diğer işler” arasında iki paragraf var ki, kırıp dökmeden nasıl yürür anlamak zor. Çünkü devlet, öyle elini kolunu bağlamadan iş vermez ve yaptırmaz adama. Teşbihte hata olmazmış, hem kediye ciğeri kendisi emanet eder, hem de sonra dönüp ciğerin hesabını yine kediye sorar. Ama anlaşılıyor ki bu iki paragraf şöyle işleyecek:
Sayın vali, “EXPO 2020 Yürütme Komitesi Başkanı” sıfatıyla, başkanı olduğu “EXPO 2020 İzmir Yönlendirme Kurulu” gelirlerinin ilgili mevzuat çerçevesinde amacına uygun olarak kullanılmasını sağlayacak, her türlü sözleşmeyi yapacak, sözleşmelerin yürütülmesini takip edecek, harcamalara karar verecek, harcama usulünü belirleyecek, harcamaları kontrol edecek, gerekli yazışmaları yapacak, ilgili kurumlar arasında koordinasyonu sağlayacak...” Bitmedi; (başkanı olduğu) “Yürütme Komitesi, başkanın belirlediği tarihlerde ve üye tam sayısının salt çoğunluğu ile toplanacak ve toplantıya katılanların çoğunluğu ile karar alacak. (Başkanı olduğu) EXPO 2020 Yürütme Komitesi, gerçekleştirilen iş ve işlemler hakkında (yine başkanı olduğu) EXPO 2020 Yönlendirme Kurulu’nu düzenli olarak bilgilendirecek.” İşte bu kadar basit (?!)
EXPO deneyimi, ısrarla ve üstüne basa basa, bu işin bir “sivil toplum inisiyatifi” olduğunu söylüyor. Yani seçiciler, seçilmişe bile sıcak bakmazken, (mümtaz devlet memurluğu düzeyinde) bir atanmışın “tek adam” olarak karmaşık bir sürecin patronu olması ne kadar doğru bilemiyorum? Zor zanaat şu devlet memurluğu vesselâm!
Yazının Devamını Oku

Makam araçlarını serin tutmanın bütçesi

27 Temmuz 2012
Pazartesi günü, Hürriyet’teki “Otoyaşam” adlı köşesinde, Emre Özpeynirci’nin müthiş bir haberi yayınlandı:
“ÖTV’nin yüzde 84’ten 130’a çıkması sonrası, patronlar makam aracı almaktan vazgeçti. Talep gören 4 makam aracının satışları yüzde 70 düşerken, bu araçlar daha çok siyasiler ve bürokratlar tarafından kullanılmaya başlandı...”
Önce, “siyasilerimizin ÖTV’den etkilenmemesi ne güzel (!); yakışır...” diye ironiyle yaklaştım; özel talep gören 4 makam aracı hakkında, “marka, model, motor hacmi ve adet” belirterek haberleştirilmiş araştırmaya. Satırlar, “Hükümetin geçtiğimiz ekim ayında motor hacmi 2 litrenin üzerinde olan otomobillerin ÖTV’sinde yaptığı düzenleme (artış), 2008 yılında, lüks makam araçlarının toplam lüks araç satışları içinde yüzde 5’ler civarında olan oranını, 2011 yılında yüzde 1.7’ye, 2012 yılının ilk 6 ayında ise yüzde 0.9’lara düşürdü” gibi cümlelerle devam ediyordu. Ekonominin kendi hassas dengeleri içinde, bu gelişmeye çok farklı açılardan bakmak mümkündü. Kimileri, satışlardaki daralmayı ön plâna çıkartacaktı, kimileri düzenlemeyi caydırıcılık yönünden başarılı bulduğunu söyleyecekti. Kimi, “hazine gelir kaybetmiş” derken, kimi “patronlar hemen önlem almışlar ama –ucu bizim cebimize uzanan savurganlık- devletin umurunda bile değil” diye söylenecekti... Ben ise kendi hesabıma, daha bu haber soğumadan, hemen ertesi gün, “araç satışları böyle de acaba vatandaş, (sokak ağzı kullanacağım, bağışlayınız) –nasıl satışa geldiğinin- farkında mı?” diye bir soruya odaklanacaktım.
Son birkaç yıldır, (verdikleri sayılar bire-bir tutmasa da) “Türkiye’de 125 bin makam aracı varmış. Almanya’da 15 bin, İngiltere’de 12 bin, Japonya’da 10 bin...” diyen Mehmet Ali Birand’tan, “87 bin 130 makam aracı var. Belediyeleri ekle... 125 bin makam aracı. Zavallı Almanya’da 11 bin. Gariban Japonya’da 10 bin. Yoksul Fransa’da 9 bin” diye rakamları çekiştiren Yılmaz Özdil’e kadar pek çok köşe yazarı, kamunun bildik savurganlığını büyüteç altına alıyor. Şükrü Kızılot, “Türkiye’de, kamuya ait tam 83.383 taşıt var” derken, “The Economist”in 2010’daki mukayeseli “resmî araç tablosu”nda çok daha farklı rakamlar veriliyor. Üstüne bir de, “özellikle belediyelerin binlerce Euro’luk araçları kiralama yolu ile kullandıkları, yandaşlarına aldırdıkları son model makam araçlarını onlardan kiraladıkları, kâğıt üstünde öyle bir araçları bile görünmezken, sistemin “kazan-kazan” mantığıyla çalıştığı, ön camın içine konulan ‘Görevli’ levhasıyla birlikte, uygulamanın ‘kim tutar seni savurganlığı’na dönüştüğü” duyumları var.
“Benim Gözlüğümden” bakınca görünen ise, İzmir’de önemli ve “vizyoner” bir toplantının “kamera arkası...” Dev otelin önünde, hemen hepsi makam aracı olan -motor hacmi 2 litrenin üstünde- 30-40 tane siyah inci... Davetliler, İzmir destesinin “As”ları... İzmir dışından gelenler de var; seçilmişler, atanmışlar, bakanlar, görenler vs. Araçların sahipleri içeride toplantıda. Hava nefesleri kesecek kadar sıcak ve nemli. Şoförlerin pek azı, araçların içinde bekliyor. Bir kısmı gölgede, bir bölümü de bina içinde... Ortak nokta, sahiplerini boş boş bekleyen bütün araçların motorları ve klimaları çalışıyor; birkaç saat boyunca, aralıksız... Öyle anlaşıyor ki, “Sahip”in ne zaman içeriden çıkacağı belli olmadığı için, tedbir mahiyetinde araçların içi “serin serin” hazır tutuluyor. Toplantı ne kadar sürerse, ne kadar uzarsa o kadar... Siz iyisi mi, elinizdeki -katlanmış gazeteden bozma- yelpazeye şükredin ve bari onu kaptırmayın!
Yazının Devamını Oku

