16 Kasım 2012
Yılların bıraktığı izler üstünde söyleşmek, “onbirinci ay”a denk gelince, “giderayak” yakıştırması, sanki daha çok şey ifade ediyor...
Kapağına, “Fotoğraflar Zeki Pordoğan’ın arşivinden alınmış ve daha sonra renklendirilmiştir” notu düşülmüş. Hemen yanıbaşında, mütevazı bir gölge halinde, “Akın Aydemir Ajans”ın imzası var... Bir dosta, “düşünceden çok etkilendiğimi” anlatınca, “bunu yazsana” dedi, “vefa hissine karşı sen de vefa göstermiş olursun...”
Bu tasarım üzerine medyadaki dostlarım, daha önce hiç kalem oynattılar mı bilmiyorum, en azından ben görmedim, kaçırmış da olabilirim... Tekrar ısıtıyorsam, samimi bir övgünün fazlasından zarar gelmez. İlk ben yazıyorsam, verilen emek ıskalanmamış olur hiç değilse.
Swissotel Büyük Efes İzmir’in 2012 yılı masa takviminden söz ediyorum... Sayfalar, bir “zaman tüneli”ni çağrıştıyor. “Yıldızlar geçidi”ne benzeten de çıkabilir, “film şeridi gibi aktı gözlerimin önünden” diyecek olan da. “Aralık” sayfasına, 1964’te açılan otelin 1967 tarihli bir fotoğrafı konulmuş ve yılın her ayına, otelin adıyla bütünleşmiş ünlülerin fotoğrafları... Kuşkusuz sadece 12 yaprak, Efes Oteli’nin ağırladığı ünlü misafirleri anmak için yeterli değil. Ama “geçmişten geleceğe” fikrini, “marka imajı” ve “kurumsal hafıza” ile birleştiren çalışma, meraklısını bir anda geçmişe götürmeye yetiyor. Hattâ zannediyorsunuz ki, “o günler siyah-beyazdı ve siyah-beyaz yaşandı...”
Oysa galiba, İzmir’in “en renkli günleri” asıl o günlerdi; siyahla beyaz arasına şimdilerde sıkıştık... “Ocak” sayfasında, Gönül Yazar ve Ajda Pekkan... “Şubat”ta, Calypso Metin Ersoy, Erol Simavi, Müjdan Gezen... “Mart” sayfasında Güzellik Yarışması Jürisi ve pırıl pırıl bir Zeki Müren... “Nisan” ayında, İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi’nin misafirliği; fotoğraf karesinde, İhsan Sabri Çağlayangil, Süleyman Demirel, Cevdet Sunay ve Nevzat Usta... “Mayıs” sayfasında, Zeki Pordoğan, İsmail Sivri, Mehmet Ali Birand... “Haziran”da elinde kadehiyle Osman Kibar... “Temmuz”, Nevin - Öztürk Serengil ve Zeki Müren’e ayrılmış. “Ağustos” ayının konukları, Şerif Remzi Regent, İsmet İnönü ve yanlarında İlyas Usta... “Eylül” ayı fotoğrafı Kral Dairesi’nden; tek başına Zeki Müren. “Ekim” Semra – Turgut Özal, “Kasım”da, -en genç halleriyle- Nebahat Çehre ve Tarık Akan...
Farkındalık, bakmaktan görmeye, duymaktan işitmeye, konuşmaktan yapmaya dönen kavşakta bekler bizleri... Farkındalığın, “gevşeyen bir özen”e dönüştüğü İzmir’de, bir konuşma merakı var. Çok ve “bir zamanlar maziye bak ne kadar şendik...” tadında hep. Bu takvim, konuşmaktan fazlasını, “vefa ve bilinci harmanlayarak” becermiş. “Irmak bir şehrin” nereden nereye aktığını, -oysa daha nerelere- akabileceğini düşündürmesi bakımından, güzel bir örnek diye paylaşmak istedim.
