Nihat Demirkol

Uzatmayacağım: İstemem eksik olsun

14 Aralık 2012

ESHOT otobüs şoförlerinin araç kullanırken cep telefonuyla konuşmalarından yakınmıştım ya, “asıl araması gerekenler” dışında hemen herkesle dertleştik. Bakınız bir okuyucumuz ne diyor:
“Nihat Bey, yazdığınız gibi belediye otobüslerinde şoförler cep telefonlarıyla sıklıkla konuşuyor, SMS bile gönderiyor... 15-20 gün kadar önce, bindiğimiz otobüsün şoförünün telefonu çaldı ve sohbet başladı. Biz de arkadaşımla şoförün tam üstündeki ‘yasak’ işaretinden hareketle bu uygulamanın gerekli olup olmadığı, telefonların otobüsün elektronik aksamına zarar verip vermediğini konuşmaya başladık. Şoföre uyarıda bulunduksa da tahmin edeceğiniz gibi hiç üstüne alınmadı. Arkadaşım tam otobüslerdeki başıbozukluktan söz ediyordu ki, önümüzde oturan orta yaşlı bir hanımefendi durumdan vazife çıkartarak bize dönüp, ‘AKP’lisiniz galiba, bir şeyi de beğenseniz!’ demez mi... Çehresi tahmin edersiniz ki, mütebessim değil, kızgındı. Fırsat buldukça otobüsleri kullanın. Çok renkli görüntülerle karşılaşacaksınız. Sadece gözleyin. Sakın ola yorum, uyarı yapmayın. Yoksa mahalle baskısı(!) ile karşılaşırsınız...”

Farklı düşünen bir başkası ise beni “uzaylı” zannettiği için sitemkâr yazmışlar:
“Sayın Demirkol, belediye otobüslerinde uzun zamandan beri cep telefonu kullanma yasağının kalktığından haberinizin olmadığı belli. Oysa sizler de, odalarınızdan çıkıp halkın arasına karışsanız ve yazılarınızı öyle kaleme alsanız bu tip hataları yapmazsınız. Hem böylece toplumu ilgilendiren güncel konuları da köşenize taşımış olursunuz...”

Efendim öyle anlaşılıyor ki, parmak bastığımız nokta, canımızı acıtacak hassas bir vesileymiş aslında. Bazılarımız, makûl, ölçülü ve samimi yakınmaları dahi, “İhanet-i Vataniyye” faslından sayıyor. Yerel yönetimlere toz kondurmuyor. Aksine her davranışı da iktidar partisinin yandaşlığı olarak yorumluyor. Kusura bakmayınız, bu kadar ucuz değil! Eleştiri, anlayana bir armağandır. Kendine çeki-düzen vermek, tazelenmek, toparlanmak, iyiysen daha iyiye, daha iyiye dokunduysan mükemmele yelken açmak için... “Sen, ben, bizim oğlan” usulüyle politika üretmek, uzun vadede perişanlıktır. İki satır bir şey yazdığımızda, “Aman Nihat Bey, hassas günlerden geçiyoruz. Siz de taktınız bize...” diyenler, (her neyse) bir türlü bitmeyen bu hassas günlerin hakkını vermek için kılını kıpırdatmayacak ve biz de susmaya, gördüklerimizi halının altına süpürmeye razı olacağız öyle mi? Bir düşünün bakalım, bu kime fayda sağlayacak? Fazladan birkaç kişi alkışlasın diye, kendime olan saygımdan vazgeçmeyeceğim. İzmir’e ve İzmirli’ye bu kötülüğü yapmayacağım. Değerli okuyucuyu, Cyrano de Bergerac’ın ağzından, Edmond Rostand’ın dizelerine yönlendirip konuyu kapatacağım. “Belki de aslından daha güzel denilen” Siyavuşgil’in çevirisine ve o ünlü tirada bir göz atsınlar:
“İstemem eksik olsun!”

