Nihat Demirkol

KSK’nın çıkış yolu “Acele et yavaşça”

11 Ocak 2013

Geçen Mayıs...“...KSK’nin 100. yılında yaşattığı sevinç, ‘averajla kümede kalma’ tesellisinden ibaret. Bu tablo, ne dev camianın ne de ateşli taraftarının kabahatidir!”
Geçen Haziran...
“...Camianın, ‘kaybeden takım’ halinden sıyrılması için, kafasını kaldırıp bakacaklara, benzersiz bir fırsat kapısı olduğunu işaret etmiştik sadece... Basketbol Şubesi için yaratılacak bir seferberlik, kartları yeniden dağıtmak olabilirdi. Bütün resmi yeniden çizmek olabilirdi. Boşuna gevezelik etmişiz. İstanbul’dan duyuldu, Karşıyaka’dan görülemiyor...”
Geçen Ekim...
“...Yıllardır nasip olmamış bir sezon açılışından sonra, futbolda dün yoktur, kazanan haklıdır; taraftarın da hakkıdır doya doya tadını çıkartmak. Oysa asıl her şey yolunda (özellikle beklenenin de üzerinde olumlu bir havada) giderken, birinin çıkıp şu soruyu sorması lâzımdır: ‘Neden acaba her şey bu kadar yolunda gidiyor? Acaba gözden kaçırdığımız bir şeyler mi var?’ Sürdürülebilir başarı ve büyüme için doğru soru bu! Şimdi iş, soruyu kimin soracağına, bu soruyu soracak cesareti toplamaya, farkındalığa ve yüzleşmeye kalıyor...”
Geçen Aralık...
“...Futbol Şubesi bir ‘karadelik’tir. Ve bu deliğin bir gecede kapanmasını bekleyenler hayal görmekteler. KSK’de futbolu düzlüğe çıkartmak, en az 5 yıllık bir stratejik plânla mümkündür; kimse gücenmesin!”

Yazının Devamını Oku

Sıkça ters giden işlerimiz

6 Ocak 2013

İLK kitabı (1929) “Altın Kupa”ydı... 1936’da yayınlanan ikinci kitabı “Bitmeyen Kavga”da, tarım işçilerinin grevi ve bu greve önderlik eden iki Marksist ön plândaydı; Amerikan çalışma sistemine keskin eleştiriler yöneltti. “Fareler ve İnsanlar” 1937’de yayınlandı; üçüncü kitabıydı... Bu kez iki göçmen işçi arasındaki garip ve karmaşık ilişkiyi, “Büyük Buhran ve Kaliforniya” resmi içinde anlatıyordu. Steinbeck, “Gazap Üzümleri romanının, Pulitzer ödüllü yazarı” olduğunda ise tarihler, 1939’u gösteriyordu. Nobel Edebiyat Ödülü’ne de “edebiyata katkılarından dolayı”, 1962’de lâyık görüldü.

“Sakıncalı olup olmadığı” günlerdir tartışılan “Fareler ve İnsanlar”, aslında, yazar tarafından kaleme alınmış -romandan kısa, hikâyeden uzun olan bir edebî tür olarak tanımlanabilecek- bir “novella”dır. Yazarın, kitabın adını, Robert Burns’ün “To a Mouse” (Bir Fare’ye) isimli şiirinden esinlenerek koyduğu biliniyor. Eserde, durup durup alıntılanan iki dizenin Türkçesi aşağı yukarı şöyle: “En iyi plânları farelerin ve insanların... / Sıkça ters gider.”

Medyaya yansıyan başlık ve içeriğe göz atarak –işin doğrusunu- öğrenmeye çalışıyoruz. Özetle, Millî Eğitim Bakanlığı’nın liselerde okutulması için önerdiği 100 Temel Eser arasında yer alan kitabın bazı bölümleri, İzmir İl Millî Eğitim Müdürlüğü Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu tarafından -ahlâki olmayan bölümler içerdiğine kanaat getirilerek- sakıncalı bulunmuş. Öte yandan, İzmir Millî Eğitim Müdürlüğü kitapla ilgili herhangi bir sansür ya da yasaklama olmadığını açıklarken, bir de velî şikâyetinden söz ediliyor.