“Roma neden yıkıldı?” sorusuna (bir Retorika ustası olmasına rağmen) Çiçero’nun verdiği cevabı düşündüm önce. “Çok ve güzel konuştuk, fakat bilgisizdik!” diyordu; insanı hayretten hayrete düşürmek ister gibi... Sonra döndüm, “İzmir neden bu halde?” sorusuna cevap olarak, “takvim yaprakları neler söylüyor?” diye baktım. Üzüldüm ama ortada hayret edecek bir şey yoktu!
Yazının Devamını Oku 
12 Kasım 2012
Yıllar önce, havalimanında karşıladığımız ve “değişim öğrencisi” olan yabancı konuğumuzun hayretiyle yüz yüze kaldığımda, ilk kez bocalamıştım. İzmir’deki ilk 20 dakikasını yaşıyordu; çevreyolu kavşağında, otomobilin ön camına üşüşen çocuk ve kadınları sormuştu... Ona, “ülkemizde gelir dağılımının pek de dengeli olmadığına, işsizliğin insanları böyle –pratik ve sevimsiz- çözümler bulmaya ittiğine” benzer bir şeyler söylediğimi anımsıyorum.
Aynı resme, bizimle kaldığı 1 yıl içinde, hemen her kavşakta, sık sık rastlaya rastlaya, yadırgamaz olmuştu gördüklerini... Gün geldi, bu “orta şark anısı”nı da koyup bavuluna döndü ülkesine. Üzerinden neredeyse 6–7 yıl geçti. Şimdi aynı kavşaklarda durdukça, önce onun -hayretten kabullenmeye dönen- teslimiyeti aklıma geliyor. Sonra, bu coğrafyada yaşayan bizlerin, “farkındalığı gevşeyen ruh haline” hayıflanıyorum.
Hemen her trafik lambasında, artık kent yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelen bu sıkıntılı resim var; bakıp geçiyoruz. Genç-yaşlı, çoluk-çocuk, kadın-erkek ayrımı olmaksızın, araçların camlarına “isteyen gözlerle bakan” insanlarımız. Kimi, ayaküstü ve basit bir ticareti deniyor. Kimi “ihtiyaç duyulmayan” bir hizmeti sunmaya çalışıyor. Kimi samimi, doğal belki, kimi “kendisine biçtiği ya da biçilen rolü” iyi oynamak gayretinde. Ama hepsi gergin, sinirli, öfkeli...
Bu “sosyal yara”nın görünen–görünmeyen boyutları var; bunun herkes farkında. Bazı yüzlerin kavşaklarda “vardiyalı” çalıştığı hissine bile kapılıyorsunuz. Çoğunun kullanıldığını, çoğunun mecbur bırakıldığını, çoğunun da isteksizliğini görmek zor değil.
İzmir Emniyeti’ne bağlı farklı birimlerin, konuya hem sosyal açıdan hem de asayiş yönüyle yaklaştığını tahmin ediyorum. Kavşaklarda, kavga, darp, trafik kazası gibi istenmeyen olayların yaşandığı kulağımıza geliyor zaten. Mutlaka işin bir de bilmediğimiz, haberdar olmadığımız tarafları var.
Dikkati çekmek istediğim nokta; önlemeye ya da çözüme yönelik her “ne yapılıyorsa”, sonuç vermediğidir. Sorunun her gün, bir öncekinden daha karmaşık bir hal aldığını, nitelik ve nicelik olarak kronikleştiğini gözlemliyorum. Bu insanlar bizim insanlarımızdır. Hele çocuklar ve gençler, bu kentin geleceğine ait bir parçadır. Eğer becerilebilirse, onları kavşaklardan uzaklaştırmak, “dönen tekerlerine çomak sokmak, üç kuruşluk gelirlerinden mahrum bırakmak” değil, sokaklardan kurtarmak ve kazanmayı denemek anlamına gelecektir. Bu konuda kafa yorulduğu takdirde, emniyet ve yerel yönetimlerin ortak projeler üretebileceğini düşünüyorum.
Trafik lambalarındaki bu kaosu, “kentin kozmetik bir eksikliği ya da ayıbı” olarak görmek de doğru değildir. Görüntü, sorunun sadece görünen yüzüdür.
