15 Ekim 2012
Ne haftaydı ama? Geçen Çarşamba günü, Ankara Devlet Klâsik Türk Müziği Korosu’na, bir “tazelenme sohbeti” için davet edildim. Kendi tabirleriyle “meydan”ı bana bırakmadan evvel de provalarına katıldım. “Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi”nin “Segâh Mevlevî Âyini”ni çalıştılar. Onlar “Üçüncü ve Dördüncü Selâm”ı geçerlerken (Hû zenem ber kudsiyan her şeb zi dil hû hû zenem...), seçilmiş sanatçıların arasında oturmanın nasıl bir duygu olduğunu tarif etmek gerçekten zor. İzmir’e döndüm; e-postalarım arasında değerli dost İdris Ercan’dan gelen başka bir sürpriz. Kültür ve Turizm Bakanlığı İzmir Devlet Klâsik Türk Müziği Korosu da sezonu Itrî ile açmıyor mu; hem de ne açılış? 18 Ekim Perşembe akşamı, saat 20:30’da Atatürk Kültür Merkezi’nde, “Nevâ Kâr”ı seslendirecekler.
UNESCO’nun, Paris’te yapılan 36. Genel Konferansı’nda; 2012, ölümünün 300. yılı anma programına alınarak “Itrî Yılı” ilân edilmişti. Pek çok açıdan bir fırsat olan bu seneyi (yurtiçi ve dışında) öyle parlak bir şekilde değerlendirebildiğimizi söylemek zor. Kuşkusuz kronik sebep, bizim vefasızlığımız ve beceriksizliğimiz. Bir de ironik sebep var: Türk Musikîsi’nin kutbu kabul edilen bestekârın ismi etrafındaki her şeyin biraz gölgeli olması, adının verildiği yılın ruhuna da yansıdı galiba. Meselâ binden fazla beste yapan Itri’nin günümüze sadece kırk (veya kırk iki) eserinin ulaşması başlı başına bir talihsizlik. Ünlü Segâh Bayram Tekbîr’inin, tam bir kesinlikle ona ait olduğu dahi belgeli değil. Beş padişah görmüş bir mevlevîdir Itrî... Ama Müstakimzâde’ye göre Yenikapı Mevlevîhânesi’ne gömülmüş olsa da mezar taşı kayıp; doğum ve ölüm tarihleri bile tartışmalı... Büyük resmin bu dağınık haline rağmen, Devlet Koroları, Itrî’yi daha aylar öncesinden programlarının baş köşesine oturtmuşlar anlaşılan. Fikri değenleri şükranla selamlıyorum. Repertuvarın eşsizliğine gelince...
Nevâ Kar, Büyük Usta’nın dinî musikî dışındaki besteleri arasında bir şâheser olarak kabul edilir. Bu yazı bir nazariyat yazısı değil. Ama meraklısı bilir ki, Itrî’nin Nevâ Kâr’ı, Batıda “Travay Tematik” (tema üzerinde çalışma) denilen bestekârlığın, en az 300 yıl önce Türk Mûsikîsinde denendiğini, başladığını ve başarıldığını müjdeler. Hattâ Neva Kâr üzerine bir Scherzo besteleyen Türk Beşleri’nden Necil Kâzım Akses’in, “Nevâ Kâr’ın notasını rastgele katladıkça yeni yeni kontrpuanlar (yatay çokseslilik) ortaya çıkıyor” şeklindeki cümlesi, hararetli tartışmaların baş köşesinde ağırlanır. Sadece bu beste için edilmiş lâflar bile bir doktora tezi olur. Enderûnî Vasıf Osman Bey Sultan 2. Mahmud’a sunduğu bir manzûmede; “Seninçün beslemiş güller bu
günâgün ezhârı / Senin zevkin için meşk eylemiş bülbül Nevâ Kâr’ı...” derken Yahya Kemâl, “...Çok zaman dinledim Nevâ-Kâr’ı / Bir terennüm ki hem geniş, hem şûh / Dağılırken “Nevâ”nın esrârı / Başlıyor şark
ufuklarında vuzûh..” diye başladığı tarifi, “...Belki hâlâ o besteler çalınır / Gemiler geçmeyen bir ummanda...” diye bitirir.