Pek çok konuyu gündeme taşırken, onu “efervesan” yani suda eriyen bir tablet formuna sokmaya bayılıyoruz. Önce haberi suya atıyoruz; kabarcıklanıp köpürüyor biz kendi aramızda itişirken... Ne olduğunu anlamadan, günlerce tartışıyoruz; varsayımlarla örülmüş bir olayı. Bardağa tekrar dönüp bakmayı aklettiğimizde ise sular çoktan durulmuş oluyor; ortalık süt liman. Ne oldu? Nasıl oldu? Sonuca bağlandı mı? Bir kazanç ya da kayıp söz konusu mu anlayabilene aşk olsun! Ayrıca, “kitaplardan söz ederken”, süreci tanımlayan cümlelerde, “şikâyet, sakınca, sansür, yasaklama, var, yok” gibi sözcüklerin bolca kullanılıyor olması da öyle insanın içini pek ferahlatmıyor.

İşin tuhaf tarafı, adı geçen kitap bir zamanlar ABD’de de birçok halk kütüphanesinde yasaklanmış ve okulların müfredatından çıkartılmış. Bu sansürün sebepleri arasında, “ötanaziyi desteklediği iddiası, işveren aleyhinde olması, küfürler ve ırkçı ifadeler içermesi ve genel olarak karakterler tarafından bayağı ve saldırgan bir dilin kullanılması” varmış. Günümüzde ise dünyadaki ortaöğretim okullarında, okunması zorunlu kitaplar arasında ön sıralarda. İşte, Amerikan Kütüphaneler Birliği’nin 21. Yüzyıl’ın en fazla sorgulanan kitapları listesinde de yer alan bu eseri, aynı yüzyılın ilk çeyreğinde üstelik İzmir’de sündürüyoruz. Hem de “ahlakî olup olmadığı” gibi, tarifi genleşmeye çok müsait, “kime göre” perspektifinden bakarak...

Steinbeck, sanki bu başımıza gelecekleri tahmin etmiş gibi, “hep haklı olmak isteyenler” için şu kısa ve çarpıcı değerlendirmeyi yapmış: “İnsanlar akıl almayı sevmezler, bütün istedikleri teyit edilmektir...” Alkışlandıkça inanmak, sadece kendi aklını, düşündüklerini, eylemlerini yeterli görmek, aslında basit ve ucuz bir oyuncak. İnsanoğlu bu kaçamağı, hem kendi sınırlarını zorlamamak, hem de başkalarının zihnini zincirlemek için icat etmiştir. Bir şeyler ters gidiyor...

Yazının Devamını Oku

Geleceğe bakış açısı

4 Ocak 2013

1998’de aramızdan ayrılan Carlos Castaneda,
ABD’li bir antropolog aslında...
İlk kez, birkaç yıl önce “sözlerinden alıntılar” yapmıştım bu köşede.
Kitaplarında değişik mistik olayları anlatması, yaşananların gerçekliği konusunda tartışmaları da hep beraberinde getirmişti.
O kadar ki, adını ve kitaplarını, “sıra dışı kurgular”ın içinde kullanmanın dayanılmaz hafifliği, ıskalanamaz hale gelmişti de, (Örneğin) yazarın, Bir Başka Gerçeklik (A Separate Reality) kitabı;
Lost adlı televizyon dizisinin 5. sezon 10. bölümünde,
Benjamin Linus tarafından okuması için Sayid Jarrah’a verildiğinde,

Yazının Devamını Oku

Kolay okunacak zor bir yazı

31 Aralık 2012

BİR vakitler, eski yılı paketlerken, “kolay okunan zor yazılar” yazmak âdetim vardı... Yılın en son yazısıyla epeyce bir uğraşırdım; “az zamanda çok şey söyleyebilmek” için. Sonra ne oldu, nasıl olduysa, mûtadı bozuldu bu merakın. Geçenlerde tekrar aklıma düştü. Takvime bir göz attım. Pazartesi yazısı 31 Aralık’a denk gelmiyor mu? “Fırsat bu fırsat” diye düşündüm; “aslımıza dönelim, belli edelim tercihimizi...”