Kamu otoritesi yanında, pek çok sivil toplum örgütünün de, enerjisini, “görünmeyeni görmeye ve oradaki karanlığı ışıklandırmaya” harcamasını istemek, çok mu abartılı bir beklentidir? Sosyal devlet, kendini bu kente ait hisseden her bireye elini uzatmalıdır. İş işten geçmeden...
Yazının Devamını Oku 
9 Kasım 2012
Kasım aylarının onuncu günleri, çocukluğumdan beri netamelidir... Bu “özel gün”e giydirilmiş ciddi fikr-i sabitlerle büyüdük. Rahmetli Gazi’nin “anılmasına ait” genel kabullerin başında matem hissi gelirdi... Doğrusunu bulamadan geçti yıllar... Yetmez gibi, bir de fanteziler üretmek iddiasıyla ortaya çıkanlar türedi ki, -mutlaka aykırı bir şeyler söyleyebilmenin dayanılmaz hafifliği- içinde paçalarını, (bütün zamanların en benmerkezci illetlerinden biri olan) “aydın şımarıklığı”na kaptıranlarla yan yana oturur olduk...
“Atatürk’ü anlatmak” için o kadar çok –ve fakat boş- zaman harcadık ki, -bu beyhudelik hissi- içerisinde dönüp duran aydınlarımız, “anlatma yönteminin çöktüğünü” fark edemediler... Sevmek ya da nefret etmekle tarih yazılamayacağını hiç hesaba katmadılar... Tarihçilikteki en önemli kaidenin, -Avdi alteram partem- yani “karşı tarafı dinle...” olduğunu ıskaladılar... Özellikle yakın tarihi “bir misyonla yazmaya kalkmanın”, tarih değil, ancak “propaganda” olacağını önemsemediler...
Hiçbir objektiflik kaygısı taşımadan, Gazi’yi (anlamak adına) ettiği bütün lâflar içerisinde, size göre “en önemlisi hangisidir?” diye sorsam; sanıyorum hayli bocalarsınız... Sadece birini seçmek ve diğerlerinin tamamından vazgeçmek öyle kolay değildir. Ben bu tercihi yaptım Efendim... “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir; yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır...” cümlesini, artık başka bir yerde muhafaza ediyorum... Çünkü bana göre, “O’nu öncesinden ve sonrasından ayıran”, bu noktada uğradığı açık sadakatsizliktir... Çünkü O’nu yorumlayanların ne ufukları, ne güçleri, ne heyecanları O’nu anlamaya yetmemiştir. Anlaşılamayanı anlatmak ise olası değildir.
Bütün istediği, sadece “tarihin, yapılana sadık kalınarak yazılmasıydı”. Tarih yazanların bir başka ihaneti de “insan tarafını gölgeleme yönündeki ağır ve abartılı kabahatleridir...” Bütün “tek adam”lar gibi, çevresinden, “şak şakçılar”ı hiç eksilmemiş olmasına rağmen, “O’nu öncesinden ve sonrasından ayıran”, -özgüveni zayıflamamış ve kendiyle barışık- tavrı, karizmasına feda edilmiştir.
Ankara veya İstanbul’dan birine, (Leningrad, Stalingrad gibi) -Atatürk- adı verilmesi için kanun teklifi hazırlayanlara; “Bir adın tarihte kalması ve ağızlarda söylenmesi için, şehirlerin temellerine sığınmak şart değildir. Tarih zorlanmayı sevmeyen nazlı bir peridir. Fikirleri tercih eder...” cevabını veren zâtın adını, hiç sakınmadan, her şehirde en az bir caddeye, binlerce okula, hastanelere, üniversitelere, kültür merkezlerine, havalimanlarına, stadyumlara verenler, sadece isminin değil, fikrinin de erozyona uğramasına vesile ve sebep oldular.
Uluslar, yetiştirdikleri büyük evlatlarını, “ne putlaştırarak, ne de küçümseyerek” bir yere varabilirler... “Kahraman ya da deha” olup olmadığı, vicdan ve insafınıza kalmıştır. Ama kişisel kanaatim odur ki; Gazi’ye -herhangi biri muamelesi- yapılamaz! Biricik, yegâne oluşunun tespiti için alıcı gözüyle, etrafta hakim olan telâşı fark etmeniz yeter... Bugün 9, yarın 10 Kasım... Aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyorum. Sevenlerindeki telâşa bakınız. Nefret edenlerdeki telâşa bakınız... Sorularınızın yanıtı orada gizlidir.