Tüm konserleri yıl boyunca halka
açık ve ücretsiz olan Koro, konserin ikinci bölümü için de, özenli ve seçkin bir repertuvar hazırlamış. Yerim kalmadığı için ayrıntılı yazamıyorum. Bu arada, arabamı nereye koyacağımı da kara kara düşünüyorum elbet! Malûm, belediyemiz AKM’deki otoparkı kendine tahsis etti ve ısrarla yanlışından dönmüyor. “Itrî’nin Konseri” filân ne gam? Kendisi gelse nafile!
Yazının Devamını Oku 
12 Ekim 2012
Kurthan Fişek Hoca’nın (arşivlerden ulaşabileceğiniz) “efsane yazısı”na attığı başlığı, sadık okuyucusu hiçbir zaman unutamadı. Bu yazıdan yaptığım alıntılara, yıllarca yer verdim yazılarımda. Bu kez sadece başlığı hatırlatmakla yetineceğim:
“Zoolojik bir yazıdır; CHP ile bir ilgisi yoktur!”
İktidar partisi için de benzer bir “ironik miras” bırakmaya, rahmetli Hocamın ömrü yetmedi. Siyaseten -ortaya karışık- niyetine, kendi düşüncelerimi, “küçük öyküler” halinde aktarmayı deneyeceğim...
İnsanlığın ilk öyküsü, cennetten kovuluşu anlatır. İnsanlık tarihi, çiğnenen ilk yasakla başlamıştır. Adem’le Havva’yı cennetten kovduran, bir kural hatasıydı; yasak meyveyi, elmayı ısırmışlardı... Kurallara uymamak, bir süre işe yarayabilir.
Oyunu kurallara göre oynayın! Galibiyetiniz, ancak bu koşullar altında kabul görür; geçerli sayılır. Hal böyleyken, ünlü gazeteci Aldous Huxley, basit ama çarpıcı bir gözlemi şöyle paylaşıyor:
“Oturarak başarıya ulaşan tek yaratık tavuktur”.
Sıra dışı bir gözlem becerisi ile daha çok fırsat yakalanabilir. Bunu, oturduğunuz yerden de yapabilirsiniz. Ama hareket, olaylarla ve başarıyla kesişme olasılığınızı arttırır. Gözlem, izlemek demektir. Değişiklikleri, fırsatları, gözden kaçanları ciddiye almak demektir.
“Beyaz adam” topraklarına el koyduktan sonra, şehirde dolaşmaya çıkmış bir gün, Kızılderili Büyücü... Kapısında Disco yazan büyük bir binadan, müzik sesi geliyormuş. Bakmış kapı aralık, başını uzatmış içeriye. İnsanlar toplanmışlar, dans ediyorlarmış. İnanılmaz bir ritim, rengârenk ışıklar, aynalar, dumanlar... İri kıyım güvenlik görevlisi: “Bir şey mi istiyorsun ihtiyar?” diye yaklaşmış. Büyücü biraz tedirgin olmuş, “sadece dans edenlere bakıyorum” diye cevap vermiş. Görevli, biraz da küçümseyerek sormuş: “Güzel dans ediyorlar değil mi?” “Evet” demiş Büyücü; “evet çok güzel dans ediyorlar ama, git onlara söyle. Bu şekilde dans ederek, asla yağmur yağdıramazlar...”
Her sabah bir ceylan uyanır Afrika’da... Hedefi: en hızlı koşan aslandan, daha hızlı koşabilmek; çünkü o av! Aynı sabah, aslan da uyanır uykusundan; en yavaş koşan ceylandan, daha hızlı koşabilmeyi hedeflemektedir; çünkü o avcı! Av ve avcı bir şekilde karşılaşırlar; sonuç belli... Hergün, önceki günden daha hızlı olmak zorundasınız. Aslansanız, yeni başlayan günde, en yavaş ceylan sizden hızlıdır. Yok ceylansanız, sıra size gelmiş olabilir. “Ondan, şundan, bundan değil, dünden daha hızlı mısınız? Başkasıyla yarışmayı bırakın!”
Detroit’teki dev otomobil fabrikalarından birinin kapısındaki uzaktan görünen büyük yazı, şöyle dermiş: “Biz hata yapmayan işçiyi çalıştırmayız...” Sadece yakından görülebilen küçük yazı ise başka bir mesaj verirmiş: “Ama, aynı hatayı iki kere yapan işçiyi de tutmayız...”
