Kasım aylarının onuncu günleri, çocukluğumdan beri netamelidir... Bu “özel gün”e giydirilmiş ciddi fikr-i sabitlerle büyüdük. Rahmetli Gazi’nin “anılmasına ait” genel kabullerin başında matem hissi gelirdi... Doğrusunu bulamadan geçti yıllar... Yetmez gibi, bir de fanteziler üretmek iddiasıyla ortaya çıkanlar türedi ki, -mutlaka aykırı bir şeyler söyleyebilmenin dayanılmaz hafifliği- içinde paçalarını, (bütün zamanların en benmerkezci illetlerinden biri olan) “aydın şımarıklığı”na kaptıranlarla yan yana oturur olduk... “Atatürk’ü anlatmak” için o kadar çok –ve fakat boş- zaman harcadık ki, -bu beyhudelik hissi- içerisinde dönüp duran aydınlarımız, “anlatma yönteminin çöktüğünü” fark edemediler... Sevmek ya da nefret etmekle tarih yazılamayacağını hiç hesaba katmadılar... Tarihçilikteki en önemli kaidenin, -Avdi alteram partem- yani “karşı tarafı dinle...” olduğunu ıskaladılar... Özellikle yakın tarihi “bir misyonla yazmaya kalkmanın”, tarih değil, ancak “propaganda” olacağını önemsemediler... Hiçbir objektiflik kaygısı taşımadan, Gazi’yi (anlamak adına) ettiği bütün lâflar içerisinde, size göre “en önemlisi hangisidir?” diye sorsam; sanıyorum hayli bocalarsınız... Sadece birini seçmek ve diğerlerinin tamamından vazgeçmek öyle kolay değildir. Ben bu tercihi yaptım Efendim... “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir; yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır...” cümlesini, artık başka bir yerde muhafaza ediyorum... Çünkü bana göre, “O’nu öncesinden ve sonrasından ayıran”, bu noktada uğradığı açık sadakatsizliktir... Çünkü O’nu yorumlayanların ne ufukları, ne güçleri, ne heyecanları O’nu anlamaya yetmemiştir. Anlaşılamayanı anlatmak ise olası değildir. Bütün istediği, sadece “tarihin, yapılana sadık kalınarak yazılmasıydı”. Tarih yazanların bir başka ihaneti de “insan tarafını gölgeleme yönündeki ağır ve abartılı kabahatleridir...” Bütün “tek adam”lar gibi, çevresinden, “şak şakçılar”ı hiç eksilmemiş olmasına rağmen, “O’nu öncesinden ve sonrasından ayıran”, -özgüveni zayıflamamış ve kendiyle barışık- tavrı, karizmasına feda edilmiştir. Ankara veya İstanbul’dan birine, (Leningrad, Stalingrad gibi) -Atatürk- adı verilmesi için kanun teklifi hazırlayanlara; “Bir adın tarihte kalması ve ağızlarda söylenmesi için, şehirlerin temellerine sığınmak şart değildir. Tarih zorlanmayı sevmeyen nazlı bir peridir. Fikirleri tercih eder...” cevabını veren zâtın adını, hiç sakınmadan, her şehirde en az bir caddeye, binlerce okula, hastanelere, üniversitelere, kültür merkezlerine, havalimanlarına, stadyumlara verenler, sadece isminin değil, fikrinin de erozyona uğramasına vesile ve sebep oldular. Uluslar, yetiştirdikleri büyük evlatlarını, “ne putlaştırarak, ne de küçümseyerek” bir yere varabilirler... “Kahraman ya da deha” olup olmadığı, vicdan ve insafınıza kalmıştır. Ama kişisel kanaatim odur ki; Gazi’ye -herhangi biri muamelesi- yapılamaz! Biricik, yegâne oluşunun tespiti için alıcı gözüyle, etrafta hakim olan telâşı fark etmeniz yeter... Bugün 9, yarın 10 Kasım... Aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyorum. Sevenlerindeki telâşa bakınız. Nefret edenlerdeki telâşa bakınız... Sorularınızın yanıtı orada gizlidir.