Yazının Devamını Oku 
5 Kasım 2012
1912...
Çin Cumhuriyeti’nin resmen kurulduğu açıklandı.
Meclisi Mebusan kapatıldı.
Titanic’in buzdağına çarpmasıyla bin 513 kişi öldü.
Komünist Partisi’nin yayın organı Pravda gazetesinin ilk sayısı yayımlandı.
Yüzbaşı Feza Bey, Osmanlı tayyaresi ile Türk toprakları üzerinde uçtu.
Yeniden yapılan Galata Köprüsü trafiğe açıldı.
Yazının Devamını Oku 
2 Kasım 2012
31 Ekim Çarşamba günü, (İBB sitesindeki resmi açıklama paralelinde) Hürriyet web’in EGE sayfasında çıkan haberde (özetle) şöyle diyordu:
“Büyükşehir Belediyesi, Birinci Kordon’un (Atatürk Caddesi) araç trafiğine kapatılmasıyla ilgili uygulamanın sürdürülüp sürdürülmemesi kararını Kordon’da yaşayan İzmirlilerle birlikte vermek için düzenlediği anketi sonuçlandırdı...”
Böylece öğrendik; “Kordonboyu” üzerinde bulunan 1095 adet konut ve işyerinde yapılmış anket çalışması... Mevcut durumdan memnun olanların sayısı 456... Memnun olmayanların sayısı ise 497 çıkmış; 142 kişi ise görüş belirtmemiş. Bu sonuç üzerine Büyükşehir Belediyesi 1 Kasım 2012 tarihinden (dünden) itibaren Kordon’u araç trafiğine yeniden açtı.
Kordon sakinlerine dağıtılan anket formlarında, “Kordon’un yayalaştırılmasından memnun musunuz? / Kordon’un trafiğe kapalı olduğu saat aralığından (12:00 – 03:00) memnun musunuz? / Sizce Kordon, hangi saatler arasında trafiğe kapatılmalı?” soruları da bulunuyormuş. Ayrıntılar henüz yerel medyaya yansımadı.
Eli kalem tutan pek çok kişi, STK’lar, kanaat önderleri ve sokaktaki adam, bu anket işinde (Kordon’da yaşayanların haklı ve ağırlıklı önceliği dikkate alınarak) “bütün İzmirlilerin fikrinin sorulması”nı önerdiği için, doğal olarak Büyükşehir Belediyemiz tamamen aksini yaptı; çünkü en iyisini sadece o biliyordu. Problem çözme tarzı, sadece “aç” veya “kapat” seçenekleriyle sınırlı olduğu için, “herkesi mutlu edebilecek başka bir seçeneği” gündeme taşıma konusunda, kılını bile kıpırdatmadı. Nereden mi biliyorum?
Benzer bir “beceri ve kararlılığı” AKM’nin yanındaki otopark için de “dirayet ve inatla” göstermeye devam ediyor da ondan! Orası için de sadece iki seçenek üzerinde düşünüp ve karar vermişti. Belediye araçlarına otopark lâzım, “aç…” Ama onu yapabilmek için sanatseverler otoparksız kalacakmış; ne gam? “Kapat”.
Eli kalem tutan pek çok kişi, STK’lar, kanaat önderleri ve sokaktaki adam, bu otopark işinde (menfaatdarların ortak gereksinimleri dikkate alınarak) “ilgili bütün tarafları mutlu edebilecek melez çözümler bulunabileceği”ni söylediği için, doğal olarak Büyükşehir Belediyemiz yine tamamen aksini yaptı; çünkü en iyisini sadece o biliyordu.
Yazının Devamını Oku 
29 Ekim 2012
1935’TE, Parti Genel Sekreteri Recep Peker, Almanya ve İtalya’da bir inceleme gezisine çıkar. Gerisini, Başyaver Hasan Rıza Soyak’ın anılarından (bilinen bir alıntı ışığında) dinleyelim. Herkes aynı hikâyenin –işine gelen bölümünü- öne çıkartıyor. Ben de öyle yapacağım. Satır araları, “İzmir’den nasıl okunuyor” onu resmedeceğim...
