Paylaş
İşim gereği sıkça seyahat ediyorum. Anadolu illerini ilk ziyaret ettiğimde daha çocuktum. Anadolu Kaplanı olmadan da gördüm aynı yerleri. Dişleri çok sonraları büyüdü; Denizli, Kayseri, Gaziantep, Konya... Zaman zaman diğer şehirleri anlattım yazılarımda. Bu kez Konya var sırada. Hem de tam İzmir’de, “kentsel dönüşüm” rüzgârlarının estiği bir dönemde... Seyahatlerin, “meslek hastalığı”mı nüksettiren en güçlü duygusu, “mukayese” etmek mecburiyeti kuşkusuz. “Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat” diye sorulmuş olsa, şu ayrıntıları mutlaka paylaşmak isterdim.
Görünen o ki Konya, ciddi bir siyasî himaye altında.
Şehir, bayındırlık faaliyetleri yönünden, nerdeyse yenilenmiş.
Bunun yerel yönetim tarafından yapılan kısmı da var; merkezi otoritenin elinden çıkanlar da...
Yüzlerce yıllık bir kültürün üstünde yaşayanlar, bir farkındalığın uyandığını ispata çalışıyorlar sanki...
Hayli hoyrat, kısmen özensiz ve aceleci bir tavırla ve yangından mal kaçırır gibi yapılsa da bütün tarihi eserler restore ediliyor; camiler, medreseler, külliye, çeşme, türbe ve diğerleri. Şehir merkezinde olanlar, uzaktakiler, yakındakiler... Sanayi ve ticaret hayatındaki ağırlığının arttığı zaten biliniyor. Bir üniversite kenti olmak için de gayretteler; çok mesafe alınmış.
Ama bu değil gördüklerimin en önemlisi;
Geçen haftalarda yazıp çizdiğimiz “Bisiklet Yolları” özlemi var ya, Konya’da bulvarlara mavi renkli yollar eşlik ediyor; hem de sağlı sollu.
Şeb-i Arus
Bugün 17 Aralık; Hz. Mevlâna’nın 739. Vuslat Yıldönümü... Konya’da 10 gündür, çeşitli etkinliklerle süren Uluslararası Anma Haftası, son bir “Mukâbele-i Şerîf” (Semâ) ile tamamlanacak. Neyse ki, yıllarca basket potalarının gölgesinde dönen semâzenler, artık bu iş için yapılmış kültür merkezinin Sultan Veled Salonu’nda “hırkalarını çıkartarak hakikate doğuyorlar...” Mekânın daha güzel tefrişi ve tezyini mümkün aslında. Işık ve ses düzeni de yetersiz; o emeğe yazık. Hepsi zamanla hallolur. Ama özensiz, saygısız ziyaretçileri, (bütün rica ve uyarılara rağmen) flaşla fotoğraf çekmekten geri durmayan görgü fakirlerini, (meydanı, postu, şeyhi ve birbirlerini selâmlamak üzere zaman zaman öne eğildikleri için) alkışlanmamaları rica edilen semâzenleri “ayakta alkışlayan” densizleri terbiye etmek, pek imkân dahilinde görünmüyor.
Yerel yöneticilerimize açık mektup
“İzmir Mevlevîhânesi Nerdeydi ?” diye soran ilk yazıyı, Kasım 2007’de yazmıştım. Ardından dört yazı daha... Araştırma, seyahatler, ziyaretler, sohbetler ile mülâkatlardan sonra, “Mevlevîhâne Patlıcanlı Yokuşunda ve bizden ilgi bekliyor. Daha yapacak çok işimiz var...” diye sorduğum sorunun cevabını da vermiştim. Geçenlerde, Mehmet Demirci de okuyucusu ile kısa bir tarihçe paylaşınca, derdim depreşti yine... Hani diyorum, hazır yerel seçimler de yaklaşırken, “içlerinden biri olsun” çıkar da ucundan tutar mı şu işin? Ben bilgi vermeye ve işbirliğine hazır olarak beklemekteyim. Unutmadan, bütün bu duyarsızlığa rağmen, neden Türkiye’deki en büyük Mevlâna (Semâzen) heykelinin İzmir’de olduğunu da bir anlayabilsem?
Paylaş