Öbür taraf tiyatrosu

“Cyrano sessiz kaldı, Mücap Usta da ‘lekesiz gururunu’ götürdü yanında! Başımız sağolsun” diye bir mail göndermiştim, değerli dost Murat Tuncay Hocama. Âşina bir zarafetle yazılmış yanıtı paylaşmak isterim:

Yazının Devamını Oku

Futbol şubesi bir karadeliktir

10 Aralık 2012

İNSAN hep güzel şeyler yazmak istiyor. Kulağa hoş gelen, taraftarı coşturan şeyler... Ama “görünen köy” böyle değil! Son birkaç haftanın manşetleri arasında iri puntolu olanlar, KSK’nin, başta (hiç bitmeyen) malî darboğaz olma üzere, boğuştuğu sıkıntılardan bahsediyordu yine. “Bitmeyen bir senfoni bu; bir kısırdöngü, bir karadelik...” Ve bu deliğin bir gecede kapanmasını bekleyenler hayal görmekteler. KSK’de futbolu düzlüğe çıkartmak, en az 5 yıllık bir stratejik plânla mümkündür; kimse gücenmesin!
Diğer tarafta ise (yine manşetlere yansıyan) “bir başarı öyküsü” yükseliyor. “EUROCHALLENGE Cup (A) Grubu’nda Tofaş’ı 78-56 yenerek 4’te 4 yapan ve Top 16’yı garantileyen PINAR KSK, Avrupa basketbolunun üç numaralı organizasyonunda üst üste 3 yıl ilk turda elenmeyen iki takımdan biri oldu. Yeşil-kırmızılıların 2010-11 ve 2011-12’de de sorunsuz geçtikleri 1. turda, (C) Grubu’nda yenilmeyen Letonya’nın Ventspils takımı da temsilcimizin başarısına ortak oldu. PINAR KSK’nin, grup liderliğini kesinleştirmesi için kalan iki maçından birini kazanması yeterli olacak.”
BEKO Basketbol Ligi’nde de oldukça başarılı maçlar çıkartan ekibin Coach’u Ufuk Sarıca, “Bulunduğumuz yerin rastlantı olmadığını kanıtladık. Tempomuzu koruyarak yola devam” diyor ama, kulübün malî kaynaklarının, Basketbol Şubesi söz konusu olunca, “el titreyerek” kullanıldığını biliyoruz.  Evlatlardan, “biraz haylazca bildiğimiz”in açıktan açığa kollanması, sadece tribünleri hoş tutmak, memnun etmek içinse yazık. Bu tercih, ne spor ne de holding yöneticiliği ile bağdaşır. Fikre de paraya da yazık! Basketbol Şubesi üvey evlat mı? Bir şeyler ters ve yanlış gidiyor, yanılmaya razıyım...

Buzdolabının kapağındaki tavşan

Hemen her mutfakta, buzdolabının kapağına tutturulmuş mıknatıslar var biliyorsunuz. “Resimler, yazılar, adresler, paket servisleri, sucular, tüpçüler, şakalar vs.” İçlerinde daha felsefi içerikli olan “magnet”lere de rastlanıyor. Hatırımda kalan bir tanesinde yazan ve bir tavşana söyletilmiş cümleyi, “fantezi” sanırdım. Ama bazen öyle ölümlülerle karşılaşıyorum ki, “Demek buna inanlar da var” diye iç geçirmek zorunda kalıyor insan. “Mükemmel olmadığımı biliyorum ama neredeyse mükemmelim...” edâsıyla orta yerde dolaşanlar hiç çekilmiyor doğrusu. “İzmir’de yönetici olmak” bahsi açılınca, nedense aklıma bu magnet geldi.