Egeli seçmen, bugüne kadar her kime oy verdiyse... Ve ilk seçimlerde her kime oy verecekse, “bu yazıyı kesip saklasın” derim... Çünkü, aynı hatayı iki kere yapmak imkânsızdır. Çünkü, ikinci kez yapılanın adı -artık- tercihtir... İkiden fazlası mı? Onun adı da başka bir şey olsa gerek!
Yazının Devamını Oku 
8 Ekim 2012
KÜTÜPHANELERİ sadece mesai saatleri içinde açık bu ülkede, İzmirli aydınların gayreti ile 1912’de kurulmuş “İzmir Milli Kütüphanesi”nin, 100’üncü yılı kutlanacak! Bu “dalya”, aydınlık bir kentin soyağacında ne kadar heyecan yaratmalıdır? Cevap vermeden önce, “Arkas Sanat Merkezi”nde yeni sezonun, fotoğraf sanatındaki başarılarıyla tanınan Ahmet Ertuğ’un “Kütüphaneler ve Opera Sarayları”nı konu alan sergisiyle açılmış olması ayrıntısını da dikkate alın lütfen...
Çünkü, sorunun yanıtı, ne kadar tesadüf gibi gelse de, sanki iki olayı aynı kareye sıkıştırabilmek için deklanşöre, “ilahî bir el basmış” hissini veriyor bana.
Bu akşam başlayacak (sergi, dinleti, konser, sempozyum gibi...) bir dizi kutlama etkinliği ile bu hareketlilikten doğacak büyünün, İzmirli tarafından paylaşılması ve sahiplenilmesi, kentli ve kentli bilinci açısından ne kadar önemlidir? Bu kez de cevabı düşünmeden önce, “Arkas Sanat Merkezi”nde açılan sergi için, “Sessizliğin Yankısı” isminin seçilmiş olmasını irdeleyin lütfen...
Çünkü, bu sorunun da yanıtı, -serginin adı tesadüfen denk gelmiş zannedilse de- sanki hemşeri kayıtsızlığını vurgulayabilmek için, “ilahî bir kalemden çıkmış” hissini veriyor bana.
Zarif bir mimarînin gölgesinde, 800 bin adetlik kitap koleksiyonu, Cumhuriyet’le yaşıt gazete ve dergi koleksiyonları, 4 bini aşkın orijinal el yazması ve taş baskı eserleri, dünya edebiyatının tanınmış yazarlarının orijinal ilk baskı eserleri ile onurlanırken, “Değerini bilmediğiniz şey, acaba sizin midir” sorusunu sormak, gayretkeşlik sayılabilir mi? Yine cevabı bulmadan evvel, “Sessizliğin Yankısı” adlı sergide, Almanya, Avusturya, İsviçre, Portekiz, İrlanda, İspanya gibi çeşitli ülkelerden 44 fotoğraf yer aldığını, bunun 23 tanesinin ünlü ve tarihi kütüphaneleri resmettiğini hatırlayın lütfen...
Çünkü, yanıt yine, ne kadar tesadüf gibi gelse de, mekânlar ve sayılar arasındaki ilişki, kıymet bilmezleri mahcup edebilmek adına, “ilahî bir abaküste hesaplanmış” hissini veriyor bana.
Kurucuları arasında, Celal Bayar, Celal Saygun, Süleyman Ferit Eczacıbaşı, Küçük Talat gibi İzmir’in siyasetine, sanatına ve ekonomisine katkıda bulunmuş kişilerin bulunduğu bu kurumun mütevazı bilgeliğine, “mesai saatleri içinde bile olsa” en son ne zaman ihtiyaç duyduğunuzu, en son ne zaman kapısından içeri girdiğinizi de sormak istiyorum ama, “İnternet bana yetiyor” cevabını vermeden önce, “Arkas Sanat Merkezi”ndeki serginin 30 Aralık’a kadar (ve artık pazar günleri de) açık olduğunu, pazartesi hariç her gün ücretsiz gezilebildiğini, ayrıca “uzun perşembe” uygulamasının başladığını, perşembeleri 10.00-20.00 saatleri arasında ziyaret edilebileceğini de hesaba katın lütfen...