Arkaik edepsizliğin “gelenek” sanıldığı ülke

23 Temmuz 2012
Ayayorgi Koyu’ndaki “gürültü ve ışık” polemiği, tiraj için iyi malzeme olmalı ki bu yıl da manşetlerden inmiyor.

Ama “zülf-i yâre dokunma”nın tehlikesinden olsa gerek, “Ramazan davulcusu” hakkında iki satır lâf eden yok!
Çeşme koylarının huzuru ve selâmeti adına, mülk sahibi işadamlarıyla, tatilciler ve işletmeciler arasında arabuluculuk yapan Sayın valimiz, yaşlıların, hastaların, vardiyalı çalışanların, bebeklerin, oruç tutanların ve tutmayanların da valisi değil midir acaba?
 Belediyelerimiz zaten “oy kaygısının eyyamcılığı içinde” kendi gölgelerine saklanmış vaziyette. Onlardan bir şey beklemiyoruz artık. Müzikli mekânlara efelenip, “sokak arası-gece yarısı düğünleri”ne söz geçiremeyen yerel yönetimler, davulculara ayar vermeye kalkıp da “Roman ve hemşehri derneklerinin fincancı katırları”nı mı ürkütmeye cesaret edecek? Geçiniz!
Hâl böyle olunca, gazetelerden öğreniyoruz ki, (hadi –izler- demeyelim...) sapla saman çoktan birbirine karışmış da üstüne borçlu bile çıkmışız... 04.11’deki imsak vakti için, 01.42’den itibaren Evka-3’ün aynı sokaklarında 2.5 saat dolaşarak gümbürdeyen İzmirli davulcunun, Afyon Emirdağ’lı meslektaşları belediyeyi protesto etmişler: “Gece uykusunun en derin olduğu saatlerde, bizler fedakârlık yaparak (bak hele...) vatandaşlarımızı sahura kaldırıyoruz. Karşılığında evlere defalarca gittiğimiz halde (işte bu doğru...) ücret alamıyoruz. Üstüne üstelik bir de dayak yiyoruz. (Eh iş kazası sayılır...) Bu sebeple bu sene bizler Ramazan davulu çalmayacağız...”
Davulcu esnafının (!) isyanı burada kalsa iyi; bakın iş nerelere varmış? Açıkca diyorlar ki, “Belediye bizlere sahip çıksın. Bizim can güvenliğimizi sağlasın. Belli bir ücret belirlesin. Bu ücreti ya vatandaşlarımız ya da belediye ödesin. Yıllardır süre gelen bu geleneğimiz yok olmaktan kurtulsun...” Endişenin kaynağı, gördüğünüz gibi asla bahşişin garantiye alınması filân değil, geleneğin korunmasıdır. Hani, “kendim için bir şey istiyorsam nâmerdim” misâli...
Evet “Ramazan davulu” bir gelenektir. Ama çalar saat, cep telefonu, uyandırma servisleri gibi icatların bulunmadığı devirlere aittir. Toplum hayatının bu kadar girift olmadığı, hayatın bu kadar hızlı yaşanmadığı günlerden kalmadır. Sosyal bir ihtiyaçken, hoşluktur; bir renk, bir lezzet... Aslında bunların hepsinden, “geçmiş zaman” kullanarak bahsetmek gerek. Çünkü “kulağa uzaktan hoş gelen bu ses”, “edep devri”ne aittir. Onu var eden, onu yaşatan, onu tamamlayan veya onunla yaşayan kavramlarla birlikte anlamlıdır. Otomobil alarmlarını tetikleyecek bir hırsla, ticaret aracı olarak ve “çalınmak için çalınan” davul, ne bu devre ne de başka bir boyuta ait olabilir. Ezanın, “insanın çıplak sesi”yle okunması geleneğini (ki çok daha zahmetsiz ve kolaydır) koruyamayan bu millet, 1000 yıllık eserleri, çimento ve 3. sınıf fayans ile restore eden bir devlet, “gelenek” kavramını da elbette işine geldiği gibi yorumlayacak ve (Çevre, Ceza ve Kabahatler Kanunu’na rağmen) popülist kuralsızlığı kural olarak işletirken yüzü kızarmayacaktır.
“İzin alınarak kullanılan -pervasızca- rahatsız etme özgürlüğü” de diyebileceğimiz, bu İslâm estetiğinden habersiz zulüm, tâlip olmasanız ve yararlanmasanız bile, hizmet bedelinin tahsili için kapınıza dayanma tacizini de içerir. Türkiye, arkaik edepsizliğin “gelenek” sanıldığı tuhaf bir “Deli Dumrul” ülkesidir.

Yazının Devamını Oku