Yazının Devamını Oku

Cep telefonlu ESHOT

7 Aralık 2012

MALÛM, belediye otobüslerinde cep telefonuyla konuşulamıyor; en azından (çıkartmalarla hatırlatılan) kural böyle. Araç kullanırken de yasaklıyız zaten; çok normal olarak... Hattâ, trafik polislerimizin, emniyet kemeriyle birlikte, çevirmelerde en çok ceza yazdıkları “ihlâl”ler arasında yer aldığı gibi, kaza istatistiklerinde de “cep telefonu” ön sıralarda...
Önce “tesadüf” sandım. Sonra dedim ki, “algıda seçicilik”. Ama gözlem rastlantı boyutunu aşınca, yazmaya karar verdim. Bir genelleme yapmak istemiyorum. Fakat son günlerde, gerek trafik lambalarında yan yana durduğumuz ve gerekse seyir halinde göz göze geldiğimiz ESHOT otobüs şoförlerinin ellerinden düşmüyor cep telefonu! Bazen mütebessim, bazen kızgın bir çehreyle, hararetli hararetli konuşuyorlar. Koca otobüs, tek elle kullanılıyor doğal olarak... Aklın, dikkatin ve refleksin yarısı, “olması gereken yer”den çok uzaklarda... Yolcular da müdahale edemiyor anlaşılan. Onlarca canı sırtına alıp kamu hizmeti yapan bu arkadaşları bir denetleyen yok mudur acaba? Sivil görevliler binmez mi bu otobüslere? Abuk subuk şeyleri çekip de internete kadar düşen, şu meşhur MOBESE kamera kayıtlarını filân kimse izlemez mi zahmet edip? Benim gördüğümü görecek, bir tek “görevli göz” çıkmaz mı İzmir’de? Yine gazete manşetlerine düşen bir “facia” haberiyle mi, vahlanıp, tühlenip, akıllanacağız (?!)

Türkçe öğren John Malkovich!
Geçen pazar, Kelebek’te “İzzet Çapa röportajı”nı okuyorum. Sadece “dünyaca ünlü aktör” demenin yetmeyeceği bir isimle; “John Malkovich”le sohbet tadında, samimi bir görüşme yazıya dökülmüş. Üslûba bakarsanız, tanışıklığın öncesi var gibi görünüyor. Bir bölümünde soru – cevap ilişkisi, şöyle gelişmiş:
- Türk ahbapların çok galiba?
- Sürekli görüştüğüm birkaç kişi var, ama her gelişimde yeni yeni dostlar ediniyorum. En son “Infernal Comedy” operası için geldiğimde, bir gecede nerede 100 oyuncu ile tanıştım.
- Oha!