Bu sorunun yanıtında ise, farklı olarak, tesadüfe bırakılmamış bir “ilahî bir mizah” seziyorum... “Sessizlik”, gerçekten boş kütüphanelerde mi yankılanıyor dersiniz?
Yazının Devamını Oku 
5 Ekim 2012
Efendim, Karşıyakalı dostlarımın ağzı kulaklarında... KSK 1912’ye olan kalp yakınlığım sebebiyle, -Alex Fenerbahçe ile karşılıklı sözleşmeyi fesh etmiş. Şampiyonluk yaşamak için, taraftar görmesi için KSK’ye bekleriz- yollu sevimli abartıları bile tebessümle karşılıyorum; nazar değmesin! Yıllardır nasip olmamış bir sezon açılışından sonra, özellikle sosyal medyadaki alış-verişlerden, “başarıya duyulan özlem”in boyutu kolayca anlaşılabiliyor. Bazı yorumlarda ayaklar yerden kesilmiş olsa da, futbolda dün yoktur, kazanan haklıdır; taraftarın da hakkıdır doya doya tadını çıkartmak...
Sadece, hafta içinde ülkenin futbol gündemine ilişkin gelişmeleri değerlendiren kalemler, medyada “kriz yönetme” becerisi üstüne de epeyce yazıp çizdiler. “İyi yönetildi, kötü yönetildi” derken, tartışmalar ister istemez bendeki meslek hastalığının nüksetmesine sebep olacak noktaya geldi. Krizi, kriz anında yönetmeye çalışan “masa”ların, bizim evdeki yemek masasından farkı olmadığını hatırlatmak zorunda kalacağım yine. Daha da önemlisi, fark edilmeyen krizlerde de, yokmuş gibi yapılanlarda da, zamanında sorulmamış asıl soru, hep gözden kaçar. Oysa asıl her şey yolunda (özellikle beklenenin de üzerinde olumlu bir havada) giderken, birinin çıkıp şu soruyu sorması lâzımdır:
“Neden acaba her şey bu kadar yolunda gidiyor? Acaba gözden kaçırdığımız bir şeyler mi var?”
Sürdürülebilir başarı ve büyüme için doğru soru bu! Şimdi iş, soruyu kimin soracağına, bu soruyu soracak cesareti toplamaya, farkındalığa ve yüzleşmeye kalıyor...
Ege TV’de yeni bir program: “2 Dirhem 1 Çekirdek...”Yeni yayın dönemine günler kala, Reşat Kutucular’dan bir telefon geldi. Biraz “briçe dördüncü kişi arıyoruz tadında” bir davet aldım. “Ekranda Burcu Atatür ile birlikte 3 kişi olacağız. Yazamadıklarımızı konuşacağız, var mısın?” diye soruyordu... Benim hiç kendimi naza çekme âdetim yoktur; başladık.
Her ne kadar ve yaygın olarak, “giyim kuşamına özen göstermiş, şık kıyafetleriyle dikkat çeken insanlar” hakkında kullanılan benzetme olsa da “dirhem ve çekirdek”, aslında -hassas terazi ve tartımlar- için kullanılan eski ağırlık ölçüleri. Bir Osmanlı altını da, toplam iki dirhem ve bir çekirdek ağırlığa sahip. Programın 2 erkek, 1 kadın sunucu tarafından hazırlanması çıkış noktası ama bununla bitmiyor... Okçulukta oklar, işlevlerine göre “muharebe okları, hedef okları, uzun mesafe okları” gibi sınıflara ayrılıyor. Bu okların en hafifi de (6,814 gr) yine “2 dirhem 1 çekirdek” ağırlığında olanı. Doğada ağırlığı değişemeyen –tutarlılığı ve güvenilirliği ile bilinen- bir tohum olan keçiboynuzu çekirdeği ise (Yunanca keration, İngilizce carob, Arapçada kırıt) elmasın tartı ve satılmasında kullanılan –karat- ölçüsünün isim babası. 4 adet keçiboynuzu çekirdeği, bir dirhem ağırlığında.
Biz de “özen gösterilmiş, şık ve çağdaş bir formatta, hassas tartımlar yapan, bilimsel ve tutarlı çizgisini her zaman koruyan, ayrıca gündemi olası en hafif eleştiri oklarıyla irdeleyen...” anlamlarına gönderme yapmak üzere, programımızda “2 dirhem 1 çekirdek” ismini kullanmalıyız diye düşündük. Cumartesi sabahları, saat 10.00’da canlı yayında ekranlardayız. Tam kahve saati, bekleriz Efendim.