“Tercih” dedim de, hep merak etmişimdir; “İki kere aynı hatayı yapmak imkânsızdır! İkinci kez yapılanın adı tercihtir...” lâfını edene, “Kazanmaktan mı, ‘kaybetmekten’ mi söz ediyorsun” diye sormuşlar mıdır acaba?

“Kaybetmek” deyince, insan durup dururken Sun Tzu’nun, öfkeyi, ısrarla “sessizlik”ten ayrı düşüren, “Dövüş ustası olanlar öfkelenmezler, kazanma ustası olanlar korkmazlar, akıllılar dövüşmeden kazanır, cahiller kazanmak için dövüşürler” telkini ile yüzleşiveriyor çünkü...

“Sessizlik” deyince, Pythagoras’ın, “Ya sessiz ol ya da sessizlikten daha iyi bir şey söyle” diyen tespiti ok gibi saplanıyor hayalhâneme...

“Ok” deyince, Uzakdoğu’ya uzanıyorum ve “En fazla ileriye giden ok, en çok geriye çekilmiş yaydan çıkar” inceliğinin hakkını teslim etmek zorunda kalıyorum.

“İncelik” deyince, turuncunun coğrafyasından sıyrılıp, yazarın renk kartelasına sığınıyorum; Eflâtun, “Kaybettiğimiz inceliktir” diyor çünkü “Suskunlar”da... “Eflâtun” deyince, Nef’i’den bir beyit telâffuz etmeden olmuyor elbette: “Akla mağrûr olma Eflâtun-ı vakt olsan eğer/bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mekteb ol...”

“Akıl” deyince, ister istemez, “Koyma akıl kapıya kadar gider” yakıştırmasıyla rüzgârlanıyorum. “Rüzgâr” deyince, Montaigne’i anmak gerekiyor ve “Gideceği limanı bilmeyen gemiye hiçbir rüzgâr yardım edemez” ifadesinin çarpıcılığı, yaşlanmakta olduğumu yüzüme vuruyor.

“Yaşlanmak” deyince, Shaw ile ilk tanıştığım yıllara gidiyor ve “Yaşlanıyorsunuz; ama bakıyorum bunu bile bir övünç nedeni yapıyorsunuz, her konuda olduğu gibi...” iğnelemesini, artık anlıyor olmanın ironisi ile gülümsüyorum.