Yazının Devamını Oku

Semaver Kumpanya “Metot”la İzmir’de

2 Aralık 2012
BANA emanet edilen “köşeler”de yıllar boyu pek çok tiyatro oyunu hakkında kalem oynattım. Bütün yazdıklarımın “meraklı bir izleyici”nin samimi görüşlerinden öte bir anlam taşımadığını bile bile... Okuyacağınız satırlar ise biraz farklı gibi. Sevgili kızımın yakıştırmasıyla “yuvarlak gözlüklerime ilk defa bir oyunun köşeleri çarptı galiba...” Neden mi? Çünkü şimdiye kadar hep ben tiyatrocular için atıp tutuyordum, bu kez onlar insan kaynaklarının kirli çamaşırlarını ortaya dökmüşler. Sahnedeki oyun o kadar tanıdık ki, ancak benim gibi senelerini bu mesleğe vermiş biri, oyunla gerçek arasındaki kesişme noktalarını, “Aslında tam bir izdüşümü, bunun neresi oyun?” diyerek alkışlayabilir.
Meraklısı için tekrar olacak; Sait Faik’in “Semaver” ve “Kumpanya” başlıklı öykülerinden adını almış bir tiyatro topluluğu Semaver Kumpanya... Ülkemizin dinamik, yeniliklere açık ve cesur birkaç tiyatro grubundan biri olarak tanımlanıyor. Kocamustafapaşa’daki Çevre Tiyatrosu’nda perdelerini ilk kez William Shakespeare’in “Onikinci Gece”siyle açmalarının üzerinden tam 10 yıl geçti. İzmirli seyircilerin karşısına bu kez İspanyol yazar Jordi Galceran’ın, ona dünya çapında ün kazandıran “Metot” isimli oyunuyla çıkıyorlar.
Medya notlarına göz attığınızda, büyük resmin şöyle tariflendiğini okuyacaksınız: “Bir şirketin toplantı odası; iş görüşmesine gelen dört kişi tüm hünerlerini ortaya koyup, işi kapmak için gizem dolu çeşitli sınavlardan geçecekler... Günümüz iş dünyasının acımasız yönlerini ortaya koyan oyun, genel çerçevesi itibariyle, vahşi rekabet üzerine kurulu ve sistem hakkında çarpıcı bir eleştiri sunuyor. ‘Çağdaş insan kaynakları enstrümanlarıyla tütsülenmiş mülakatlarda deneyimli’ olan seyirciyi ‘kendi filminin ilk karesi’ne götürüyor. Mindere yeni çıkacak beyaz yakalılar için ise ‘psikolojik gerilim’ dozu yüksek bir örnek olay(lar) fırsatı...”
Yarın akşam (4 Aralık Salı) saat 20.30’da İzmir Sanat’ta İzmirlilerle buluşacak oyun hakkında gözüme çarpan bir uyarıyı da “kopyala-yapıştır” usulüyle paylaşmak isterim: “İstanbul dışı için önerim sitelerini düzgün takip edin, oyun turneye müsait. Şehrinize gelince de, ‘Yok arkadaşımın düğünü, yok efendim doğumgünü, hava soğuk’ vb bahaneler üretip kaçırmayın...” demişler.
Emeğe saygım sebebiyle kalemim, “eli değen, fikri değeni gönlü değen” herkesi anmaktan yana... Oyunu İspanyolca’dan çeviren Zerrin Yanıkkaya, yönetmen Serkan Keskin, sahne tasarımı Cem Yılmazer, ses tasarımı Alper Maral, yönetmen yardımcısı Zeynep Su Kasapoğlu, kostüm Aslı Ersüzer... “Sarp Aydınoğlu, Sezin Bozacı, Serkan Keskin, Mustafa Kırantepe”nin vurucu ve iz bırakan oyunları, önce meslektaşlarımı düşündürmeli.
Semaver Kumpanya, sezona, “Metot” oyununun yanı sıra çağdaş İngiliz yazar Howard Barker’ın ülkemizde ilk kez sahnelenecek olan “Bir İnfazın Portresi” adlı yeni oyunuyla devam edecek. “Sanatın nereye kadar özgürce ifade edilebileceğini sorgulayan bu oyun” ise ülke gündemine adetâ dil çıkartır gibi, 26 Aralık akşamından itibaren Çevre Tiyatrosu’nda seyircisini bekliyor olacak. Bakalım yolları İzmir’e ne zaman düşecek?
Yazının Devamını Oku

EKSPO hakkında bizden saklananlar

30 Kasım 2012

YETMİŞLİ yılların Ankara’sında vakit gece yarısını geçmiş... Çankaya dolmuşlarından birinde şoförle beraber 4 kişiyiz. “Farabî’de inecek var” diyor biri. Diğeri söze karışıyor: “Nereden bulurlar da koyarlar, böyle acayip isimleri caddelere, sokaklara?”
Şoförümüzden beklenmedik bir açıklama geliyor: “Onun hikâyesi var abi” diyor; “Vaktiyle şimdiki durağın olduğu yerde bir tane ev varmış. Fahri abi diye biri otururmuş. Mahalleli çok severmiş. Gel zaman, git zaman, Fahri abi söylene söylene bozulmuş; Farabî olmuş işte...”
İsyankâr yolcu yeni bir şey öğrenmekten mutlu, ben ise “işe bak, güme gitti koca Farabî” diyerek iniyorum dolmuştan... Bu öykünün içindeki “tatlı-ekşi sos” ile yıllar sonra tekrar karşılaşmak varmış.