Yazının Devamını Oku 
1 Ekim 2012
26’NCI Uluslararası İzmir Festivali, “Festival Özel Konseri” ile sona erdi...
Eli değenlere –okkalı- bir teşekkür, boynumuzun borcudur!
Bu ev sahipliği, “öyle böyle önemli iş değil...”
130 yıllık bir orkestrayı ağırlamaktan bahsediyoruz...
“Berlin Filarmoni” gibi bir efsanenin İzmir’de sahne alması için, “Alt tarafı bir konser” deyip geçemezsiniz...
Bunun bir de üst tarafı var çünkü...
Heyecan verici bir repertuvar bizi bekliyordu...
Bunca yıllık aradan sonra, ilk defa bir konser için “özel izinler”le kapılarını açan Efes Antik Tiyatro’da...
Schubert’in, “büyük ama gösterişten uzak” denilen “Bitmemiş Senfonisi” ile –merhaba- dediler, dolunay gecesine...
Ardından, Bottesini’nin, çello, kontrbas ve orkestra için düzenlenmiş “Büyük İkili Konçertant”ı, Efe ve Fora Baltacıgil’in “tek bedende” hissi veren icrasıyla kanatlandı adetâ...
Ve nihayet, Beethoven’in 7. Senfonisi ile müthiş final...
Bu eseri, “dünya üzerinde en iyi yorumlayan orkestra” yakıştırmasının haksız yere fısıldanmadığını anlamak için, bir şefin, orkestra için “ne demek olduğunu” fark etmek ve yetmiş küsur kişinin “birlikte yorum yapmak” yetisine “nasıl ulaştığını yaşayıp tanık olmak” için, kesilen soluğunuzu, dakikalarca idareli kullanmanız gerekiyormuş.
Şef Sir Simon Rattle yönetimindeki topluluğun, hissettiği ve hissettirdiği müzikal disiplin, “ayaksız yürümek, kanatsız uçmak” rengine yakın bir konsantrasyon.
Bu hallerinin, (eğer Meryem Ana’yı ziyaret ettilerse, bilemiyorum) -sadece bir sahne dolusu hacının ruhaniyeti-yle açıklanması, tuhaf olur elbet. (?!)
Ama bir gün kısmet olursa, “Bütün müzikler yerden göğe yükselir, sadece onun müziği gökten yere inmiştir” denilen
Mozart’ı da bu orkestradan dinlemek isterdim.
Bu arada, bazı sevgili İzmirliler, yine “en çok konserin ortasını merak etmiş” olmalılar ki, yine -çok sayıda seyirci- konser başladıktan sonra geldi ve konser bitmeden de ayrıldı Antik Tiyatro’dan...
-Bu konserin izleyicisi olmadığını- düşündüğüm, yalnız o mekânda görünmek, selamlaşmak ve “Ben de oradaydım” diyebilmek için boy gösterenlere söyleyecek çok şey var ama yazının havasını bozmak istemiyorum.
Lâkin, Berlin Filarmoni, neden “bis” yapmadı dersiniz?
Yazının Devamını Oku 
24 Eylül 2012
Şimdi diyeceksiniz ki, “Hürriyet’in Ege ekinde, İzmir’in orta yerinde, bir köşe yazısının başlığı da böyle olur mu?” Yazının sonuna geldiğinizde, başlığın gelişigüzel atılmadığı fikrinde buluşabilmeyi umuyorum...
Öyle ağız alışkanlığı, öyle sıradan bir sosyal hitap ya da akademik unvan filân değil benim için... Kurthan Fişek, hocamdı benim; dersime girdi, öğrencisiydim. Bir bakıma, güncele dil çıkartan bir hesap görmedir “bu günlere denk getirip” aramızdan ayrılışı. “Ruhun yelpazesi” sayılabilir belki ama “e küfretmek de bir yere kadar”. Türkçeyi sövmeye ihtiyaç duymadan da müthiş kullanan Hoca, baktı gidişat vahim; cümle âleme sıfır vermemek için öldü sanki!