Yazının Devamını Oku

Dokuz Eylül KYK'yı takdimimdir

28 Aralık 2012

WEB sitelerinde açıklanmış vizyon cümlesinde, “görebildikleri en uzak nokta”yı, “Türkiye’nin en iyi öğrenci kulübü olmak” diye tanımlamışlar. “Ama” diyorlar devamında, “bunu, bölgesel sorumluluk bilinciyle misyon edindik…” Sonra da ekliyorlar: “İş dünyası ile yakınlaşacağız, bireysel gelişimi önemseyeceğiz ve Dokuz Eylül’lülük Ruhu’nu hep ön plânda tutup, yaşatacağız...”
 Şaka bir yana, 20. yüzyılda (1998 -1999 öğretim yılında...) temelleri atılmış KYK’nın... “Kariyer ve Yönetim Kulübü”, faaliyetlerinin her aşamasında Dokuz Eylül Üniversitesi öğrencilerinin görev aldığı, kâr amacı gütmeyen, gönüllü bir organizasyon. “Üniversite öğrencilerinin sosyal, kültürel ve akademik yaşantılarında bir takım değişiklikler yaparak onların kişisel gelişimlerine katkıda bulunmayı, iş dünyası ve akademik çevreleri bir araya getirerek şehrimizde ve üniversitemizde yeni ve yararlı bir süreç yaratmayı” amaçlıyorlar. Bu doğrultuda, Toplum Gönüllüleri Vakfı ve Uniaktivite işbirliği ile 2003 ve 2006 yıllarında Türkiye çapında gerçekleştirilen yarışmada, “En Aktif İş ve Kariyer Kulübü” kategorisinde “En Aktif 2. Kulüp” ödülünü almışlar ama bu onlara yetmiyor. “Citius, altius, fortius...” diye rüzgârlanmaya devam ediyorlar.
Türlü-çeşitli, irili-ufaklı etkinlikleri arasında özellikle bir tanesi var ki, geride kalan 11 yılın resmine bakınca, adetâ “geleneksel bir beklenti” haline gelmiş meraklısı için; onun adı “Kariyer Kongresi...” Üyelerine gönderdikleri 12. davet mektubundan bir bölümü paylaşmak isterim:
 “...Kariyer Kongresi’12 organizasyonunun çalışmalarını tamamlamaktan dolayı yönetim kurulu üyeleri olarak büyük bir mutluluk yaşamaktayız. Kongre yolculuğumuza; kongre sürecinin kulüp üyelerimiz için bağlayıcı ve bütünleştirici özelliğinin farkında olarak ve elimizde bulunan büyük mirastan her gün kendimize ve kulübümüze artı katacak dersler çıkararak başladık. Bu yolculukta geçmişten aldığımız edinimlerle, geleceğe de resim oluşturacak bir mirasın temellerini atmayı hedefledik... / 27-28-29-30 Aralık tarihinde Antalya’nın gözde otellerinden olan World Of Wonders Topkapı Palace Otel’de gerçekleştirecek olduğumuz Kariyer Kongresi bu yıla özgü yeniliklerle dolu. Daha çok üyemiz katılım gösterebilsin diye kontenjan sayısını 150’ ye çıkarttık. Aynı zamanda daha çok eğitim, daha çok birlikte KYK, dolu zaman için kongre günümüzü uzatıp 3 gece 4 gün olarak belirledik...”
Bu yılki kongrenin teması, “Yönetim ve Organizasyon”. İlker Kaldı, “Profesyonel Yönetim Becerileri”, Yücel Atış, “Liderlik” ve Kerem Şenoğlu da “Problem çözme ve karar alma” hakkında konuşacaklar. Yasemin Sungur, “Ekip Olma Üzerine” bir Workshop yönetirken, bendeniz de (siz bu satırları okurken) “Kriz yönetimi”ni anlatıyor olacağım... Genç dostlarımı kutluyorum!

Biraz da KSK’nın gündemi

“Futbol Şubesi bir karadeliktir”  yazıma farklı tepkiler geldi. Sosyal medyada, zarif bir eleştiriyle sormuşlar: “...nerden çıkarmış mali kaynakların basketbol şube için el titreyerek kullanıldığını veya basketbol şubenin üvey evlat kaldığını... Merak ettim, Sayın