“... Döndüğünde, parti kurultayına –ki bu, Atatürk’ün katıldığı son kurultaydır- sunulmak üzere yeni bir tüzük ve çok ayrıntılı bir program hazırlamıştır. (O zamanın tek partili totaliter yönetimlerindeki prensiplere göre hazırlanmış taslakta, bütün kararların, yüksek bir kurulun, sınırsız güç ve yetkilerle donatılmış sınırlı sayıdaki üyeleri eliyle alınması öngörülmekte ve Büyük Millet Meclisi şekilden ibaret kalmaktadır). Doğrudan faşizmi çağrıştıran bu metinler, İnönü tarafından da imzalanır; Atatürk’e takdim edilmek üzere Soyak’a teslim edilir. Bundan sonrasını ise doğrudan diyaloglara bırakalım:
- Bu zorbalar kimlerdir, onları kimler seçecektir?
- Hangi zorbalar Paşam?
- Efendim, sen dün akşam bana getirdiğin kâğıtları okumadın mı?
- Biraz okumuştum Paşam.
- Ha; işte orada bahsedilen, bütün kuvvetleri nefsinde toplayıp tek partiyi, tabii dolayısıyla devleti ve memleketi kendi başlarına idare edecek olan yüksek meclisin âzâsını diyorum; onları kim seçecek; bu zorbalar heyeti, kuvvet ve selâhiyetlerini kimden ve nasıl alacak? / ... Bu ne sakat düşüncedir, bu nasıl zihniyettir? Görülüyor ki varmak istediğimiz hedef, henüz en yakın arkadaşlar tarafından bile zerre kadar anlaşılmış değildir. Çocuk; biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki bu memlekette bir gün –eğer dünyada hükümdarlık aleyhine gittikçe artan kuvvetli cereyanlar muvacehesinde kalanlar varsa- padişahlığa taraftar olanlar dahi bir fırka kurabilsinler...
Yazının Devamını Oku 
22 Ekim 2012
Gün geçmiyor ki, adına “nostalji” de denilen “geçmişe özlem” damarımız kabarmasın. Şimdi bayram geliyor meselâ... Bir sürü kısa mesaj alacaksınız bayram boyunca; “âdet yerini bulsun diye yazılmış, formalite tebrikler...” Büyük ihtimalle sizler de bir tutam olsun göndereceksiniz benzerlerinden. Hem de tek tuşla; “tek tip bir mesaj”, istemediğiniz kadar çok cep telefonuna... Oysa eskiden, bayram kartı gönderilirdi. Tek tek seçilirdi caddelere açılmış tezgâhlardan.. Zarflar tek tek yazılırdı. Tek tek pul yapıştırılırdı. Şimdi isteyen SMS, isteyen e-posta yoluyla hallediyor işini; ne güzel (?!)
O halde, hem iletişim teknolojisinin doruklarında gezmek, hem de nostalji yapmak isteyenler için, e-devlet açılımının (bir dostun bayram şekeri yerine geçen e-postası sayesinde öğrendiğim) bir hizmetinden haberdar etmeliyim sizleri... Diyelim ki bayram sebebiyle hatlar karıştı. Nereye yetişeceğinizi şaşırdınız. Büyükler, küçükler, ziyaret mi, yoksa tatil mi derken, bir de düğün daveti karışmaz mı araya? Eskiden olsa, gidemeyeceğiniz böyle mutlu bir güne, telgraf gönderirdiniz değil mi? Şimdi de aynı şeyi yapabilirsiniz. Hem de, “yükselen değer” haline gelen “tek tuşla, tek dokunuşla...”
Başlıyoruz... Önce “www.ptt.gov.tr” sitesine girin. Orada “Elektronik PTT” bölümünde “Telgraf” seçeneğini tıklayacaksınız. Karşınıza bir mesaj ekranı gelecek. (Eskiden telefonla postanedeki memura yazdırdığımız telgraf metnini, kullanıcının kendisine yazdırma imkânı sunulmuş). Bu noktada, şöyle bir iç geçirip, “Neydi o eskiden? İşte teknolojik hizmet bu” diyerek soluklanmak serbest.