Bazı isimler vardır ki, üstünden bir hafta geçmeden yazmaz kalem; işte Kurthan Hoca da bunlardan biriydi, bana göre... 12 Mart sonrasının ilk “İnek Bayramı”nı yapıyoruz Mülkiye’de. Etkinlikler arasında bir de satranç turnuvası var. Sanıyorum dördüncü turdu... Listeye baktım, Kurthan Hoca işe eşleşmişiz. Biliyorum, Hoca zaten iyi oynuyor. Yine de arkadaşlara sordum, “Nasıl?” Ağız birliği yapmış gibi cevap verdiler: “Sert oynuyor. Fakat asıl sıkıntı, -kötü niyeti yok ama- zaten cüsseli, bir kere gölgesi yetiyor tahtayı kaplamaya. Bir de fosur fosur, hiç durmadan sigara içiyor. Her nefesten sonra, bütün dumanı farkında olmadan insanın yüzüne üflüyor. Göz gözü görmüyor. -Dumanaltı- olacaksın.”
Oynamaya başladık... O yıllarda çok sevilirdi; cebime bir avuç sütlü mis bonbon doldurdum. Hoca bir sigara yakıyor, çekiyor, üflüyor... Ben de cebimden bir şeker çıkartıyorum. Kâğıdını açıyorum, “hışır hışır...” O bir nefes daha alıp üflüyor, ben de dişlerimle kırıyorum şekeri, “katır kutur...” Göz göze bile gelmiyoruz. Hamlesini yapan saate basıyor. Üç beş derken, Hoca cin gibi tabii. Sigarasını bastırdı kül tablasına. “Anladık anladık” dedi. Uzattı elini, “Ver ulan bir şeker de bana! Yoksa gürültüden oynayamayacağız...”
Kitabında, semt semt anlatmış Ankara’yı... Turist gezdirir gibi değil ama. Can Dündar’ın dediği gibi, -Hâtıraları “Türkiye Tarihi” olarak okutulabilecek- bir adamın kaleminden kısa ama çarpıcı bir tarif olmuş. “Burası Kuğulu Park” diye döktürdüğü bölümün bir yerinde diyor ki, “Ankara Belediye Başkanı oldu Dalokay... Çevre dostuydu. Kuğulu Park’ı dayadı, döşedi / ...Hesaba katmadığı tek şey vardı: Ankara’nın trafiği... Herkes Çankaya’ya çıkmak istiyordu. Kimse Çankaya’dan inmek istemiyordu...” Bu cümleyi okuyunca, “Güler misin, ağlar mısın?” dedim kendi kendime, “Hiçbir şey değişmemiş, üstelik seçimler de yaklaşıyor.”
İzmirlilerin çoğu sevmez Ankara’yı; belki de “iyi anlatan biri”nden dinlemedikleri içindir. “Burası Ankara”, -uzak durdukça bizden uzaklaşan-, “Cumhuriyet Başkenti”ni yakından tanımak için bir fırsat olabilir. Memleketin -dumanaltı- hali hepimizi nefessiz bırakıyor. Acaba cebimizdeki kâğıtlı şekerler işe yarar mı? Şekerleri bir bir açıp, biraz gürültü çıkartsak İzmir’de, “öğretilmeye çalışılan çaresizliğe” çare olur mu acaba? “Oyunu bozabilir miyiz?” dersiniz. Kurthan Hoca’nın hâtırası önünde saygıyla eğiliyorum. Yeri boş kalacak!
Yazının Devamını Oku 
21 Eylül 2012
“Yediğin içtiğin senin olsun, neler gördün onu anlat” yaklaşımı, “merak kreşendosu hayli tuhaf” bir dinleme kültüründen beslenir. Zaten anlatmaya niyetli olanlar da hazır böyle bir pas almışken, pek ağızlarını korkak alıştırmazlar.
Komşu sütunlarda, dostların tatil anılarını ve özellikle de mekân ve menü konusunda ballandıra ballandıra anlattıklarını okumak, beni o kadar etkilemiş ve koca yaz boyunca İzmir’den burnunu çıkartamamış biri olarak o kadar imrenmişim ki, eylül bitmeden okuyacağınız bu birkaç satırı yazmasam, gözüm açık gidecekmiş. Altı üstü, bir gecelik hafta sonu kaçamağı zaten; hani “uzunundan bile değil...”