EXPO’nun kendilerine ısrarla iyi anlatılmadığını fark eden hemşehrilerimiz de, “olsa olsa metodu”yla vaziyeti tariflemeye çalışıyorlardı; kulak misafiri oldum. “Bir kere” dedi içlerinden biri, “bizim alfabede ‘x’ diye bir harf yok; o sesi çıkartmak için mecburen ‘ekspo’ diye okuyoruz. Kelime anlamı sergi gibi bir şey, kısaltması... Ama harf harf özel bir açılımı yok. Dünya sergisine EKSPO diyorlar...”
Bir başkası, “yahu iyi oldu” dedi, “bunu söylediğin. Ben hep başka bir şey sanıyordum. Bahaneyle doğrusunu öğrendik.” Etraftakiler, “ne sanıyordun?” diye –soran- gözlerini, sözün sahibine çevirince de gülerek kendi “tercümesi”ni açıkladı.
“Ben sanıyordum ki” dedi, “EKSPO’yu alınca... Eskiden Kahrolduğumuz Sorunlarımız, Parçalanmış Olacak...”

Ondan cesaret alan ahali de kendi çıkarımlarını “döküldü” birer birer. Aklımda kalan “ironik” örnekleri ilerideki yazılarda paylaşacağım. Yumurta kapıya epeyce yaklaşmışken, İzmirli’nin çoktan EKSPO ile bütünleştiğini (?!) görmek ne güzel... Anladığını, algıladığını, sahiplendiğini (?!) bilmek ne hoş... “İşe bak, güme gidiyor koca EKSPO” demek, daha mı doğru acaba?

EKSPO için “Akrostiş” (1)

Yazının Devamını Oku

Bornova’ya bisiklet çok yakışırdı

26 Kasım 2012

Epeyce zamadır Ege Üniversitesi Kampusü’ne gitmiyordum... Geçen akşam, baktım yolların kenarlarına sabitlenmiş fosforlu trafik kukaları var; “evet evet, bisiklet yolları” yapılmış. Yerleşke için çok büyük bir gereksinim karşılanmış. Bisikleti olup da kullananlara büyük bir kolaylık, kolaylığı görenlere de bisikleti hayatına katmak için bir teşvik... Kimin aklına düştü de düğmeye bastıysa hem kutlamak, hem de teşekkür etmek gerekir. Gelelim işin abartılmasına... Bir Bornovalı olarak, hem Büyükşehir, hem de Bornova Belediye Başkanımıza, ortak bir proje önermek isterim. En çok üniversite öğrencisini barındıran Bornova’nın bütün ana yollarında “bisikletler için bir parkur” ayıralım. “Yaya Hakları Bildirgesi”nde, “yaya yoluna paralel, bisiklet yolları yapılır. Yaya ve bisikletli ulaşımı, kitle haberleşmesi ile ve diğer özendiricilerle desteklenir” cümlesiyle ifadesini bulan niyeti, Bornova’nın aydınlık kimliği ile birleştirip hayata geçirmek, güvenlikten, sağlığa, estetikten, ekonomiye uzanan bir dönüşümle, Bornova’yı daha da özel kılacaktır.
Bisiklet şehri olmak
Birkaç yıl önceki haber bültenine “Bisiklet bizden, gezmesi sizden” manşeti atılmıştı. “43 kilometrelik bisiklet parkuruna 22 kilometre daha ekleyen Büyükşehir Belediyesi, İzmir’i bir “bisiklet şehri” haline getirebilme çabalarına bir yenisini daha ekledi. Bostanlı ile Doğal Yaşam Parkı arasında başlatılan ücretsiz bisiklet turları, daha ilk gününde İzmirli bisikletseverlerden büyük ilgi gördü” diyordu. Sınırlı bir parkurda kullanıma sunulan “kiralık bisiklet ve kask” uygulaması şimdilerde ne durumda ve “toplam 100 kilometrelik hedef”in neresindeyiz bilmiyorum ama, peşi bırakılmazsa, bisiklet İzmir kent kimliği için önemli bir köşetaşı olabilir diye düşünüyorum.