İstenilen bütün bilgileri “gönderen, adresi, alıcı, adresi, telefon numarası, telgraf metni, iletinin özelliği” -acil meselâ- sisteme girdiğinizde, sizi yeni ve hoş bir sürprizin daha beklediğini göreceksiniz.
Bütün bu kolaylık, bütün bu hizmetler yetmezmiş gibi, şaşırtan bir de “resim” seçeneği çıkacak karşınıza... Hazır formatlardan birini seçip, yazdığınız metnin bu fon üzerine basılarak gönderilmesini de sağlıyor artık PTT. Hoşluk üstüne hoşluk yani... Eskiden, mesajı telefonda alan ve telgrafı karşı tarafa çeken memurların kendince yaptığı özgün değişiklikler, ekleme, çıkartma ve yorumlar ile isimlerin adreslerin -ve edeceğiniz, hepsi hepsi iki satır lâfın- birbirine girdiği günleri hatırlayınca diyeceksiniz ki, “Budur...” Geriye ne kaldı efendim? Sadece “Gönder” tuşuna basmak değil mi?
Örneğin, bir cumartesi akşamı, saat 20.00’deki düğün töreni için, aynı günün öğleden sonrasında tıkladıysanız “Gönder” tuşuna, karşınıza “Telgraf Onay Ekranı” adıyla bir uyarı yazısı çıkacak:
“Telgrafınızın teslim saati, işyerimizin çalışma süresini aştığı için telgrafınız alıcısına ilk mesai gününde teslim edilebilecektir. GECİKMEDEN PTT SORUMLU DEĞİLDİR!!!”
Bayramda uzaktaki eşe dosta tembih edin bari; çocukların düğünlerini mesai saati içinde yapmaya çalışsınlar. Devlete müşkülât çıkartmanın âlemi yok.
Haydi iyi bayramlar!
Yazının Devamını Oku 
19 Ekim 2012
Söz meclisten dışarı. Teşbihte hata olmazmış.
“Kıssadan hisse de umuma mahsus” madem;
Bizde “meselâ” dedik!
Birinci Kordon’da oturuyordu...
Son 15 yıldır;
Sahilde yürümüyordu,
Pencere açmıyordu,
Balkona çıkmıyordu,
Vapura binmiyordu.
Kafelerde bira içmiyordu,
Midye dolma yemiyordu.
Nargile fokurdatmıyordu,
Tavla oynamıyordu,
Maç seyretmiyordu...
Misafirleri olmazsa,
yemeğe de inmiyordu giriş katına;
Alaçatı’ya,
Çeşme Marina’ya
olmadı Sakız’a gidiyordu...
Zaten yazın,
haftada 1-2 gün kullanılıyordu ev;
yatakhane- niyetine...
Alışverişini kendi yapmıyordu,
Arabasını kendi kullanmıyordu;
kendi park etmiyordu...
Gazetesini başkası bırakıyordu kutuya,
Ne içtiğini bilenler, istediğini getiriyordu kapıya...
Ayakkabısını orada boyatmıyordu,
Sokak satıcısından almıyordu çiçeğini,
fal da baktırmıyordu...
Yıllar var, tezgâhtan gevrek seçmedi;
boyoz ellemedi camekânda.
Çiğdem ve buzlu badem için de
adam gönderiyordu...
Son 15 yıldır.
“Birinci Kordon”un
kanalizasyonunu kullanıyordu sadece...
Gidip sordular;
“Kordon trafiğe kapalı kalsın mı?” diye
Acaba ne cevap verdi?
Bornova’da, Karabağlarda, Aksoy’da, Tepecik’te oturanlar,
az biraz merak ediyor da sonucu...
“Bütünşehir” uygulamasına karşı çıkılması,
bütün şehri hemşehriden saymadıklarındanmış.
Onlar da “bir çentik” atmıştır elbet duvara...
Yazının Devamını Oku 