İnsan belli bir yaşı geçtikten sonra, hayatı sorgularken sorduğu sorular da değişiyor. Etrafıma bakınca, aynı değişimin, tatil anlayışını ne kadar etkilediği konusunda ise biraz kararsız kaldım. “Ne kadar çok şeyim var?” sorusundan, “Ne kadar az şeye ihtiyacım var” farkındalığına terfi edenlerin sayısı, konu tatil olduğunda, galiba doğru orantılı olarak artmıyor. Büyük ihtimalle istatistik, “Şu üç günlük dünyada, tatil yaparken de iddialı bir konfor yakalayamayacaksak...” diyenler yüzünden bozuluyor. Evdeki, “Söyle ayna en güzel tatil hangisi?” sorusuna cevap veren aynamız, “takılmış plâk gibi”, neredeyse 30 senedir aynı şeyleri söylediği için, bizim gibi marjinalleri “tasnif dışı bırakmak” herhalde en doğrusu.
Peki tatil, pahalı ve gösterişli bir arazi aracının koltukların da mı başlar gerçekten? Eksiksiz bir tatil mimarisi, ucu bucağı olmayan açık büfeler, marka tutkusunun görünmez rekabetinden galip çıkmak için itişilen harcama yarışları, plaj şemsiyesi altında bile I-pad ve (sonradan gurme kimliğiyle) akşam yemeğinde, şaraba ve balığa ödenilen faturanın büyüklüğü müdür? Sorunun cevabını ve sonrasını, “bu işlerden çok anlıyormuş edâsıyla”, -geçmiş zaman tadında- anlatalım...
Gecelediğimiz Vardo’nun (Çingene Arabası) basit tasarımı, “İnsan burada bir ömür geçirebilir” çıkarımını tetikliyordu. Birkaç metrekare içinde dönüp dururken, “Ne kadar az şeye ihtiyacımız varmış” diye aklımızdan geçirdik. Çorba kâsesini andıran “Sadun Boro’nun kaleminden, Amazon-Maden-Gücük–Küçükgünlük Koyu”nda, gürültüden patırtıdan uzak telâşsız birkaç saat... Güneş Bey’in kendi eliyle seçtiği, 50’lerden derlenmiş hayal gibi müzik, mum ışı gölgesindeki akşam yemeğini unutulmaz hale getirdi. Yanında, sakınılmayan bir dost sohbeti ki, tarifsiz ve bedelsiz...
Asıl ihtiyaç duyduğumuz şey ise Çingene Arabası’nın tavanına yerleştirilmişti... Yatağa sırtüstü uzandığınızda, tepenizdeki şeffaf tavandan yıldızları seyredebiliyordunuz. Bütün evrenin size bağışlandığını hissediyordunuz. Aslında (ve eşzamanlı olarak) ne kadar küçük ve ne kadar büyük olduğunuzu anlıyordunuz. Yeniden ve tekrar tekrar, “gökte milyarlarcası varken, birkaç yıldızla yetinmemeniz gerektiği”ni fark ediyordunuz.
Tagore, “Aleve ışığı için teşekkür et
ama tükenmeyen bir sabırla gölgede lâmbayı tutanı da unutma” der. Ege’nin güney ucundaki Bördübet’in “korunmasına ve dokunulmaz kalabilmesine” sahip çıkan Tecelli Ailesi’ne bir kez daha
teşekkür ediyorum. Bizim için tatil hâlâ Bördübet, Bördübet de hâla
http://www.klupamazon.com demek...
Yazının Devamını Oku 
14 Eylül 2012
EPEYCE zamandır yazacağım, kısmet bugüne imiş... Gün geçmiyor ki, “İzmirli olup da İzmir’de yaşamayan köşe yazarlarımız”dan herhangi biri, “Ah İzmir” kokulu bir yazı yazmasın. Bir özlem bir özlem, bir methiye bir methiye, “Çiğdem, kumru, rakı–balık, roka, Alaçatı vs.” Şimdi de hamaset: “9 Eylül...”