Bisiklet nedir?
- Eşitliktir: Bazen o sizi taşır, bazen siz onu.
- Özgürlüktür: Ferman padişahın, dağlar bizimdir.
- Kardeşliktir: Bir ağaç gibi tek ve hür öte yandan.

Yazının Devamını Oku

Nazmiye Hanım

23 Kasım 2012

“...Benim hayatımı etkileyen en önemli kadınlardan biriydi... Koyu kahverengi gözleri vardı. Saçları için “Koyu Kestane” dendiğini duyardım. Bana sarıldığında, içinin titrediğini hissederdim. Zaman geçtikçe daha iyi fark ediyorum ki, “Muazzam” bir kadındı... Öyleydi ya da bana öyle gelirdi. Ne fark eder? Güzel kadındı vesselâm... 1910 doğumluydu. “Edirne Muallim Mektebi”nden 1930’da mezun oldu. Yatakhanede, devrin moda şarkısı olarak ‘Senelerce aşkı anmış mahzun kalpler hep ağlarmış’ı söylediklerini anlatırdı; sesi güzeldi. Klâsik keman çalardı. Fransızca bilirdi; eski yazıyı da bilirdi. 1932’de anne oldu. Küçücük kızıyla bir köyden diğerine ulaşabilmek için at binmeyi, silah kullanmayı öğrendi. İyi poker oynardı. Rakı içerdi. Kitap da okurdu(?). Renkli televizyonu gördü, ama internete yetişemedi. Nüfus kâğıdında “Karne Devri”nin gölgeleri vardı. O bir Cumhuriyet öğretmeniydi...”
Bu paragrafı defalarca kullandım yazılarımda; yazmaktan bıkmayacağım, çünkü okumaya doyamıyorum! Çünkü, her 24 Kasım geldiğinde, benim için “Öğretmenler Günü”nün kutlanması, yukarıda anlattığım seviyenin kutsanmasıyla eşdeğer bir hâl alıyor. Özlediğim sadece kendisi değil elbet; gönlümdeki Türk öğretmenini özlüyorum. Nazmiye Hanım, 1960’larda benim ilkokul öğretmenimdi; o benim anneannemdi Efendim! Nur içinde yatsın...

Küfürsüz hava sahası
“Küfür ruhun yelpazesizidir” söylemine de yer verdiğim pazartesi günkü yazıma, KSK’lı dostların bir kısmı, “algıda seçicilik” ile yaklaşıp (haliyle) sitem ettiler:
“Sanki sadece bizim maçlarımızda ve sadece biz küfrediyoruz. Adımız çıkmış dokuza, inmez sekize... Siz de mi?”
Elbette yalnız değilsiniz! Hem o kadar yalnız değilsiniz ki, bir Fenerbahçeli olarak, Saraçoğlu’nda kendini kaybeden hanım taraftarların utanılacak hallerini de yazmıştım. Dert yanarken aklımdan geçen şuydu aslında:
“hani bu konuda, birileri bir şeyler yapacaksa / yapabilecekse, ilk görev ‘biz farklıyız’ diyenlere düşmez mi acaba? Hoş bir örnek oluşturmaz mı? Çok mu zor, KSK’nın (hiç değilse Basketbol) maçlarında “küfürsüz hava sahası” yaratmak?

Yarın Aşûre Günü

Yazının Devamını Oku

Çocukların nasıl baktığının farkında mısınız?