Yazının Devamını Oku

Yûnus’u sansürlemenin tarihçesi

24 Aralık 2012

(ÖZETLE ve günümüz Türkçesiyle...) Şeyh-ül İslâm Ebu’s-Suûd Efendi’ye sorarlar: “Bir zâviyenin mescidinde bazı istekli kişiler toplanıp çeşitli nağmelerle kelime-i tevhid çekerler. ‘Cennet cennet dedikleri, Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver onları, bana Seni gerek Seni’ derler; göğüslerini döverek garip hallere girerler... / ... Şer’an ne lâzım gelir?” Cevap şöyledir: “Yukarıda adı geçen kişiler hal ve sözleriyle yüksek derece haddi aşmakla beraber, bu beyitlerde cennet hakkında sözlerden dolayı küfre girdikleri açıktır. Öldürülmeleri mübahtır...”
Küçük bir araştırmayla, bu satırların aslına ve tamamına ulaşabilirsiniz. Talim Terbiye Kurulu’nun, “Şiirden beklenen kazanımlar sağlanmıştır” açıklamasıyla; Yunus Emre’nin, 10. sınıf edebiyat kitabında yer alan şiirinden iki satırın çıkartılması uyanıklığı, “kim vurduya gitmiş” gibi gözükse de, aslında meselenin zihinsel dayanağı, işte yukarıdaki bu satırlardır.
Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in, sansür iddialarına ilişkin olarak, “Ben bu tartışmayı biraz öküz altında buzağı arama tartışması olarak görüyorum” demesi bana pek anlamlı ve doyurucu gelmedi ama, hemen arkasından eklediği “Yunus Emre’yi sansürlemek bizim haddimize mi?” cümlesine şapka çıkartmamak mümkün değil!
Anadolu coğrafyasında, tasavvuf geleneğinin köşe taşlarından biri olan Yunus Emre’nin halk diliyle söylediği şiirler, saf inancın imbiğinden süzülmedir. 13. Yüzyıl’ın zor ve karmaşık ikliminde yazılıp, 21. Yüzyıl’a nefesi kesilmeden uzanan dizeleri, eşsiz bir basitlik ve derinliğe sahiptir. Peki çocuklarımızın onu tanımasını sağlamak için doğru ve yeterli şeyler yapabiliyor muyuz? “Yunus Emre’yi anlamanın, 3-5 şiirini okumak (ya da okumamakla) değil, hayat felsefesini yaşayarak mümkün olacağını, onun insanı insan yapan değerlerini, bir davranış biçimi olarak hayata geçirmenin en önemli nokta olduğunu” söyleyen, hattâ “Yûnusluk bir meslektir” diyen ustalara kulak veren kaç kişi var?
Yani demem o ki, bu son işgüzarlık hoş olmadı. Oysa Yûnus, kendisini eleştirenlere bile, “Kim bize taş atar ise, güller nisâr olsun âna / Çerağıma kasd edenin, Hak yandırsın çerâğını...” diye seslenip, onları gerçek aydınlanmadan nasip almaya davet etmekteydi; hakkı yenmiştir; ayıp edilmiştir.
“Yûnus’un ‘kul hakkı’ ne olacak?” diye sorarsanız, onun cevabı da tarihten bir yaprakta yazılı! (İsterseniz Muhteşem Yüzyıl dizisinden bir sahne olarak düşleyin...) Topkapı Sarayı’ndaki bazı ağaçları karıncalar istilâ eder. Sultan’ın içi rahat etmez; ağaçlar ilaçlanmadan önce, Şeyh-ül İslâm Ebu’s-Suûd Efendi’ye danışmak ister. “Muhibbî” kimliğiyle bir satır karalayıp gönderir: “Ger dırahta ziyan verse karınca / Günah var mı Sultan ânı kırınca?” Aynı zamanda mâhir bir şair olan Ebu’s-Suûd Efendi de, şiir diliyle cevap verir Sultan’a: “Yarın hakkın divanına varınca / Süleyman’dan hakkın alır karınca...” Aklımdayken, “sansürcülerin nihai kazanımlarını bir hatırlatayım” dedim...