Mülkiye’de, spekülatif doktrin fıkralarından bir tanesi, kimseleri güldürmezdi; aksine kafa karıştırırdı. “Sözde, işçi partisinin genel başkanını, tren garından uğurlamaya gelmiş işçiler, partililer. Başkan perondaki kalabalığa, vagonun basamağından, beklenen, malûm, ateşleyici konuşmasını patlatmış yine: ‘Zincirleriniz...’ demiş, ‘Başka kaybedecek neyiniz var?’ Bakmış iyi gidiyor, ‘proleterya kardeşliği’nden başlamış, ‘üretim araçlarının mülkiyetine söverek’ bitirmiş. ‘Dünya devriminin kaçınılmazlığı’nı ve propaganda seyahatinin önemini vurgulamak için de ‘Bu tren, aslında o önlenemez devrime bir yolculuktur...’ diye eklemiş. Alkıştan yıkılmış ortalık. Bu arada, ‘oyunbozan’ işçilerden biri, başlamış bağırmaya; ‘Hepsi iyi hoş da, sen neden birinci mevki vagonda gidiyorsun? Hem de yataklı... Camlar taze ekmek kokusundan buğulanmış, içeride şampanya servis ediyorlar, yanında havyar vardı; gördüm... Bizim paramızla sen ne haltlar karıştırıyorsun? Nerede kaldı kardeşliğimiz? Hani biz yokluğu paylaşıyorduk? İn o vagondan aşağıya... Üçüncü mevkide git!’ Önce şaşkınlığı yelpazeleyen kısa bir sessizlik yaşanmış. Ardından gök gürültüsü kıvamında bir protesto. Peronda dalgalanan kızgın bir insan denizi... Başkan elini kaldırmış. ‘Susun’ demiş, ‘Dinleyin...’ Bir basamak daha çıkıp, yüzünü işçilere dönmüş. Sükûnet ve iddiasından hiçbir şey kaybetmeden, gür, heyecanlı ama kendinden emin bir sesle, ‘Madem ki bir soru sordunuz. Cevabını dinleyin...’ demiş. Herkes yanındaki susturmuş. Kısa bir süre sonra ortalık sütliman... Başkan, bakmış ki kıvama geldi işçiler, ‘Ben’ demiş, ‘Bu yola baş koydum. Devrim sabahına uyanmak için ömrümü verdim. Benim işim, bu vagondan inip yanınıza gelmek değildir. Benim mücadelem, sizi bu vagona çıkartmak içindir...’ İşçiler ardından saf saf el sallamışlar mecburen.”
Kitlesel yanılsamayı resmeden bu müthiş “yakıştırma”, yıllarca siyasetçilerin ve sendikacıların, ”davulun sesini uzaktan tarif eden” halleri için anlatıldı. Bu mesleklere, bugün köşe yazarlarının da katıldığını gözlemlemek ve bu yolla fıkranın güncelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olduğunu görmek, ister istemez, “eyvah sokağı”nın ironik kavşağına çıkıyor. “Uzaktan İzmirliler”i bu köşeye taşımamı iki şey tetikledi. Birincisi yerel seçimlerin takviminde yapılan değişiklik. İkincisi Fatih Çekirge’nin Ana Muhalefet Partisi’ni, İzmir gündemi üzerinden silkeleyen, cesur son birkaç yazısı. Yıllardır aynı şeyi yazıyorum. Günlük yaşantısı, “çiğdem, kumru, rakı–balık, roka, Alaçatı”dan ibaret olmayan İzmir’i ve İzmirliyi, “sen bana mecbursun” siyasetiyle “cepte keklik” sananları uyandırmaya çalışıyorum. Bu arada, uzaktan “gaz veren” dostlarımızın, bu amansız sevgiye rağmen, neden gelip İzmir’de yaşamadıklarını da merak etmiyor değilim. “İstanbul‘dan İzmir yazmanın dayanılmaz hafifliği”ne mi kapıldılar yoksa? İzmir’i romantik bir hamaset malzemesi yapmak, “hariçten gazel okumak” olmuyor mu biraz? Anladım... Sizin işiniz, “O şehirdeki rahatınızdan vazgeçip yanımıza gelmek değildir. Sizin mücadeleniz, bizi yükseltmek, bizi o vagona çıkartmak içindir. İzmir’in uzaktan hoş gelir sesi” diyorsunuz yani. Haydi hep birlikte o zaman: “Seni uzaktan sevmeeek, aşkların en güüzeli/Alıştım hasretine, gel desen gelemem ki...”
Yazının Devamını Oku 