19 Kasım 2012

HAFIZAM beni yanıltmıyorsa, rahmetli Nisa Serezli’nin siyah-beyaz TV günlerinde patlattığı samimi bir yakıştırmaydı; Zekeriya Beyaz’ın da benzer bir cümle sarf ettiği söyleniyor: “Küfür ruhun yelpazesidir...” Öylesine basit ama vurucu ki, Danimarkalıların “Türk gibi küfür etmek” deyimi, bunun yanında ucuz kalıyor.
Neyzen Tevfik sokuşturunca “hiciv”, Behzat Ç.’nin ağzında “karizma”, Cem Yılmaz yapınca “komik”, Can Yücel ise “Böyle bir düzende küfür etmek devrimci bir görevdir” dediğinde “edebiyat” olan “şey”den bahsedeceğim bugün: “Küfretmek”ten! (Yazıyı toparlarken, yaratıcılıklarına başvurduğum Ekşi Sözlük yazarları, şunu da eklemişler: “Siz kullanırsanız, terbiyesiz olursunuz maalesef” diye...)
Rivayet muhtelif... “İlkel ve vazgeçilmez bir iletişim yöntemi... Kullanımı ile ilgili kurallar tam olarak belirlenmemiş” diyenlerin yanında, “En çaresiz savunma mekanizmasıdır, hattâ espri ve saldırı aracı olarak da kullanılır” fikrini taşıyanların sayısı da az değil. “Edilmezse, eksikliği hissedilir mi?” sorusunun yanıtını merak edenlere, “Niye insan bir uzvuna bu kadar taksın ki?” sorusuyla karşılık verenlere de rastlanıyor.
“Öfkelendiren şeyden hesap soramadığınızda, küfürler hızır gibi yetişir” diye geçiştirenlerle, “Şöyle bir ağız dolusu sövüldüğünde, iç huzur dengelenir, rahata erilir, lâkin aslında değişen bir şey olmaz. Hiç kimseye bir faydası yoktur; hayatı değiştirmez, unutulur gider...” diyen ortada kalmışları ayrı bir yere koymak ve “Gerçekleştirildiğinde, neden övünç kaynağı olarak görüldüğünü bir türlü anlayamadığım eylem. Küfretmek bir ayrıcalık değil, bir tercihtir” diyerek, olaya basitçe ve itirafçı mantığıyla yaklaşanları da unutmamak lâzım elbette...
Bunların yanında, “Kızgın anlarımızda olduğu kadar, pozitif bir ortamda tebessüm yaratmak amacıyla da kullanılan, genellikle belden aşağı organlarımızı ve onlarla yapılabilecek faaliyetleri içeren sözcük kalıplarını karşı tarafa beyan etmeyi içeren söylem...” tanımında birleşen akademik esintili bakış açısına karşılık, keskin mükemmeliyetçilerin, “Komik olmadığı veya zekâ unsuru taşımadığı sürece, kişinin basitliğini ortaya koymaktan öteye gidemez” fikrinde ısrarlı olduklarını görüyoruz.
“Hayat, aksilikler silsilesi ile üzerine üzerine gelirken insanın, bir an soluklanmak, rahatlamak ve enerjinin bir kısmını bir yerlerde bırakmak için küfredilir...” görüşü, daha kalender meşrep bir gruba ait. “Sözcük dağarcığı çabuk tükenirse, iletişimde başka sözcüklere yüklenmek zorunda kalınır” tespitini ıskalamadan, “Hayatında bir tek kötü söz söylememiş, -aptal- bile dememiş bir insan dahi, araba kullanırken küfretmeden duramaz” iddiasını da sözlerimize ekleyelim. “Lâf buraya nereden geldi?” derseniz...
Kendini, “kesirlerle ifade edecek kadar” farklı, ayrı ve ayrıcalıklı takımın, İzmir’de oynanan basketbol maçındaydım geçen hafta. Beyler ayağa fırladığında (bazı) hanımların saklayamadığı mahcubiyet ile hanımlar ağzını bozduğunda (bazı) beylerin yüzündeki memnuniyet, beni ilgilendirmiyor; geçelim. Ama “çocuklarının anne ve babalarına nasıl hayretle baktığını 1 metreden görünce”, duramadım. Bu yazıyı üzülerek yazıyorum. Nokta!
Yazının Devamını Oku