Yazının Devamını Oku

Kıyamet günü yazısıdır kesip saklayın

21 Aralık 2012

Birkaç “yanlış alarm” görmüş bir kuşağın temsilcisiyim ben... “Bu sefer de olmadı, tutturamadık; ertelendi” açıklamalarıyla yarım yüzyılı devirdik. Zannedersin, “birincisinde çoğunluk sağlanamayan Genel Kurul çağrısı”. Ama “seferberlik hali”, bu kez burnumuzun dibine, “Şirince”ye dayanınca, ister istemez, gündemi biraz daha fazla meşgul ediyor. “Kıyamet’i –Maya-ladık, bekliyoruz...” diyen gazete manşeti kadar heyecanlı bir vaziyet yani.
Bir köşe yazarı için “mutluluğun resmi”, biraz yazısının okunup okunmadığı, biraz da nasıl bir tesir bıraktığından ibarettir. Kıyametin günü konusunda pek iddialı tahminler olmakla birlikte, “Sûr”a, günün hangi saatinde üfürüleceği hayli belirsiz olduğundan, bu satırlarla ilgili farklı süreçler yaşanabilir diye düşündüm. Köşemi okumuş olmanız veya olmamanıza ilişkin senaryolara birlikte göz atalım:
İlk akla gelen; bu yazıyı yayınlandığı gün okuyabiliyorsanız, okuduğunuz saat itibariyle henüz kıyamet kopmamış demektir. Eğer ilerleyen saatlerde koparsa, bu yazı okuduğunuz son yazılardan biri olacak. En az birkaç kişi göz atmış olsa, benim de okunmuş son yazım diye anılacak.
Veya bu yazıyı okudunuz; ama kıyamet filân kopmadı. O zaman, okuyan için de yazan için de “herhangi bir yazı” olmaktan öteye geçemeyecek.
Bir diğer ihtimal, kıyamet koptu ve o kargaşaya rağmen, kaşla göz arasında, “son yazısında ne yazmış bu adam” diye merak edip şöyle bir bakıverdiniz. O halde siz kurtulanlardan birisiniz ve Şirince yakınlarındasınız. Bu durumda, Hürriyet EGE’nin elinizdeki nüshası ve elinizdeki yazı, KÖ’ye yani “Kıyametten Önce”ye ait olduğu için az biraz koleksiyon değeri var; kıymetini bilin.
Veyahut, yazımı okumadınız ve kıyamet koptu... O zaman aklınız, acaba “son son ne yazmıştı bu adam” sorusunun yanıtında kalacak ve kaçırdıklarınızı, öbür tarafta, kıyamet kopmadan önce –giderayak- bu yazıyı okumuş olanlardan dinlemek zorunda kalacaksınız ki, bir sürü minnet, mahcubiyet.
Ve nihayet son seçenek: Yazıyı okumadınız ve üstelik kıyamet de kopmadı! Bu durumda, kendinizi emniyette hissettiğiniz ilk anda, (Vatan Yahut Silistre’deki Abdullah Çavuş’un tiradını biraz sündürerek) rahatlıkla diyebilirsiniz ki, “Ne var canım? Nihat Demirkol’un bugünkü yazısını okumadım diye kıyamet kopacak değildi ya?”

Yazının Devamını Oku

Konya'dan İzmir'e bakınca

17 Aralık 2012

İşim gereği sıkça seyahat ediyorum. Anadolu illerini ilk ziyaret ettiğimde daha çocuktum. Anadolu Kaplanı olmadan da gördüm aynı yerleri. Dişleri çok sonraları büyüdü; Denizli, Kayseri, Gaziantep, Konya... Zaman zaman diğer şehirleri anlattım yazılarımda. Bu kez Konya var sırada. Hem de tam İzmir’de, “kentsel dönüşüm” rüzgârlarının estiği bir dönemde... Seyahatlerin, “meslek hastalığı”mı nüksettiren en güçlü duygusu, “mukayese” etmek mecburiyeti kuşkusuz. “Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat” diye sorulmuş olsa, şu ayrıntıları mutlaka paylaşmak isterdim.

Görünen o ki Konya, ciddi bir siyasî himaye altında.

Şehir, bayındırlık faaliyetleri yönünden, nerdeyse yenilenmiş.
Bunun yerel yönetim tarafından yapılan kısmı da var; merkezi otoritenin elinden çıkanlar da...
Yüzlerce yıllık bir kültürün üstünde yaşayanlar, bir farkındalığın uyandığını ispata çalışıyorlar sanki...
Hayli hoyrat, kısmen özensiz ve aceleci bir tavırla ve yangından mal kaçırır gibi yapılsa da bütün tarihi eserler restore ediliyor; camiler, medreseler, külliye, çeşme, türbe ve diğerleri. Şehir merkezinde olanlar, uzaktakiler, yakındakiler... Sanayi ve ticaret hayatındaki ağırlığının arttığı zaten biliniyor. Bir üniversite kenti olmak için de gayretteler; çok mesafe alınmış.
Ama bu değil gördüklerimin en önemlisi;

Yazının Devamını Oku